28 Temmuz 2002
<B>BM</B>'nin bu yılki Kalkınma Raporu'nda iki sıra geriledik. Siyasi istikrarsızlık ve hükümetin yeterince etkin olamayışı yüzünden. Rapora global olarak bakıldığında ise Türkiye'nin alt ve üst sıralarında yer alan ülkelerde de bir demokratik durgunluk olduğu gözleniyor. BM özetle, ‘‘Dünyada 1980 ve 90'larda esen demokrasi rüzgarı durdu’’ diyor. Oysa insani kalkınma için ille de demokrasi gerekiyor.
BM Raporu'nu baştan sona okuyunca, olmazsa olmaz tek şart olarak şu ortaya çıkıyor: Yoksulluğu yeryüzünden silmek için demokratik ve etkin hükümetler gerekiyor.
Rapora göre yoksulluk demokrasi önünde bir engel teşkil etmiyor ve demokrasiler, iç çatışmalardan doğal afetlere kadar her türlü olumsuzluğa karşı çok daha iyi mücadele verebiliyor. Örneğin açlık karşısında demokratik Hindistan, demokratik olmayan Çin'e göre çok daha başarılı olabiliyor.
Ne var ki, Berlin Duvarı'nın çöküşünden sonra Doğu Avrupa, Asya, Latin Amerika ve Afrika'daki otoriter rejimleri silip süpüren hareket artık durmuş görünüyor. Hatta rapora göre tersine bir rüzgar bile söz konusu.
‘‘Oysa demokratik kurumların derinlemesine yerleştirilmesi uluslararası topluluğun 21'inci Yüzyıl için en büyük hedefiydi. 80 ve 90'lar demokrasinin yeryüzüne yayılması açısından büyük umut ve coşku yaratmıştı’’ diyor rapor.
Söz konusu dönemde 81 ülke demokrasiye doğru çok ciddi adımlar atıyor ve tam 140 ülkede çok partili seçimler yapılıyor. Bugün ise özellikle demokrasilerin kalitesinde bir hantallık seziliyor. 80'lerde demokrasi yoluna koyulan birçok ülke otoriter rejimlere dönmüş bulunuyor. Örneğin Pakistan.
İnsanlar yaşam standartlarını yükseltmek için demokrasi savaşı veriyor, ancak demokratik vaatler yerine getirilemiyor. İşte o zaman da Arjantin'de olduğu gibi ekonomik ve sosyal kargaşa nedeniyle seçilmiş devlet başkanı geri çekilmek zorunda kalıyor. Ya da Venezüella'daki gibi darbe girişimleri yaşanıyor.
DEMOKRASİ YÜKSELDİ AMA
1985'ten bu yana tam anlamıyla demokratik ülkelerin sayısı 44'ten 82'ye; demokrasilerde yaşayan dünya nüfusunun oranı yüzde 38'ten yüzde 57'ye yükselmiş. Otoriter ülkelerin sayısı da 67'den 26'ya düşmüş. Ancak BM'nin tespitlerine göre demokratikleşme süreci 34 ülkede yerinde saymaya başlamış. Bu ülkeler arasında Zimbabwe, Pakistan, Nepal ve Özbekistan sayılıyor. Dünya nüfusunun yüzde 42'sinin yaşadığı yaklaşık 73 ülkede halen özgür ve adil seçim yapılmıyor.
Özellikle 17 Afrika ülkesi tamamen tıkanmış durumda. Diktatörler gidiyor ama yerlerine demokratik rejimler oturtulamıyor.
ZENGİNLER DE SORUNLU
Zengin ya da yoksul farketmiyor; BM'ye göre dünyada genel bir demokrasi krizi yaşanıyor. Demokrasilerin en vazgeçilmez unsurları olan sivil toplum örgütlerinde bir gerileme gözleniyor. Zengin ülkelerde bu örgütler, iş dünyasının çok çok gerisinde kalıyor. Örneğin ABD'deki 2000 başkanlık seçimlerinde dev şirketler, Cumhuriyetçi ve Demokratik Parti'ye 1.2 milyar dolarlık katkıda bulunurken, bu rakam, işçi sendikalarının yaptığı bağışların tam 14, diğer lobi gruplarından gelen yardımların da 16 katına ulaşıyor.
Hatta sivil toplum örgütlerinin çok güçlü olduğu ülkelerde bile insanlar kendilerini, politika sahnesini etkilemeyecek kadar güçten yoksun hissetmeye başlamış. İşte bu nedenle BM, dünyada çok keskin bir zengin-yoksul uçurumu bulunmasına karşılık, güçlü ve güçsüz arasındaki ayrımın da keskinleşmeye başladığına dikkat çekiyor. Ülkeler içinde güçlü ve güçsüz insanlar arasındaki uçurumla, güçlü ve güçsüz ülkeler arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. İşte globalleşme karşıtı hareket de bu uçurumdan kaynaklanıyor.
BM raporu, uluslararası topluluğun, 2015 yılına kadar yoksulluğu yarı yarıya azaltma hedefinden çok uzakta olduğunu söylüyor. Rakamlar çok açık: Tam 2.8 milyar insan günde bir doların altında geçim standardına sahip. Dünyanın en zengin yüzde 1'i, en yoksulların yüzde 57'siyle eşit gelire sahip. En zengin 25 milyon Amerikalı'nın geliri kalkınmakta olan 2 milyarlık nüfusla eşit düzeyde.
Dünyanın tam ortasındayız
Kalkınma Raporu'nda Türkiye 85'inci sırada yer aldı. Yani 173 ülkelik listenin tam ortasında. Türkiye'ye gelinceye kadar dünya üzerinde yaşanacak 84 daha iyi yer var. Birinci Norveç ile sonuncu Sierra Leone'nin yaşam koşulları kıyaslandığında gerçekten de tam orta yerde olduğumuz görülüyor.
NORVEÇ ve İsveç dersini iyi çalışan öğrenciler gibi. Her türlü refah raporunda düzenli olarak birinci ve ikinci sırada yer alıyorlar. Gerçi insanlar aşırı düzen yüzünden sıkıntıdan patlıyor, hatta Norveçliler, işlerine fazla burnunu sokuyor diye devleti ‘‘dadı’’ya bile benzetiyorlar ama, dünyanın en insanca yaşanacak yerleri Norveç ve İsveç. Son rapora göre bu iki ülkeyi Kanada, Belçika ve Avustralya izliyor.
İki ülke de son derece temiz, düzenli, güvenli, trafik derdi yok, fazla çalışmak da gerekmiyor. Demokrasi ve özgürlükler tıkır tıkır işliyor. Bu sorunsuz hayatın sırrı da sonsuz doğal kaynaklarda ve sosyal adalet kaygısına paralel olarak bu kaynakların iyi yönetiminde yatıyor.
BM, ortalama ömür süresi, bebek ölümleri, eğitim ve sağlık hizmetleri ve kişisel gelirleri esas alarak yaşam kalitesine göre ülkeleri sınıflandırıyor. Şimdi birinci sıradaki Norveç ile sonuncu durumdaki Sierra Leone'yi karşılaştıralım.
Norveç'te iş yasaları inanılmaz sıkı. Bu yasalar baştan aşağı, insanlara bolca boş vakit kalsın diye düzenlenmiş. Ülke ferah, insanlara rahat nefes alabileceği geniş alanlar yaratılmış. Eğitim ve sağlık hizmetlerinin tamamı devlet tarafından sağlanıyor. Özel okullar da var ama, giden yok. Herkes devlet okulunu tercih ediyor. Herkes sigorta güvencesi altında, sistemin dışında kalan yok gibi. Norveçliler dünyanın en fazla tüketen uluslarından biri. Özellikle de elektronik ürünleri, çünkü elektrik sudan ucuz.
Ancak Norveçlilerin bir şikayeti var; vergiler çok yüksek. Yiyecek içecek pahalı, dışarı yemeğe çıkmak hayli külfetli. Ancak devletin önceliği sosyal adalet olduğu için zengin-fakir uçurumu yok. Demokrasi yerinde, basın özgür ve çok etkin sivil toplum örgütleri var.
Sierra Leone'de çok yoğun işsizlik ve açlık var. Her beş kişiden biri günde bir doların altında geçinmeye çalışıyor. Kırsalda elektrik yok. İnsanların büyük çoğunluğu ısınacak yakıt ve konut bulamıyor. Su kaynakları çok sınırlı. Evlerin çok ötesinden kuyulardan su çekiyorlar. Sağlık hizmetleri yok gibi.
İç savaş yıllarında okullar kapanmıştı, şimdi yeni yeni eğitime dönülüyor. Zenginlerle yoksullar arasında derin uçurumlar var. Parası olanlar jeneratör gibi ‘‘lüks’’ malları alabiliyorlar.
Dolayısıyla bu ülkede ortalama yaşam süresi 39 yıl.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2002
<B>A</B>vrupa futbolunun transfer piyasasında yaprak kıpırdamıyor. Son yıllarda transferde çılgınca para harcayan İspanyol ve İtalyan kulüplerinde nakit kalmadığı için alım-satım hemen hemen durdu. Bugüne kadar, Real Madrid, Inter gibi zengin kulüplerin hovardalıkları sayesinde piyasada dolaşım sağlanıyordu. Bu kulüplere bir satan, üç alıyordu. Bir yandan yıldızlara oluk oluk para akıtıp diğer yandan TV gelirleri azalan zenginler kepenk indirince, daha tutumlu kulüplere de hareket alanı kalmadı.
Futbolda da balon söndü. Aynı yeni teknoloji şirketlerindeki sanal şişme sonucu Nasdaq endeksinin çöküşü gibi futbol borsası da çöktü. Ya da İngiliz basınının Wall Street'ten esinlenerek bulduğu deyişle ‘‘Ball Street’’ çöktü.
Avrupa kulüplerinin yöneticileri ellerinde satılık yazılı tabelalarla ortalıkta dolaşıp duruyor. Ama, kimse ne alıyor ne de satabiliyor. Paraya para demeyen havalı kulüpler alımları durdurduğu için piyasada inanılmaz bir durgunluk hakim. Figo ve Zidane'a çuvalla para akıtan Real Madrid, geçen sezon Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan ekibini aynen koruyacağını, transfer yapmayacağını açıklıyor. Bu durumda Real'e yüksekten satış yapıp kadrosuna üç-beş oyuncu ilave etmeyi hesaplayan kulüplerin planları suya düşüyor.
Bugüne kadar yıldız futbolcuları fahiş paralar bastırarak alan, böylelikle piyasa kızıştıran İtalyan kulüpleri şu an öyle bir borç batağı içinde yüzüyor ki, Serie A'nın zamanında başlaması bile şüpheli. Kulüplere mali işlerini düzenlemek için zaman tanımak amacıyla ligin bir ay ertelenmesi söz konusu.
Dünyanın en mükemmel forvetine sahip Inter kulübü, yıldız oyuncularının insafına sığınmış durumda. Dünya Kupası'nda sekiz gol atarak Brezilya'yı şampiyonluğa götüren Interli Ronaldo, bu başarı sonucu piyasası artmak şöyle dursun, kendi rızasıyla ücretinde indirim yapıyor. Vieri ve Uruguaylı Recoba da Ronaldo gibi, kulüp daha fazla sıkışmasın diye yüzde 10'luk indirimi kabul ediyor. Fener'in İtalyanlara kaptırdığı Almeyda da ‘‘Inter gibi büyük bir kulüpte oynamak için seve seve fedakarlık yaparım’’ diyerek aynı yolu izliyor.
Ronaldo, Recoba ve Vieri'nin haftada en az 150 bin dolar kazandıkları tahmin ediliyor. Demek ki, 15 bin dolar daha az kazanacaklar. Ama, o farkı da zaten sponsorluk anlaşmalarıyla tazmin edecekler.
Piyasasını yükseltmek için 10 sezonda dokuz kez kulüp değiştirerek kötü bir şöhret yapan Vieri'nin ücret indirimine razı olması da gerçekten denizin bittiğini gösteriyor.
En hızlı yıldız devşiren kulüp olduğu halde 1989 yılından beri lig şampiyonu olamayan Inter yaz başından beri Lazio'dan Nesta'yı kapatmaya çalışıyor. Şimdi diğer yıldızların fedakarlığı sayesinde Nesta'yı almayı, üstüne de Emre Belözoğlu'nu Lazio'ya vermeyi planlıyor. Okan'ın adı da takas listesinde.
İtalyan Futbolcular Sendikası da artık yeni duruma uyanmış görünüyor. Mali krizde bulunan takımlarda oynayan futbolcuların ücretinde yüzde 20'ye varan indirimi kabul edeceğini açıklıyor.
İspanya'da oynayan yıldızlar da artık para etmiyor. Atletico Madrid'de haftada 75 bin dolar kazanan Brezilyalı Juninho'ya İngiliz Middlesbrough kulübü, ücretinin üçte birini teklif ediyor. Yani dünya şampiyonunun yıldız oyuncusu olmak da artık işe yaramıyor.
Peki ne oldu da astronomik rakamların yüzdüğü futbol piyasasında deniz bitti. Bu krizin başlıca nedeni İspanyol ve İtalyan kulüplerinin yeterince vizyon sahibi olamaması. Pay-TV yayınlarından elde edecekleri gelir üzerine uzun dönemli planlar yapan kulüplerin evdeki hesabı çarşıya uymuyor. İzle-öde abonelerinin futbol hevesi yüzde 50 oranında düşünce gelirler de tepetaklak gitmeye başlıyor. İtalya ve İspanya'da televizyon kanalları yeni sözleşmelerin, mevcut kontratların ancak yarısı fiyatına yapılabileceğini bildiriyor.
Yıldızlar ise paralarını sektirmeden almaya devam ediyor. İtalya'da son dört yıl içinde futbolcuların ücretleri iki kat artarken, kulüp gelirlerinde pek az artış olduğu biliniyor. Serie A'da ödenen ücretler toplamı 735 milyon dolardan 1.6 milyar dolara fırlamış durumda. Birinci ligdeki takımlar topluca 750 milyon dolar içerde.
Almanya'da ise maç yayın haklarını elinde bulunduran Kirch Grubu'nun çöküşü, Bundesliga'yı tehdit ediyor. Chelsea ve Leeds gibi kulüplerin borç batağına saplandığı İngiltere'de de BSkyB kanalının fiyat kırması bekleniyor.
Üstüne üstlük geçenlerde UEFA, dev kulüpleri şok eden bir karar alarak, yangına körükle gidiyor. Televizyon kanallarından gelen ‘‘Lüzumsuz maçlar oynanıyor. Bunları kimsenin seyrettiği yok’’ baskısı üzerine, UEFA, Şampiyonlar Ligi'nin ikinci grup aşamasını iptal ediyor. Aralarında Manchester United, Bayern Münih, Real Madrid gibi elit kulüplerin yer aldığı G-14, televizyoncuların baskısına boyun eğdiği için UEFA'ya ateş püskürüyor. Maç sayısının azaltılması sonucu büyük kulüplerin bir sezonda 7.5-15 milyon dolar tutarında gelir kaybına uğrayacağı tahmin ediliyor.
Değer kaybedenler
Zinedine Zidane: Real Madrid'in Juventus'tan rekor fiyata, 64.5 milyon dolara aldığı Fransız futbolcu, iki kez dünyanın en iyi futbolcusu seçildi. Fransız milli takımıyla dünya şampiyonu, Real Madrid'de Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu. Ancak sakatlığı nedeniyle son Dünya Kupası'nda varlık gösteremedi. Şimdiki değeri, 37.5 milyon dolar.
Luis Figo: Zidane'dan önce dünyanın en pahalı futbolcusu unvanını taşıyordu. 2000'de Barcelona'dan Real Madrid'e 55.8 milyon dolara transfer olmuştu. Barcelona taraftarları sayesinde dünyanın en iyi futbolcusu da seçilmişti, ancak otoritelerin büyük çoğunluğu, maçın kaderini değiştirebilecek kapasitede olmayan bir oyuncu için bu transfer bedelinin çok yüksek olduğunu söylemişti. Dünya Kupası'nda da Portekiz milli takımına önemli bir katkısı olmadı. Şimdiki değeri, 22.5 milyon dolar.
Juan Sebastian Veron: Arjantinli futbolcu Lazio'dan Manchester United'e transfer olurken 42 milyon dolarla İngiltere rekoru kırmıştı. Dünyanın, teknik becerisi en yüksek futbolcularından biri olarak gösterilmesine karşın, geçen sezon Manchester United'de fazla etkili olamadı. Şimdiki değeri
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2002
Bizimkiler finale kalsaydı bugün saat 14.00 itibariyle Yokohama'da Almanların karşısına dazlak kafalarla çıkacaklardı. Milli Takım'ın kafaları kazıtma kararı bir çeşit adak ritüeliydi. Ancak özellikle Asya coğrafyasındaki seyirciler tarafından biraz garip karşılanacaklardı. Çünkü bu iklimlerde hiç kimse sevinçten, ya da dileği tuttuğu için kafasını kazıtmıyor. Bu ritüel, protesto ya da yas durumunda uygulanıyor. Çok ekstrem bir örnek olmakla birlikte, Taliban rejiminin ceza olsun diye futbolcuların saçını kazıttığı da bir gerçek. İşte bu yüzden Güney Koreli ve Japon futbolcular (Matsuda hariç) Mohawk stilini filan denemedi. Onlar okjisen sarısını andıran tuhaf renklerle sahaya çıkarak daha cool olduklarını düşünüyorlardı.
Kafa kazıtmak için o kadar çok neden bulabiliyorlar ki, insan acaba maksat saç stilini mi değiştirmek diye düşünüyor. Özellikle Güney Kore, hükümet uygulamalarını protesto için kafa kazıtanların ana vatanı.
Pirinç ithalatından şirket özelleştirmelerine, sigorta mevzuatından nükleer atık depolama faaliyetlerine kadar kamuoyunda tepki uyandıran herşeyi kafaları sıfır numaraya vurdurarak protesto ediyorlar.
Güney Kore'nin kafa kazıtma geleneği biraz da bulaşıcı. Geçen yıl, Fransız Milli Takımı'nın kaptanı Marcel Desailly, Güney Kore'deki Konfederasyon Kupası sırasında otelden çıkmalarına izin vermeyen teknik heyeti protesto için kafasını kazıtmıştı. Sıkıntı ve sıcaktan patladığını söyleyen Desailly, ‘‘Kendimi mahkum gibi hissediyordum. Yapacak hiçbir şey yoktu. Sonunda Anelka'yı razı ettim ve kafamı traşlattım’’ demişti.
Dazlaklık ve futbol deyince 2000 yılından kalma vahim bir olay geliyor aklıma. O yıl temmuz ayında maç için Kandahar'a giden Pakistan takımının futbolcuları dizlerini açıkta bırakan şort giydikleri için Afgan dini polisi tarafından tutuklanmış ve saçları kazıtılmıştı. Çok sıkı destek aldığı Pakistan'la arasını açmak istemeyen Taliban rejimi, giyim kuşam adabıyla ilgili sert uygulamaları bir yana bırakarak, 12 futbolcunun saçlarını kazıtan dini polis şefini görevden almıştı.
HER AN KAZITABİLİRİM
Desailly gibi bir Avrupalının Güney Kore'ye gidip de kafasını kazıtması münferit bir olay. Korelilerinki ise artık gündelik vakalardan biri haline gelmiş durumda.
İlk kez 1993 yılında iki Güney Koreli milletvekilinin Cenevre'deki eylemi dikkatimi çekmişti. Adamlar, Devlet Başkanı Kim Young Sam'ın GATT Uruguay raundu çerçevesinde, pirinç ithalatına uygulanan yasağı kaldırmasını protesto için GATT merkezi yakınında saçları kazıtıp açlık grevine başlamışlardı. Bu iki milletvekili Tarım, Ormancılık ve Balıkçılık Komisyonu üyesiydi.
Güney Kore'deki hayat sigortası sisteminin yeniden yapılandırılması da saç kıyımına neden oldu. Hükümet yedi sigorta şirketini yabancılara satmaya kalkışınca, işçiler kafa kazıttılar. İlk usturayı vurduran kişi ise işçi sendikası lideriydi.
Sonra Tayvan ile Kuzey Kore arasındaki nükleer atık depolama anlaşması da Güney Kore'de kafa kazıtma eylemlerine yol açtı. Tayvan, Kuzey Kore'ye 200 bin varil nükleer atık gönderecek diye, güneydeki Yeşil Kore hareketinin lideri Jang Won ta Tayvan'a gidip, atık gönderen şirketin önünde kafasını kazıtmıştı. Gazete haberlerine göre Taipower adlı şirket, açlıktan kıvranan Kuzey Kore'ye varil başına 1150 dolar ödüyordu.
Tayvan'da devlet otobüs şirketinin özelleştirilmesi de geçen yıl işçilerin kitleler halinde kendilerini dazlaklaştırma eylemine neden oldu. Hareketi başlatan kişi sendika lideri Tsai Wan-hsiang'dı.
KADIN ERKEK HERKES
Filipinler de kafa kazıtma ritüeli açısından bereketli bir memleket. Bu ülkede de özellikle bakir alanlarda yaşayan kabileler, hükümet buralara el atınca ilk çare usturaya başvuruyor. Bu eylemlerden birinde, hükümet ormanlık bir bölgede maden arama faaliyetine girişince, kabile üyeleri başkent Manila'ya kadar gidip Doğal Kaynaklar Bakanlığı'nın önünde kadın erkek demeden saçları sıfırlamışlardı.
Bizim Bergamalılar gibi inançlı bir topluluktu, ancak eylemleri bir işe yaramadı.
Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü APEC'in zirve toplantıları da Filipinlilerin kitleler halinde kafa kazıtmasına yol açıyor. APEC çerçevesinde serbest ticaret bölgeleri oluşturulunca yabancı şirketler ucuz emeği sömürecek endişesiyle sürekli kafa kazıtıp duruyorlar.
Ve Nepal. Geçen yılki saray trajedisini hatırlarsınız. Veliaht Prens Dipendra sevdiği Hint asıllı kıza kavuşamadı diye kral babası, annesi, kardeşleri ve kendisi dahil kraliyet ailesinden dokuz kişiyi öldürmüştü. İşte bu elim olaydan sonra yas nedeniyle ülkede binlerce kişi saçlarını kazıtmıştı.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2002
Modern Amerikan tarihinin en büyük siyasi skandalı Watergate, geçen pazartesi günü 30'uncu yılını geride bıraktı. Ve Derin Gırtlak (Deep Throat) adlı muhbirin kim olduğu hálá anlaşılamadı. Nixon yönetimi içinden gizli bilgileri basına sızdıran kişinin kimliği konusunda yine yığınla isim atıldı ortaya. İnternette, şüpheli dört isim üzerinde duran bir kitap yayınlandı. Illinois Üniversitesi öğrencileri üç yıllık araştırma sonunda şüphelendikleri yedi kişinin adını açıkladı. Skandalı patlatan Washington Post muhabirleri Woodward ile Bernstein ise yine kesin konuştular: Ancak o izin verirse, ya da ölümünden sonra kim olduğunu açıklarız.
Başkanın Bütün Adamları filminde gölgesini seyrettiğimiz adamla ilgili ipuçları şöyle: Sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyor ve Scotch viskiye karşı zaafı var. Washington Post muhabiri Bob Woodward, Watergate'teki karanlık bir garajda buluştuğu adamla ilgili sadece bu kadar bilgi veriyor. Demokratik Parti'nin Watergate'teki seçim karargahından belgelerin çalınmasıyla patlak veren skandalın kilit ismi olan muhbire ait başka hiçbir ipucu yok. Skandal yüzünden 1974'te istifa eden Nixon yönetiminden olduğu biliniyor, o kadar.
Adını, geçtiğimiz aylarda ölen Linda Lovelace'in oynadığı Derin Gırtlak filminden alan muhbirin kim olabileceği konusunda geçen hafta yeni teoriler ortaya atıldı.
Bu teorilerin bir bölümü, Nixon'ın hukuk danışmanı John Dean'e ait. Skandalın örtbas edilmesinde oynadığı rolü Senato Soruşturma Komisyonu'nda itiraf edip, 127 gün hapis yatan ve Nixon'ın istifasına yol açan John Dean, geçen hafta internette bir kitap yayınladı. Daha önce de bu konuda iki kitap yazan Dean, şüpheli dört kişinin adını veriyor. Bunlardan biri Pat Buchanan. Nixon'ın konuşmalarını yazan Buchanan daha sonraki yıllarda televizyon vaizi oldu ve üç kez başkanlığa adaylığını koydu.
Dean'in listesindeki diğer isimler ise konuşma yazarı Ray Brice, danışman Steve Bull ve basın danışmanı Ron Ziegler. Bu Ziegler Watergate skandalını ‘‘üçüncü sınıf hırsızlık’’ diye tanımladığı için büyük ün yapmıştı. Çünkü bu iddialı lafından sonra, Demokratik Parti ofisine giren kişilere, Nixon seçim kampanyasının fonlarından ödeme yapıldığı anlaşılmıştı.
Sadece Dean değil, Illionis Üniversitesi'ndeki gazetecilik öğrencileri de Buchanan'dan şüpheleniyor. Üç yıldır Woodward'ın yazılarını ve binlerce sayfalık belgeyi inceleyen öğrencilerin favori ismi Pat Buchanan, ancak onların listesinde altı kişi daha var.
Buchanan ile ilgili teorileri ise şöyle: Aşırı muhafazakar tavrıyla tanınan Buchanan, Nixon'ın Çin'le ilişkileri iyileştirmesini hazmedemediği için yönetimin kirli çamaşırlarını ortaya döküp intikam almıştı.
Üniversite öğrencileri muhbirin sigara ve viski tiryakiliğine ek olarak bir iki ipucu daha veriyor. Onlara göre muhbir uzun boyluydu, çünkü belgeleri yüksekçe bir yere bıraktıktan sonra Woodward bunları almak için yukarı doğru uzanmak zorunda kalıyordu. Ayrıca muhbir, Woodward'ın Dupont Circle'daki evine yakın bir yerde oturuyordu, çünkü Post muhabiri buluşmaya yürüyerek gidebiliyordu.
Başkanın Bütün Adamları kitabını iyice tarayan ve dönemin Washington Post yayın yönetmeni Ben Bradlee'nin açıklamalarını inceleyen John Dean'in de bazı tespitleri var. Dean'e göre Derin Gırtlak, iyi eğitim almış, ancak biraz külhanbeyi tavırlı, cesaret sahibi, bekar ya da mutsuz evliliği olan biriydi. Çünkü insanın iki yıl boyunca bir gazeteciyle gece yarıları buluşması için ya bekar ya da evinde mutsuz bir erkek olması gerekiyordu.
Dean bu listeyle son şansını kullanıyor, çünkü bundan sonra yeni şüpheliler bulmakta zorlanabilir. Daha önce suçladığı kişiler arasında Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Beyaz Saray danışmanları Alexander Haig ve Diane Sawyer ile eski FBI Başkanı Patrick Gray bulunuyordu. Bob Woodward, daha sonra dışişleri bakanlığı da yapan Haig'in Derin Gırtlak olmadığını kesin bir dille açıkladı.
Bu arada Başkanın Bütün Adamları filminde muhbirin gölgesini oynayan aktör Hal Holbrook da kimi canlandırdığı konusunda hiçbir fikri olmadığını, ancak ülkesine hizmet uğruna çok zorlu bir görev üstlendiğini söyledi.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2002
İlk kuşak Almanyalı işçilerimizin memlekete kutu kutu taşıdığı Nivea'lar bir zamanlar Türk kadını için dünyanın yegane güzellik kremiydi. Ve çok Alman'dı. Şimdi de orta sınıf güzellik ürünleri arasında Nivea markası çoğu ülkede süpermarketlerin bir numarası. Ancak Almanlığa veda etmek üzere. Satılacağına dair çok şiddetli dedikodular var. Muhtemel alıcılar arasında ise Fransız L'Oreal'in adı geçiyor. Çünkü L'Oreal, global portföyündeki ucuz bakım ürünü boşluğunu doldurmak istiyor. Bir aile kremi olarak şöhret sahibi Nivea ise bu iş için biçilmiş kaftan. Ancak bu kadar Alman bir markayı Fransız kabul etmek ne zor.
Nivea'yı kendi halinde ve biraz da mahallevari bir Alman kremi sanabilirsiniz ama, aslında çok dokunaklı ve fırtınalı bir yaşam öyküsü var.
Nivea'yı üreten Beiersdorf firmasının başından iki intihar, iki büyük savaş geçiyor. İkinci savaşta Yahudi firması olduğu için Hitler rejiminin boy hedefi haline geldiği yetmezmiş gibi, müttefik kuvvetler, diğer ülkelerdeki malvarlıklarına el koyuyor. Savaştan önce satışlarının yüzde 40'ını ihracattan sağlayan şirket çırılçıplak kalıyor ve savaş sonrasında 1952'den başlayarak uluslararası marka haklarını toplamaya başlıyor. Hollanda'dan başlayan bu operasyon 1998'de bir Polonya firmasının satın alınmasıyla son buluyor.
Ve şimdi Nivea yine yabancı ellere gitmek üzere. Çünkü Hamburg merkezli üretici firma Beiersdorf'ta yüzde 44 payı bulunan Allianz Sigorta hisselerini elden çıkarmak istiyor.
Beiersdorf'un yüzde 33 hissesi de Herz Ailesi'ne, yani Tchibo Holding'e ait. Kahve ve mobilya satıcısı Tchibo, kısa süre önce sigara şirketi Reemstma'yı 5.25 milyar dolara Imperial Tobacco'ya sattığı için, Allianz'ın hisselerini alıp işi tek başına yürütebilecek durumda. Ancak globalleşmesini tamamlayabilecek durumda değil. Çünkü Amerika'da hiç şansı yok; Nivea markası bu ülkede 11'inci sırada.
Nivea, kırışık giderici Nivea Visage Q10 Plus gibi cilt bakım ürünleriyle Avrupa'nın önde gelen markaları arasında yer almakla birlikte, bütün çabalara karşın ABD'ye yeterince nüfuz etmeyi başaramadı.
Tchibo'nun karşısında, Nivea'ya talip çok zorlu rakipler var. Fransız L'Oreal bu rakiplerin en gözükarası. Lancome gibi üst sınıf kozmetik markalarına sahip olan L'Oreal, Maybelline makyaj serisinde tutturduğu ucuz ürün çizgisini bakım serilerine de yaymak istiyor. Nivea ise dünya çapında tanınan marka. Yani L'Oreal'in portföyünde Plenitude ürünlerinden arta kalan orta sınıf boşluğunu doldurmak için çok elverişli.
KARTEL SORUNU
Ancak L'Oreal'in işi Tchibo'dan daha zor. Çünkü Tchibo Alman yasaları çerçevesinde Allianz'ın hisselerini hiç güçlük çekmeden alabilir. L'Oreal ise hem yabancı, hem de sadece Allianz'ın yüzde 44 hissesini değil, Tchibo'nun hisselerini de satın almak istiyor. Bir de üstelik L'Oreal'in kartel sorunu var. Çünkü Beiersdorf'un bir numara olduğu birçok pazarda L'Oreal ürünleri ikinci sırada. Ya da tam tersi bir durum söz konusu.
AMERİKA TALİP
Nivea'nın peşinde olan Amerikan firmaları da var. Procter & Gamble ve Johnson & Johnson da aynı L'Oreal gibi çareyi globalleşmede aradıkları için Nivea'ya göz koymuş durumda. Bu iki dev şirket Amerika'daki dağıtım ağları sayesinde Nivea'nın Kuzey Amerika'daki varlığını daha da genişletebilirler. Piyasa analizcilerine göre Beiersdorf çapında bir malvarlığı insanın karşısına her gün çıkmaz.
İşte şimdi Allianz Sigorta ile kuşatma halindeki kozmetik firmaları arasında yoğun görüşmeler olduğu ileri sürülüyor. Alman yasasına göre Allianz'ın hisselerini satın almak isteyen şirketlerin, küçük hissedarlara da teklif götürmesi gerekiyor. Böylece Beiersdorf'un değerinin 10.95 milyar doları bulması bekleniyor. Tchibo'nun ise böyle bir zorunluluğu yok, ancak yine de Allianz hisselerinin pahalı geleceği görüşü hakim.
L'Oreal'in Beiersdorf'taki hisseleri için Allianz'a 13 milyar dolar önerdiği, ancak Allianz'ın 15 milyardan aşağı inmeyeceği söylentileri var.
Beiersdorf on yılda pazar payını yüzde 13 oranında artırarak İngiltere, Rusya, Çin, G. Kore, G. Afrika, İrlanda ve Yeni Zelanda'ya kadar yerleşti. 2001'de 4.15 milyar dolarlık satıştan 100.3 milyon dolar kar etti.
Nivea Latince karbeyaz demek
Mavi metal kutusu dünyanın her yerinde tanınan Nivea cilt bakım kremi 1911 yılında, Beiersdorf firmasının sahibi olan eczacı Oskar Troplowitz tarafından geliştirildi. Su ve yağı ‘‘lanolin alkol’’ ile karıştıran Troplowitz ortaya çıkan beyaz kreme, Latince'de ‘‘karbeyaz’’ anlamına gelen ‘‘Niveus’’tan esinlenerek ‘‘Nivea’’ adını verdi. Beiersdorf firmasının kurucusu aslında Hamburglu eczacı Paul Carl Beiersdorf'du. 1882'de firmayı kurmuş, geliştirdiği tıbbi flasterin patentini almıştı. 1890'da oğlunun intiharı üzerine laboratuvarını Oscar Troplowitz'e satmış, 1896'da kendisi de intihar etmişti. Troplowitz, firmayı yepyeni buluşlarla geliştirdi. 1901'de ilk yapışkanlı flaster ‘‘Leukoplast’’ı, 1909'da bildiğimiz ruj tüpü şeklindeki ilk dudak kremi olan ‘‘Labello’’yu ve diş macununu üretti. 1911'de Nivea'nın piyasaya sürülmesinden sonra Troplowitz 1918'de öldü. I. Dünya Savaşı başladığında Beiersdorf'un Arjantin, Avustralya, Danimarka, Fransa, Meksika, Rusya ve ABD'de fabrikaları vardı. İhracat, satışlarının yüzde 40'ını oluşturuyordu. Ancak savaşla birlikte bütün uluslararası operasyonlar durdu. Nivea, ilk kez 1920'lerde ünlü mavi kutuyla ambalajlandı. 1922'de kullanıma hazır ilk yara bandı olan Hansaplast piyasaya çıktı. Buluşlar, 1936'da ilk streç film ‘‘tesa’’yla devam etti. 1930'ların ortalarında Allianz Sigorta, Beiersdorf'tan hisse satın aldı.
İkinci Dünya Savaşı'nda yabancı ülkelerdeki bütün malvarlıklarına el konulan şirket, 1950'lerden sonra yeni ürünler çıkardı; 8 x 4 deodorantlı sabun ve Atrix el kremi gibi. Tchibo Holding'in sahibi olan Herz Ailesi, 1974'te Beiersdorf'un dörtte birini satın aldı. Aynı yıl firma operasyonlarını üç ana ürün grubunda topladı: Kozmetik ve cilt bakımı, sağlık mamülleri ve yapışkanlı bant ve ambalaj malzemeleri. 1989'dan itibaren Beiersdorf ürün yelpazesini daraltarak cilt bakımında özellikle de Nivea markası üzerinde yoğunlaştı. Nivea'nın güneş kreminden şampuan ve deodoranta kadar uzanan bakım ürünleri bulunuyor.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2002
Clinton'ın Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott, yönetimin Rusya politikasını şekillendiren bir numaralı isimdi. Şimdi anılarını yayımladı. Kitapta, Bill ve Boris'in ilişkisi yakın plana alınıyor. Yeltsin'den hiç duyulmamış sarhoşluk hikayeleri de var. YİRMİ yıllık dış haberciyim ve yaklaşık 16 yıldır düzenli aralıklarla ‘‘soğuk savaşın bitişine’’ tanık oluyorum.
Geçen hafta yine oldu. Roma'daki NATO-Rusya zirvesinde bir kez daha ‘‘soğuk savaşın tabutuna son çivi çakıldı’’. Toplam üç gün boyunca Bush ile Putin arasındaki aşk resmi geçidine tanık olduk. Bu filmi daha önce de gördük. 1986 yılında Reykjavik'teki Reagan-Gorbaçov zirvesinden bu yana, hem de defalarca. 16 yıldır, düzenli aralıklarla ‘‘soğuk savaşı bitiren’’ çiftler şöyle sıralanıyordu: Reagan-Gorbaçov, Bush-Gorbaçov, Bush-Yeltsin, Clinton-Yeltsin, Clinton-Putin. Şimdi de oğul Bush ve Putin.
Bu deja vu duygusunu, Bill Clinton Yönetimi'nin Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott da yaşıyor. Ruslarla anılarını kaleme alan Talbott, salon.com'un kitapla ilgili sorularını yanıtlarken şöyle diyor: ‘‘Basındaki yazıları görünce ‘Aa, soğuk savaş yine mi bitmiş' dedim. Bush ile Putin kesinlikle tekerleği yeniden icat ediyor.’’
Talbott’a göre bugün önemli bir dönüm noktası olarak kutlanan NATO-Rusya Konseyi'nin temelleri aslında Clinton ile Yeltsin'in 1997'de kurduğu NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi sayesinde atıldı. Sonra NATO'nun Kosova'ya müdahalesiyle birlikte ilişkiler fırtınalı sulara girdi. Ancak 11 Eylül dengeleri yeniden yerine oturttu. Talbott'a göre 11 Eylül ortaklık sürecini başlatan bir dönüm noktası olmadı, sadece varolan süreci hızlandırdı.
YELTSİN'İN MACERALARI
Bill-Boris dostluğuna ilişkin çok renkli anılar var Talbott'un kitabında. Talbott'a göre Yeltsin, kocaman yürekli, akıllı bir adamdı ama daima sarhoştu. Clinton daha ilk günden alkol problemiyle tanıştı. 1993 başında yemin töreninden sonra Clinton'ı kutlamak için telefon açan Yeltsin körkütük sarhoştu. Sonra yönetim, telefon görüşmeleri için Yeltsin'in ayık olabileceği saatleri ayarlama çabasına girdi. Ancak aradaki saat farkı ve Clinton'ın geç yatıp geç kalkma alışkanlığı yüzünden saatleri tutturamıyorlardı bir türlü.
3 Nisan'da Vancouver'daki zirvede nihayet Yeltsin'le yüz yüze geliyorlar. İki delegasyon limanda tekne turuna çıkıyor. Ancak tekne daha rıhtımdan ayrılmadan Yeltsin üç tane Scotch devirip, birbiri ardına dört kadeh şarap yuvarlıyor. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Christopher, danışman Stephanopoulos'a bir not iletiyor: ‘‘Adam yemek yemiyor. Durum kötü. Tekne turu iyi bir fikir değilmiş.’’
Aynı akşam, Yeltsin'in sarhoşluğu yüzünden paniğe kapılan delegasyonu, bizzat Clinton yatıştırıyor. Alkolik bir üvey babayla büyüdüğü için, ‘‘Merak etmeyin ben böyle durumlara alışığım. Alkolik filan ama, ayık alternatiflerinden çok daha iyi olduğunu hepimiz biliyoruz’’ diyor.
1994 Eylülü’nde Yeltsin Washington'a gidiyor. Talbott, Yeltsin'in uçağın merdivenlerinden devrile devrile indiğini, sonra da gece yarısı konukevi Blair House'da iyice sarhoş vaziyette, üzerinde donla oda oda dolaşıp ‘‘pizza’’ diye bağırdığını anlatıyor.
Clinton'ın Yeltsin'in bir sözü üzerine basın önünde gülmekten kırıldığı gün de iki lider arasında şöyle bir olay yaşanmıştı: Basın toplantısına gitmeden önce Clinton, Yeltsin'e bir çift kovboy çizmesi hediye etmek için ayak ölçüsünü sordu. İki lider ölçü almak için sağ ayakkabılarını değiştirdiler. Ayak numaraları tıpatıp aynıydı. Bunun üzerine Yeltsin coştu: ‘‘Haydi gel, ayakkabıları değişip basın toplantısına öyle gidelim!’’
İşte o anda Protokol Şefi Vladimir Şevçenko panikledi, ‘‘Boris Nikolayeviç’’ diye fısıldadı, ‘‘Medya bu değişiklikten tatsız sonuçlar çıkarabilir!’’
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2002
Geçen hafta Hürriyet Pazar'da yayınlanan Türkler'in Değerler Araştırması'nın kategorilerinden biri mutsuzluk oranındaki artıştı. Kendini mutlu hisseden insanların oranı bir yıl içinde yüzde 78'den yüzde 59'a düşmüştü. Bu dramatik düşüş tam da kriz yılına isabet ediyordu. Böylelikle Avrupa'nın mutsuzluk birincisi olup çıkmıştık. Bir başka araştırmaya göre ise dünyanın en mutlu insanları Bangladeş'te yaşıyor. Yani dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bangladeş'te. Müthiş bir paradoks değil mi?
Bu iki sonuç tamamen farklı araştırmaların ürünü.
Birincisi Dünya ve Avrupa Değerler Araştırmaları'nın bir parçası. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yılmaz Esmer'in Türkiye ayağını yürüttüğü uluslararası proje, toplumların kültürel değerler haritasında zaman içinde meydana gelen değişimleri izliyor. İnanç ve hoşgörüden kadın-erkek eşitliğine, sosyal ve siyasal kurumlara duyulan güvene kadar uzanan geniş bir araştırma yelpazesi içinde bireysel mutluluk da yer alıyor.
İşte bu noktada Türkler, son bir yıl içinde Avrupa'da Rusların bulunduğu çizgiye kadar inmiş görünüyor. Ülkemizde kendini kesinkes mutsuz hissedenlerin oranı yüzde 18. Kıyaslama için bir rakam vermek gerekirse, bu oran örneğin Hollanda'da yüzde birin altında. 1990 ve 1996 araştırmalarında Türkiye'de çıkan rakam sadece yüzde 2-3.
PARAYLA MUTLULUK OLMUYOR
Bangladeş vakasının ortaya çıktığı ikinci araştırma ise London School of Economics'e ait. Bu araştırma, bireyin satınalma gücüyle yaşam kalitesinden duyduğu memnuniyet arasındaki orantıyı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Sonucu hemen vereyim: Parayla mutluluk olmuyor. Çünkü dünyanın en yoksul ülkelerinden Bangladeş'in birinci sıraya oturduğu bu araştırmada İngiltere 32'nci, ABD ise 46'ıncı sırada yer alıyor. (Amerikalıların mutsuzluğunda terörün hiç rolü yok, çünkü araştırma 11 Eylül'den önce yapılmış).
Dünyanın diğer mutlu ülkeleri arasında Gana, Letonya, Hırvatistan, Estonya, Hindistan, Ermenistan ve Dominik Cumhuriyeti yer alıyor. İsviçre, Kanada, Japonya ve Avusturya gibi zengin ülkeler ise üstte sıralanan mütevazı ülkelerden daha mutsuz.
Bu araştırmada Rusların pozisyonu yine çok trajik; onlar ne mutlu ne de zengin.
Peki mutsuz zenginlerle mutlu yoksullar denklemi nasıl ortaya çıkıyor? Araştırmaya göre İngilizlerin alım gücü 40 yıl öncesine göre iki kat artmış durumda, ancak İngiliz halkı bu süreç içinde yaşam kalitesinin artmadığı görüşünde. Eski yıllarda yapılan anketlerde İngilizlerin çoğu paranın mutluluk getireceğini düşünüyordu. Ancak bu görüş artık sadece yoksul ülkelerde mevcut, çünkü bu ülkelerde yaşayan insanlar gelirlerindeki küçük bir artışın yaşam kalitesinde önemli sıçramalar yaratacağına inanıyor.
SAĞLIK VE MESLEKİ TATMİN
Ancak belirli bir gelir düzeyine ulaştıktan sonra kazanç artışı ile yaşamsal tatmin arasındaki doğrudan ilişki ortadan kalkıyor. Araştırmaya göre zengin ülkelerde bireylerin mutluluğu artık paraya değil, kişisel ilişkilerdeki samimiyete, sağlık ve mesleki tatmine bağlı.
İngiltere'deki insanlar on yıl öncesine göre daha az mutlu. Halkın üçte ikisi, ekonomik büyüme veya daha yüksek bireysel satın alma gücü yerine çevre koşullarının iyileştirilmesini istiyor. Aşırı tüketim ve aile yaşamının parçalanması nedeniyle duygusal yoksulluk çekiyor.
London School of Economics'in araştırması sonucu ortaya çıkan tabloya bakılırsa, mutlu olmak için Bangladeşliler gibi istikrarlı bir yoksulluk yaşamak gerekiyor.
Türkiye Değerler Araştırması'nın 1996 yılı verilerine göre, o dönemde Türkler'in yüzde 88'i mutluydu. Yani Avrupalılarla eşdeğerde bir mutluluk oranı tutturmuştuk. 2001 krizi mutlu Türklerin oranını yüzde 59'a kadar düşürdü. Yani bizim mutsuzluğumuz parasızlıktan değil, istikrarlı bir şekilde zenginleşirken yuvarlandığımız uçurumun derinliğinden kaynaklanıyor.
Evliliğin mutluluk değeri 90 bin dolar
SADECE sosyalbilimciler değil, ekonomistler de mutluluk üzerine kafa yoruyor, mutluluğun parasal parametrelerini hesaplıyor. Geçen ocak ayında Amerikan Ekonomi Derneği'nin Kanada'daki yıllık toplantısında buluşan önde gelen ekonomistler bu konuyu enine boyuna tartıştılar. Tabii hayli ilginç fikirler ortaya çıktı. Bunlardan biri de İngiliz ekonomist Andrew Oswald'a ait. Toplantıda konuşan Oswald, temel olarak ‘‘Paranın insanı mutlu kılabildiği, buna eklenen sağlık gibi diğer faktörlerin de mutluluğu artırdığı’’ fikrini işledi.
Geçen 10 yıl içinde İngiltere'deki 9 bin aileyi inceleyen Oswald, modern toplum insanının mutluluğu üzerinde olumlu etki yapan temel faktörlerden birinin de hiç kuşkusuz evlilik olduğunu söylüyor. Oswald'a göre evliliğin mutluluk bazında parasal değeri hesaplandığı zaman, yılda 90 bin dolarlık bir hacim ortaya çıkıyor. Yani diğer bir deyişle, insanın kendisini, yolunda giden bir evlilikteki kadar mutlu hissetmesi için yılda 90 bin dolarlık harcama yapması gerekiyor.
LOTARYACILAR DAHA MUTLU
Oswald ‘‘Para mutluluğu satın alabilir mi?’’ araştırmasında piyangodan büyük meblağlar kazananlarla yüklü miktarda miras kalanların durumunu da incelemiş. Bu kişilerin büyük servetler edindikten sonra refah içinde mutlu bir hayat sürdüklerini belirlemiş. Ancak ters yönde sonuçlar da ortaya çıkıyor. Örneğin iki yıl önce İngiltere'de piyangodan 2 milyon sterlin kazanan bir berduş, paranın satın alabildiği bütün içkileri tükettikten sonra alkol komasından ölmüş.
Lotarya zenginleri ve mirasyedilere karşılık, gelirlerinde daha küçük artışlar olan insanların giderek mutsuzlaştığını tespit etmiş. Oswald bu noktada kıskançlığın devreye girdiğini düşünüyor. Çünkü gelirinde artış olan insanlar, hemen her zaman kendisinden daha fazla kazananlara gıptayla bakmaya başlıyor. Yani bu araştırmaya göre ufak ufak zenginleşme insanı mutsuzlaştırıyor.
20'Lİ YAŞLARDA ZİRVEDE
Oswald'ın elindeki verilere göre kadınlar arasında ‘‘mutluyum’’ diyenlerin oranı erkeklerden daha fazla. İngiliz ekonomistin diğer bir saptaması da şöyle: İnsan 20'li yaşlardayken mutluluğun zirvesine çıkıyor, 30'lu yaşlarda aşağı doğru iniş başlıyor ve 60'lı 70'li yaşlarda tekrar tırmanışa geçerek 20 yaş seviyesine ulaşıyor. Yani genel olarak insan mutluluğu, yaşam boyunca bir U grafiği çiziyor.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2002
<B>Apotemnofili</B><br><br><B>BUNA </B>inanamayacaksınız. Son dönemlerde ABD ve Avrupa'da internetten yayılan bir psikoz türü ortaya çıkmış: Apotemnofili. Türkçesi, insanın sağlıklı organlarını kestirmek için duyduğu şiddetli istek. ‘‘Artık bacaklarımın varlığına daha fazla katlanamıyorum. Acaba riske girmeden bunlardan kurtulmanın bir yolu var mı?’’
Hastalıkların antropolojik kökenini araştıran bilimadamları şimdi dehşet içinde bu tür bilgi alışverişlerini izliyormuş.
Chat odalarında binlerce kişi iş kazalarının faydaları ve motorlu testereler üzerine sohbet edip, Hipokrat yeminini anında bozmaya hazır doktorların isimlerini birbirlerine veriyorlarmış.
Pek az sayıdaki Apotemnofili uzmanlarından biri olan Richard Bruno bu psikozun nedenini şöyle açıklıyor: ‘‘Bugünkü genç kuşağın yetiştiği dönemde televizyonda saatlerce süren yayınlar aracılığıyla özürlü çocuklara bağış toplamak çok modaydı. Bu çocuklar insanlarda şefkat uyandırırdı. Apotemnofiller de özürlü oldukları takdirde daha çok sevileceklerine inanıyorlar.’’
Bu cevabın, psikozun kökenini açıklayıp açıklamadığı konusunda bir fikir birliği yok. Henüz çok yeni bir vaka. Modern çağın diğer yeni vakaları da beslenme bozuklukları. Çevre etkisinden kaynaklanan bulimya, psikiyatrlar için geniş bir pazar oluşturmaya başladı.
Yeni yeni türleri ortaya çıksa da, kültürel çevre etkisiyle oluşan ruhsal bozuklukların yeni birşey olmadığı kesin. Dünyanın değişik yörelerinden inanılmaz örnekler var.
Tıp antropologları değişik yörelere özgü kültürel kökenli ruhsal hastalıkların aynı ilaçlarla tedavi edilemeyeceği görüşünü savunuyorlar. Hatta çok evrensel olduğu sanılan depresyonlar bile kıtadan kıtaya farklı semptomlar gösteriyor. Örneğin depresyondaki bir Avrupalı, karamsar bir ruh halinden şikayetçi olurken, Çinli derdini ‘‘canım sıkılıyor’’ şeklinde ifade ediyor, Afrikalı ise ruhunun kaybolduğunu sanıyor. Depresyonun tedavisinde bile kültürel farkların gözardı edilmesi halinde, teşhisin yanlış olabileceği söyleniyor.
Farklı kültürlere özgü kitlesel delilik biçimleri son zamanlarda bilimadamlarını hayli uğraştırıyor. Örneğin ABD'de sağlıklı organlarını kesme hastalığı olan apotemnofili çok yaygın. Tıp antropologlarının elinde, ruhsal bozuklukların tamamının biyolojik nedenlerden kaynaklanmadığını gösteren önemli kanıtlar var. Bazı ruhsal bozuklukların çevresel faktörlerin etkisiyle oluşması şunu gösteriyor: Afrika, Asya ya da Amerika'da ortaya çıkan ruhsal hastalıkları aynı ilaçla tedavi edemezsiniz...
Koro hastaları cinsel organlarının küçüldüğüne inanıyor
Malezya yerlilerine özgü ‘‘Amok’’ ve Çin, Malezya ve Tayland'da rastlanan ‘‘Koro’’ sadece belli kültürleri etkileyen iki hastalık. Geçen yıllarda Nijerya ve Uzak Doğu'da kitlesel koro histerileri patlak verdiği için medyaya yansıyan haberlerden bilenler vardır. Daha çok Çinlilerde görülen bu histeri, insanın cinsel organının küçüldüğüne inanıp çıldırması şeklinde ortaya çıkıyor. Tabii daha çok erkeklerde görülüyor. Koro hastaları büzüşmeyi önlemek için organın ucuna ağırlık bağlamak ya da toptan kesmek gibi çılgınca yollara başvuruyor. Eski bir Çin inanışına göre korodan korunmak için kaplumbağanın önünden geçmemek ve tavaya atınca eti büzüşüveren tarak (deniz kabuklusu) yememek gerekiyor. 1960'larda Singapur'da ansızın patlak veren bir koro salgını sonucu onlarca erkek organını tutarak hastanelere akın etmiş. O dönemde bu salgının, Müslümanların domuz etlerini zehirlemesi sonucu ortaya çıktığı dedikodusu yayılmış.
Son dönemlerde Çinliler arasında başka bir histeri tipi ortaya çıkıyor; Frigofobi, ya da soğuğa karşı duyulan hastalıklı korku. Güneydoğu Asya iklimlerinde insanlar en sıcak yaz günlerinde battaniyelere sarınıp yün bere ve eldivenlerle dolaşıyormuş. Psikiyatrlar bu fobinin sırrını henüz çözememiş.
Latah histerisi Malgri hastalığı
Grönland Eskimoları arasında rastlanan Antarktika histerisine kapılanlar, buz gibi havada üzerinde ne varsa yırtarcasına çıkarıp koşmaya başlıyor, sonra da komaya giriyorlar.
Avustralya'nın Wellesley Adaları'nda yaşayanlar arasında da ‘‘Malgri’’ diye bir hastalığa rastlanıyor. Toprakta yetişmiş gıda maddelerinin izi kalmasın diye ellerini yıkamadan denize girmiyorlar. Toprakla denizin birbirlerine düşman olduğuna inandıkları için ellerini yıkamadan suya girerlerse mide kramplarına yol açan korku nöbetlerine kapılıyorlar.
Malezyalı köylü kadınlar arasında görülen ‘‘Latah’’ diye bir histeri var. Ağaçtan hindistancevizi düşmesi veya bir köşeden kedi fırlaması gibi ani etkiler sonucu aşırı korku nedeniyle transa geçiyor, müstehcen hareketler yapıp, çevrelerinde gördüklerini taklit etmeye başlıyorlar. En olmayacak emirleri de yerine getiriyor, örneğin pazar yerinin ortasında soyunuveriyorlar. Bu tür korku translarına Sibirya, Japonya, Burma ve Kuzey Amerikalı oduncular arasında da rastlanıyor.
Yazının Devamını Oku