Ayşe Özek Karasu

Deri rengine göre ilaç yapmak ırkçılık mıdır

22 Eylül 2002
Bilim dünyası şimdi bu sorunu tartışıyor. Hayati ilaçlara farklı tepkiler veren siyah ve beyazları kategorize ederek farklı genetik yapılara göre ilaç geliştirmek ırkçılık mıdır? Yoksa tabulara boyun eğerek siyahların farklı genetik yapılarını görmezden gelip, araştırmaları buna göre yönlendirmemek mi ırkçılıktır? Tıp dünyası, çok somut verilerden yola çıkarak, deri rengine göre ilacın kaçınılmaz olduğu görüşünde.

‘‘DERİ rengine göre ilaç vermek ırkçılıksa, evet biz ırkçıyız.’’ Tıp dünyasındaki genel eğilim şimdi böyle. Tıp adamlarının büyük çoğunluğu ‘‘siyaseten doğru’’ olmak adına siyahla beyaza eşit muamele yapılmasına karşı çıkıyor. Özellikle son bir yıldır ABD'de ön plana çıkan bu tartışmada taraf olan hekimler, farklı genetik kökenden gelen hastalara daha ‘‘adil’’ bir tedavi uygulamak için ‘‘ırksal özelliğin’’ kuvvetle vurgulanması gerektiğini savunuyorular.

New England Journal of Medicine geçenlerde bir araştırmanın sonuçlarını yayınladı. Buna göre ‘‘Enalapril’’ adlı kalp ilacı, rengi siyah ve beyaz olan hastalarda farklı sonuçlar veriyordu. Siyahlar, bu ilaca karşı daha az duyarlılık gösteriyordu. Bu nedenle de daha sık hastaneye başvurmak zorunda kalıyorlardı. Dergideki yazı çok dikkatlice kaleme alınmıştı: ‘‘Siyah ve beyazın ilaca farklı reaksiyon göstermesinin nedeni, farklı yaşam tarzları olabilir!’’

Ancak, iki grup arasındaki reaksiyon farkı, etkin maddeyi özümseyen enzimlerin farklılığından da kaynaklanıyor olabilirdi. Tansiyonu yükselten azot, siyahlarda daha düşük değerde bulunduğu için, Enalapril beklenen etkiyi göstermiyordu.

Sadece bedensel değil, ruhsal hastalıkların tedavisinde de, aynı ilaç siyah ve beyaz ırk üzerinde farklı etki yaratıyor. Örneğin Prozac. Bazı Amerikalı hekimler, bu antidepresanı siyahlara daha düşük dozda vermeye başladılar. Çünkü Afrika kökenlilerin metabolizması Prozac'ı, beyazlara ve Asyalılara göre daha yavaş işliyor. Bu ilaç siyahların yüzde 40'ında istenmeyen etkilere yol açıyor.

İşte bu tür araştırmalar, ABD'de bilimsel olarak kapanmış bir mesele gözüyle bakılan ırk sorununu yeniden gündeme getiriyor. Ancak ABD, etnik grupları bilimsel olarak sınıflandırma girişimlerine fena halde alerjik reaksiyon gösteriyor. En son, 1994 yılında yayınlanan ‘‘The Bell Curve’’ adlı kitap yüzünden çok alevli tartışmalar çıkmıştı. Kitabın yazarları psikolog Richard Herrnstein ve sosyolog Charles Murray, insanları ırklara göre zeka kategorilerine ayırmış, Asyalı ve Yahudileri en üst sıraya siyahları da en dibe yerleştirmişlerdi. Üstelik bu sınıflandırma sosyolojik nedenlere değil, tamamen genetik argümanlara dayanıyordu. Bilim dünyası bu tezi nefretle reddetmişti,

Ancak son bir yıl içinde ırk sorunuyla ilgili tüm tabular kalkmış görünüyor. Örneğin geçen mart ayında Amerikan Sağlık Bakanlığı tarihinde ilk kez sadece siyahları hedef alan bir klinik çalışma başlattı. Bu deney çerçevesinde, kandaki azot düzeyini artıran bir ilaç test edildi. İnsan hakları örgütleri de bu çalışmaya onay verdi.

RENK DEĞİL COĞRAFYA

Ancak genetik alanındaki son bulgular, tıp adamlarının ırksal özelliğe göre ilaç tezine son derece ters düşüyor.

Yeni bulgulara göre insanın salt deri rengi değil, evrim süreci içinde atalarımızın yaşadığı bölgelere göre geçirdiği genetik mutasyonlar önem kazanıyor. Bir araştırmaya göre insan ırklarının tamamı genetik açıdan yüzde 99.9 oranında benzerlik gösteriyor. Ancak bütün mesele de aradaki yüzde 0.1'lik farkta yatıyor.

İnsanların ilaca verdiği tepkinin renkle hiç ilgisi olmadığını, esas olarak coğrafyadan kaynaklanan genetik mutasyonların rol oynadığını, İngiliz genetikçi David Goldstein keşfetti. Farklı ülkelerden denekler üzerinde çalışan Goldstein, ilaca verilen reaksiyonun dört ayrı coğrafi gruba ayrıldığını tespit etti: Batı Avrasya, Orta ve Güney Afrika, Çin, Yeni Gine. Bugüne kadar yapılan bütün genetik sınıflandırmalarla çelişen bu teze göre örneğin bir Etiyopyalı bir Norveçli ile aynı kategoriye giriyor. Yani arada hayli geniş bir renk skalası mevcut.

Eğer bu tespit gerçeği yansıtıyorsa, deri rengine göre ilaç reçetesi de suya düşüyor. İşte tam bu noktada bu sefer de bireysel gen testleri devreye giriyor. Gen teknolojisi alanında çalışan şirketler ileride, hastanın nasıl bir ilaç kullanması gerektiğini belirleyecek gen testleri geliştirecekleri sözünü veriyorlar. Genome Projesi'nde çalışan Craig Venter'in şirketi şu anda milyonlarca dolara mal olan gen testini gelecekte bin dolara kadar aşağı çekebileceğini açıklıyor.

Ancak bireysel genetik yapıya uygun ilaçların geliştirilip geliştirilmeyeceği meçhul. İlaç firmaları, sadece birkaç kişinin işine yarayacak ilaçlar için milyonlarca dolarlık yatırım yapmak istemiyor.
Yazının Devamını Oku

11 Eylül’ün yasak düşünceleri

15 Eylül 2002
ABD 11 Eylül'ü anarken tam bir gurur anıtı gibiydi. Onca acıya rağmen kimse taşkın değildi. İnsanlar usul usul ağlıyor, çok soylu ve onurlu duruyordu. Can kurtarmak için can veren fedakar itfaiyeciler ve diğer ölüler tek tek isimleri sayılarak anıldı. Peki bütün Amerika bu soylu tablodan ibaret miydi? Çok farklı, fesat, hain, egoist düşünceler besleyen insanlar yok muydu? Vardı elbet. Geçenlerde yüzlerce Amerikalı o yasak düşünceleri bir internet sitesine yazdı. Aralarında babasının saldırıda ölmesini dileyenler, borçlu olduğu şirketin bütün datalarının yok olmasına sevinenler, düğünü berbat oldu diye kahrolanlar ve daha neler neler var.

İnsanın uygunsuz durumlarda zihninin bir köşesinde besleyip de asla açığa vuramadığı yasak düşünceler vardır ya. Hani en trajik anlarda, egoizmin insanın aklına düşürdüğü berbat fikirler, başkalarının acısını hiçe sayan çirkin kişisel üzüntüler ya da çıkar hesapları.

İşte internet dergisi salon.com okuyucularına çağrıda bulunarak, toplumsal hissiyata hiç de uymayan bu mahrem düşünceleri itiraf etmelerini istedi. Ve siteye yüzlerce itiraf gönderildi.

Hani Amerikan filmlerinde kafasını düğününe takmış ebleh kızlar vardır ya. İşte onlardan biri yazıyor ama, cesur, adını da vermiş. İtirafların çoğunda isim yok.

Düğünüm 14 Eylül günüydü. Eylemi duyar duymaz ilk düşüncem bütün havaalanlarının kapatılacağı oldu. Annem ve diğer akrabalarım düğüne gelemeyecekti. Düğünü yaptık. Davetlilerin ancak yarısı geldi ve kimse dans etmedi. Hálá kafam bozuk. Her yıldönümüm anma törenlerinin gölgesinde kalacak. (Aubrey Wilder, 25)

Saldırı olduğu sırada babam da şehirdeydi ancak kör talih olay yerinde değilmiş. Nefret ediyorum ondan. Keşke orada ölseydi.

Salak beyazlar kendilerine birşey olmayacağını sandıkları için kaçmayıp öldüler. Siyahlar ise her türlü bela onları bulduğu için hemen kaçıp kurtuldular.

2001 benim için müthiş bir yıl oldu. İkiz kulelerden ve Taliban'dan nefret ediyordum. İkisinden de kurtuldum. (Greenwich Village'dan lezbiyen bir feminist.)

Uçağın çarptığı görüntüleri izlemeye bayılıyorum. Filmler yeniden gösterilsin diye yıldönümünü iple çekiyordum. İnsanlar, görmeye tahammül edemediklerini söylüyorlar ama, bir tekine bile inanmıyorum. Binadan atlayanları göremediğim için çok üzülmüştüm. Göstermedikleri için sık sık göremiyor insan. (Chicago'dan 31 yaşındaki bir grafiker.)

Bütün o bayraklar, stickerlar filan var ya insanlar onları ortama uymak için arabalarına takıyor. Yapışkanlarını çıkarmadan seloteyple camlarına yapıştırıyorlar. Yurtseverlik havası söndüğü zaman o aptal zırvalar araba camlarında kalsın istemiyorlar.

Olayı ilk duyduğumda, ‘‘neyse o kaltak artık evliliğinden şikayet edemeyecek’’ diye sevindim. Kocası Dünya Ticaret Merkezi'nde çalışıyordu ve boşanmanın eşiğine gelmişlerdi. Şimdi gururlu bir dul olarak dolaşıyor. Yığınla para da aldı. Bir zamanlar kısaca TB (The Bastard - piç) dediği adamın adını şimdi ilahi bir ses tonuyla azizmiş gibi anıyor. Artık görüşmüyoruz ama, görenlere ‘‘Bizim aşk hikayemiz roman gibiydi’’ diyormuş. Herhalde yazarı da Jackie Collins'ti.

Kocam aslında iyi ve merhametli bir insandır. Ancak terör saldırıları yüzünden ragbi maçları iptal olunca öfkeden köpürdü. Florida (onun tuttuğu takım) bir sonraki hafta sonu Tennessee'yle oynayacaktı. Tabii maç iptal edildi ve sezon sonunda oynandı. Florida maçla birlikte şampiyonluğu da kaybetti. Tennessee'yle zamanında oynasalardı maçı kazanıp şampiyon olurlarmış. Vır vır vır. O günden beri hep aynı şeyi söylüyor.

Kuleler yıkılırken müthiş bir heyecan duydum. Nihayet sıradanlıktan kurtulmuştuk. Artık anlamlı birşeyler oluyordu. O anlamsızlıktan yılmıştım. Son günahkar düşüncem de soykırımdı. Haydi, bütün nükleer füzeleri Ortadoğu'ya gönderelim ve bir seferde bitirelim şu işi diye düşündüm.

Acil serviste çalışanlar o günlerde çok didindi, yoruldu. Kimse onlara kahraman demedi. Hep o zavallı, kayıp itfaiyeciler... Yeter artık. Bıktım o kahrolası kahraman itfaiyecilerden. Sanırım daha fiyakalı üniformaları var diye daha kıymetliler. (Katharine, üniversite öğrencisi)

Ben üniversite öğrenciyim. Geçen yılki seminer tezim uluslararası terörizmdi. Ağustos ayı boyunca çalıştım. Kahretsin, o gün bütün çalışmam boşa gitti. Pis herifler.

İşimi batırmıştım. Saldırılar sırasında iki aydır ipotek borcunu ödeyemiyordum. Evim elden gidecekti. Bir yandan ‘‘Acaba üçüncü dünya savaşı mı çıkıyor’’ diye korkarken, bir yandan da ‘‘Belki ipotekçi şirket ikiz kulelerden birindedir. Bütün kayıtlar yok olmuştur’’ diye umutlanıyordum.

İlk 12 saat boyunca şunu düşündüm. Simpsonların New York'a gittiği ve Homer'in Dünya Ticaret Merkezi'ni ziyaret ettiği bölümü bir daha göstermeyeceklerdi. (Daniel Price, 31 yaşında yazar.)

Neyse artık benim kuşağımın başına da bir iş geldi. Artık bunak büyükbabamların Pearl Harbor zırvalarını, bizim kuşağın neden doğru dürüst bir yön tutturamadığı şikayetlerini duymak zorunda kalmayacağım. (Todd VanDerWerff)

Kulelerin çöktüğünü görünce içim sevinçle doldu. O binada federaller de vardı. Ailem ve ben işlemediğimiz bir suç yüzünden FBI'ın kurbanı olmuştuk. Ben Amerikan vatandaşıyım ama, umarım en kısa zamanda topu ölür.

93 sefer sayılı uçaktaki kahrolası yolcular kahraman ya da savaşçı filan değildi. Sadece yanlış uçağa binmiş yolculardı. Todd Beamer'ın adını ve ‘‘Let's roll’’ (haydi girişelim) lafını bir daha duyarsam kusacağım.

Şu profesyonel dul Lisa Beamer'dan iğreniyorum. Kocasının ölümü üzerinden bir hafta geçmeden, Bush'un konuşmasında yanında görünerek yönetim tarafından kullanılmasına izin verdi. İlk günlerdeki çok kırılgan ve yaralanmış görüntüsüyle, şimdi ise soğukkanlı ve kontrollü haliyle kameralara el sallamasına dayanamıyorum. Medyada görünmek için her fırsatı kullanıyor, bir de kitap yazdı üstelik! Ünlü olmak için birçok şey yapabilirim ama, ölü bir kocadan faydalanmak asla!
Yazının Devamını Oku

Hayvan hukuku uzmanı Steven Wise'ın son iddiası

8 Eylül 2002
ABD'de ünlü bir hayvan hakları avukatı var. Adı Steven Wise. Harvard Üniversitesi'nde hayvan hukuku dersleri veriyor ve uzun süredir şempanzelerin yasal olarak birey kabul edilmesi için mücadele ediyor. Geçenlerde ‘‘Çizgiyi Çekmek’’ adlı yeni kitabını yayınladı. İnsan sınıfına giren hayvanlar ligini genişletmiş. Bugüne kadar sadece şempanzelere temel hak ve özgürlükler tanınmasını istiyordu. Şimdi ise yedi ayrı hayvanın daha bu kategoriye girmesini savunuyor.

NE olduysa son iki yıl içinde olmuş. Şempanzelerin azizi Steven Wise, ansızın farklı familyalara mensup hayvanları da insan gibi görmeye başlamış. Memelilerden goril, orangutan, fil, köpek, yunus, kuşlardan papağan, böceklerden de balarıları, Wise'ın lugatına göre birer insan.

En azından genetik ve anatomik yapıları, elleriyle alet kullanma becerileri açısından insanı andıran şempanzeler neyse de, balarılarının insanla ne gibi benzerliği olabilir diye düşünüyor insan.

Hukuksal teorilerini geliştirirken, primatolog ve hayvan davranışı uzmanlarıyla birlikte çalışan Wise, şempanzelere birey olma hakkı tanınmasını savunan ‘‘Kafesi Sarsmak’’ adlı kitabını iki yıl kadar önce yayınlamıştı. O kitapta şöyle diyordu:

‘‘Şempanzeler çocuklarla, doğmamış fetüsler ve zihinsel özürlülerle eşittir. Eğer bu kategorilerdeki insanların bedensel bütünlüğünü ve bedensel özgürlüğünü koruma hakkı varsa, o halde şempanzelerin de vardır. Çünkü şempanzeler de, kendi benliklerinin farkındadır, aynı insanoğlu gibi karmaşık duygulara ve ilişkilere sahiptir, işaretlerle iletişim kurabilir, matematiksel alanda sınırlı da olsa algılama gücüne sahiptir. Demek ki, onların da çocuklar, otistikler ve özürlüler gibi koruma altında, yarı özerk bireyler olma hakkı vardır.’’

BAZI HAYVANLAR DAHA EŞİTTİR

‘‘Kendi benliğinin farkında olmak.’’ Anahtar kavram bu. Wise'a göre sadece şempanzeler değil, yukarıda adı geçen yedi ayrı hayvan da kendi benliğinin farkında. Balarıları bile. Bilimsel çalışmalar bunun böyle olduğunu gösteriyor.

Biz lise kitaplarından, hayvanların kurulmuş gibi, içgüdülerine göre hareket ettiklerini öğrenmiştik. Ancak Wise'ın kitabından şunu öğreniyoruz: Zekası, nedensel düşünme yeteneği ve duyguları olan hayvanlar da vardır. Burada çok basit bir mantık önermesi devreye giriyor. Hayvanlar bu yetilere sahipse, insana benziyorlar demektir, o halde insanlar için geçerli eşitlik ilkesinden yararlanmaları gerekir.

Peki insanı insan yapan şey nedir? Wise kitabında, hukukçu ve düşünürlere dayanarak, bireyi tanımlama kriteri olarak ‘‘özerkliği’’ ortaya koyuyor. Özerkliğin hayvanlardaki versiyonuna ise ‘‘pratik özerklik’’ adını veriyor. Bir hayvanın pratik özerkliğe sahip olup olmadığını belirleyen üç aşamalı bir test var. 1- Bir şeyi istemesi; 2- Bu isteğine ulaşabilmek için kendi istenciyle hareket etmesi; 3- Bir şeyi istediğini ve onu elde etmek üzere eylemde bulunduğunu bilmesi.

Davranış uzmanları, hayvanların zihinsel aktivitesini ölçmek için, hayvanlarla çocukları kıyaslayan sayısız test yapıyor. Örneğin bir çocuk veya hayvan aynadaki görüntüsünden kendini tanıyabilir mi? Çocuklar altı aylıkken, aynadaki kişinin kendisi olduğunu biliyor. Bütün yetişkin maymunlar da bu konuda çok usta. Ancak diğer hayvanların durumu biraz karanlık.

Diğer bir temel test de nesne algısıyla ilgili. Örneğin bir çocuk veya şempanze, bir fincanın altına gizlenmiş nesnenin görünmediği halde orada olduğunu anlayabilir mi? Dört aylık çocuklar anlıyor. Araştırmalarda kullanılan Alex adlı Afrika gri papağanı da anlıyor. Peşinde olduğu cevizin yeri değiştirilse de, hangi fincanın altında olduğunu asla şaşırmıyor.

Diğer canlıların kendi bakış açıları olduğunu bilmek de önemli bir kriter. Örneğin köpekler bir insanla top fırlatma oyunu oynarken bu yeteneklerini kanıtlıyor. Köpek, topu attıktan sonra arkasını dönen insanın önüne geçerek topu yeniden önüne koyuyor. Çünkü sahibinin topu atabilmesi için önce görmesi gerektiğini biliyor.

Tabii bir de dil yeteneği var. Wise kitabında, ünlü goril Koko örneğini veriyor. Koko, işaret dilinde yaklaşık bin kelime biliyor ve bunları son derece karmaşık bir biçimde kullanıyor. 100 kadar sözcük bilen papağan Alex ise daha sofistike yetenekler geliştirmiş bir hayvan - pardon insan.

Ameliyat için veterinere bırakılan Alex sahibinin arkasından şöyle sesleniyor: ‘‘Buraya gel. Seni seviyorum. Özür dilerim. Geri dönmek istiyorum.’’

Peki bütün bu yeteneklere sahip hayvanlar hangi haklara sahip olacak? Yani köpeklere tasma takmak yasaklanacak mı? Kutu mama isteyen köpeğe kuru mama vermek yasaklanacak mı? Wise, hayvanlar için çok fazla hak talep etmenin iyi bir strateji olmadığı görüşünde. Başlangıç için, esaret altına alınmamaları, öldürülmemeleri ve acı çektirilmemelerini yeterli görüyor. Bugün hiçbir yargıcın bir köpek hakkında ‘‘Bu hayvan bir insandır’’ diye karar vermeyeceğini biliyor.
Yazının Devamını Oku

Bar kapanma saatinde kadınlar neden daha güzel görünür

1 Eylül 2002
Nobel mevsimi yaklaşıyor. Ödül sahiplerini ekim ayında öğreneceğiz. Gerçek Nobel'lerden bir hafta önce de Alternatif Nobel ödülleri açıklanacak. Harvard Üniversitesi'nden bir grup, yıl boyunca bütün bilimsel araştırmaları tarayarak en lüzumsuz buluş ve çalışmalara veriyor bu ödülü. Hepsi de birbirinden parlak oluyor. Eh biz de biraz araştırma taraması yapıyoruz. En ciddi bilim dergilerinde bile Alternatif Nobel ödülü alabilecek adaylar var. Bakalım aşağıda verdiğimiz örnekler arasından Harvard'ın ödülünü kazanan olacak mı?

BİR country şarkısıyla psikoloji bilimi arasında normal olarak hiçbir ilişki yoktur. Ancak Amerikalı bir grup psikolog, Mickey Gilley'in ‘‘Barın kapanış saatinde kızlar daha güzel olmuyor mu?’’ adlı şarkısındaki derin anlamı çözmeye karar verirler.

‘‘Kafayı bulduktan sonra her kadın güzel görünür’’ şeklindeki Türk özdeyişi, o derin psikolojiyi gayet güzel açıkladığı halde, Amerikalı uzmanlar bu veciz sözden habersizdir. Ve Amerika'yı yeniden keşfe kalkışırlar. ‘‘Kişilik ve Sosyal Psikoloji Bülteni’’ adlı yayında yer alan habere göre araştırmacılar, günün değişik saatlerinde barları ziyaret ederek, müşterilere karşı cinsin dış görünüşüyle ilgili fikirlerini sorarlar. Ve hayrettir (!), kapanış saati yaklaştıkça, karşı cinsin daha çekici görünmeye başladığını tespit ederler. Ancak çekici bulunan kişilerden biriyle yakın ilişki kurmamak kaydıyla. Çünkü ertesi sabah o kişinin yanında uyanıldığı takdirde, kanaat notu değişikliğe uğrayabilmektedir.

İngiltere'de 27 hamburger yaralanması vakası oldu

Son birkaç yıldır bilim haberleri müthiş prim yapıyor. En basit sağlık haberinden kaos teorisine kadar her türlü bilimsel yenilik günlük medyada yer buluyor. Bu haberler genelde, uluslararası bilim dergilerinde yayınlanan makalelerden üretiliyor. Çoğu da geniş kitleleri etkileyen sağlık sorunlarıyla ilgili oluyor. Ancak bu dergilerde daha kısıtlı sayıda insanı ilgilendiren konular da var. Örneğin evde hamburger hazırlamak üzere satılan preslenmiş donuk kıyma dilimleri var ya, onlar çok ciddi yaralanmalara neden oluyormuş. British Medical Journal'da çıkan habere göre, birbirine sımsıkı kenetlenmiş olan kıyma kalıplarını ayırmak olağanüstü çaba gerektirdiği için, dilimleri bıçakla kanırtma girişimi son zamanlarda mutfaktaki en tehlikeli eylemlerden biri haline gelmiş. İngiltere'de altı ay içinde 27 hamburgerden yaralanma vakası olmuş.

Bilim adamları şerefe darbesine en dayanıklı bardağı buldu

İngiltere'deki önemli bir yaralı grubunu da, publarda kadeh tokuştururken kazaya uğrayanlar oluşturuyor. The Journal of Trauma'daki habere göre uzmanlar barlarda kullanılan bardakların ‘‘şerefe’’ darbelerine ne kadar dayanıklı olduğunu test etmişler. Ve şu sonuç çıkmış: Barda kadeh tokuşturmanın en güvenli yolu, Arcoroc bardakta içmekten geçer. Çünkü bu bardakların dayanıklılık derecesi 4 jül çıkmış. Diğer bardaklarınki ise 1.17 jül civarında.

Hintliler burun karıştırma endeksini geliştirdiler

En pis araştırma ise Hindistan'dan. Konu başlığı Rhinotillexomanie. Tıp dilinde bir hastalık adı. Türkçesi ise burun karıştırma. Klinik Psikiyatri dergisinde yer alan yazıya göre Hintli bilimadamları, gençler arasında bir burun karıştırma taraması yapıyor ve bu kuşağın günde ortalama dört kez Rhinotillexomanie nöbetine tutulduğunu tespit ediyorlar. Gençlerin sadece yüzde 3.5'i ‘‘Ben asla burun karıştırmam’’ diye beyanda bulunuyor. Peki bu gençler burun karıştırırken acaba hangi parmağını kullanıyor? Hintli araştırmacılar bunun cevabını aramayı da ihmal etmemişler. Gençlerin yüzde 65.1'i işaret parmağını, yüzde 20.2'si serçeyi, yüzde 16.4'ü de baş parmağını kullanıyormuş.

Aç karnına hırsızlık yapmak çok sakıncalı

DNA testinin bu kadar geliştiği bir ortamda aç susuz hırsızlık yapmak tam bir çılgınlık. Norveç'teki bir hırsızlık vakası, suçlunun olay mahallinde bıraktığı diş izi sayesinde çözülüyor. Eve giren hırsız soda şişesini ağzıyla açtıktan sonra kapağı mutfakta ortalık yerde bırakıyor. Kapaktaki diş izlerini tespit eden polis hırsızı yakalıyor.

American Journal of Forensic Medicine and Pathology dergisindeki haber de, girdiği evdeki peynirin cazibesine dayanamayan hırsızın acıklı öyküsünü anlatıyor. Suç mahallinde bırakılan ısırılmış peynir üzerindeki tükrükten DNA örneği alınıyor ve yakalanan zanlının DNA örneğiyle karşılaştırılınca şüphelinin gerçekten de söz konusu eve giren hırsız olduğu anlaşılıyor.

Adli tıp don zanlısını nasıl temize çıkardı

DNA testiyle harikalar yaratan adli tıp bilimi sadece esrarengiz cinayetleri çözmekle kalmıyor, ufak tefek hırsızlık vakalarına da ışık tutuyor. Örneğin Journal of Forensic Sciences adlı yayında yer alan habere göre don adli tıbbı diye birşey var. Şöyle: Adamın biri mağazada soyunma kabinine girerek çamaşır denedikten sonra aynı kabinde bir torbanın içinde iki adet don bulunuyor. Adam yakalanıyor ve üzerinde, mağazada eksik olan donun aynısından bulunduğu tespit ediliyor. Adam üzerindeki çamaşırı aynı mağazadan daha önce satın aldığını iddia ediyor. Sonunda olay adli tıbba intikal ediyor ve uzmanlar 13 Watt'lık bir kromatografi lambası kullanarak 510 - 578 nanometre dalga boyundaki idrar ve sperm lekelerini ortaya çıkarıyorlar. Gözle görülmeyen bu lekelerin kısa sürede oluşmasının mümkün olmadığı tespit ediliyor ve don zanlısı temize çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Mızıkçı generali neden yazmadılar

25 Ağustos 2002
Haber geçen pazar Hürriyet'te de vardı. ABD ordusu tarihin en büyük ve pahalı tatbikatını icra ederken, emekli bir deniz piyade generali oyunbozanlık ederek manevrayı terk etmişti. Düşman kuvvetlerine komuta eden bu general, simülasyonlu tatbikatta yeterince Amerikan gemisi batırmasına izin verilmediğini, yani şike yapıldığını iddia ediyordu. Aslında haklıydı da, batırdığı gemiler yeniden yüzdürülerek tatbikata devam edilmişti. Haber AP'de, bazı İngiliz gazeteleri ve Amerikan yerel basınında çıktı. Ancak NY Times, Washington Post gibi Amerikan medya devleri olayın gülünç boyutunu görmezden geldiler.

Üç yıldızlı generalin adı Paul van Riper. Amerika'nın gelecekteki savaş konseptinin test edildiği Milenyum Mücadelesi 2002 tatbikatında ‘‘kırmızı’’ yani düşman kuvvetlerin komutasını üstleniyor.

250 milyon dolara malolan ve üç hafta süren bu tatbikatın, Irak'la ilgili yeni planlarla ilgisi yok. İki yıl önceden planlanmış ama, yine de senaryo İran Körfezi'nde cereyan ediyor. Berbat bir diktatör ve ordusuyla savaşılıyor. İster Irak yerine koyun, ister İran.

ABD çapında dokuz canlı tatbikatı, bunun iki katı kadar simülasyonlu savaş oyununu içeren Milenyum Mücadelesi'ne 13 bin 500 askeri ve sivil personelin yanı sıra CIA ve FBI ajanları da katılıyor. CIA ve FBI'ın Pentagon'a ilk kez istihbarat hizmeti verdiği bu tatbikat geçen 15 Ağustos'ta sona eriyor.

Derken, Army Times adlı gazete, emekli bir generalin, yakın dostu olan bazı meslektaşlarına yazdığı e-mail'i ele geçirip yayınlıyor. Bu general, Paul van Riper'den başkası değil. ‘‘Azizim, benim kuvvetler Amerikan gemilerini birer ikişer batırıyordu ama, savaşı kazanmama izin vermediler. Gemileri yeniden yüzdürüp galip geldiler’’ anlamına gelebilecek satırlar yer alıyordu bu e-mail'de.

Zafere ulaşmasını sağlayacak taktik ve silahları kullanmasına izin verilmediğinden, tatbikatın tamamen mavi kuvvetlerin, yani Amerikan ordusunun galip geleceği şekilde düzenlendiğinden şikayet ediyor ve bu yüzden tatbikatı terkettiğini bildiriyordu. Komutasındaki kuvvetlere karşı hiç de adil davranılmamıştı. Kendi zaferi o kadar önemli değildi ama, bu şartlar altında ABD'nin yeni savaş konseptini mutlaka değiştirmesi gerekiyordu.

ŞİFRELİ SABAH EZANI

ABD teknik olarak savaşı kazandığı halde, büyük ölçüde zaiyat da vermişti. Yani İran ya da Irak karşısında utanç verici kayıplardı bunlar. ABD'nin çevik amfibi gücü ve bir uçak gemisiyle muharebe grubu, eski usul haberleşme taktikleri karşısında gafil avlanarak çok ağır hasar görmüştü.

ABD'nin high-tech keşif yeteneği bir işe yaramamıştı. Kırmızıların kullandığı motosikletli kuryeler, mavi kuvvetlerin yüksek teknoloji ürünü elektronik cihazlarını atlatarak emirleri tam yerine ulaştırmıştı. Böylece, mavi donanma kuvvetleri İran Körfezi'ne girdiğinde Van Riper'in komutasındaki kuvvetler küçük bot ve hafif uçaklarla mavileri kuşatma altına alıvermişti. Kırmızı kuvvetlerin batırdığı gemiler yeniden yüzdürülmüştü.

Bir seferinde de müezzinin sabah ezanında okuduğu şifreli mesaj aracılığıyla emir alan kırmızı kuvvetler sürpriz bir saldırıyla mavileri bozguna uğratmıştı.

Bu bilgiler satırı satırına New York Times'ta da yer aldı. Ancak General Van Riper'in tatbikatı hiddet içinde terketmesi, NY Times ve Washington Post gibi liberal eğilimli gazetelerin başlıklarına yansımadı. Bu gazeteler, Irak operasyonuna muhalif seslere yer vermekle birlikte, orduyu küçük düşürecek, ulusal gururu zedeleyebilecek unsurlara hassas yaklaşımları nedeniyle, generalin isyanını büyütmemeyi tercih ettiler.

ABD askeri yetkilileri ise tatbikatta şike yapıldığını da, generalin rolünü yarıda bıraktığını da, batmış gemilerin yeniden yüzdürüldüğünü de yalanladılar.


Tatbikatlarda olur böyle şeyler


Milenyum Mücadelesi 2002 tatbikatında ABD savaş gemileri, düşmanın sürpriz saldırıları sonucu ağır hasar görmüştü. Basın bunları yazıyordu. Ama açıklamayı yapanlar askerler değildi. Sanal yenilginin basına yansıması, ABD'nin eski Pakistan Büyükelçisi Robert Oakley sayesinde oldu. Tatbikatta, düşman devletin liderini canlandıran Oakley, deniz piyade generali Van Riper'in şikayetlerinin ortaya çıkmasından sonra konuşmaya başladı. Oakley de Van Riper'i doğrulayan açıklamalar yapıyordu. Bunun üzerine NY Times, askeri yetkililerin ağzından tatbikatlarda böyle sanal yenilgiler alınabileceğini yazdı. Bu ağızlara göre tatbikatlar neticede yapaydı ve gerçek savaş tablosunu asla yansıtmazdı. Her bir askerin ölüm-kalım stresi savaş ortamında çok farklı sonuçlar doğururdu. Ayrıca, Amerikan deniz, hava ve kara kuvvetleri topyekün galip ilan edildiği halde tatbikatın kesin sonucu aylar sonra raporlara yansıyacaktı.
Yazının Devamını Oku

Biri mikrobiyologları mı öldürüyor

18 Ağustos 2002
Ölümler zinciri ilk bakışta Agatha Christie romanlarını hatırlatıyor. Şarbon, çiçek ve ebola virüsü üzerinde araştırmalar yapan mikrobiyologlar, dünyanın çeşitli yerlerinde, şüpheli şekillerde birer birer ölüyor. Tam da 11 Eylül sonrasında, ABD'nin şarbon paranoyasına kapıldığı günlerde başlıyor ölümler zinciri. Normalde kimsenin dikkatini çekmeyecek bu münferit ölümler, internette bir araya gelip adres adres gezmeye başlıyor. Laboratuvarlara kadar ulaşıyor. Mikrobiyologlar arasında bir panik rüzgarı esiyor: ‘‘Acaba sıra bende mi?’’ Komplo teorisyenlerine göre bu ölümlerde kumpas kokusu var. İstatistikçilere göre ise tamamen rastlantı...

Herşey Ian Gurney adlı İngiliz yazarın işgüzarlığıyla başlıyor. Gurney, Cassandra'nın Kehanetleri adlı kitabında, İncil'deki işaretlerden yola çıkarak Kıyamet Günü'nün 2023 yılında geleceğini iddia ediyor. İkinci kitabını ise nükleer ve biyolojik silah tehlikesi üzerine yazmaya karar veriyor. 11 Eylül'den hemen sonra bu konuda araştırma yaparken Yahoo sitesinden bir ‘acil haber’ talebinde bulunuyor. İçinde ‘mikrobiyolog’ sözcüğü geçen her haberin kendisine gönderilmesini istiyor.

Ve Gurney'in bilgisayarına art arda acil haber uyarıları düşmeye başlıyor.

Bilim haberlerinin arasında mikrobiyolog ölümleri... Bir, iki, üç derken sayıları 11'i buluyor. Bunun üzerine Gurney, ‘‘Bulaşıcı hastalıklar, DNA analizi ve şarbon alanında dünya çapında ün kazanmış uzmanlar birer birer ölüyor ya da kayboluyor’’ diye bir makale yazıp, UFO'lara, dünya dışı varlıklara kafayı takmış internet sitelerine gönderiyor. Böylece yeni bir komplo teorisi internette dolaşıma çıkıyor. Hatta bazı gazetelerin ‘garip ama gerçek’ köşelerine konu oluyor.

Ölümler zinciri Miami Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Benito Que ile başlıyor. AIDS gibi bulaşıcı hastalıklar konusunda uzman bir biyolog olan Que, dört erkek tarafından başına beyzbol sopasıyla vurularak öldürülüyor.

Ardından, şarbon, HIV, çiçek virüsü ve ebola uzmanı Harvardlı biyolog Don Wiley, Memphis'te kayboluyor. Bir nehir köprüsü üzerinde terkedilmiş aracının bulunmasından bir ay sonra, cesedi de 500 m. ötede ortaya çıkıyor.

Hemen ertesi hafta, Sovyet füzelerini biyolojik silaha dönüştüren Vladimir Pasechnik Londra'da sokak ortasında aniden ölüyor. Pasechnik'in ölümünden önce ABD'li yetkililerle şarbon konusunda görüş alışverişinde bulunduğu biliniyor.

Rus mikrobiyolog Victor Korşunov, Moskova'daki evinin yakınlarında başına aldığı darbeler sonucu; İngiliz uzman Ian Langford da Norwich'teki evinin yakınlarında, belden aşağısı çıplak ve bir sandalyeye bağlanmış vaziyette ölü olarak bulunuyor.

San Jose'de mikrobiyolog olarak çalışan Tanya Holzmayer, pizzacı çocuk geldi zannederek evinin kapısını açtıktan sonra eski bir meslektaşının sıktığı yedi kurşunla can veriyor.

Antarktika'da mikroplar üzerine çalışmalar yapan David Wynn-Williams, Cambridge'de evinin yakınlarında jogging yaparken bir aracın çarpması sonucu ölüyor.

Grip uzmanı Steven Mostow da Denver yakınlarında kendi kullandığı uçağının düşmesi sonucu hayata veda ediyor.

ABD'li DNA analizi uzmanı Robert Schwartz çiftlik evinin mutfağında kılıçla öldürülmüş ve ensesine bir çarpı çizilmiş vaziyette bulunuyor.

MADALYONUN ÖBÜR YÜZÜ

Aynı gün Avustralya'da, Set Van Nguyen adlı bilimadamı, Bilim ve Araştırma Kurumu'nun hayvan hastalıkları bölümünün deposunda boğularak ölüyor.

Gurney'in perspektifinden bakıldığı takdirde bu ölümlerin her biri gerçekten şüpheli görünüyor. Biyolojik terör korkusunun hüküm sürdüğü bir ortamda, ne kadar mikrop uzmanı varsa hepsini ortadan kaldırmaya yönelik bir komplo kokusu çıkıyor. Ancak Gurney'in ustalıkla gizlediği ya da saptırdığı bazı küçük ayrıntılar farklı sonuçlar veriyor. En azından polis kayıtları böyle diyor.

Örneğin birinci ‘maktul’ Que, mikrobiyolog değil, laboratuvar teknisyeniydi. Şarbonla hiç ilgisi yoktu ve potansiyel kanser ilaçları üzerine araştırma yapıyordu. Ayrıca yüksek tansiyonu vardı. Son nefesini verdiği sokakta çocuklar beyzbol oynuyordu. Ancak kimse kafasına vurmamıştı. Çünkü vücudunda tek bir yara bere izi yoktu.

Memphis'te bir köprü üzerinde terkedilmiş aracı bulunan Wiley'in ise epilepsisi vardı. Köprü korkuluklarına vurduktan sonra aracını kontrol etmek üzere aşağı inmiş ve hızla geçen kamyonların yarattığı hava akımı sonucu, belki de bir nöbet geçirip köprüden düşmüştü.

Londra'da aniden ölen Pasechnik ise felç geçirmişti. Schwartz'ın feci ölümüyle ilgili olarak ise bilimadamının kızı ve kızının arkadaşları tutuklanmıştı. Uzman bir mikrobiyolog olarak tanıtılan Nguyen'in ise çiçek virüsüyle filan ilgisi yoktu. Kendisi teknik personeldendi ve bulunduğu odada teknik bir arıza yüzünden azot birikmesi sonucu boğulmuştu.


RASTLANTILARDAN KOMPLO TEORİSİ ÜRETMEK


Psikologlara göre insan beyninin en önemli özelliklerinden biri rastlantılardan komplo teorisi üretmek. Korku iklimi hakim olduğu zaman komplo üretim katsayısı da artıyor. 11 Eylül terör eylemleri sonrasında, kulelere çarpan uçakların sefer ve yolcu sayılarını toplayıp çıkararak bulunan 11 rakamı da bunun bir örneği.

Nette dolaşımda bulunan bir başka rakamsal rastlantı örneği de Kennedy ve Lincoln suikastlarıyla ilgili.

ABD'nin bu iki başkanı 100 yıl arayla seçiliyor. İki başkanın saldırganları 100 yıl arayla doğmuş (aslında 101 yıl). Her ikisinin yerini Johnson isimli başkanlar alıyor. Ve bu iki Johnson da 100 yıl arayla doğmuş. Hem Kennedy, hem de Lincoln'ün adında 7 harf var; her ikisinin halefinin tam adı da 13 harfli. Saldırganlarının tam adı da toplam 15 harf. Lincoln tiyatroda vurulmuş ve saldırganı bir depoya kaçmıştı. Kennedy ise bir depodan vurulmuş ve saldırganı tiyatro salonuna kaçmıştı. Lincoln'ün Kennedy adında bir sekreteri vardı (aslında sekterlerinin adı John Nicolay ve John Hay'di) ve suikasta uğradığı gün tiyatroya gitmemesi için başkanı uyarmıştı. Kennedy'nin de Lincoln adında (doğru, adı Evelyn Lincoln'dü) bir sekreteri vardı ve suikast günü Dallas'a gitmemesi için uyarıda bulunmuştu.


İSTATİSTİKÇİ GÖRÜŞÜ


İstatikçilere göre üç-beş ay içinde 11 bilimadamının ölmesi hiçbir şey ifade etmiyor - ki ölenlerin tamamı mikrobiyolog da değil. Sadece Amerikan Mikrobiyoloji Derneği'nin 41 bin üyesi var. Normal zamanda rastlantı şeklinde algılanmak bir yana, dikkat bile çekmeyecek bu 11 ölüme komplo damgası vurulması tamamen 11 Eylül sonrasındaki korku ikliminden kaynaklanıyor.


MİKROBİYOLOG GÖRÜŞÜ


Sovyetler'den ABD'ye iltica eden ve ülkenin en önde gelen mikrobiyologlarından olan Ken Alibek de mikrobiyologlara yönelik komplo teorilerini kesinlikle reddediyor. Dünyanın sayılı biyolojik silah uzmanlarından biri olan Alibek, ölenlerin çoğunun bu silahlarla ilgisi olmadığını belirttikten sonra şunu ekliyor: ‘‘Ortada bir komplo olsa önce beni öldürmeleri gerekirdi.’’
Yazının Devamını Oku

21'inci Yüzyıl için ikinci manifesto denemesi

11 Ağustos 2002
Önümüzdeki 26 Ağustos-4 Eylül tarihlerinde Johannesburg'da Dünya Zirvesi toplanacak. Binlerce delege, insanı, kuşu, çiçeği böceğiyle dünyanın yoksulluktan ve yokoluştan kurtarılmasını konuşacak. Aynı niyetle 1992'de Rio'da yapılan zirvede alınıp da uygulanmayan bütün kararlar yeniden gündeme hakim olacak. 21'inci Yüzyıl için ikinci bir kurtuluş manifestosu yazılacak. Ancak ABD Başkanı Bush zirveye katılmayacak olması, daha şimdiden bir başarısızlık alameti sayılıyor. İyi de, Rio'daki zirveye babası katıldı da ne oldu?

RIO de Janiero 1992: BM'nin kalkınma ve çevre konferansının ardından tüm dünyada bir coşku rüzgarı esiyordu. Dünya hükümetleri yeryüzünü bekleyen tehlikelerin nihayet farkına varmıştı. Yoksulluk ve çevrenin tahrip edilmesi arasındaki şeytani kısır döngüyü, türlerin yok olduğunu ve iklimlerin değiştiğini nihayet kabul etmişlerdi.

Rio'da yeni bir uluslararası hukuk doğmuştu. Biyolojik çeşitlilik ve iklimin korunması konusunda bir konvansiyona imza atılmıştı. ‘‘Gündem 21’’ başlığı altında belirlenen ‘‘21'inci Yüzyıl'ın ev ödevleri’’ yoksullukla savaşı, demokratikleşmeyi ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı öngörüyordu. Bütün sanayileşmiş ülkeler, soğuk savaş perdesinin kapanmasının ardından gelişmekte olan ülkelere daha fazla kalkınma yardımı sözü veriyordu.

Aradan 10 yıl geçti. Bugünkü tablo şöyle: Kalkınma yardımı iyice azaldı. Kyoto iklim anlaşması, ABD'nin tek taraflı iptali yüzünden suya düştü. 1995 yılında yapılan Dünya Ticaret Örgütü anlaşması, Gündem 21'in sosyal politikalar ve çevreyle ilgili bütün hedeflerinin gerisinde kaldı.

Şimdi Johannesburg'ta sil baştan yapılacak. Yaklaşık 170 devletten 160 bin delegenin katılacağı konferans, kendi sınıfında dünyanın en geniş katılımlı zirvesi olacak. Sürdürülebilir kalkınma ve çevrenin korunması için neler yapılabileceği konuşulacak.

Ancak ABD Başkanı Bush, programı yoğun olduğu için zirveye katılmıyor. Bu durum da zirveye şimdiden başarısızlık damgası vuruyor. Şu ana kadar 45 lider zirveye gideceklerini açıkladılar. Aralarında Blair ve Berlusconi de var.

Zirve için kampanya yapan sivil toplum örgütleri ise Johannesburg konferansının, ABD'nin öncülüğündeki çokuluslu şirketlerin dünya üzerindeki egemenliğinin yeniden teyit edileceği bir platforma dönüşeceği görüşündeler. Dünya Dostları örgütünün verilerine göre dünyanın en büyük 51 ekonomisini çokuluslu şirketler oluşturuyor, geri kalan 49'unu ise ülkeler. Çokuluslu şirketleri çevreyi yağmalamaktan alıkoymanın yolu ise şimdiye kadar bulunabilmiş değil.

50 YILIMIZ KALDI

Ancak artık zenginlik de kurtuluş yolu değil. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nın verilerine göre insanoğlunun lüks yaşamı sürdürebileceği sadece 50 yılı kaldı. Çevrecilere göre aşırı tüketim ve doğal kaynakların yağmalanması yüzünden 2050 yılında yaşamak için iki yeni gezegen daha bulmak gerekecek. Aksi takdirde insan türü kitlesel bir şekilde yok olmaya başlayacak.

Uzayda koloniler kurulması halen bilimkurgu boyutunda bir proje olduğu için tek çare tüketimi kısmak. Bilindiği gibi aşırı tüketim alanında en gözde örnek Amerikalıların oburluğu. Her bir Amerikalı'nın gıda ve yakıt tüketimi 25 Afrikalıya eşit. Afrika'nın en yoksul ülkelerinden biri olan Burundi'deki bir vatandaşı beslemek için 0.4 hektar toprak yeterliyken, Avrupalı'ya 6, Amerikalıya ise tam 12 hektar toprak gerekiyor. Bu sonuncusu uygarlık tarihinde görülmemiş bir rakam.

Kimi çevreciler ABD'nin yaşam tarzını değiştirmemek için Mars'ta su aradığını, bulursa kızıl gezegende koloniler kuracağını iddia ediyor.

Altıncı yokoluş süreci başlıyor

BM'nin Johannesburg zirvesi öncesinde yayınladığı bir rapora göre şu anda dünyadaki kuşların yüzde 12'si ve memelilerin dörtte biri nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Richard Leakey ve Roger Lewin'in yayınladığı ‘‘Altıncı Tükeniş’’ adlı kitaba göre ise dünya ilk kez, türlerin insan eliyle yok edildiği bir sürece girmek üzere. İlk kez 450 milyon yıl önce türlerin tükenişine tanık olan dünya bu süreci tam beş kez yaşadı. Sonuncusu da 65 milyon yıl önce dünyaya bir meteorun düşmesi sonucu dinozorların yok olmasıydı. Bugünkü koşullar devam ettiği takdirde önümüzdeki 50-100 yılda, aynı dinozorlar gibi bazı türlerin, insanlar yüzünden kitlesel olarak yok olabileceği söyleniyor.

İşte son 30 yılda insan eliyle tüketilenler:

Doğal yaşamın üçte biri.

Atlantik'teki balık rezervleri 1970'ten bu yana 264 bin tondan 60 bin tona indi.

32 yıl içinde ormanların yüzde 12'si yok oldu.

Nehir ve göllerdeki taze su kaynaklarının yarısı bitti.

Okyanuslardaki yaşamın üçte biri yok oldu.

Nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan 350 tür memeli, kuş, sürüngen ve balığın yarısı tükendi.

Son 20 yılda kaplan nüfusu yüzde 95 azaldı. Fillerin sayısı 1.2 milyondan 500 bine indi.
Yazının Devamını Oku

Menopoz kobayları

4 Ağustos 2002
Hormon tedavisiyle ilgili son çıkan araştırma haberlerinin satır aralarında bir gerçek var. Bilimadamları neredeyse 40 yıldır kadınları kobay olarak kullanıyorlar. Amerika'daki son araştırmanın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Uzun vadeli östrojen tedavisi kalp krizi, göğüs kanseri, felç ve kanda pıhtılaşma riskini artırıyormuş. Peki Avustralya ve İngiltere'de yapılan deneylerin sonuçlarını biliyor musunuz? Onlar farklı şeyler söylüyor. Erkeklerin ereksiyon problemi bütün yan etkilerine rağmen Viagra ile çözülüveriyor. Ama kadınlar hálá, annelerinin menopoz tedavisini görüyor.

Çok yakında menopoz feminizmi patlayacak. Tabii bu akımın öncüleri 40-50 yaş üstü gruptan çıkacağı için örgütlenmesi biraz zaman alacak. Ama sonunda olacak. Orta yaşlı kadınlar, sağlık problemlerini hormon hapı yutturarak çözmeye çalışan tıp dünyasına sonunda başkaldıracak.

Şimdi bütün dünya kadınları, ABD'de geçen ay sonuçları açıklanan beş yıllık araştırmaya odaklandı. Menopozun yol açtığı kemik erimesi, cinsel sıkıntılar ve sıcak basması gibi sorunları ortadan kaldırmak için çok uzun dönemli hormon kullanımının sakıncalı olduğunu ilan eden bu araştırma, menopozun üstüne bir de panik sıkıntısı eklemiş durumda. Bu araştırmayı yapanlar, kadınlara yardımcı olacak başka hiçbir yöntemin bulunmadığını da açık açık söylüyorlar.

Hadi bu araştırmanın sonuçlarına katlandık diyelim. Peki diğer deneylerde ortaya çıkan farklı sonuçlar ne olacak?

CİNSELLİĞE BİREBİR

Avustralya'dakinden başlayalım. Orası Amerika olmadığı için, kimsenin dikkatini çekmedi. Ancak geçen mayıs ayında 10 yıllık bir çalışmanın ürünü olan şu gerçek ortaya çıktı: Menopoza giren kadınların cinsel işlevi dramatik bir şekilde düşüyormuş. Tabii kadınların bunu öğrenmesi için doktorların 10 yıllık bir çalışma yapmasına gerek yok ama, sonuçta söylenen şu: Kadınlardaki cinsel isteksizlik ve işlevsizliğe karşı en iyi yol östrojen hormonu kullanmakmış.

Orta yaştan sonra cinselliğini sürdürmek isteyen kadınlar ve de ilaç şirketleri için hoş bir haber olabilir. Peki ama, ABD'deki Kadın Sağlık İnisiyatifi'nin raporu ne olacak? Yani kadınlar seks uğruna, erken ölüm riskini mi kabullenmek zorunda kalacak? Yani bir kadının ‘‘Atın ölümü arpadan olsun’’ deme imkanı var mı?

Gerçi erkeklerin ereksiyon problemini çözen Viagra da ani kalp krizi riskini beraberinde getiriyor. Ancak hormon kullanan kadınlarda ortaya çıkan kalp krizi ve göğüs kanseri riskiyle, erkeklerin girdiği risk oranı arasında dağlar kadar fark var.

Bu arada üretici firma Pfizer'ın açıklamasına göre kadınlara da Viagra veriliyor, ABD'de yaklaşık 150 bin kadın bu ilacı kullanıyor.

Doktorlar ve ilaç şirketleri cinselliğin sadece mekanik yönüyle ilgilendiği için, kadınların da birer hapla cinsel yaşamına devam edebileceğini varsayıyorlar. Hiç kimse cinselliğin ruhsal yönüyle ilgilenmiyor. Hormonlar da cinselliğin sadece mekanik yönüne hitap ediyor. Aksi takdirde 40 yıldır hormon kullanan kadınların tamamı birer seks canavarı olurdu.

HORMON İSTEKSİZ YAPAR

İşte bu noktada İngiltere'de yapılan ve yine tamamen farklı sonuçlar içeren araştırma devreye giriyor. Geçen haziran ayında yayınlanan bu çalışmaya göre de hormon tedavisi gören kadınlarda migren, cinsel isteksizlik, şişmanlama, göğüslerde aşırı hassasiyet ve depresyon gibi yan etkiler ortaya çıkıyor. Yani Avustralya'daki araştırmacılar cinsel isteksizliğe karşı hormon önerirken, İngilizler ‘‘Hormon cinsel isteksizliğe yol açıyor’’ diyor!

Bir başka tartışmalı konu da düşük libidoya karşı testosteron kullanımı. Birçok orta yaşta kadın aktif bir cinsel yaşam için testosteron ve androjen salgılayan flasterlere başvuruyor. Ancak şöyle bir sorun var: Bütün kadınlar doğal olarak testosteron salgılıyor. Menopoz öncesinde östrojen hormonu, erkeklik hormonu olan testosteronu dengeliyor. Menopoz sonrasında ise yeterli östrojen salgılanmadığı için denge unsuru ortadan kalkmış oluyor ve testosteron hormonu sesin kalınlaşmasına, nadiren de yüz ve göğüste kıllar çıkmasına neden oluyor. Bu erkeksi gidişin geri dönüşü de yok üstelik. Üstüne üstlük bazı kadınlar testosteron yüzünden kilo alıyor.

Yani bu şartlar altında kadının libidosu artsa bile, erkeklerin şişman ve bıyıklı bir orta yaşlı kadın karşısında libido bulması biraz zor görünüyor.


Menopoz savaşçısından öneriler,


ABD'de her konuda akıl fikir veren kadın yazarlar vardır ya. Trisha Posner de onlardan biri. ‘‘Bu Annenizin Menopozu Değil’’ adlı kitabında, menopoza girdikten sonra doktorunun tüm ısrarına karşın, ailesinde meme kanserine yakalananlar olduğu için hormon kullanmayı reddettiğini anlatıyor. 48 yaşında menopoza girdikten sonra kendi yöntemleri sayesinde şu anda gayet kaslı ve kemikli, yağsız, zinde ve cinsel yönden istekli olduğunu anlatıyor. Posner'in reçetesinde hormon yerine şunlar var: Ekstra magnezyum, B6 vitamini, çinko. Bunlar libidoyu artırıyormuş. Sarsaparilla adlı bitki de testosteronun doğal üretimini sağlıyormuş.
Yazının Devamını Oku