11 Ekim 2003
Nobel mevsimi yine geldi çattı. Fizikçiler, kimyacılar pırıl pırıl buluşlarıyla geçen hafta Nobel'lerini aldılar. Ama bir de Nobel'le ödüllendirilmeyen, hiçbir pırıltı taşımayan, gayet pis bilimsel işler var. Bağırsak gazı koklayanlardan tutun da, malaryayla mücadele uğruna kendini binlerce kez Amazon sivrilerine sokturan araştırmacılara kadar nice cefakar bilim adamı şan şeref kazanmadan yaşayıp gidiyor. Marie Curie lösemiden ölmüştü. İnsanlığın en önemli keşiflerinden birini yapmak, radyum elementini bulmak Curie'ye 1911'de Nobel Ödülü kazandırmış, ancak yaşamına da mal olmuştu. Radyum ışınlarına maruz kaldığı için zaten anemi ve katarakttan musdaripti.
Fizikçi Robert Mayer (1814-1878) termodinamiğin ilk yasasını geliştirmiş, ancak buluşunu matematiksel olarak kanıtlayamadığı için kendini pencereden aşağı atmış, hayatta kalmıştı.
Kuzey Kutbu'nda araştırma merkezi kurmak üzere keşif gezisine çıkan 25 bilim adamı Grönland yakınlarında mahsur kalınca birbirlerini yemeye başlamış, içlerinden sadece biri, fizikçi ve doğa bilimleri uzmanı Octave P. Pavy (1844 1884) açlıktan ölüm yolunu seçmişti.
Bilimin ne çileli bir iş olduğunu kanıtlayacak daha yığınla örnek var. Neyse ki bugün artık gelişen teknoloji sayesinde bilim adamları mesleklerini daha güvenli bir şekilde icra ediyorlar.
İLK SIRADA KOKU UZMANLARI VAR
Ancak bilimi parlak unvanlardan, onur verici ödüllerden soyutladığınız takdirde bazen geriye son derece tehlikeli, iğrenç ve çekilmez bir manzara kalıyor.
İşte Popular Science dergisi, bilimin iğrenç nesnelerle iştigal edilen alanlarını araştırmış ve en tiksinti verici olanlardan bir hit listesi oluşturmuş. Yüzlerce aday arasından ince eleyip sık dokuyarak, mide kaldırmayacak cinsten olanları belirlemişler.
Birinci sırada koku uzmanları var. Çoğunluğu, ağız çalkalama suyu üreten şirketlerde çalışan bu uzmanlar, kozmetik firmalarının laboratuvarlarında mütemadiyen çiçek damlalarını koklayan burunların tam zıddı bir iş yapıyorlar. Ürün kalitesi test edilsin diye, aklınıza gelebilecek her türlü pis kokuya maruz bırakılıyorlar. Sarmısaklı, soğanlı nefeslerle içli dışlı yaşıyorlar.
Bu onların rutin işi. Bir de ekstraları var. Minneapolis'ten Michael Levitt adlı bir gastroenterolog bir deney yapmaya karar veriyor ve iki koku uzmanıyla anlaşıyor. Sonra 16 denek buluyor ve bunlara kuru fasulye yediriyor. Denekler, dışarı sızma yapmayacak şekilde minik keselere yelleniyorlar. Sonra koku uzmanları önlerine en az yüz örneği alıp, bunları birer birer açarak derin bir şekilde burunlarına çekiyorlar. Her koklamadan sonra, üzümün bağını ifşa eden degüstatörler gibi kokuyu tanımlıyorlar ve evreka! Dr.Levitt, insan gazındaki ortak bileşeni keşfediyor: Hidrojen sülfit.
Dr. Levitt'in iddiasına göre hekimler hastalıklara teşhis koyarken kesinlikle insan gazına dikkat etmiyorlar. Oysa ki, gazın bileşimi çok önemli potansiyel bir tıbbi semptom. Örneğin hidrojen sülfit memeliler için son derece zehirli bir gaz ve birçok hastalığın yanı sıra kolitin oluşumunda da rol oynuyor.
Üreme ve yapay döllenme alanında çalışan araştırmacıların da sağlam birer mideye ihtiyacı var. Bu araştırmacılar, sperm elde etmek için boğalara ve domuzlara mastürbasyon yapıyorlar.
ARAŞTIRMACILAR KENDİLERİNİ SOKTURUYOR
Malaryayla mücadele eden bilim adamlarının ise hastalığı yayan sivrisineklerin huyunu suyunu iyice bellemesi gerekiyor. Sivriler içinde en azılısı ise Brezilya'da yaşayan ‘‘Anopheles darlingi’’. Bunlar Afrika'dakiler gibi ışığa gelmiyor. Araştırmacının hayvanı inceleyebilmesi için kendini sokturması gerekiyor. Sivri trafiğinin arttığı akşam saatlerinde araştırmacı çadır şeklindeki kapana oturuyor ve ziyafet başlıyor. Kıdemli araştırmacılardan Helge Zieler bir akşam üç saat içinde 500 darlingi toplamış ve bu arada tam 3 bin kez sokulmuş.
Tıbbi mesleklerde zaten iç bulandırıcı nesnelerle uğraşılması kaçınılmaz ama, bir de son derece çekici görünen felaket meslekler var. Örneğin astronotlar ve NASA'da izolasyon odası testi yapanlar.
Astronotların uzun uzay yolculuklarına nasıl tepki vereceğini ölçen yaşam destek birimlerinden sorumlu mühendisler, 91 gün süreyle penceresiz izolasyon odasında kalıyor, idrarlarını re-cycle edip içiyor, tam anlamıyla işkenceye maruz kalıyorlar. Üstelik fazla mesai ücreti de almıyorlar. ‘‘Astronotlar en azından yol alıyor. Biz ise yerimizde sayıyoruz’’ diye düşünüyorlar.
Ancak, güneş sistemindeki en iyi işi yaptıkları düşünülen astronotların hayatı da kolay değil. Mesele sadece ölüm riski değil. Büyüyünce astronot olacağım, diyen çocukları düş kırıklığına uğratacak cinsten cefalı bir iş bu. Bir kere hekimler reaksiyonlarını incelesin diye vücut ısıları düşürülmüş vaziyette santrifüjün içinde oturuyor, sürekli sonda takıyorlar. Karmaşık ve stresli bir ortamda bulundukları yetmiyormuş gibi, hayvanlar üzerinde bilimsel araştırmaların yapıldığı mekik seferlerinde sürekli maymun ve fare pisliği temizliyorlar.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2003
Yaklaşık bir ay önce erkekler ufak çaplı bir şok geçirdi. Erkeği erkek yapan Y kromozomu mutasyona uğruyor, bozuluyordu. Cinsleri tükenecek, dünya biyolojik üstünlüğe sahip kadına kalacak, onlar da yapay döllenmeyle türü devam ettirecekti. Erkekler gereksiz mi tartışmasını da başlatan bu iddiayı ortaya atanlar hatırı sayılır genetikçilerdi. Erkek gerekli midir tartışmasının bir de sosyal davranış boyutu var. Konuşmayan, sadece uzaktan kumanda cihazı kullanmayı beceren, çocuk bakmayan, ev işi yapmayan bir insan cinsi sosyal açıdan yararlı bir varlık mıdır? Bilimadamlarının yanıtı şöyle: Evet yararlıdır. Bir işe yaramaması tembellikten değil, beyninin kadınınkinden farklı çalışmasından kaynaklanmaktadır.
Feministler yıllardır söylüyor, kimse kulak asmıyordu. Sonunda dünyanın önde gelen genetikçilerinden biri sayılan Oxford Üniversitesi'nden Bryan Sykes mevzuya el koydu. Sykes ‘‘Adem'in Laneti’’ adlı kitabında, Y kromozomunda yüzyıllar boyunca meydana gelen aşınma yüzünden erkek neslinin yok olmaya mahkûm olduğunu ilan etti.
Aynı feministlerin iddia ettiği gibi erkek, kadına göre daha zayıf cinsiyeti oluşturuyordu. Kadınların çift X kromozomuna sahip olmasına karşın, ‘‘erkeklik hammaddesi’’ Y kromozomu tek olduğu ve giderek zayıfladığı için, bir süre sonra üremede hiçbir işlev üstlenemeyecekti.
İnsanın gelişimi ve üreme yeteneği üzerine yıllardır araştırmalar yapan Sykes erkekleri ‘‘genetik değişime uğramış kadınlar’’ olarak tanımlıyor. Y kromozomu erkekleri fizyolojik olarak daha güçlü, daha saldırgan ve daha yarışçı yapıyor. Bu açıdan bakıldığında bütün savaşların, dikta rejimlerinin ve tabii ekstrem sporların müsebbibi de erkekler oluyor.
Ancak şimdi o dehşet verici Y kromozomunun bozulup çürüdüğü ortaya çıkıyor. Kadınlarda ise böyle bir durum söz konusu değil. Kadın DNA'sında çift X kromozomu bulunduğu için, nesiller boyu meydana gelen mutasyonların olumsuz etkisi, iki kromozom arasındaki gen alışverişi sayesinde en aza indirgeniyor.
BEYİN FARKIYMIŞ
Erkek neslinin tükeneceği, kadınların yapay döllenmeyle üreyeceği konusunu fazla abartmayalım. Çünkü dünya, yakın gelecekte değil, 125 bin yıl sonra erkeksiz kalacak. Ayrıca Sykes'e göre erkek neslinden sonra kadınların tükenmesi de kaçınılmaz.
Yani erkeklerden şikayet etmek için 125 bin yılımız daha var. Neticede Y kromozomundan şikayetçi kadın duyulmuş şey değil ama, erkeğin sosyal varlık olarak işlevsizliğinden, tembelliğinden yakınan kadın çok ve bilim dünyasının bu konuda da bazı teorileri mevcut.
Amerikalı sosyal bilimci ve yazar Michael Gurian'a göre erkeğin gündelik yaşamıyla ilgili konuşmaları sevmemesi, ev işi yapmaması kesinlikle tembellikten kaynaklanmıyor. Cins ayrımcılığı ya da keçi gibi inatçı olmasıyla da ilgisi yok. Erkekle kadının beyni farklı çalışıyor, hepsi bu. Kadın uzun bir günün sonunda duygusal konuşmalar yaparak rahatlamaya çalışırken, erkek yorgun beynini dinlendirmek için bütün çetrefilli konulardan uzaklaşmak istiyor. Bu nedenle de uzaktan kumandayı alıp saçma sapan aksiyon filmleriyle spor görüntüleri arasında zaplamalarla gevşiyor. Kadınlar gibi duyusal ayrıntılara takılmıyor. Dağınıklığı, yapılacak işleri farketmiyor bile.
YARIŞMA HALİNDELER
‘‘Acaba ne düşünüyor? Erkeğin beyni aslında nasıl çalışır’’ diye bir kitap yazan Gurian, son 40 yıl içinde feministlerin, erkekler işe yaramaz yaratıklardır şeklinde son derece zararlı fikirler yaydığını, kendisinin ise iki cinsi birbirine yaklaştırmaya çalıştığını iddia ediyor. Aile terapistliği yaptığı için kadın ve erkek davranışları konusunda hayli deneyimli olan Gurian ‘‘Erkeklerin lüzumsuz olduğunu ileri sürmek çok büyük bir kültürel yanlışlıktır’’ diyor.
Kadın ve erkek beyni arasındaki farkı PET ve MRI (radyoaktif ve manyetik görüntüleme) çekimleriyle destekliyor Gurian. Kadınlara göre daha az miktarda oksitosin ve serotonin kimyasalları bulunan erkek beyni bu yüzden kimliğinin esas damgasını eviden çok iş yerine vuruyor. Testosteron hormonu ise erkeği daha yarışçı ve hiyerarşik gruplaşmalara daha eğilimli yapıyor. Erkek kendi değerini ve kimliğini kabul ettirmek için sürekli bir yarışma içinde bulunuyor. Karısı doğum yaptıktan sonra daha bir işkolik olan erkeklerin bu hal ve gidişi de testosterondan kaynaklanıyor.
Gurian erkek çocukları için beyin farkından ötürü farklı eğitim ve öğretimi savunuyor. Hatta savunmakla kalmıyor, Missouri-Kansas Üniversitesi bünyesinde kurduğu Gurian Enstitüsü'nde öğretmenlere, cinsiyete göre öğretim dersleri veriyor.
Sonuç olarak; erkeklere eğitim yoluyla farklı beceriler kazandırmanın mümkün olduğunu, ancak kadınların bütün beklentilerini karşılamanın imkan dahilinde bulunmadığını söylüyor.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2003
Beş gazetenin beş dış haber editörü, İsrail'in doğusundan kuzeyine bütün sınırlarını karış karış geziyoruz. Hayır, İsrail ile Filistin özerk yönetimi topraklarını ayıran bariyer kesinlikle Berlin Duvarı'na benzemiyor. İsrail'in Filistin topraklarından gelen canlı bombalardan korunmak adına çektiği telli-betonlu-hendekli çiti, ille de bir şeye benzetmek gerekiyorsa o girinti ve çıkıntılarıyla Norveç fiyordlarına benzetebilirsiniz.
Dünyanın herhangi bir yerinde var mıdır bilemiyorum ama, orada sınır yatırın ortasından geçiyor. Yer İsrail-Lübnan sınırı ve orta yerde bir mezar. İsrail'e göre orada 1600 yıl önce yaşamış bir haham yatıyor. Müslümanlara göre ise bir evliya.
İsrail'in iki buçuk yıl önce Lübnan'daki güvenlik kuşağından çekilmesi üzerine yatır ihtilafı doğuyor. BM gözlem gücünün bulunduğu bölgede sınır çizgisinin yatırın ortasından geçmesine karar verilmek suretiyle ihtilaf çözülüyor.
Sınır teftişlerine Kudüs'ten başlıyoruz. İsrail'in Filistin topraklarından gelen canlı bombalara karşı önlem olarak kuzeyde Beit Shean'dan güneyde Arad'a kadar çekmeye başladığı 230 km'lik duvarı Kudüs'e hakim tepelerden gözlüyoruz. Fiyordlar gibi kıvrım kıvrım, Filistin yerleşimlerine saplana saplana, bir mahalleyi diğerinden ayıra ayıra uzanıyor. Ufukta Ramallah görünüyor. Filistin Lideri Yaser Arafat'ın 20 aydır mahsur olduğu kent.
Filistin'e göre İsrail, Ortadoğu barışının Yol Haritası çerçevesinde kaldırmakla yükümlü olduğu Yahudi yerleşim birimlerini bu duvarla ebedi kılmaya çalışıyor. İsrail ise canlı bombalara karşı kendi halkının yaşama hakkını korumak adına, geçici bir güvenlik önlemi aldığını iddia ediyor. Bize Kudüs tepelerinde çarpıştığı her mevziyi tek tek gösteren emekli subay ‘‘Böyle duvar olur mu?’’ anlamına gelebilecek her türlü soruya itiraz ediyor: ‘‘Tabii barış olmasını isteriz ama, biz öldükten sonra değil. Önce yaşamımızı garanti altına alalım, sonra barışırız.’’
Zeytindağı'ndan bakıp eski Kudüs'e yeterince hayran kaldıktan sonra Harem ül Şerif'e giriyoruz. Art arda gelen intihar saldırılarından ötürü ortalıkta kimseler yok. Müslüman mısınız sorusuna evet cevabı verip, siz ne biçim Müslümansınız bakışına maruz kaldıktan sonra yeterince örtünerek önce Kubbet ül Sahra, sonra da Mescidi Aksa'ya adım atıyoruz.
PEYGAMBERLERİN AYAK BASMADIĞI KENT
Kudüs'ü bırakıp kuzeye yöneliyoruz. Yol üstünde Hayfa var. Hayfa İsrailli Arap ve Yahudilerin bir arada yaşadığı, ayrı ayrı mahallelerde değil, aynı sokakta kaynaşarak yaşadığı tek kent. Arap ve Yahudi mahallesi diye bir kavram mevcut değil. Gerçi burada da üç intihar saldırısı olmuş ama, doğal olarak ‘‘Burası neden böyle anormal huzurlu?’’ diye soruyoruz. Cevap şaka yollu: Çünkü buraya peygamberler hiç ayak basmamış.
Arap ve Yahudi okulları ayrı ayrı ama, bir arada İbranice konuşarak toplumsal yaşamı sürdürüyorlar. Arapça İsrail'in ikinci resmi dili. İsrailli Arapların nüfusa oranı yüzde 20.
İSRAİL'DE GÜVENLİ BÖLGE OLUR MU, OLUR
İsrail'in en güvenli yeri neresi biliyor musunuz? İşgal altındaki Golan Tepeleri. Tepenize bir göktaşı düşmediği sürece orada kılınıza zarar gelmesi mümkün değilmiş. Suriye sınırının tuhaflığı da burada. İki ülke teknik olarak savaş halinde, fakat sınır fazlasıyla güvenli. Suriye düzlüğüne hakim tepede dikilirken, İsrailli ordu sözcüsü durumu şöyle açıklıyor:
‘‘Bakın Şam yolu hemen şurada. Arabaya atladın mı yarım saat. Yani tankla da yarım saat. Bu nedenle burada tek el ateş edilmiyor.’’
Bağları ve elma bahçeleriyle bezeli yemyeşil Golan Tepeleri'ni görünce Suriye'nin bölgeyi neden geri istediğini, İsrail'in de Şam'ın ensesine dayanmış bölgeyi neden vermediğini kolayca anlıyorsunuz.
İSRAİL-BM-HİZBULLAH ÜÇGENİ
Hemen ötedeki Lübnan sınırı da şu sıralar sakin ama, hayat daha hareketli. Tablo şöyle:
İsrail tarafında Lübnan sınırını koruyan Golan Tugayı'nın kalesi, hemen burnunun dibinde tellerin ötesinde, İran ve Suriye destekli Hizbullah örgütünün gözetleme kulesi. Burada Hizbullah'ın sarı bayrağı dalgalanıyor. Ve yine Lübnan tarafında, Hizbullah kulesine nazır BM gözetleme kulesi. Tuhaf bir üçgen söz konusu. Şu sıra Hintli BM askerleri görev yapıyor. BM'nin gözetleme kulesindeki mavi sarıklı Hintli asker almış dürbünü bizi gözetliyor. İsrailli ordu sözcülerine göre BM'nin orada işe yaradığı yok. Hatta Hizbullah'la ‘‘Komşu sizde şeker var mı, bir fincan verir misin’’ tarzı bir alışveriş muhabbetine girdikleri için BM askerlerine hayli bozuluyorlar.
Biz tanık olmadık, sadece yerdeki taşları gördük ama anlatılanlara göre, İsrail gazetecileri bölgeye getirdiği zaman, Hizbullah kulesinden telefonla hemen köye haber salınıyormuş. Çoluk çocuk otobüslere dolup sınıra gelerek karşı tarafa taş yağdırıyorlarmış.
Başka bir tuhaf hikaye daha dinliyoruz. İsrail ordusu, Hizbullah militanları ve medya arasında çevrilen bir dolap. İkinci intifadanın başlamasından sonra Hizbullah hemen her gün saat beş sularında Filistinlilere destek vermek için İsrail topraklarına makineli tüfek ateşi açıyor. Amaç sadece gövde gösterisi yapmak. İsrail ordusu basın departmanı her gün aynı saatlerde televizyon kameralarını alıp bölgeye götürüyor. Televizyoncular o müthiş heyecanlı ruh halleri içinde, gövde gösterisinden ibaret ateşi görüntüleyip haberlerini geçmeye başlıyorlar: ‘‘Evet şu anda dünyanın en tehlikeli yerindeyiz. Burada müthiş çatışmalar oluyor...’’
İsrailli sözcüye, Hizbullah ateşi niye saat beşte açıyor diye soracak olursanız, Filistin televizyonundaki akşam haberlerine yetiştirmek için, diyor.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2003
Milli piyango gibi ikramiye dağıtan Amerikan adalet sisteminin en müthiş efsanelerinden biri de McDonald's aleyhinde açılan ünlü kaynar kahve davasıdır. Stella Liebeck adlı yaşlı kadın üzerine dökülen kahveden yandığı için şirketten 2.9 milyon dolar tazminat almaya hak kazanmıştır. Sonra bu olaydan esinlenen biri, zaferle sonuçlanan absürd davalar için Stella ödülleri vermeye başlar. Milli Reasürans'ın yayın organı Reasürör Dergisi geçenlerde 2003 yılının Stella Ödülü adaylarının listesini ve davaların içeriğini yayınladı. Böylece bu liste internet kanalıyla Türkiye'de de dolaşıma girdi. Ancak ABD'de uzun zamandır o adres senin bu adres benim dolaşan, medyaya da haber konusu olan hikayelerin tamamı palavra. Hatta Stella'nın aldığı o 2.9 milyon dolarlık korkunç tazminat hikayesinin bile yarısı palavra.
Meşhur Türk geyiğidir. Kaldırımda tökezleyip düşene, arabasıyla çukura girene, çorbasından sinek çıkana söylenir: ‘‘Amerika'da olsan dava açar, malı götürürdün!’’
Örnek de hep aynıdır; McDonald's'ta üzerine kahve dökülen kadın nasıl milyoner oldu ama.
O kadın, yani Stella Liebeck milyoner filan olmadı. Çünkü 1992 yılında 2.9 milyon dolar olarak belirlenen tazminat önce 480 bin dolara, sonra da bilinmeyen cüzi bir miktara indirilerek dava kapatıldı.
Yani McDonald's aleyhinde kesilen fatura hem doğru, hem yanlış.
Stella Ödülleri de hem doğru hem yanlış. Randy Cassingham adlı 44 yaşındaki Amerikalı, gerçekten de Liebeck'in hikayesinden esinlenerek bir web sitesi kurmuş. Son derece absürd, olmayacak davalar açan ve kazananların hikayelerini topluyor. Ancak bir de Stella Ödülleri sitesinden esinlenerek üretilen palavralar var. İşte bu palavralardan bir demet geçenlerde bizim gazeteye de ulaştı. Daha önce Amerikan basınından izlediğim kadarıyla tamamı gerçek dışı olan bu hikayelerin kaynağı Milli Reasürans'ın yayın organıydı. E-mailler aracılığıyla yayılan taze palavralar Türk geyiklerine eklenmeye aday görünüyor. Tazminat tutarları bol keseden atıldığı için hepsi de çok çekici.
AMERİKAN GEYİKLERİ
Örneğin Pennsylvania'dan Terrence Dickson, bir evi soyduktan sonra garajdan çıkmaya çalışırken, otomatik kapı bozulduğu için mahsur kalıyor, ev sahipleri tatilde olduğu için sekiz gün boyunca Pepsi içip köpek maması yiyor, sonunda bunalıma giriyor, açtığı dava sonucu 500 bin dolar tazminat almaya hak kazanıyor.
Los Angeles'ta yaşayan 19 yaşındaki Carl Truman da komşusunu, aracıyla ellerini ezdiği gerekçesiyle mahkemeye veriyor ve hastane masrafları artı 74 bin dolar tazminat kazanıyor. Oysa ki bu kaza, Truman'ın, komşusuna ait otomobilin jant kapaklarını çalmaya çalışırken direksiyonda birinin oturduğunu fark etmemesinden kaynaklanıyor.
Teksas'ta yaşayan Kathleen Robertson ise bir mobilya mağazasında sağa sola koşturan bir çocuğa takılıp düşmek suretiyle ayak bileğini kırdığı için mobilya mağazasından 780 bin dolar tazminat elde ediyor. Karar mağaza için tam bir sürpriz, çünkü küçük çocuk Robertson'un kendi oğlu.
2003 yılının adayları arasında, karavanını otomatik pilota bağlayıp arka tarafa kahve içmeye gittikten sonra, doğal olarak aracı devrilen ve el kitabında bunu yapmaması gerektiğini belirtmediği için üretici şirketi dava edip 1.75 milyon dolar tazminat kazanan Merv Grazinski de var. Hikaye, üretici firmanın el kitabını değiştirmeye karar verdiği şeklindeki bir ayrıntıyla da süslü.
Mikrodalga fırında kedi ya da köpeğini kurutmaya çalışırken zavallı hayvancağızın ölümüne neden olan, ancak kılavuzda ‘‘hayvan kurutmada kullanılmaz’’ yazmadığı için üretici firmayı suçlu çıkaran yaşlı kadın efsaneleri, bu hikayenin atası oluyor sanırım.
Hikayeler böyle uzayıp gidiyor. İnternette dolaşan kent efsanelerini takip edip doğru ve yanlışları ortaya çıkaran snopes.com sitesinin tespitlerine göre davaların teki bile doğru değil.
HAYATI ZEHİR EDEN DAVALAR
Ama bu davaların kurmaca olması, Amerikan adalet sisteminin milletin kesesinden lotarya gibi ikramiye dağıtmadığı anlamına gelmiyor. İşte gerçek Stella Ödülleri sitesinden gerçek bir dava:
Henüz 19 yaşındaki New Yorklu bir genç intihar etmeye karar veriyor ve kendini metro treninin altına atıyor. Ancak ölmüyor, kolunu ve bacağını kaybediyor. O andan itibaren yaşamaya ve New York ulaştırma idaresini dava etmeye karar veriyor. Sonunda metro işletmesinden birer kol ve bacak proteziyle birlikte 650 bin dolar kazanıyor.
Stella Ödülleri'nin kurucusu Randy Cassingham bu işe insanlar dava geyiği yapsın diye soyunmamış. Amacı, Amerikan adalet sisteminin reforma ihtiyaç duyduğunu kanıtlamak. Cassingham'a göre adalet sisteminin bu absürd işleyişinde avukatların da büyük kabahati var. Çünkü Amerikan halkını ‘‘başına kötü bir şey geldi mi, bunun bedelini ödeyecek biri mutlaka bulunur. Başına gelen senin suçun bile olsa’’ zihniyetine inandırmış durumdalar.
Özellikle sağlık hizmetleri alanında açılan davalar, sağlık personeli için hayatı çekilmez kılacak nitelikte. İşte 2002 yılında gerçek Stella Ödülü alan bir örnek: California'da üç kız kardeş, annelerinin hayatını kurtarmaya çalışırken, kendileri üzerinde fazlasıyla duygusal baskıya yol açtıkları gerekçesiyle hastaneyi ve doktorlar ekibini dava ediyorlar. Bununla yarışan başka bir dava daha var. Mississippi'de bir kadın sindirim sorunu nedeniyle kendisine yazılan ilacı üreten firmayla ilacı veren doktoru topluca dava edenlere katılıyor. Bu kadın ilacın hiçbir yan etkisini görmediği halde köşeyi dönmek için davacı oluyor.
Bu gibi davalara sıkça rastlanması nedeniyle, hekimlerin yoksul bölgelerdeki hayır kurumlarında gönüllü hizmet vermekten kaçmaya başladığı söyleniyor.
EKONOMİYE YÜK
Olmayacak davaların açılıp yüklü meblağlarda tazminatlara bağlanması ekonomi üzerinde önemli bir yük oluşturuyor. Tillinghast adlı muhasebe firmasının araştırmasına göre gayrı safi yurtiçi hasılanın yüzde 2.04'ü 2001 yılında adaletin saçma sapan davalarla uğraşması yüzünden heba olmuş. Bu yüzdenin kişi başına karşılığı 721 dolar. 1950 yılında kişi başına düşen miktar ise sadece 12 dolarmış.
Amerikan Barolar Birliği, Stella Ödülleri'nden hiç hazzetmiyor. Amerikalıların adalet sistemine duyduğu güveni yıkmaya yönelik yanlış bilgi yayma kampanyasının bir parçası olarak görüyor. Ancak ABD halkının adalete olan güveni hayli düşük seviyede olsa gerek ki, internette dolaşan palavradan dava haberlerine inanıyorlar.
Hani şu karavanı devirme palavrası var ya, işte orada adı geçen üretici firma Winnebago Industries paniklemiş durumda. Hikayenin Türkçe versiyonunda şirket adı yok. Ancak ABD'de uydurma dava haberi kulaktan kulağa yayıldığı için konuyla ilgili olarak şirkete telefon ve e-mail yağıyormuş. Bu yüzden şirketin web sitesinden gerçek Stella Ödülleri sitesine link vermişler, merak edenler doğruları oradan öğrensin diye.
Ancak şirket halen endişeli. Çünkü, birisi çıkıp da aracı otomatik pilota bağlayıp arka tarafta kahve içmeyi ve aracı devirmeyi göze alırsa, gerçekten de tazminat kazanabileceğine inanıyorlar.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2003
Holiday Inn her yıl 2 bin 638 otelinden ‘‘ödünç’’ alınan yarım milyon havlunun odalardan uçup gittikten sonra neler yaşadığını merak ediyormuş. Bu amaçla 28 Ağustos'u Havlu Affı günü ilan etmeye karar vermiş. Hayır, havluları geri almaya niyetleri yok. Tırıkçıların bu havlularla başlarından geçen maceraları eylül sonuna kadar Holiday Inn'in web sitesine yazması isteniyor. Her hikayeye karşılık, hasta çocuklara yardım fonuna bir dolar aktarılacak. En iyi ilk 25 hikayeye de hediye havlu var. Holiday Inn'den yürütülen havluların yıllık maliyeti 1.5 milyon dolar ama, bu birşey değil. Sadece ABD'de bir yıl içinde havludan televizyona kadar odalardan yürüyen eşyaların yol açtığı yıllık zarar 100 milyon doları buluyormuş.
ÜNLÜ ZİNCİRİN 2638 OTELİNDEN HER YIL 1.5 MİLYON DOLARLIK HAVLU ÇALINIYOR
Peşinen itiraf ediyorum benim de bir-iki vukuatım ve Holiday Inn'de kalmışlığım var ama, oradan hiç havlu ‘‘ödünç’’ aldım mı hatırlamıyorum. Evde yeşil armalı bir Holiday Inn havlusu mevcut değil. Yine de pek emin değilim, çünkü artık havlulara logo basmıyorlarmış. Böylelikle otel odalarına daha bir ev havası vereceklerini düşünmüşler ve tuhaftır armalar gittikten sonra odalardan yürüyen havluların sayısında azalma olmuş.
Hilton'da da aynı durum yaşanmış. Markayı dört-beş yıl önce kaldıran Hilton'un düz beyaz havluları pek rağbet görmemiş. Anlaşılan esas tahrik edici olan üzerlerindeki armalar. Çünkü logolu havlular bir çeşit statü sembolü, koleksiyon malzemesi.
Kül tablası alanında da ağır kayıplar veren oteller, bunların üzerindeki logoları da kaldırmışlar. Sabun, şampuan ve banyo jeli gibi mini boy eşyalara zaten reklam gideri gözüyle bakılıyormuş da gitmesine ihtimal verilmeyen nesnelerin yürüdüğü de sıkça görülüyormuş. Bunlar arasında yastık, duş başlığı, abajur, çarşaf, ütü, ütü tahtası, uzaktan kumanda aleti ve hatta televizyon da var.
Londra'daki ünlü Ritz geçen yıl, 5 bin çift terlik, 6 bin kül tablası, bin havlu ve 300 çay süzgeci kaybetmiş. Yine Londra Hilton'dan sadece iki ay içinde 10 bin askı yürümüş.
ABD'deki rakamlara göre zayiatın yıllık bedeli 100 milyon doları buluyormuş. Bu rakam Amerikan basınında yer alıyor ve Amerikan medyası da masum değil. Hatırlıyorum da, 1994 yılında dönemin Başkanı Bill Clinton'ın, George Washington gemisiyle çıktığı bir resmi gezide Beyaz Saray muhabirleri ve Clinton'ın basın ekibi gemiden toplam 562 dolar değerinde havlu ve bornoz yürütmekle suçlanmıştı.
ÇALINAN HAVLULARI ANI KABUL EDİYORLAR
Armalı ya da armasız, bir otel odasından havlu yürütmüşlüğü olanların vicdan azabı çekmesine hiç gerek yok. Çünkü otel yönetimleri onlara hiç bozulmuyormuş. Örneğin Holiday Inn'in marka yönetiminden sorumlu başkan yardımcısı Mark Snyder, dünyanın dört bir yanındaki evlere dağılan havlularını, verdikleri iyi hizmete karşı alıkonulmuş birer anı eşyası olarak gördüklerini anlatıyor. Snyder'a göre müşterilerin çoğu havluları ödedikleri paraya dahil sayıyormuş.
Bu işi masumca bir eylem olarak değerlendirdikleri için de Havlu Affı ilan etmeye karar vermişler. Şu yazıdan da anlaşılacağı üzere iyi bir pazarlama yöntemi. Web sitesine gönderilen her hikayeye karşılık, Holiday Inn'in 1986 yılında kurduğu, hayati tehlike taşıyan hastalıklara yakalanmış çocuklara yardım fonuna bir dolar aktarılacak. İsim ve adres verilerek yazılan anekdotlar arasından en iyi 25'e sınırlı sayıda üretilen hatıra havlu hediye edilecek.
MÜSAMEREYE ÇALINTI HAVLUYLA ÇIKTI
Af ilanından sonra web sitesine yüzlerce mesaj gönderilmiş. Meksika'daki bir Holiday Inn'de balayını geçiren biri ‘‘Balayı anısına bir tane yürüttüm. Sonra karım beni bıraktı ama, havlu halen bende’’ diye yazıyor.
Chicago'dan yazan Eileen Richmond'un anısı da şöyle: ‘‘Oğlum Küçük Trampetçi Çocuk adlı okul müsameresinde rol almıştı. Çocukların üzerinde kostüm olarak çarşaf ve havlular vardı. Birden oğlumun havlusunda bir gariplik olduğunu dehşet içinde farkettim. Arkadaşlarının, öğretmenlerinin gözleri önünde, Holiday Inn yazılı havluyla sahneye çıkmıştı.’’
Başka bir anı: ‘‘Birkaç yıl önce akrabalarımla aynı otel odasını paylaştık. Kuzinim Amy'nin babası TV'de haber prodüktörüydü. İşi dolasıyısıyla çok sık seyahat ediyordu. Odaya çıktıktan sonra Amy doğruca banyoya daldı ve seslendi: Anne, bak onlarda da bizim havlulardan var.’’
Kimisi ıslak mayosunu valize yerleştirmek için havluya sardığını anlatıyor, biri de havlu yürüttüğü günden beri şansı hiç yaver gitmediği için itirafta bulunduğunu yazıyor.
Köpeklerin de Holiday Inn havlularından hayli yararlandığı anlaşılıyor. Örneğin Californialı Marcelle Roise, ‘‘Sanırım benim evdeki havlu 50'lerden kalma. Köpeğimin havlusu. Üç kuşaktır aynı havluyu kullanıyorlar’’ diyor.
Peki müşteriler otel odalarından hatıra eşya götürüyor da, geride birşey bırakmıyorlar mı? Bırakıyorlar elbette. İşte Londra'daki bir otelin yıllık bilançosu: Bir çuval dolusu zehirli yılan, ölmüş bir akrabanın külleri, 47 adet vibratör ve 15 şişme kadın.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2003
Matematik dünyasına huzur vermeyen ünlü problemlerden biriyle karşı karşıyayız yine. Alman astronom Kepler'in 1611 yılında varsayım olarak ortaya attığı bir mesele. Mevcut alanı en ekonomik biçimde kullanarak küreleri nasıl üst üste dizeriz? Cevabı manav tezgáhlarında apaçık duruyor. Piramit biçiminde üst üste istiflersin olur biter. Ancak matematikçiler bunu ille de bilimsel olarak kanıtlamak istiyor. Thomas Hales adlı ABD'li matematikçi kanıtlıyor da. Ancak bunu bilgisayar işlemleriyle yapması sorun yaratıyor. Hales, bilgisayarda 3 gigabaytlık hacim kaplayan, 10 yıllık çalışmasının ürününü beş yıl önce açıkladığı halde hiçbir bilim dergisi makalesini basmıyor. Çünkü hakemler tam beş yıldır uğraştıkları halde bilgisayardan çıkan sonucu doğrulayamıyorlar.
Manav alemi küre biçimli sebze ve meyveyi tezgaha dizme sorununu çoktan aştı ama, matematik dünyası Kepler'den beri aynı problemi tartışıyor. Küreler nasıl dizilmelidir ki, ekonomik alan kullanımı maksimum düzeyde olsun.
Aslında Alman astronom Johannes Kepler bu sorunun yanıtını 392 yıl önce vermiş; Piramit şeklinde dizilmelidir demiş. Nitekim manavlar ve pazarcılar da domatesten portakala bütün sebze ve meyveleri piramit biçiminde tezgaha yerleştiriyor. (Elalemin marketinde de piramit şeklinde diziliyor ama, bizim marketlerde bırak dağınık dursun zihniyeti bulunduğundan, herhangi bir dizayn söz konusu değil.)
Durum böyleyken matematik alemi rahat durmuyor. Kepler sorunu aklıyla çözümlediği halde, piramit yöntemini kanıtlayarak bilimsel bir kural haline getirmeye çalışıyorlar.
PİRAMİTSEL ARANJMAN
Thomas Hales adlı Amerikalı matematikçi, yaklaşık beş yıl önce, tamı tamına 8 Ağustos 1998 günü, çok sayıda meslektaşına birer e-mail göndererek, yaklaşık 400 yıldan beri kanıtlanmamış bir şekilde ortada kalan piramit varsayımını bilgisayarda kanıtladığını duyuruyor. Doktora öğrencisi Sam Ferguson ile birlikte çalışmasını tamamlayan Hales, gerçekten de portakalların en kesif yerleşim biçiminin piramit formülü olduğunu söylüyor. Piramitsel portakal aranjmanı mevcut alan içinde yüzde 74.04'lük bir hacim kaplıyor. Geriye kalan yüzde 25.96'lık alan da boşluklardan oluşuyor.
O dönemde gazeteler bu müthiş buluş haberini birinci sayfalarından veriyorlar. Muhtemelen evrenin bütün manavları haberi şaşkınlıkla karşılıyor. Ancak haberi okuyup da hayrete düşenler varsa haksızlık ediyorlar. Çünkü Hales'e göre manavlar, portakalları, ekonomik alan kullanımı adına değil, meyveler yuvarlanıp yere düşmesinler diye piramit şeklinde diziyorlar. Yani akıl yoluyla hareket ettiklerinden değil, yerçekimine karşı koyamadıkları için Kepler formülünü uyguluyorlar.
Bu arada tek bir bilim dergisi bile, Michigan Üniversitesi profesörü Hales'in makalesini yayımlamıyor.
Ancak Hales'in kanıtladığı Kepler varsayımı şimdilerde yeniden güncelleşiyor. Çünkü matematik dünyasının saygın yayın organı Annals of Mathematics, Hales'in kanıt niteliğindeki eserini basmakta tereddüt gösterdiğini ilan ediyor. Hales'in 250 sayfalık çalışmasının yayınından sorumlu ekip, son derece karmaşık olması nedeniyle kontrol sürecini tamamlayamadığını bildiriyor. Kanıtı doğrulamak için uğraşırken bitap düştüklerini, çalışmanın hatalı olduğu gibi bir iddiada bulunmamakla birlikte, yöntemin kusursuz olduğunu söyleyebilecek durumda da olmadıklarını belirtiyorlar.
BEŞ YILDA ÇÖZEMEDİLER
Dergi editörlerinin son beş yılı Hales yüzünden hayli sancılı geçirdikleri anlaşılıyor. Bir kere bilim gereği her şeye kuşkuyla yaklaşıyorlar. Bu bilimsel refleksin yanı sıra, California Üniversitesi'nden Wu-Yi Hsiang adlı bilim adamının yayınladığı bir makalenin yanlış olması da kuşku dozunu artırıyor. Bu nedenle Hales'in 250 sayfalık çalışmasını 12 ayrı bilirkişiye gönderiyorlar. Bu bilirkişilerden biri de efsanevi Macar matematikçi Gabor Fejes Toth'un oğlu Laszlo Fejes Toth. Baba Toth 1965 yılında, Kepler'in ortaya attığı varsayımın günün birinde bilgisayar ortamında kanıtlanabileceğini ileri sürmüş bir şahsiyet.
Böylece oğul Toth'un sözcülüğünü üstlendiği bilirkişi heyeti, Hales'in kanıt niteliğindeki eseri üzerinde çalışmaya başlıyor. Yıllarca uğraşıyor, defalarca seminerler düzenliyorlar. Sonunda Laszlo Fejes Toth, doğrulama sürecini artık yorgun düştükleri için tamamlayamadıklarını açıklıyor. Hales'in ileri sürdüğü kanıtın kendisini yüzde 99 ikna ettiğini, ancak yine de kuşku payı bulunduğunu söylüyor.
Her şeye rağmen Hales'in makalesini gelecek yıl yayımlamaya karar veriyorlar. Ancak bugüne kadar pek görülmemiş bir dipnot düşerek: Bu çalışma bütün uğraşlara rağmen doğrulanamamıştır.
Problem sonsuza kadar çözümsüz de kalsa Hales'in makalesi önümüzdeki yıl yayımlanacak. Ancak manavların tüm sorunları çözümlenmiş olmayacak. Kepler'in varsayımını kanıtladıktan sonra yakınlardaki bir marketten Hales'e telefon gelmiş. Market sahibi şöyle demiş:
‘‘Lütfen bize bir uğrar mısınız? Portakalları dizmeyi beceriyoruz da, ayıklanmamış enginarlarla muhtelif problemlerimiz var.’’
Matematikçi bilgisayarı sevmiyor káğıt ve kalemi tercih ediyor
Kepler teorisinin kanıtlanmasıyla ilgili bu tuhaf hikaye büyük ölçüde, matematikte bilgisayar kullanımının yarattığı ihtilaftan kaynaklanıyor. Bazı matematikçiler, bir teoremi bilgisayar desteğiyle kanıtlamaya çalışırken, problemin binlerce muhtemel sonucunu hesaplayıp nihai çözüme ulaşıyorlar. Nitekim Thomas Hales de 5 bin ayrı denklemden yola çıkarak çözüme ulaşmış bulunuyor.
Ancak matematikçilerin büyük çoğunluğu bu yöntemden hazzetmiyor, şık bulmadıklarını söylüyorlar. Ayrıca işlemde kullanılan yazılım programının kusursuz olduğunun da garantisi yok.
İşin aslı şu ki, matematikçiler halen kağıt-kalemle çalışmayı tercih ediyorlar. Ancak matematik dünyasında sadece bilgisayar yardımıyla çözülebilecek problemler de var. Örneğin 125 yıl boyunca tartışıldıktan sonra, 1977'de bilgisayar sayesinde çözümlenen ünlü dört renk teoremi. Problem şöyleydi: Bir haritada komşu ülkelerin farklı renkte görünmesi için kaç renk kullanmak gerekir? Illinois Üniversitesi'nden Wolfgang Haken ve Kenneth Appel bu iş için sadece dört renk gerektiğini kanıtlamayı başardılar. Bu amaçla 1476 denklem yaratıp işi bilgisayara bıraktılar. Sonunda bitişik her iki ülkenin ayrı renkte görünmesi için toplam dört renk gerektiği kesinleşti. 90'lı yılların ortalarında dört Amerikalı matematikçi bu çalışmanın doğruluğunu test etmek için işe girişti. Ancak sonunda teoremi yeniden kanıtlamanın daha kolay olacağını fark ettiler ve bilgisayara sarılıp, dört rengi bulmayı yeniden başardılar. Böylece bir şeyi daha keşfettiler: Farklı bilgisayar programlarıyla aynı sonuca ulaşılıyorsa, demek ki problemin çözümünde hata payı, insan eliyle yapılabilecek bir hataya göre çok daha düşüktür.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2003
İddiaya göre dünyada herkes birbirine altı tanışıklık mesafesindeymiş. Yani herkesin, altı kişi üzerinden hamle yaparak birbiriyle temas kurması mümkünmüş. Columbia Üniversitesi ‘smallworld’ projesinin iddiası böyle. Deneye katılmak istiyorsanız, size bir hedef isim veriliyor. Öncelikle, irtibatı sağlayabilecek en isabetli kişiyi bulmak gerekiyor. Örneğin ben Fransız kütüphaneci Monique ile temas kurmaya çalışıyorum. Kolay bir hedef. Paris'teki Pompidou Centre'da çalışıyor. Ona ulaşabilmesi muhtemel birine mail attım. O da yine, doğrudan Monique'i ya da onun bir tanıdığını tanıması muhtemel birine benden haber gönderecek. Teoriye göre sonuçta, araya beş kişiyi koyarak Monique'i bulmam gerekiyor. İlk hamleyi yaptım ve üç gündür beklemedeyim.
Bir Aborijinle temas kurmak niyetindeyseniz, hiç heveslenmeyin. Pigmelere, Hutu ve Tutsilere de ulaşamazsınız. Tamam dünya küçüktür ama o kadar da değil. O küçük dünya, online olmayan şahısları kapsamıyor.
Yani teori daha baştan defolu. Bu deney e-mail trafiğiyle yapıldığına göre, elektronik ortamda aktif olmayan birine öyle altı hamlede ulaşmak mümkün değil.
Hatta 66 hamlede bile mümkün değil. Ben şahsen, Güney Afrika'daki Zulu kabilesinin bir üyesiyle askerlik arkadaşı olan birini 66 hamlede bile bulamayacağımdan eminim.
Olmayacak biriyle, olmayacak bir yerde karşılaşınca, dünya küçüktür deriz ya. İşte bu klişe aynı zamanda bilimsel bir çalışmanın da konusu.
Teori ilk kez 1967 yılında ortaya atılıyor. Harvard Üniversitesi'nden psikolog Stanley Milgram, ‘‘smallworld’’ başlıklı çalışmasında, dünyadaki herhangi iki kişinin, altı kişilik tanıdık zinciri üzerinden birbiriyle temas kurabileceğini hesaplıyor.
Dünya üzerindeki herkesin birkaç aracı sayesinde birbiriyle bağlantılı olduğu hipotezini test etmek üzere Boston-Omaha arasında birkaç yüz kişiyle bir deney yapıyor. Milgram, bu kişilerden Boston'da hiç tanımadıkları, adresini bilmedikleri bir hedefe mektupla ulaşmalarını istiyor. Denekler, hedef kişiyi tanıması muhtemel olan dostlarına mektup yazıyorlar. Sonuçta Milgram, hedefin eline geçen mektupları incelediğinde bunların sadece altı kez el değiştirdiklerini tespit ediyor.
Milgram hipotezi kanıtlamayı başarıyor, ancak istatiksel verilerin yetersizliğinden ötürü bu çalışmadan bilimsel bir kural çıkmıyor. Alaska Üniversitesi'nden Judith Kleinfeld'in tezine göre bunun nedeni, yöntem hatası yapılması. Kavraması daha kolay, karmaşık olmayan küçük bir dünyada yaşama özlemi, araştırmada yöntem hatası yapılmasına neden oluyor. Yani psikolojik faktörler devreye giriyor.
Sadece psikolojik faktörler değil, Milgram'ın araştırmasında global çapın yetersizliği de sonucu etkiliyor.
Bu da Columbia Üniversitesi'nden matematikçi Duncan Watts'ın iddiası. Modern yöntemlerle daha geniş çaplı bir deney yapmaya soyunan Watts 166 ülkeden 61 bin gönüllü topluyor. Bu kişilerin e-mail aracılığıyla tanımadıkları kişilere ulaşmaları gerekiyor. Örneğin Estonya'daki bir arşiv memurunun, ABD'nin doğu kıyısındaki bir profesörle iletişim kurması bekleniyor.
Böylece tam 24 bin iletişim zinciri kuruluyor. Ne var ki, bunlardan sadece 384'ü hedefini buluyor. Bu başarılı zincirler, Milgram'ın araştırmasında olduğu gibi altı ya da yedi iletişim hamlesinde gerçekleşiyor. En çok da Amerikalı profesöre e-mail gittiği görülüyor. Katılımcıların çoğu Kuzey Amerika'daki öğrenci ve akademisyen çevrelerinden olduğu için, söz konusu profesör de o kişilerin iletişim ağı içinde bulunuyor.
Watts'a göre sonucun fazla başarılı olmaması, katılımcının hedefe isabet edecek iletişim zincirini başlatırken uygunsuz kişileri seçmesinden kaynaklanıyor.
Bu araştırmanın amacı matematik oyunu değil. Amaç, ırk, sosyal sınıf, milliyet, meslek grubu ve eğitim düzeyine göre insanların nasıl sosyal gruplar oluşturduğunu, bu grupların davranış biçimlerini, fikirlerin dünyaya nasıl yayıldığını, zincirlerin uzunluğuna göre grupların çapını tespit etmek. Duncan Watts, şu anda dünyada yaklaşık 100 milyon kişinin e-mail kullandığını, bunun da önemli bir sosyal iletişim ağı oluşturduğunu ve istatistiksel olarak yeterli sonuçlar vereceğini söylüyor.
Bu çalışmadan çıkacak sonuçların ileride iş dünyasına da bazı yararlar getireceğini savunuyor Watts. Ne de olsa matematikçi ya, insanın sosyal bir varlık olduğunu tamamen bir kenara bırakıyor. Altı hamlede hedefe isabet teorisi sayesinde, artık önemli kişilere yanaşmak için saatlerce golf oynamaya ve barlara takılmaya gerek kalmayacağını düşünüyor.
ALAIN DELON'A MESAJ YASAK
Watts'ın araştırması henüz bitmiş değil. Columbia Üniversitesi smallworld sitesine girip hedefe atış yapmak serbest. Ancak hedefi seçme şansınız yok. Artık karşınıza kim çıkarsa.
Benim hedefim, Paris'teki Pompidou Centre'da çalışan kütüphaneci Monique Laroze-Travers. Yaş grubu 50-54, Katolik ve 1981'den beri Paris'te yaşıyor. Bunların yanı sıra geçmişte nerelerde yaşadığı, hangi işlerde çalıştığı gibi bilgiler de veriliyor ki, ipucu olsun. Bu ipuçları, iletişim zincirini başlatırken en isabetli kişiye e-mail atmamı sağlıyor. Böylece hedefi tutturma şansı artıyor.
Bu deneyde, mesleki avantajlar çok da fazla işlemiyor. Bir dış haber editörünün Paris'in göbeğindeki Pompidou Centre'a ulaşması zor olmamakla birlikte, bu deneyin kurallarına göre, irtibat için memur seçtiğiniz kişinin de sizi tanıması gerekiyor. Yani Pompidou Centre'daki herhangi birine mesaj göndermeniz yeterli değil. İlk temas halkasında karşılıklı tanışıklık şart. Tabii sonraki halkalarda da öyle.
Yoksa, Paris'te oturuyor diye Alain Delon'a da mesaj atabilirsiniz. Ancak bu hamle kabul edilmiyor. Çünkü bildiğim kadarıyla Alain Delon beni tanımıyor.
Dünya küçüktür projesinden Kevin Bacon oyununa
Stanley Milgram'ın dünya küçüktür teorisi 1997 yılında ‘‘The Kevin Bacon Game’’ adlı bir oyuna esin kaynağı olmuştu. ABD'de üniversite derneğinden bir grup genç, Hollywood aktörü Kevin Bacon'un sinema evreninin merkezinde yer aldığı iddiasından hareketle, sinema tarihinde yer alan her oyuncuya Kevin Bacon üzerinden dört hamlede ulaşabileceği teorisini geliştirmişti. Örneğin Kevin Bacon'la aynı filmde oynayan bir oyuncu Bir Numara'yı alırken, Bacon'la aynı filmde oynayan bir oyuncuyla birlikte film çeviren başka bir oyuncu da İki Numara oluyor. Sıralama böyle devam ediyor. Ve sonuçta internetteki 504 bin 733 oyuncu arasında Bacon numaralarının en fazla dörde kadar çıktığı görülüyor. Yani teori doğrulanıyor. Matematikçi Duncan Watts da sonucu doğruluyor. Gerçekten de her Hollywood yıldızının yolu, her dört hamlede ya da daha az hamlede birbirine çıkıyor.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2003
Irak cephesinden Amerika'daki bir internet sitesine ulaşan asker mektupları, oracıkta boğulmak üzere olduklarını gösteriyor. Öyle isyankár satırlar var ki. Her şeyden şikáyet ediyorlar. Pusularda ölmekten, sivrisineklerden, iç çamaşırlarından ve silahlardan. Yakın mesafeden ateş edip kafa patlatacak silahlar istiyorlar. Mektupların gönderildiği sitenin kurucusu emekli Albay David Hackworth. Albay olduğu halde lakabı ‘‘televizyon generali’’. Savaşın başında TV'lere çıkıp ‘‘Bu kadar az sayıda askerle Irak kurtarılmaz’’ diyen emeklilerden. Yakın tarihteki her savaşa katılmış, bol madalyalı bu albay, Savunma Bakanı Rumsfeld'e ağız dolusu küfürler sallıyor ve ‘‘Onun yüzünden Amerikan askeri pis bir gerilla savaşının içine düştü’’ diyor. Bu bilginin kaynağı da, cepheden gelen mektuplar.
Wolfowitz aynen şöyle söylemişti: ‘‘Türk ordusu iyi bir liderlik gösteremedi.’’
Washington, Wolfowitz'in, Amerikan askerlerine konuşlanma izni vermediği için Türkiye özür dilesin, anlamına gelecek sözlerini sonradan çevirmeye çalıştıysa da, Türk ordusunun liderlik vasfıyla ilgili cümlesi kesin ve netti.
Şu işe bakın, şimdi de Irak'ta görev yapan Amerikan askerleri kendi ordusunun liderliğini beğenmiyor.
Yönetimin Irak'tan çıkarmak için yerlerine harıl harıl yabancı asker aradığı şu ünlü Üçüncü Piyade Tümeni'nden üst düzey bir subay adını gizli tutarak gönderdiği e-mail'de şöyle yazıyor:
‘‘Biz görevimizi yerine getirdik. Ama hálá burada tutuluyor ve aldatılıyoruz. Benim birliğim geçen eylül ayından beri bölgede. Askerlerimden hiçbiri tünelin ucunda ışık göremiyor. Artık duvara tosladığımızı anlamak için daha kaç asker kaybetmemiz gerekiyor? Göreve devam etmemiz isteniyor. Peki ama ne pahasına? Liderlerimiz, siyasetçilerin bu büyük ulusun kahramanlarını aldatmasına izin veriyor. Ben artık, askerlerine sürekli yalan söyleyen, yenik düşmüş bir komutanım. Bize dediler ki ‘gidin ve şu işi becerin.' Böyle bir liderlikle insan ne becerebilir ki?’’
Yazısının girişinde savaşın başlangıcındaki lojistik hatalarını, ‘‘Yürüyün, Bağdat'a yürüyün’’ aceleciliği yüzünden nasıl aç ve susuz kaldıklarını, yedek parça yokluğundan, bakımsızlıktan zırhlı araçlarını nasıl terk ettiklerini anlatıyor. Operasyonun hem planlama hem da icra açısından tam bir fiyasko olduğunu, sırf bu yüzden pusularda, kazalarda can kaybettiklerini söylüyor. Bağdat birkaç gün içinde alınacak diye görüş mesafesinin sıfıra indiği tozlu yollarda konvoylardaki araçların birbirine girdiğini ve kayıplar verildiğini anlatıyor.
Ve şimdi yaz sıcağında ahır yalaklarında yıkandıklarını, güneşten kaynamış su içmemek için Iraklılardan buz dilendiklerini, üst düzey subaylar klimalı odalarda yatarken, askerlerin sivrisineklerle boğuştuğunu itiraf ederek şu cümleyi kuruyor: ‘‘Biz Amerika için savaştık. İnsanları tarif edilemeyecek kadar korkunç koşullardan kurtardık. Ama şimdi Iraklıları kurtardığımız koşullarda yaşıyoruz.’’
ÜÇ ASKER İNTİHAR ETTİ
Hackworth.com sitesine düşen mesajların belki de en edeplisi bu. Daha fazla asker kaybetmekten korkan bir subayın kaygılarını yansıtıyor. Çünkü savaşın bittiği 1 Mayıs’tan bu yana düşman ateşinden ölen asker sayısı 50'yi geçti. Muharebe dışı nedenlerle ölenlerin sayısı ise 62. 35 asker araçlı ya da silahlı kazalarda öldü, üç asker intihar etti, dördü hastalıktan öldü, üçü boğuldu, biri de damdan düştü. Geri kalanların neden öldüğü belli değil. Askeri uzmanlara göre bir işgalde, muharebe dışı nedenlerle ölen asker sayısının, çatışmada verilen kayıpları geçmesi alışılmış bir durum değil.
Hackworth.com sitesini kuran Emekli Albay Hackworth, Irak'a saldırının ilk günlerinde operasyonun iyi planlanmadığını, Irak direnişini kırmaya yetecek sayıda asker gönderilmediğini söyleyerek Savunma Bakanı Rumsfeld'e atıp tutuyordu. Sonra nisan ayında kazanılan zafer, onu da, Beyaz Saray'ın deyişiyle modern savaştan anlamayan ‘‘televizyon generalleri’’ sınıfına soktu. Ancak şimdi savaş bittiği halde ABD'nin kayıplar vermesi, ordunun uzun süreli bir direnişe gerçekten hazırlıklı olmadığını gösteriyor.
YILAN YİYİCİLER LAZIM
Askerlikle ilgili bestseller kitaplar yazan emekli Albay Hackworth, daha 15 yaşındayken İkinci Dünya Savaşı'na katılmış. Yaşını büyük göstererek İtalya cephesine gitmiş. Sonra Vietnam'da savaşmış, sekiz kez yaralanmış ve gerilla savaşı taktikleriyle ilgili bir kitap yazmış. Amerikan ordusunun en fazla madalya kazanan askerlerinden biri. Irak'ı az sayıda birlikle işgal stratejisini yanlış bulduğu için Rumsfeld'e ‘‘a..hole’’ diyor. (Bu küfrün Türkçesini yazamayacağım). Rumsfeld'in bu savaşı kesinlikle anlamadığını ve Amerikan askerlerinin Irak'ta 30 yıl kalabileceğini söylüyor. ‘‘ABD askerini Irak'tan çıkarabilmek için bu tank generallerini atıp, yerlerine yılan yiyiciler getirmek gerekir’’ diyor.
Yılan yiyiciler, Özel Kuvvetlere özgü bir terim. Özel Kuvvetlerin Kuzey Carolina'daki Fort Bragg üssünde yaptıkları gösterilerde, özel timciler hayvani yönlerini göstermek için dişleriyle tavuk kafası koparıyor, ya da yılanı ısırarak ikiye ayırıyorlar.
Hackworth'a göre ancak gerçek savaş ve direnişten anlayan bu Rambo tipler Irak'la başa çıkabilir. Hackworth'un deyişiyle, ABD'nin şu andaki Merkez Komutanı ‘‘Deli Arap’’ lakaplı General John Abizaid tam bir yılan yiyici. Ancak Irak'taki komutanları da onlar arasından seçmek gerekiyor.
Emekli Albay Hackworth askerlerin bütün özel haberleşmesinin ‘‘Büyük Birader’’ tarafından izlendiğini, buna rağmen orduda kalmaya niyeti olmadığı için hiçbir şeyi umursamayan personelin siteye mesaj göndererek içini döktüğünü anlatıyor. İşte cepheden gelen mesajlardan bazıları:
Yüzbaşı bir palyaço, gün boyu nette sörf yapıp karısına çiçek gönderiyor
Pislik içinde yaşıyoruz. Posta yok, telefon yok. Evle hiçbir bağlantımız yok. Gündelik yaşamın monotonluğunu bozacak hiçbir şey yok. Benim birlikten bir asker, yüzbaşının ofisindeki internetten evine bir mesaj atsın diye adamla yumruk yumruğa geldik. Bu palyaço bütün gününü karısına çiçek gönderip nette sörf yaparak geçiriyor. Lanet olası şerefsiz.
Askerler yüzlerce pire ve sivrisinekle boğuşurken bir koruyucu krem ya da Benadryl bile verilmiyor... Her hafta bonfile ve ıstakoz yiyelim demiyorum. Şurada hayatımızı sürdürebilmek için temel sağlık ve güvenlik koşullarına sahip olalım diyorum sadece.
Bütün savaş boyunca araçlarımız için bir kez olsun yedek parça temin edemedik. Bu yüzden birliğim 12 aracı yolda bıraktı. Bu koşullar yüzünden çok kayıp verdik.
Burada gerilla savaşına saplanacağımızı hiç hesap etmemişler. Sanırım bir ay kadar sonra ihtiyacımız olan her şeyi buralılardan almaya başlayacağız. Ama o kadar yoksullar ki. Ayrıca onlara güvenmiyoruz da. Temel destek birimleri yok. Ortalığa pisliyoruz. Arizona'dan gelen muhafızların çadırı yok. Çölde yerlerde yattılar. Yeterli ocak yok. Çiğ yemekten herkes hastalandı. Sağlık hizmeti de yok. Oysa artık savaş bitti. İkmal yolları temiz. Temel sağlık hizmetleri verilmemesinin bahanesi olamaz.
Çok sıcak. Sürekli binaları işgal edip oralara sığınıyoruz. Çünkü oralar daha serin. Çadırlarda barınmak mümkün değil.
Biz 50 asker iki orta boy çadıra sığışırken, bizim albay klimalı bir binada, kral boyu yatakta yatıp, özel banyosu, buzdolabı ve cappucino makinesiyle keyif çatıyor. Bağdat'a vardıktan ancak iki hafta sonra gelip ne halde olduğumuzu gördü. Albayın daha yüksek yaşam standartlarına sahip olması gerektiğini kabul ediyorum ama, biraz anlayış görmek de hakkımız.
İran'la savaştıkları sırada iyi ki Iraklılara Amerikan ekipmanları vermişiz. Cumhuriyet Muhafızları'nın kışlasından çok iyi durumda 50 kalibrelik Browning ve çok M-113 yağmaladım. Ama maalesef M1 tankı yedek parçası yoktu.
En az iki askerin soğuk su uğruna öldüğünü biliyorum. Iraklılardan aldıkları buzu kırmak için silahlarını bırakmışlardı. Bir Hummer'ın içinde buz kırmaya çalışırken öldürüldüler.
Yazının Devamını Oku