6 Aralık 2003
İnsanı isyana teşvik eden trajik bir hikaye. Bir şeriat ülkesinde adaletin kadına karşı nasıl ayrımcı, nasıl acımasız davrandığını anlatan bir öykü bu. İranlı Leyla, tecavüzcü canilerin kurbanı. Yedi yıl önce 11 yaşındayken tecavüze uğrayıp öldürülmüş. Ama, Leyla sadece o gün ölmekle kalmamış. Şeriat hukuku tarafından tekrar tekrar öldürülüyor Leyla. Çünkü İran adaleti her türlü dişi varlığı erkeğin yarısı kadar değerli sayıyor. Suçluların hak ettiği cezaya çarptırılması için, Leyla'nın ailesinin 18 bin dolar kan parası ödemesi gerekiyor. Yani erkekler en azından parasal anlamda, Leyla'nın heba olup giden hayatından daha fazla değer taşıyor. Peki Leyla'nın ailesinin avukatı kim? Bu yılki Nobel Barış Ödülü'nü kazanan kadın avukat Şirin Ebadi. O şimdi molla rejiminin çarpık adalet anlayışına karşı mücadele veriyor.
O gün yabani dağ çiçekleri toplamaya gidiyor Leyla Fethi ve bir daha köyüne dönmüyor. On bir yaşındaki kızın ölü bedeni, dağın yamacında gömülü bulunuyor. Hırpalanmış, tecavüze uğramış ve öldürülmüş.
Üç erkek, Leyla'yı öldürmekle suçlanıyor. Zanlılardan biri suçunu itiraf ediyor ve hücresinde kendini asıyor. Diğer ikisi suçlamayı reddediyor, ancak cesedin gömülmesine yardımcı olduklarını itiraf ediyorlar. Yargılanıyor ve suçlu bulunuyorlar. Birkaç kez temyize gidip gelen karar sonunda Yüksek Mahkeme tarafından da onaylanıyor.
İran yargı sisteminin temelini oluşturan şeriat hukukuna göre suçlu bulunan sanıkların idam cezasına çarptırılması gerekiyor. İdamı beğenin beğenmeyin, ceza bu.
Ancak ceza verilmiyor. Verilemiyor, çünkü küçük bir kızın yok olan yaşamına karşın iki değerli erkek hayatının idamla ortadan kaldırılması için, maktul tarafının kan parası ödemesi gerekiyor.
Ve Leyla'nın ailesine 18 bin dolarlık fatura çıkarılıyor. Aile adaletin yerini bulabilmesi için evini satıyor ve Kirmanşah'taki adliye sarayının karşısına çadır kurup oraya yerleşiyor. Fakat para yine yetmiyor. Baba böbreğinin tekini satışa çıkarıyor. Ancak doktor reddediyor. Bu sefer Leyla'nın özürlü erkek kardeşi böbreğini satmak istiyor. O da reddediliyor.
Ailenin çaresizliği doktora dokunuyor. Mahkemeye başvurup, katillerin idam edilebilmesi için gerekli kan parasının eksik bölümünün devlet tarafından ödenmesini istiyor. Yargının nazlandığını görünce, Fransız Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü'ne şikayet ederim sizi diye tehdit savuruyor.
İdam cezasının verilmemesi medyada geniş yankı bulduğu için sonunda yargı, paranın üçte birinin devlet tarafından karşılanmasını kararlaştırıyor. Ancak para yine yetmiyor.
Dava şimdi yine temyizde. Kadın ve çocuk hakları alanında ülkenin bir numaralı militan sesi, yani bu yılki Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi de iş başında. İslam rejiminin elinde ikinci sınıf bir varlığa dönüşen kadını, hak ve özgürlüklerine kavuşturmak için yıllardır mücadele eden Şirin Ebadi, kan parası denilen çağdışı uygulamanın insafsızlığına dikkat çekmek için Leyla'nın davasını aldığını söylüyor. ‘‘Bu dava korkunç bir yasanın sonucudur’’ diyor.
Ebadi'ye göre yargının, aileye para kolaylığı sağlayan kararı kesinlikle bir zafer değil. Çünkü kan parası denilen illet halen yerli yerinde duruyor. Ebadi'nin asıl amacı kan parasının topyekûn ortadan kaldırılması, kadın ve erkekle ilgili tazminat anlayışının eşitliğe kavuşturulması.
İran Barolar Birliği, kan parası dahil, kadına karşı ayrımcı davranan tüm yasaların değiştirilmesi çağrısında bulunuyor. Kadın milletvekilleri de ayaklanıyor ve hiç ummadıkları bir yerden, kutsal Kum kentindeki Büyük Ayetullah Yusuf Sanei'den destek buluyorlar.
Şii ulemanın önde gelen figürlerinden olan Büyük Ayetullah Sanei, kan parasının İslam şeriatına aykırı olduğunu söylüyor. ‘‘Kan parası, insan hayatının bedelidir ve hayatın esası da ruhtur. Yüce Rabb'ın kadına bağışladığı ruh ise erkeğe bağışladığı ruhtan katiyen daha az değerli değildir’’ diyor.
Sanei ile diğer ılımlı din alimleri daha önce de Meclis'teki reformcuların yasa değişikliği önerilerine destek vermişlerdi. Reformculara göre kadına karşı ayrımcılık İslam'ın ihlali anlamına geliyor ve erkek egemen ulema sınıfının, şeriat hukukunu ataerkil bakış açısıyla yorumlamasından kaynaklanıyordu.
KADIN, İSLAM İÇİN TEHLİKELİ OLUR MU
Büyük Ayetullah Sanei'nin İran'daki mevcut yasaları, İslam'ın hak ve adalet ilkelerine aykırı bulmasına karşın, ulemanın büyük çoğunluğu onunla aynı fikirde değil ve başta kan parası olmak üzere kadınlara ayrımcı davranan yasaların değiştirilmesine karşı çıkıyor. Tahran'daki mutlak otoriteyi oluşturan mollalar, kadının yasal statüsünün değişmesi halinde İslami geleneğin tehlikeye gireceğini düşünüyor.
İYİMSERİM, BU YASA DEĞİŞECEK
Meclis'teki kadınların da itici gücüyle yasal düzendeki her türlü değişim girişimi, molla ve yargıçların oluşturduğu Devrim Muhafız Konseyi tarafından bloke ediliyor. Özellikle de bu yasalar kadınları ilgilendiriyorsa. Örneğin, BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi İran Meclisi'nin onayından geçti, ancak Muhafız Konseyi tarafından veto edildi.
Bu sözleşme onaylansa, kan parasıyla ilgili yasanın da kaldırılması gerekiyordu. Şirin Ebadi, sadece Leyla Fethi'nin değil, daha birçok kurban ailesinin tecavüzcü ve katillerin cezaya çarptırılabilmesi için kan parası mücadelesi verdiğini anlatıyor. Ebadi'ye göre üniversiteli kadınların sayısı giderek arttığı için ayrımcı yasalara karşı bilinç de yükseliyor ve kadınların yüzde 90'ı yasal statüsünden memnun olmadığını söylüyor.
Kan parasının kaldırılması için hazırlanan dilekçenin öğrenciler, avukatlar ve insan hakları savunucuları tarafından imzalandığını söyleyen Ebadi sözünü şöyle bağlıyor: ‘‘Çok iyimserim. Bu yasalar değişecek. Ama, ne zaman onu bilemem. Belki iki ay, belki de iki yıl sonra.’’
Kan parası sadece İran'da var
Ceza davalarında hükmün infazı için kan parası şartı sadece İran'da uygulanıyor. Şeriat hukukunun uygulandığı diğer ülkelerde kan parası, sadece tazminat ve miras davalarında geçerli. Bir erkeğin cezaya çarptırılabilmesi için, mağdur tarafın şöyle bir ödeme yapması gerekiyor: 100 deve, 200 inek, 1000 koyun, 200 ipek elbise, 1000 altın sikke ve 10 bin gümüş sikke. Tabii bugün böyle bir ödeme şekli yok. İran mahkemeleri bu yüklü meblağın çağdaş parasal karşılığını buluyor.
Ödeme şeklinin esası ne kadar arkaikse, kan parasının mantığı da o kadar çağdışı. Kan parası, sadece erkeklerin ekmek parası kazandığı zamanlara ait bir uygulama. Çünkü erkek idam edilince dul kalan eş ve ailenin sefil olmaması için ömür boyu yetecek miktarda yüklü para gerekiyor. Ancak Ayetullah Sanei gibi bazı ilerici mollalar, bugün artık kadının da para kazandığını, kaldı ki bir insan hayatının parayla ölçülemeyeceğini, yaşamın evrensel bir değer olduğunu söylüyor.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2003
ABD'de başkanlık seçimine bir yıl var. Kampanyanın müstakbel manzarası şimdiden belli. Bir numaralı mesele, Irak. Demokratlar, Cumhuriyetçi Başkan Bush'u Irak konusunda yalan söylemek ve milleti kandırmakla suçluyor. Cumhuriyetçi cephe ise karşı tarafı ‘‘Teröristlere saldırdığı için Bush'a saldırmakla’’ suçluyor. Yani hayli çirkin bir kampanya olacak. Ancak medya yorumcularına göre kampanyayı daha da çirkinleştirecek başka bir mesele var: Gay evlilikleri.
Daha ilk bakışta şok edici bir karardı, ancak gölgesinin bu kadar uzun olacağı tahmin edilemezdi. ABD'nin Massachusetts eyaleti Yüksek Mahkemesi'nin alacağı bir kararın, seçim kampanyasında Irak kadar önemli bir konu olması beklenemezdi.
Mahkeme önceki hafta, eşcinsel çiftlere evlilik yasağının, eyalet anayasasına aykırı olduğuna karar verdi. İki birey sırf aynı cinsten oldukları gerekçesiyle, evliliğin yarar ve yükümlülüklerinden men edilemezdi. Çünkü evlenmek isteyen gay çiftler, nikah bağıyla yasal koruma altına girmek, miras hakkına kavuşmak istiyorlardı. Evliliğin ‘‘iki birey’’ arasındaki bir bağ olduğuna hükmeden mahkeme, eyalet meclisine nasıl bir uygulama yapılması gerektiğini empoze etmiyor, ancak gay evliliklerini bir şekilde yasal kılması için 180 günlük süre tanıyordu.
Bu kararla birlikte muhafazakar cephede alarm zilleri çalmaya başladı. O 180 gün içinde, eşcinsellerin ömür boyu sadakat yemini etmelerini engelleyecek yasal bir formülasyon bulmaları gerekiyordu. Çünkü gay ve lezbiyenler Massachusetts'te evlenmekle kalmayıp, nikah bağının diğer eyaletlerde de tanınması için harekete geçebilirlerdi.
Başkan George W.Bush'un Cumhuriyetçi Partisi içindeki koyu muhafazakar kanat, gay evliliklerini engellemek için anayasa değişikliğinin 2004 seçim kampanyasının öncelikli konusu haline getirilmesini istiyor.
Ve bu sağ kanat Bush'un gaylere karşı ortaya koyduğu performanstan pek memnun değil. Geçen temmuz ayında ABD Yüksek Mahkemesi, eşcinsel seksin yasaklanamayacağı yönünde bir karar alınca, fikri sorulan Bush, ‘‘Hepimiz günahkarız’’ diye başladığı konuşmasını şöyle bitirmişti: ‘‘Toplumun, bireylerin tercihlerine saygı göstermesi gerektiğini düşünüyorum.’’
Ancak son mahkeme kararından sonra Bush'un tepkisi daha sert oldu: ‘‘Evlilik, bir erkekle kadın arasındaki kutsal bir müessesedir. Mahkeme bu önemli prensibi ihlal ediyor. Evliliğin kutsallığını korumak için gerekli her türlü yasal önlemi alacağım.’’
Böylece Cumhuriyetçi Partili Temsilciler Meclisi üyesi Marilyn Musgrave'in geçen mayıs ayında Kongre'ye sunduğu anayasa değişikliği önergesi yeniden gündeme geldi. Musgrave'in değişiklik önergesine göre federal anayasa, evliliğin bir kadın ile erkek arasında yapılacağı şartını getiriyor ve bu şartı tüm eyalet anayasaları ve diğer kanunlar üzerinde geçerli kılıyordu.
Bush'un anayasa değişikliğinden yana tavır alıp almayacağı tabii ki seçmenin eğilimine bağlı. İkinci kez seçilmek için Irak savaşının haklılığını kanıtlamak zorunda olan Bush, bir yandan da gay evlilikleriyle ilgili toplumsal nabza göre şerbet vermek durumunda.
Son anketlere göre ABD'li yetişkinlerin yüzde 59'u gaylerin kilisede evlenmesine karşı çıkıyor. Protestanlar arasındaki oran ise yüzde 80. Bush'un siyasetteki bir numaralı akıl hocası Karl Rove'a göre 2000 yılındaki seçimde bu gruptan tam randıman alınamadı. Yani Protestanların 2004 yılında daha ehlileştirilmiş seçmenler haline getirilmesi gerekiyor.
Peki gayler arası evlilik federal anayasa eliyle yasaklanırsa ne olur? Liberal yorumculara göre devlet, bireyler arasındaki cinsel ilişkiye yeniden el atmış olur. Devleti yatak odasından çıkarmak yolunda alınan mesafe de boşa gider. Oysa uzun bir mücadele döneminden sonra evlilik, devleti ilgilendiren bir ‘‘müessese’’ olmaktan çıkıp bireyleri ilgilendiren bir ‘‘ilişki’’ haline gelmişti.
ABD'de eşcinsellik konusunda en bilgili yetkili Başkan Yardımcısı Dick Cheney. Bir lezbiyen babası olan Cheney, 2000 yılındaki başkanlık kampanyasında şöyle demişti: ‘‘İnsanlar istedikleri türde ilişki kurmakta özgür olmalı. Bu iş başka kimseyi ilgilendirmez. Evlilik konusunda ise her eyalet istediği yönde karar alır. Bu konuda federal bir politika gerekmiyor.’’
Şimdi bütün liberaller, aşırı muhazafazakarların Cheney'in sözlerine kulak vermesini istiyor.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2003
Dünyada, bir yıl içinde tam beş bin kadın, kardeşleri, kocaları ya da erkek akrabaları tarafından namus bahanesiyle katlediliyor. Geçen hafta Diyarbakırlı Kadriye'nin adı da o beş bin kadının hanesine yazılıverdi. Kadriye henüz 15'indeydi, halasının oğlundan hamile kalmıştı ve erkek kardeşi Ahmet tarafından öldürüldü. Mevcut yasanın ‘‘Haksız Tahrik’’ maddesi uyarınca Ahmet hafif bir cezayla yakayı kurtaracak. Bu uygulama yeni TCK tasarısında korunduğu için daha nice Ahmet, Kadriye'lere kıyacak. Peki kadınların yaşam hakkını aşiret törelerine teslim eden bir Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde yeri olabilir mi? Karısını, kızını öldürüp namus bahanesine sığınanlara müebbetten aşağısını layık görmeyen AB ülkeleriyle aynı hizada olabilir mi?
Aşıkların adı belli değil ama köpeğin adı Big Joe'ydu. Sahibi delikanlının, uzaktan uzağa sevdiği kıza aşk mektupları götürüyor, cevabı almadan da geri dönmüyordu. Ve tam da evlenme teklifinin satırlara döküldüğü mektubu taşırken, genç kızın erkek kardeşine yakalanıverdi. Suçu affedilmez, cezası ise ağırdı, erkek kardeş tarafından taşlanarak öldürüldü.
Olay, bu yılın başlarında Ürdün'ün Zarka kentinde meydana geldi. Aile namusu Big Joe'nun yaşamına mal olmakla birlikte, genç kız kurtuldu. Eş dost araya girince işler tatlıya bağlandı, aile evliliğe izin verdi. Big Joe, aşıklarla birlikte aile üyeleri ve komşuların katıldığı bir törenle toprağa verildi.
Ürdün namus suçlarının sıkça işlendiği ülkelerden biri. Aynı Türkiye, Pakistan, Hindistan, Afganistan gibi. Onlarca kadın, istenmeyen bir aşka kapıldığı için, boşanmak istediği için, çarşıda pazarda bir erkekle konuşurken görüldüğü için, hatta tecavüze uğradığı için bir erkek eliyle yaşamdan men ediliyor. Pakistan'da aşiret namusuna leke sürüldüğü zaman, kadınlar hakkında toplu tecavüz hükmü de veriliyor. Geçen yıl bir aşiretten 11 yaşındaki bir oğlanın, rakip aşiretten bir kızla görülmesi üzerine, kız tarafının aşireti, dört kişiyi, oğlanın 18 yaşındaki ablasına tecavüz ettirmişti.
MECLİSTEN İZİN ÇIKTIBALTAYLA DOĞRADILAR
Ürdün, yasal düzenlemelerle ilgili çok çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Törelere, genel ahlaka aykırı davranışta bulunmakla suçlanan kadının öldürülmesi, bu ülkede yasal koruma altında. Ancak iki yıl önce parlamentonun feshedilmesinden sonra hükümet, ceza yasasında değişiklik yaparak ağır tahrik unsurunu ortadan kaldırdı. Bundan böyle namus suçu işleyenler, idam cezasından muaf olmayacaktı.
Ne var ki seçimle yeniden oluşturulan parlamento geçen eylül ayında geçici yasal düzenlemeyi reddetti. Hemen ertesi gün üç erkek kardeş, iffetsiz buldukları 20 ve 27 yaşındaki kız kardeşlerini baltalarla doğradılar. Basındaki haberlere göre sevdikleri erkeklerle evlenmek üzere evden ayrılan kızların başları kesilmişti.
Kadın gruplarına göre, meclisten çıkan karar bir tür öldürme izniydi. Çünkü ocak ayından eylüle kadar işlenen namus cinayetlerinin sayısı 10 iken, suçu hafifleten düzenlemenin devreye girmesiyle birlikte iki kadın öldürülmüştü.
Peki namus suçu diye bir kavramın bulunmadığı çağdaş hukuk sistemleri içinde kadın katillerinin başına neler geliyor? Bizi de çok yakından ilgilendiren bir dava geçen yıl İsveç'te yaşandı. Türkiye göçmeni Rahmi Şahindal bir İsveçli'yle birlikte olduğu gerekçesiyle 26 yaşındaki kızı Fadime Şahindal'ı öldürdü. Fadime 1998 yılında, İsveçli sevgilisi var diye kendisini ölümle tehdit eden babası ve erkek kardeşini mahkemeye vermiş, namus suçuna karşı kent kent gezerek kampanya yürütmüştü. Bütün İsveç tanıyordu Fadime'yi.
İSLAMİ TÖRE DEĞİLAŞİRET TÖRESİ
Rahmi Bey mahkemede kendini şöyle savunuyordu: ‘‘Kızım bir İsveçli erkekle birlikte olarak aile namusuna leke sürdü. Tek çözüm onu öldürmekti. Beş-altı ay cezayla kurtulacağımı düşündüm.’’
Ancak İsveç mahkemesi Rahmi Şahindal ile aynı fikirde değildi. Sanık suçunu itiraf etmişti, zaten cinayet Fadime'nin annesiyle iki kız kardeşinin gözleri önünde işlenmişti ve taammüden cinayetin cezası da ömür boyu hapisti. Hüküm; müebbet.
Namus suçu işleyenlerin en ağır cezalara çarptırıldığı ülkelerden biri de İngiltere. Özellikle Asya ülkelerinden gelen Müslüman göçmenlerin kendi kadınlarına karşı işlediği bu suçlar müebbet hapisle cezalandırılıyor.
İngiltere'deki son trajik örneklerden birinde Sahide Bibi adlı genç kadın, koca olarak kuzenlerinden birini seçmediği için nikah masasında kuzeni Refakat Hüseyin tarafından 22 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Geçen ekim ayında dava kısa sürede sonuçlandı ve yine ömürboyu hapis kararı çıktı.
İngiltere'de namus suçu işleyenler mahkemede ilk iş olarak cinayetin Kuran tarafından buyurulduğunu ileri sürüyor. İngiliz mahkemelerinin bilirkişi olarak başvurduğu Glasgow Üniversitesi öğretim üyesi teolog Dr. Mona Sıddıki ise bir babanın bakire olmayan kızını öldürmesi için hiçbir dini mazeret olamayacağını söylüyor. Dr. Mona, namus cinayetinin İslami bir uygulama değil, tamamen aşiret töresi olduğu konusunda İngiliz mahkemelerini bilgilendiriyor.
Türkiye kendi girişimini kendisi yerine getirmiyor
HER yıl yaklaşık 100 kadının namus suçuna kurban gittiği Türkiye, 2000 yılında uluslararası platformda devrim niteliğinde önemli bir iş yaptı. 57'nci Hükümet döneminde, New York'taki BM merkezinde yapılan Pekin+5 toplantısında Türkiye'nin girişimi sayesinde namus suçları ve zorla evlendirme ile evlilik içi tecavüz, kadına karşı şiddet kapsamına alındı. Ancak Türkiye, aradan üç yıl geçtikten sonra kendi girişimiyle yayınlanan bu sonuç belgesine ters hareket etmeye başladı. Meclis Alt Komisyonu'nda tartışılmakta olan Türk Ceza Kanunu Tasarısı'nda ne evlilik içi tecavüz suç sayılıyor, ne de namus suçu üzerindeki koruma kaldırılıyor. TCK Kadın Çalışma Grubu, yeni yasada, ‘‘Haksız Tahrik’’ maddesinin namus cinayetlerine uygulanamayacağı açıkça belirtilsin istiyor. Çünkü ‘‘Haksız Tahrik’’ maddesi, namus cinayetlerini cezasız bırakarak, kadın katliamına neden olan töreleri adeta yasa eliyle meşru kılıyor. Bu tür cinayetlerin ‘‘Nitelikli İnsan Öldürme’’ maddesi kapsamına alınması talep ediliyor. Kan gütme saikiyle işlenen suçlar açıkça bu madde kapsamında yer alıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2003
Almanya, Yahudi soykırımıyla hesaplaşmasını hálá tamamlayamadı. Şimdi yine geçmişin hayaletleri ortalıkta dolaşıyor. Merkez sağdaki muhalefet partisinden bir milletvekili Yahudi karşıtı sözlerinden ötürü partiden ihraç ediliyor, ona destek çıkıp kutlama mektubu gönderen komutan görevden alınıyor. Milletvekili ihraç edilecek diye partinin taşra örgütlerinden istifalar başlıyor. Üstüne üstlük Almanya'nın hesaplaşmaya son noktayı koymak üzere inşa etmek istediği soykırım anıtı bile tartışma yaratıyor. Çünkü, anıtın üzerine yazı yazılmasın diye sürülecek kimyasal maddeyi üreten şirketin, Naziler'in Zyklon-B gazını üreten şirket olması sorun yaratıyor.
‘‘Araştırma sonuçlarını görünce derin bir şok geçirdim.’’
AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi, AB vatandaşları arasında yapılan anketten çıkan sonucu böyle değerlendiriyordu. Çünkü Avrupalı vatandaşların yüzde 59'u İsrail'i dünya barışı önündeki bir numaralı tehdit olarak gördüğünü beyan etmişti. İkinci sırada ise ABD yer alıyordu.
Prodi'nin neden şok geçirdiğini tam olarak kavrayabilmek mümkün değil. Yani bu soru yöneltildiğine göre ve devlet isimleri de verildiğine göre elbet içlerinden biri, birinci sırada çıkacaktı.
Şimdi Eurobarometer'in yaptığı anketlerde soru formunu değiştirmeyi düşünüyorlar. Yani artık ‘‘Aşağıdakilerden hangisi sizce dünya barışı için tehdittir’’ diye sorup, altındaki şıklara İsrail'i dahil etmeyecekler anlaşılan.
İsrail'in Filistin halkına yönelik aşırı baskıcı politikası, Avrupa'daki olumsuz bakış açısını besliyor hiç kuşkusuz.
Ve tam bu ortamda Almanya'da yeni bir anti-semitizm tartışması patlak veriyor. Aslında tartışmanın uç vermesi anketin öncesine rastlıyor, ancak son günlerde giderek alevlenip hem Almanya, hem de İsrail'i iyice tutuşturuyor.
OLAY YARATAN KONUŞMA
Muhalefetteki CDU'nun (Hıristiyan Demokrat Birliği) milletvekili Martin Hohmann'ın, iki Almanya'nın birleşmesinin yıldönümü olan 3 Ekim günü yaptığı konuşmada Yahudileri ‘‘suç işleyen ırk’’ olarak takdim etmesiyle başlıyor olay. Hohmann şöyle konuşuyor: ‘‘1917 Bolşevik Devrimi'nde de Yahudilerin parmağı vardı. Çok sayıda Yahudi, gizli polisin katliamlarına karışmıştı. Onların eylemleri de Naziler'inkiyle kıyaslanabilir. Naziler ne kadar suçluysa Yahudiler de o kadar suçlu bir ırktır.’’
Tabii bu konuşma büyük gürültüye neden oluyor. Ancak Özel Kuvvetler Komutanı Tuğgeneral Reinhard Günzel'in oturup Hohmann'a tebrik mektubu döşenmesi olaya tuz biber ekiyor. 1990'da kurulan ve Afganistan'da da görev alan Özel Kuvvetler'in başındaki bu subay, ‘‘Olağanüstü, cesaret yüklü bir konuşma. İnanın bu sözleriniz halkın hissiyatını yansıtıyor’’ diye övgüler yolluyor Hohmann'a. Bunun üzerine Savunma Bakanı Peter Struck derhal harekete geçerek komutanı görevden alıyor ve üstüne üstlük ‘‘ahmak ve bunak’’ diye de hakaret sallıyor.
Onuruyla oynandığını düşünen Tuğgeneral Günzel gazetelere konuşmaya başlıyor: ‘‘Memlekette tavuk hırsızları gününü gün ediyor, koskoca generale kendini savunma hakkı verilmiyor. Hem de bunak diye hakaret ediliyor.’’ Günzel, sorgusuz sualsiz görevden alındığı için hükümeti dava edeceğini söylüyor. Günzel, mektubu gönderdiği için asla pişman olmadığını, çünkü Hohmann'ın Yahudileri incitmek istemediğini belirterek ‘‘Artık normale dönmenin zamanı geldiğini söylemeye çalıştı’’ diyor.
Bu arada giderek artan tepkiler nedeniyle milletvekili Hohmann konuşmasından ötürü özür diliyor ama, nafile. Partisi CDU baskılar nedeniyle Hohmann'ı ihraç aşamasına geliyor. Bu yüzden parti il örgütleri karışıyor. Hohmann'a destek veren kimi üyeler partiden ayrılırken, Hohmann'ı destekleyenlere tehdit telefonları gelmeye başlıyor.
Ve bütün bunlar, 100 kadar Yahudi'nin öldürülüp ev ve iş yerlerinin yakıldığı, Kristallnacht diye anılan 9 Kasım 1938'in yıldönümünde yaşanıyor. Almanlar her yıl olduğu gibi Kristallnacht'ı anarken, İsrail, Almanya'da Yahudi düşmanlığının tırmandığını düşünüyor.
İsrail'in Berlin'deki Büyükelçisi Şimon Stein ‘‘Bugün artık insanlar, 15 yıl önce asla tolerans gösterilmeyen şeyleri hoşgörüyle karşılamaya hazırlar’’ diyor.
BÖYLE GİDERSE İNŞAAT YAPAMAYIZ
Siyaset sahnesinde bunlar olup biterken, Berlin'de inşasına başlanan 22 milyon dolarlık soykırım anıtı, Nazi soykırımının kalıntıları yüzünden sekteye uğruyor. Anıta, graffitiye karşı kimyasal bir madde giydirecek olan Degussa şirketi, yan kuruluşu olan Degesch'in Yahudileri öldüren Zyklon B'yi üretmiş olması nedeniyle ihaleden çıkarılıyor. Yahudi örgütlerinin protestosu nedeniyle inşaat geçici olarak durduruluyor.
Ancak kamuoyu bu şirkete yönelik muameleyi haksız buluyor. Eski bir neslin işlediği cinayetlerden, şirketin bugünkü hissedarlarının sorumlu tutulamayacağı söyleniyor. Üstelik Degussa, Yahudi soykırım kurbanlarının ailelerine tazminat ödenmesi için 17 şirketin oluşturduğu 4.4 milyar dolarlık fonun kurucuları arasında yer alıyor. Fonun sözcüsü Wolfgang Gibowski, ‘‘Ataları 60 yıl önceki şeytani sistemin parçası olan bir şirket bugün daha ne yapabilir?’’ diye soruyor.
Bir firma yetkilisi şöyle konuşuyor: ‘‘Bu mantıkla gidersek hiçbir Alman kimya şirketi bu inşaata giremez. Çünkü doğrudan ya da dolaylı olarak hepsi de Yahudi soykırımına karışmış durumda.’’
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2003
Yerel seçimler yaklaşıyor. Tam 4 milyon kişi, yerel yönetimlerin çeşitli kademelerine seçilecek. Peki bunların kaçı kadın olacak? Gündelik yaşamın kalitesini belirleyen yerel politikaya kaç kadının eli değecek? Son yerel seçimde ortaya çıkan tablo vahim: 3216 belediye başkanının sadece 20'si kadın. Oran yüzde 0.6. Oysa Seyşel Adaları'ndan tutun da Avrupa Birliği ülkelerine kadar
dünyanın hiçbir yerinde böyle komik bir oran yok. Tabii kadınların birinci sınıf insandan sayılmadığı Arap ülkeleri hariç. Ulusal meclislerde de durum aynı. Türkiye, yüzde 4.4'lük kadın milletvekili oranıyla son sıralarda. Dünya birincisi ise yüzde 48.8 ile Ruanda. Hani şu sekiz yıl öncesine kadar Hutularla Tutsilerin birbirini kestiği Ruanda. Ne acıdır ki, kadınları bu düzeye getiren de o katliamların ta kendisi.
Tıp ve hukuk diploması alıyor sonra evde çocuk bakıyorlar
Geçen hafta New York Times'ın Magazine ekinde çok ilginç bir araştırma yazısı yayınlandı. Lisa Berkin imzalı bu yazıya göre, ABD'de sosyal ve siyasal alanda yer edinmek için onca mücadele veren kadınlar tam da bu mücadelenin meyvelerini toplama çağına girmişken, ansızın havlu atmaya başlamışlardı. Harvard ve Columbia'dan hukuk diploması alan genç kadınlar artık iş dünyası ya da siyasette yükselmek yerine varlıklı bir koca bulup bol çocuk sahibi olma eğilimine girmişti. Yazar Lisa Berkin'in konuştuğu kadınların pek çoğu aynı dünya görüşünü dile getiriyordu: ‘‘Güçlü ve ünlü olmak, dünyayı fethetmek istemiyorum. Kariyer başarısı, gerçek bir başarı değil. Ben anne olmak istiyorum.’’
Beyaz Saray'a kadın başkan seçilmesi için yürütülen projenin başındaki Marie Wilson da, Amerikalı kadınların son 40 yıldır iş ve siyaset dünyasına girmek için büyük mücadele verdiklerini, ancak bu eğilimin ansızın durduğunu anlatıyor. ‘‘Ülkedeki şirketlerin yarısını kadınların yönetmesini bekliyorduk. Ama olmadı’’ diyor.
Bu yıl Berkeley Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan kadınların oranı yüzde 63; Harvard Hukuk'tan mezun olanların yüzde 46'sı, Columbia'dan mezun olanların ise yüzde 51'i kadın. ABD çapında tıp fakültelerini bitiren öğrencilerin yüzde 47'si de kadın.
Ancak onca hukuk diplomasına karşın hukuk bürolarına ortak olan kadınların oranı sadece yüzde 16. Şirketlerin eğitim programlarına katılan kadın ve erkeklerin yarı yarıya olmasına karşın, şirketlerde üst düzey kadın yönetici oranı da yüzde 16. Ayrıca Fortune'un en büyük 500 şirket listesinde de sadece sekiz kuruluşun kadın CEO'su bulunuyor. Siyasete gelince; Temsilciler Meclisi'nin 435 üyesi arasında topu topu 62 kadın bulunuyor ve 100 sandalyeli Senato'da da kadın sayısı 14.
Uzmanlara göre bu yeni eğilimin bir nedeni, bazı kadınların gerçekten ‘‘dünyayı yönetmek istememesi.’’ Ama diğer bir önemli neden de, kadınlara bir yandan kariyer yaparken, diğer yandan çocuk sahibi olma imkanının tanınmaması.
AB'DE 5 BELEDİYE BAŞKANINDAN BİRİ TÜRKİYE'DE 1000 BAŞKANDAN 6'SI KADIN
Birçok ülkede kadınların yerel yönetimdeki temsil oranı, ulusal parlamentolardakinden daha yüksek. Böylece kent yaşamı, kadınların ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde düzenlenebiliyor. Yerel yönetimler aile içi şiddete el atabiliyor, kadın sığınma evleri kuruluyor. Türkiye'de ise kadın belediye başkanlarının oranı sadece yüzde 0.6.
Orta Amerika ülkelerinde kadın belediye başkanlarının oranı hayli yüksek. Kosta Rika'da yüzde 12, Honduras'ta yüzde 9, Nikaragua'da ise yüzde 7.
Avrupa Birliği ülkelerinde seçilmiş her beş yerel yöneticiden biri kadın.
Kadınların belediye meclislerindeki temsil oranı: İsveç'te yüzde 41, Finlandiya'da yüzde 30, Danimarka'da yüzde 28, Almanya ve Hollanda'da yüzde 23, İtalya'da yüzde 22, Belçika'da yüzde 20. Türkiye'de ise sadece 1.6.
Seyşel Adaları'nda kadın yerel meclis üyelerinin oranı yüzde 54.
Fransa'da 2001 yerel seçimlerinde kadınlar 3500 nüfustan büyük kentlerde temsil oranlarını yüzde 26'dan yüzde 47'ye yükseltti. Ancak Fransa'da cinsiyet kotası uygulanıyor. Ulusal ve yerel seçimlerin bütün aday listelerinde kadınlarla erkeklerin sayısı eşit olmak zorunda.
İngiltere, İsveç, Norveç, Arjantin, Belçika gibi ülkelerde ise aday listelerinde kadın kotasını zorunlu kılan bir hüküm yok. Ancak bazı partiler kendi yönetmelikleri uyarınca kota uyguluyor.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2003
Ceza yasasında kadınlarla ilgili hükümlerin tartışıldığı tek ülke Türkiye değil. Türkiye'den şöyle doğu cihetine doğru ilerleyin, Lübnan'dan Malezya'ya, birçok ülkede yeni ceza kanunu tasarıları gündemde. Hemen tamamında tartışmalar kadının ırzı ve başkalarının namusunda odaklanıyor. Bu tasarıların hiçbirinde kadın bedeni üzerindeki toplumsal tasarruf ortadan kaldırılmıyor. Tek bir Doğulu, ya da gelişmekte olan ülke çıksın da kadının bedenini ve onurunu bireyin ta kendisine terk etsin. Yok. Nasıl bir ortak evrensel kültürdür ki bu, tecavüzde kadın-kız, evli-bekar ayrımı tıpatıp aynı. İşte Türkiye tam bu noktada yol ayrımında. Yeni TCK ya kadının bedenini kadına teslim edecek, ya da tecavüzcüyü kurbanla evlendirerek suçluyu aklayıp, mağduru cezalandıranların liginde kalacak.
Kadına ayrımcı davranan birtakım Asya ve Afrika ülkeleriyle aramızdaki benzerlik yeterince kötü bir haber ama, daha kötüsü de var. Bu ülkelerin meclislerindeki kadınlarla, TBMM'nin kadınları arasındaki pozisyon farkı.
Bizimkiler düzen yanlısı, onlar ise asi.
Onaylanacak bir ceza olmasa da, en azından Hint parlamentosunun kadınları tecavüzcülere idam cezası verilmesini istiyor. Kadınlar örfü adeti filan takmadan diş bilemesini biliyor. Ancak hukukçular idama karşı. Çünkü tecavüz eden erkeğin ölüm korkusuyla, ardında iz bırakmamak için kurbanını öldüreceğini düşünüyorlar.
Malezya meclisinin kadınları, mensup oldukları partilerin siyasi görüş ayrılıklarını bir yana bırakmış, ceza yasasındaki cinsel suçların tarifi geleneklerin boyunduruğu altında kalmasın diye el ele mücadele ediyorlar. Yeni tasarılarda cinsiyet ayrımcılığı yapan hükümlere topluca karşı çıkıyorlar.
Bizim Devlet Bakanı Güldal Akşit ise ne diyor?
‘‘TCK tasarısında hedefimiz kadınları yüzde yüz tatmin edecek yasalar çıkarmak değil. Önemli olan toplumun hassasiyetlerini önemseyecek yasalar çıkartmaktır. Arzu ediyoruz ki hem AB standartlarına uygun olsun, hem de kadının her türlü hakkını korusun ama, ayakları da yere bassın.’’
Neden bireyin onuru ve bedeni söz konusuyken, toplumun hassasiyeti gözetiliyor? Toplumu bireyin bedeni üzerinde tasarruf sahibi kılarak AB standartlarına ulaşmak mümkün olabilir mi?
Bizde de kışkırtıcılar var, onlarda da.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in Danışmanı Prof.Doğan Soyaslan, evlenme kaydıyla tecavüzcünün ceza almaması konusunda ne diyor?
‘‘Kimse bakire olmayan biriyle evlenmek istemez. Tecavüze uğramış kadın olsam tecavüzcüyle evlenirdim, insan zamanla alışır...’’
Malezya'daki İslami Parti'nin Lideri Nik Abdülaziz ise şöyle konuşuyor:
‘‘Eğer kadınlar tecavüze uğramak istemiyorsa parfüm ve ruj sürünmesinler. Türban takan kadınlar bile daha çekici göründükleri takdirde erkekleri tahrik edebilirler. Ruj ve parfümü bırakınca tecavüzden de kurtulurlar.’’
Yani tecavüzün esas sorumlusu, erkekleri tahrik ettikleri için kadınlar oluyor. Tecavüz, erkeklerin başvurduğu bir güç gösterisi ve şiddet biçimi olmaktan çıkıyor.
Malezya'daki yeni ceza kanunu tasarısı, erkekleri kollayacak her türlü önlem alındıktan sonra tecavüz cezasının 20 yıldan 30 yıla çıkarılmasını öngörüyor. Mevcut yasa, 50 yaş altı tecavüzcülere hapsin yanı sıra kırbaç cezası veriyor. Yeni tasarı ise ‘‘50 yaşından sonra tecavüz edebiliyorsa, kırbaca da dayanır’’ diyerek 50 yaşın üstüne de bu cezayı getiriyor.
KADINLARIN RIZASI VE EVLİLİK İÇİ TECAVÜZ
Malum, yeni TCK tasarısında evlilik içi tecavüz suç sayılmıyor. Kadın baskı gruplarının değiştirmeye çalıştığı önemli hükümlerden biri bu. Uganda'da da kocanın tecavüzü suç değil. Ve bu ülkede tecavüz kadının ruhunu ve bedenini örselemekle kalmıyor, hayatını da tehdit ediyor. Evlilik içi tecavüz suç sayılmadığı için AIDS'in önü alınamıyor. Devlet, kadını aile içindeki şiddetten koruyamadığı sürece onlar AIDS'li kocalarından HIV kapmaya devam edecekler.
Bizim tasarıda itirazla karşılanan ‘‘Küçüklerin rızasıyla tecavüz’’ kaydı var ya, Uganda'da da öyle. Yalnız cezası biraz daha ağır; idam. Uganda'da 18 yaşın altındakilere tecavüz edenlere ölüm cezası veriliyor. Ancak yeni tasarıda bu ceza müebbete çevriliyor. Böylece tecavüz bildirimleri artar diye düşünülüyor.
Hintliler de yeni tasarıda, kadının rızasını çok önemsiyor. 16 yaş altındakiler, rızaları olmadan kocaları tarafından birleşmeye zorlandığı takdirde bu eylem tecavüz sayılıyor. Ancak bu yaşın üstündeki evli kadınlar tecavüze uğrarsa suç değil. Ayrıca herhangi bir aletle işlenmiş tecavüz suçu da, fiili gerçekleştiren erkeği sorumlu tutmuyor. Tasarıdaki tarife göre tecavüzün tek sorumlusu cinsel organ. Malezya'daki yeni tasarıda da sadece cinsel organla tecavüz etmek suç sayılıyor.
Bu noktada bizim tasarı biraz daha ileri. Çünkü copla tecavüze 10 yıla kadar hapis öngörülüyor. Cinsel organ dışında çeşitli araçlarla tecavüzün de kadınlarda hayat boyu izi silinmeyecek travmalara yol açtığı biliniyor.
Ah bir de Lübnan örneği var ki, yeni tasarının zihniyeti bize pek aşina. Kadınların infiali de aynı boyutta tabii.
Mevcut yasada, bizdeki gibi ‘‘evlenme vaadiyle kızlık bozma’’ var. Mahkemede suçun kanıtlanması için evlenme vaadinin de belgesi isteniyor. Yeni tasarı ise suçu aynen koruyor, yalnız belge zorunluluğunu kaldırıyor. Yani bakirelik halen sosyal bir değer olarak görülüyor.
Artık evrensel hukukta çağdışı sayılan, namus cinayetlerinde ağır tahrikten ceza indirimi aynen korunuyor. Ve çok çağdaş (!) bir eşitlik duygusuyla, uygulamayı toptan kaldırmak yerine kadına da aynı hak getiriliyor.
Evlilik içi tecavüz kavramı var ama, evlere şenlik. Eşine tecavüz eden erkek 1-3 ay hapis yattıktan sonra evine dönebiliyor. Yabancı bir kadına tecavüz etmekle eşe tecavüz farklı şeylermiş gibi. Yine yeni tasarıda, tecavüzcü mağdurla evlenmek suretiyle cezadan yakayı sıyırıyor. Lübnan'ın Doğan Soyaslan'ları da ‘‘Zamanla alışılır’’ diye düşünüyor herhalde.
Ancak bir de ikinci seçenek mevcut. Kadınlara karşı işlenen cinsel suçlarda örf edebini bir kenara bırakın. Zamanla alışırsınız.
Evlilik içi tecavüzün tecavüz olduğu çok geç kabul gördü
TECAVÜZÜN, bir insanlık suçu sayıldığı evrensel hukuka göre tanımında mağdurun medeni durumu, yaşı ve edep töreleri kesinlikle yer almıyor. Tecavüz, kaba kuvvete veya tehdide başvurmak yoluyla veya mağdurun bilincinin yerinde olmadığı ve zihinsel nedenlerle rıza gösterecek durumda olmadığı hallerde cebren cinsel birleşmede bulunmak. Hepsi bu.
Ancak bu tanım çok yakın geçmişe kadar birçok Batılı ülkede bile evlilik içi tecavüzü kapsamıyordu. ABD'nin 50 eyaletinde evlilik içi tecavüz 10 yıldan beri suç sayılıyor. Tecavüzlerin yüzde 25'i kocalardan kaynaklanıyor. Ve sanıldığının aksine kocanın tecavüzü, bir yabancının tecavüzüne göre daha katlanılabilir bir durum değil. Araştırmacılara göre evlilik içi tecavüz kadınların ruhunda kalıcı izler bırakıyor.
Avrupa Birliği'ne gelince; evlilik içi tecavüz bazı ülkelerde halen suç sayılmıyor. Bu ülkelerden biri de Yunanistan.
İngiltere ve İrlanda'da 18'inci yüzyıldan kalma kanun hükmü ancak 1990 yılında değiştirilebildi. Başyargıç Sir Matthew Hale'in 250 yıl önce hazırladığı Medeni Kanun'a göre kadın evlenme sözleşmesi yaparken bedeninin kullanım haklarını kocaya devrediyordu. Bu nedenle de kocanın eşe tecavüzü mümkün değildi. Bu eylemin suç sayılması için verilen mücadele 12 yıl sürdü ve sonunda yasalaştı. Feminist hareketin de katkılarıyla bu alanda cinsiyet ayrımcılığı kesin bir şekilde sona erdi.
Fransa'da Yüksek Mahkeme 1990 yılında mevcut yasa hükmünü iptal ederek, evlilik içi tecavüzün mümkün olduğunu kabul etti ve hemen bir yıl sonra tecavüzcü bir kocaya sekiz yıl hapis cezası verildi. Almanya'da da 25 yıllık bir tartışmadan sonra 1995 yılında evlilik içi tecavüz suç sayıldı. AB ülkelerinden Belçika, Danimarka, İsveç'te suç sayılıyor.
Bu suçun yasaya girdiği diğer ülkeler şöyle: Avustralya, Kanada, Çin, Kosta Rika, İsrail, Japonya, Norveç, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Rusya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti. Türkiye dahil birçok ülkede ise İngiliz yargıç Sir Matthew Hale'in 250 yıllık zihniyeti yaşamaya devam ediyor.
TCK'daki tartışmalı maddeler
MECLİS Adalet Alt Komisyonu'nda tartışılan Türk Ceza Kanunu Tasarısı'nda cinsiyet ayrımcılığı yapılan hükümler var. Kadın Çalışma Grubu'nun raporuna göre yeni tasarı kadının bedenini topluma ait sayıyor. Çünkü bireye karşı işlenen suçlar, edep törelerine göre işlenen suçlar başlığı altında yer alıyor. Tasarıda, cinsel suçlarda mağdur olarak birey değil, aile ve toplum esas alınıyor.
Tecavüzde evlilik yolu ile cezadan kurtulma mümkün.
Evlilikte zorla ilişki tecavüz değil.
Tecavüz suçlarında bekaretin kaybı ağırlaştırıcı sebep. Evli, bekar ve bakire ayrımı yapılan tasarı eşitlik ilkesini zedeliyor.
Çocuklara karşı işlenen cinsel suçlarda ‘‘çocuğun rızası ile ırza tasaddi’’ yaklaşımıyla çocukların rızası olabileceği kabul ediliyor. Oysa, çocuğun rızası olabileceği düşünülemez.
Mevcut yasadaki yaklaşım korunarak, namus cinayetlerine engelleyici hüküm getirilmiyor. Ceza indirimi yoluyla cinayetlere kısmen meşruluk kazandırılıyor. Oysa, bu cinayetlerin de nitelikli adam öldürme maddesine alınması gerekiyor.
Irz gibi soyut bir kavram esas alınarak, cinsel ayırımcılığa dayalı bir ceza yaklaşımı korunuyor.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2003
Türkiye'de kaç bin ya da milyon kişi akıllı binalarda çalışıyor bilmiyorum. Ancak sözde akıllı geçinen bu binalarda günün tamamını geçiren insanların sürekli zehir soluduğu artık global bir gerçek. ABD'deki uzmanlar, Hasta Bina Sendromu'nu çok önemli bir çevre sorunu olarak görüyor. Çünkü sımsıkı kapalı binaların içindeki hava, dışarıdakinden kesinlikle daha kirli ve birçok hastalığın da müsebbibi; sinüzit, solunum yolu enfeksiyonu, alerji, astım, sinir sistemi bozukluğu ve hatta kansere kadar.
Hasta bina dediklerine bakmayın, hepsi turp gibi. Esas hasta olan insanlar. Ama adı böyle konmuş; Hasta Bina Sendromu (sick building syndrome).
Doğru, tabir yeni değil.
ABD'de 1970'lerde yaşanan enerji krizinden sonra, elektriğin kısıtlı kullanımı zorunlu hale gelince bu sımsıkı binalar icat edilmiş. Yani taze havayı içeri sızdırmayan, pencereleri açılmayan binalar. Ayrıca çok daha ucuz sentetik yapı malzemeleri ve mobilyalar da, çelik kasa gibi binaların içinde yeni kimyasal tuzaklar oluşturmuş. 1980'lerde yapılan ölçümlerde binaların içinde sıkışıp kalmış bol miktarda karbonmonoksit, böcek ilacı içeren gazlar ve ‘benzen’ gibi kansere yol açan kimyasal gazlar tespit edilmiş. Hem de dışarıdaki havanın iki - beş katı oranlarda.
ABD'de bugün yapılan tespitlere göre her hafta 35-60 milyon çalışan, işyeriyle bağlantılı hastalık semptomları gösteriyor. Son 20 yıldır ortaya çıkan bütün veriler içerideki havanın dışarıdakinden daha kirli olduğunu gösteriyor ve insanlar zamanlarının yüzde 90'ını o iç mekanlarda geçiriyor.
Stanford Üniversitesi'nden çevre mühendisi Wayne Ott ‘‘İç mekanlardaki hava kirliliği, en fazla endişe uyandırması gereken çevre sorunlarından biri’’ diyor. Gerçekten de bugün bütün dünyayı etkisi altına alan çevre bilinci, kapalı ortamları içermiyor. Çevre sağlığı uğruna hükümetler fon ayırırken, kimse binaların içini temizlemek için zırnık harcamıyor.
Binalarda sigarayı yasaklamakla iş bitmiyor. Bu kozmetik önlemle savuşturulan sigara dumanı, binaların içinde tespit edilen karbonmonoksidin, yani kabaca egzoz gazının ve diğer kimyasalların yanında hiç kalıyor.
Kapalı ortamda kirli hava soluyunca bakın neler oluyor: Solunum yolları enfeksiyonları, astım, alerji nöbetleri, deri, göz, burun ve boğazda tahriş, şiddetli baş ağrısı ve yorgunluk, merkezi sinir sisteminde hasar ve kanser. Uzmanlara göre dışarıdaki hava kirliliğinde kaynakları görmek mümkün. Oysa iç mekandaki havayı etkileyen milyonlarca bireysel kaynak var. İnsanların giysilerinden, duvar ve halılardan, temizlik maddelerinden havaya karışan kimyasallar, bakteriler, maytlar ve kurşun.
ABD'deki temiz hava standartları, bir binaya dışarıdan giren taze hava miktarının bir dakika içinde kişi başına 15-20 metreküp olmasını öngörüyor. Ancak yapılan ölçümlere göre hiç kimse bu standardı ciddiye almıyor.
BEDELİ 2.5 MİLYAR DOLAR
ABD'deki sigorta şirketleri geçtiğimiz yıl Hasta Bina Sendromu bağlantılı hastalıklar için 2.5 milyar dolar ödemişler. Dışarıdaki hava kirliliğinden kaynaklanan hastalıklar için ödenen meblağı kat kat aşmış.
İşverenlerin, havayı temizlemek için harcama yapmanın ileride tasarruf sağlayacağına ikna edilmesi gerekiyor. Ama bu kolay bir iş değil. Şirketlerin çoğu, masraf kapısı açacak diye sorunu teşhis etmekten korkuyor. Oysa işverenler, bina içindeki çevre koşullarını iyileştirdiği takdirde, çalışanların sağlık harcamalarının azalması ve verimlilik artışıyla bir yılda 7 milyar dolar tasarruf sağlanması mümkün.
İç mekanlardaki hava kirliliği insanlar üzerinde farklı etkiler gösteriyor ve bazıları da zehir solumaktan etkilenmiyor. Çok değişik bileşenler mevcut. Örneğin baş ağrısı gibi semptomların birden fazla kaynağı bulunabiliyor.
Astım ve alerji uzmanı Dr. Robyn Levy'ye göre, bağışıklık sistemi zayıf, kalp ve akciğer hastalığı olan kişiler binadaki hava kirliliğinden daha fazla etkileniyor. Hasta Bina Sendromu görülen onlarca hastayı tedavi ettiğini söyleyen Dr.Levy, binadaki hava ile hastalık arasındaki bağın kesin olmadığını savunanlara şöyle karşılık veriyor: ‘‘Bir bina, masumiyeti ispat edilinceye kadar suçludur.’’
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2003
Irak'tan Amerika'ya ulaşan kara haberlerin bütün medyaya hakim olmasına içerleyen işgüzar bir yarbay, pembe haberler yaymak isteyince işleri daha da berbat etti. Hazırladığı tek tip mektubu askerlere imzalatıp, küçük yerel gazetelere gönderdi. Yarbay, 173'üncü Hava İndirme Tugayı'ndandı ve görev yeri de Kerkük'tü. Şiddet yaşanmayan, nispeten sakin mizaçlı Kerkük'te halkın kendilerini nasıl kolları açık karşıladığını, orada verdikleri hizmetleri anlatıyordu mektup. Küçük bir haber ajansı hileyi ortaya çıkarınca, kara haberci medyaya yeni bir konu daha çıkmış oldu.
CNN International'ın ünlü muhabiri Christiane Amanpour geçenlerde şöyle bir itirafta bulundu: ‘‘Sanırım bütün medya gibi, benim kanalım da belirli ölçüde yönetimin ve Fox News'taki askerlerinin yarattığı korku iklimi ve otosansürün etkisinde kaldı. Savaşın Amerikan yüzünü yansıttık. Yeterince soru sormadık.’’
Amanpour'un kastettiği, Irak savaşının ilk günlerinde medyanın taraflı yayın politikasıydı.
Fox News'tan gelen yanıt ise şöyle oldu: ‘‘El Kaide'nin sözcüsü olmaktansa, Bush'un askeri olarak görülmeyi tercih ederiz.’’ Buradaki sözcü ‘‘spokeswoman’’ şeklinde ifade ediliyor, yani Amanpour kastediliyor.
Gerçekten de son dönemlerde Amerikan medyasında, savaşın ilk günlerindeki havadan eser yok. Irak'ta işgal nedeni olan kitle imha silahlarının bir türlü bulunamayışı, asker zayiatı, savaşın maliyeti ve yönetimin operasyonu sürdürebilmek için 87 milyar dolar daha talep etmesi enine boyuna işleniyor. Bush'un kişiliği eleştiriliyor.
New York Times'tan Paul Krugman, bugüne kadar hiçbir yönetimin bir başkanı böylesine kahramanlık mertebesine yükseltmediğini belirterek şöyle yazıyor:
‘‘O kadar ileri gidiyorlar ki, Bush'u Rushmore Dağı'ndaki başkan büstleriyle aynı hizaya yerleştiriyor, pilot giysileri içinde uçak gemisine indiriyorlar. Bu durumda Bush'u eleştirenler de, o pilot kıyafetinin içindeki kişinin asla bir kahraman olmadığını, ülkesi uğruna kendini asla riske atmadığını ve fedakarlıkta bulunmadığını yazma hakkına sahip oluyor.’’
Medyadaki hava böyle olunca, seçime bir yıl kala kamuoyundaki atmosfer de giderek Bush'un aleyhine dönüyor. 23 Eylül'de USA TODAY/CNN/Gallup tarafından yapılan kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 50'si Irak'taki durumun savaşa değdiği görüşünde. Oysa bu oran geçen nisan ayında yüzde 73 düzeyindeydi.
İŞGÜZAR YARBAYIN ASKER MEKTUPLARI
İşte ABD'de böyle kara bulutlar dolaşırken, Kerkük civarından bir yarbay, başkomutanın reytingini yükseltecek bir yol buluyor. Kuzey Irak'taki 173'üncü Hava İndirme Tugayı'na bağlı bir bölüğün komutanı olan Yarbay Dominic Caraccilo oturup beş paragraflık bir mektup döşeniyor:
‘‘Kerkük, bir milyon nüfusu olan sıcak ve tozlu bir şehir. Kent halkının büyük çoğunluğu bizi kolları açık karşıladı. Aradan beş ay geçtiği halde devriyeye çıktığımız zaman, 43 derece sıcakta evlerinden koşarak çıkıp bize el sallıyorlar. Çocuklar gülerek koşuyor, elimizi sıkıyor, o bozuk İngilizceleri'yle ‘Thank you, Mister' diyorlar. Artık sokaklarda moloz yok. İnsanlar dükkanlarda, marketlerde, çocuklar okullara döndü. Yaptığımız işle gurur duyuyoruz.’’
Aslında yazılanlar yalan değil. Çünkü Kürtlerin çoğunlukta olduğu Kerkük’te gerçekten ABD askerlerine yönelik bir düşmanlık söz konusu değil. Ancak birbirinin tıpatıp aynısı olan mektupların altında imzası bulunan askerlerin, o mektubu yazan kişiler olmaması sorun yaratıyor. Yarbayın, müfreze çavuşu aracılığıyla askerlere dağıtıp imza aldıktan sonra, o askerlerin yaşadığı kasabalardaki gazetelere yolladığı mektup, bu küçük yayın organları tarafından basılıyor. Hatta Boston Globe da, Adam Connell imzasıyla gelen şablon mektubu yayınlıyor.
Sonra Gannett adlı haber ajansı ülke çapında 11 gazetede, farklı imzalarla yayımlanan mektupların birbirinin kopyası olduğunu ortaya çıkarıyor. USA Today, bu haberi kullanınca olay bütün dünyaya yayılıyor. ABC News ise mektubun kaynağı olan kişiyi, Yarbay Caraccilo'yu buluyor. Yarbay kendini şöyle savunuyor:
‘‘Bütün medyanın asker zayiatı ve terör eylemlerine odaklandığı bir ortamda, Kerkük'te yaptığımız başarılı işleri ve iyi haberleri de Amerikan kamuoyuyla paylaşmamızın aynı şekilde önemli olduğunu düşündüm. Cesur askerlerimiz mektupları kendi rızalarıyla imzaladılar.’’
Ancak Boston Globe, yarbay kadar sempatik bir yaklaşım içinde değil. Gazetenin bir editörü ‘‘Büyük bir düş kırıklığı içindeyiz. Okurlarımız, gazetelerinde yayımlanan bir mektubun orijinal olmasını bekleme hakkına sahiptir’’ diyor.
ORDU ETİĞİNE AYKIRI
Gannett ajansının telefonla ulaştığı altı asker, mektubu gönüllü olarak imzaladığını, biri kesinlikle imza atmadığını, bir diğeri ise mektuptan haberi bile olmadığını, yerel gazeteyi okuyan babasından ‘‘Oğlum ne güzel yazmışsın’’ diye kutlama telefonu alınca durumdan haberdar olduğunu söylüyor.
Kerkük'ten gelen haberlerin içinde yalan dolan olmamakla birlikte, bir subayın kamuoyunu etkilemek amacıyla mektuplu propagandaya başvurması ordu etiğine aykırı bulunuyor. CNN International'ın uluslararası muhabiri David Clinch, yarbayın çizgiyi aştığını belirterek şöyle diyor: ‘‘ABD ve o komutan adına talihsiz bir vaka. Şimdi artık bir gazetede asker mektubu görünce, kimse buna inanmamızı beklemesin. Mektupları imzalayan askerler küçük düşürülmüştür. Ortada iyi bir haber varsa, bunu kendi ifadeleriyle dile getirmek onların hakkıdır. Ve kötü haber vermek de haklarıdır. Onlara her iki şansı da vermemiz gerekir.’’
Yazının Devamını Oku