31 Mayıs 2003
Fizikçilerin çözemediği bir sır var. Paris yakınlarındaki Sevr'de bir kasada kilitli duran standart kilogram örneği, bir yıl içinde gramın milyonda biri oranında kütle kaybına uğruyor. Le grand K (Büyük K) denilen, iridyum-platin silindir ağırlığın neden hafiflediği bir türlü anlaşılamıyor. Türkiye dahil 51 ülkenin, bir kiloyu tanımlamak için esas aldığı bu ilk örneğin, aynı dönemde yapılmış kopyaları var. Ancak bu kopyalarla Sevr'deki ilk örneğin tartısı birbirini tutmuyor. Oysa uluslararası ticarette, bütün diğer ağırlık ölçülerine karşı bu standart ağırlık temel alınıyor. Yani durum çok hassas. Şimdi silindirin başka bir örnekle değiştirilmesi gündemde. Ama neyle? Bu konuda Almanya, İtalya, Japonya, ABD, Fransa ve İsviçre'deki fizikçiler arasında gizli bir savaş hüküm sürüyor.
ALMANLAR, Fransızların standart kilogramı temizlerken biraz fazla ovaladığından şüpheleniyor.
Bu tabii ki bir espri. Le grande K'daki kilo kaybının sırrı bir türlü çözülemediği için, işi şakaya vurmaktan başka çare kalmamış. Kütlesi sürekli değişen bir standart kütleye sahip olmak, aslında fizikçileri son derece mutsuz ediyor.
Bunun sırrını çözememek de ayrı bir mutsuzluk kaynağı. Aynı dönemde yapılan, aynı ısı ve nem koşullarında saklanan kopyaları 100 yıl önceki kütlesinde duruyor. Ama, Sevr'deki le grande K, kopyalarıyla yapılan ölçümlerde gramın milyonda biri oranında daha hafif çıkıyor.
Bu standart örnek, 1789'daki Fransız Devrimi'nin ürünü. O dönemde kullanılan sayısız ağırlık ve ölçü birimini tek çatı altında toplamak amacıyla metrik sistemin temelleri atılıyor. Nice yıllar sonra, 1875 yılında 17 ülke Metre Konvansiyonu'nu imzalıyor ve metrik standartları kabul ediyor.
Bugün, Uluslararası Birimler Sistemi'ne imza koymuş, Türkiye dahil 51 ülke var. Uzunlukta metre, kütlede kilogram, zamanda saniye, elektrik akımında amper, termometrede kelvin temel birim kabul ediliyor.
Gerçi ABD ve İngiltere'de gündelik hayatta foot, pound ve galon gibi ölçüler kullanılıyor ama, bilimsel alanda ve uluslararası ticarette metrik sistem iyice kök salıyor.
Aradan geçen yıllar içinde, kilogram hariç bütün temel birimler, insan eliyle değiştirilemeyecek fiziksel bir tanımlamaya kavuşuyor.
Örneğin standart zaman birimi olan saniye, sezyum-133 atomlarının yaydığı bir tip radyasyonun belirli sayıdaki titreşimleriyle tanımlanıyor. Uzunluk standardı olan metre ise ışığın, saniyenin belirli bir diliminde oluşan boşlukta aldığı yolun uzunluğu ile tanımlanıyor.
TEMEL BİRİMLERİN YETİMİ
Kilogram ise böyle doğal bir süreç içinde sabitlenemediği için temel birimler ailesinin yetim çocuğu olarak görülüyor. Bir tek kilogram ölçüsü bir nesneye bağlı kalıyor. O nesne de işte le grand K.
Paris yakınlarındaki Sevr'de, Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu'ndaki bir kasada saklanan yüzde 90'ı platin, yüzde 10'u iridyumdan yapılmış bu silindire sadece üç kişinin ulaşma imkánı var. Kasanın anahtarı o üç kişide bulunuyor. Yılda bir kez kasayı açıp, kilonun orada durup durmadığına bakıyorlar.
Temel kilogram örneği, 1879 yılında Londralı altın ustası Johnson Matthey tarafından kalıba dökülüp cilalandıktan sonra Paris'e götürülüyor. Bu ilk örneğin 30 kopyası da diğer devletlere dağıtılıyor. Geçtiğimiz yüzyıl içinde sadece iki kez, 1950 ve 1992 yıllarında, diğer kopyalar Sevr'e götürülüyor. Farklı atmosfer koşullarıyla temas etmemesi için çok sıkı koruma altında taşınan ‘bir kilo’lar tartılıyor.
Sonuç hazin: Temel kilo ağırlığının, diğerlerine göre kütlesinden kaybettiği anlaşılıyor. Acaba, oksijen atomlarının metalden kaçması yüzünden mi hafiflemiş? Yoksa kopyalar, orijinalinden farklı mı imal edilmiş? Ya da kopyalar havadan fazla atom mu kapmışlar? Kesin yanıtı kimse bilemiyor.
NİCELİK HESABI
Tabii biz manavdan domates alırken Sevr'deki bir kilonun sabit kütlede durup durmadığı o kadar da önemli değil. Ancak tonlarca buğday alım-satımı söz konusu olduğunda, standart ağırlıktaki aksaklık yüzünden uluslararası ticarete gölge düşüyor. Dünyada her yıl on milyarlarca dolarlık mal tartılıp satılıyor. Bu nedenle, kilo başına 50 mikrogramlık sapma yüz binlerce dolara mal olabilir.
Kilogramı temel fiziksel bir niceliğe kavuşturmak amacıyla birçok ülkede çalışmalar yapılıyor. Bunlar iki temel gruba ayrılıyor. Kilogram içindeki atom sayısını hesaplamak ya da kilogram kütlesini yerçekimine karşı dengeleyen elektromanyetik kuvveti bulmak.
ATOMLARI MI SAYMALI
ABD'deki Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü, kilogramı, voltaj, direnç ve elektromanyetik ölçüm temelinde tanımlamak için çalışıyor. İngiltere, Fransa ve İsviçre de aynı yolda. Bu çalışmalar Watt terazisi adı verilen bir aletle yapılıyor. Ancak bu terazi, çalışanların nefes alıp vermesinden bile etkileniyor.
Almanya, İtalya, Japonya, Avustralya ve Belçika'daki laboratuvarlar ise kilogramı, silikon bir kürede sabitlemek için uğraşıyorlar. Çünkü silikonun atomlarını hesaplamak çok daha kesin sonuç veriyor. Ancak bu çalışmaların hiçbiri kesin sonuç vermiyor. Çünkü deneysel ortamdaki en ufak bir kirlilik, en küçük titreşim, ya da hava koşullarındaki değişim gibi dış etkenler sonuçları bozabiliyor. Neticede farklı laboratuvarlarda yapılan silikon kürelerin özgül ağırlıkları farklı çıkıyor.
Kısacası, Sevr'deki o ağırlık günün birinde gidecek, yerine yenisi gelecek. Fizikçiler, 1 kilonun içindeki atom sayısını bir bulabilseler.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2003
GEÇEN hafta bir akşam vakti, bizim servisteki Hüseyin'den geldi mail. Okurken geniş geniş gülümsedim. Keyifli bir mesajdı. Şöyle diyordu: Kadınlar hakkındaki gerçekler!!!!!
Vitrin mankenlerinin gerçek kadınlar olması durumunda, çocuk sahibi olamayacak zayıflıkta olacaklarını biliyor muydunuz?
Dünya üzerinde süper model gibi gözükmeyen 4 milyar kadın bulunuyor. (Burada bir hata var. 3 milyar kadın olması gerekiyor. Çünkü nüfusumuz henüz 4 milyarı bulmadı).
Marilyn Monroe'nun bedeni 42 idi.
Barbie gerçek bir kadın olsaydı, dört ayak üzerinde emeklemesi gerekirdi. Onun oranlarına sahip bir kadının ayakta durması bilimsel olarak mümkün değil.
Ortalama kadının kilosu 66. Dergilerdeki mankenler rötuşlu. Yani kendileri de mükemmel değil. 1995'te yapılan bir araştırmaya göre kadınların yüzde 70'i, bir kadın dergisine üç dakika baktıktan sonra kendini depresif ve suçlu hissediyor.
20 yıl önce modeller, ortalama kadından yüzde 8 oranında daha zayıftılar. Bugün yüzde 23 oranında daha zayıflar.
Bir İngilizce hocası tahtaya şu sözleri yazıp, öğrencilerinden gerekli noktalama işaretlerini yerleştirmelerini istemiş: ‘‘Woman without her man is nothing’’. Sonuçta noktalama işaretleri şöyle çıkmış:
Erkekler: ‘‘Woman, without her man, is nothing.' (Kadın, erkeksiz hiçbir şeydir).
Kızlar: ‘‘Woman! Without her, man is nothing.' (Kadın! Erkek, onsuz hiçbir şeydir).
‘Women's History Month' kutlaması amacıyla bu maili beş harika kadına yolla. Bunu yaparsan iyi bir şey olacak. Bir kadının gülümsemesine yardımcı olacaksın.’’
Demek ki bu hayırsever, bu melek ruhlu insan olmasa bizim güleceğimiz yokmuş. Maili alır almaz ilk iş (gülümseme faslı sona erdikten sonra), şu kutlamakta olduğumuz Kadınlar Tarihi Ayı'nın ne olduğunu araştırdım. Buldum. 8 Mart Kadınlar Günü'nü de içeren mart ayı boyunca ABD'de kutlanıyormuş. Başında da ‘‘Ulusal’’ sözcüğü var. Yani bizi kesinlikle ilgilendirmiyor. Amerikan tarihinde iz bırakmış, ülkenin değerlerine ve ideallerine hizmet etmiş kadınların onurlandırılması içerikli bir proje. Yaşayan ve yaşamayan asker kadınlar, bilim kadınları, iş kadınları, siyasetçi kadınların, sanatçı kadınların toplum önünde yüceltilmesi hedefleniyor.
Öyle Barbie bebeklerin homo erectus olmamasını kendisine kutlama vesilesi sayacak cinsten bir konsepti yok.
Sonra, biraz daha araştırınca mailin daha mantıklı versiyonunu buldum. Güzel Kadınlar Ayı dolayısıyla yazılmış olanını. Bu daha mantıklı, çünkü Güzel Kadınlar Ayı'nın mayısta kutlandığı belirtiliyor ve şu anda mayıs ayındayız. Kadınlar Tarihi Ayı gibi güzellikle ilgisi olmayan bir bahane de ileri sürmüyor. Ancak güzel kadınlarla ilgili bir kutlama ayı var mı, orası meçhul.
Önemli bir not daha. Bir versiyona göre Marilyn Monroe 44 beden giyiyormuş.
İSLAMİ VERSİYONDAKİ İDDİA: ÇARŞAF ÖZGÜRLÜKTÜR
Aynı mailin bir de Müslüman kadınlar tarafından elden geçirilmiş hali var. İslam’ın değil, esas Batı kültürünün kadını nasıl baskı altına aldığını, İslam’ın kadınlara zulmetmediğini, tersine özgürleştirdiğini örneklemek için belge olarak kullanmışlar. Gülümsetme iddiasıyla sayılıp dökülen o argümanlar bir güzel sıralandıktan sonra kadının bir cinsel nesne olarak nasıl zulüm gördüğünü anlatıyor ve geliyorlar esas meseleye: ‘‘Kapanan kadın, özgür kadındır. Çünkü kadın sadece başını ve göğsünü örter, beynini değil.’’
Bu maile göre örtünme, kadını bir seks sembolü olmaktan kurtarıyor, özgürleştiriyor. Örtünen bir kadın, bir erkekle konuşurken, onun sadece gözlerinin içine bakılıyor, vücuduna değil. İddiaya göre erkekler, örtülü bir kadınla konuşurken daha saygılı davranıyor, kadını daha fazla ciddiye alıyormuş.
Maillerin tamamını okuduktan sonra şu karara varıyorum: Bunlara bakıp gülümsemenin lüzumu yok. Uğraşmayın şu kadınlarla.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2003
Bill Gates kesinlikte tekelci. Bush Yönetimi, Microsoft hakkındaki kartel davasını düşürdüğü için de tekelci olmaya devam edecek. Yazılım sektöründe haksız rekabet sürecek. Madalyonun bir yüzü böyle. Diğer yüzünde ise dünyadaki on milyonlarca yoksul insanı kurtarmak için servetini ortaya koyan Bill Gates var. Servetini diyorsak, gerçekten öyle. Kendi iddiasına göre, Üçüncü Dünya'daki yoksul çocuk ve kadınların önlenebilir hastalıklardan ölümüne son vermek için servetinin tam yüzde 95'ini bu yardımlara kanalize edecek. Yani bugün itibarıyla yaklaşık 45 milyar doları. Eğer sözünü tutar da, servetinin yüzde 95'ini yoksullara teslim etmiş vaziyette ölürse, insanlığa tek başına en fazla yardım eden adam unvanını kazanacak.
Kimse yanlış anlamasın. Bill Gates'in yardımseverliği konusunun, Okullarımız Yıkılmasın kampanyasıyla hiç ilgisi yok. Tamamen tesadüf. Ama, isteyen üzerine alınmakta serbest.
Microsoft'un patronu geçenlerde Amerikan PBS televizyon kanalında uzun bir söyleşi programına katıldı ve eşiyle birlikte kurduğu Bill & Melinda Gates Vakfı aracılığıyla global sağlık sorunlarına nasıl el attığını anlattı. Gates'e göre Hindistan'da bir uçak düşüp de 100 kişi öldüğü zaman bu olay bütün dünya basınında haber olurken, aynı ülkede günde 8 bin çocuğun önlenebilir hastalıklardan ölmesi tek sütunluk bir haber bile olamıyorsa burada bir yanlışlık vardı. Ve Gates'in amacı işte bu yanlışı düzeltmekti.
Çocuk felci aşı kampanyalarından AIDS araştırmalarına kadar geniş bir yelpaze içinde milyonlarını nasıl saçtığını anlattı. Dünyanın en zengin işadamı için, birkaç yıl içinde insan sağlığına yaklaşık 5 milyar dolar harcamak pek fazla sayılmayabilir ama, kese açılmış durumda.
Gates'in açıklamaları bir çeşit rapor niteliğindeydi. Çünkü geçen eylül ayında, belli bir vade içinde servetinin yüzde 95'ini tamamen global sağlık sorunlarına ayıracağını ilan etmişti. Görünen oydu ki, sözünde duruyordu.
Aslında programın amacı hayırsever işadamı portresi çizmenin yanı sıra Gates'in siyasi eğilimini de nihayet ortaya çıkarmaktı. Gates, aile planlamasını onaylayıp, vergi indirimi ve bireysel silahlanmaya hayır dediği için daha çok bir liberal olarak tanımlanıyor. Ancak çocukları ölümden kurtarmak başlı başına bir ideoloji sayılamayacağından, siyasi rengini belli etmesi için daha çok ipucu vermesi gerekiyordu.
Derken şaşırtıcı bir şey oldu. Gates o kadın ve çocukların ölümünden piyasayı sorumlu tuttu, dünyadaki onca yoksulluğun ‘‘kapitalizmin suçu’’ olduğunu söyledi. Zengin ülkelerde piyasa güçleri, halka ileri tıp hizmetleri sunarken, yoksul ülkelerde özellikle de bulaşıcı hastalıklar alanında kapitalizm hiçbir şey yapmıyordu.
Kendisine şu soru yöneltildi: Bush Yönetimi'nin üreme sağlığı ve aile planlaması için Dünya Nüfus Fonu'na para vermemesine ne diyorsunuz? Gates elini taşın altına sokmadı. Bush Yönetimi'ni suçlamadı. Bunun yerine Amerikan halkını global sağlık sorunlarını umursamamakla suçlamayı tercih etti.
Sonra da, adını vermediği ‘‘liderlerin’’ teröre karşı açtığı savaşa yönelik ilginç ve dolaylı eleştirilerde bulundu. Sağlık sorunları dikkate alınmadığı için ABD'nin yeni terör eylemleriyle karşılaşabileceğini söyledi. Tabii Gates'in doğrudan Bush'u suçlaması beklenemezdi. Çünkü Bill Clinton Yönetimi sırasında açılan antitröst davasını uzlaşmayla sona erdiren Bush Yönetimi'ydi. Bush'a yüklenmek nankörlük olurdu.
PİYASA VE BİYOLOJİ
Bill Gates'in kafayı global sağlığa takması, yazılım kralının biyolojiyi hobi edinmesinden kaynaklanıyor. Geçen yılki Davos zirvesinde Gates'le toplantı yapan bilimadamlarının söylediğine göre biyoloji bilgisi öyle hobi düzeyinde filan değil. Bu işten adamakıllı anlıyor. Brezilya'ya tatile gittiğinde bile çifte sarmalın kaşiflerinden James Watson'ın kitaplarını okuyan birinin de gerçekten bu işten anlaması gerekiyor.
Ayrıca yatırım alanında da önemli oyunculardan biri. Biyoteknoloji şirketlerindeki yatırımlarının hacmi 400 milyon dolar kadar. Yeni bir genetik araştırmaları merkezi kurulması için geçenlerde Washington Üniversitesi'ne 70 milyon dolarlık bağışta bulundu.
Genom Projesi şu sıra çok moda. Gates de kendi deyişiyle genetik araştırmalarına ‘‘küçük’’ bir katkıda bulunmuş. Ancak Genom Projesi'nin tamamen zengin dünyanın hastalıklarına çare bulmayı amaçladığını, yoksulları hedef almadığını düşünüyor.
Gates sık sık şunu söylüyor: Dünyadaki esas sorun biyolojinin az gelişmiş ülkelerdeki hastalıklara adapte edilememesinde yatıyor. Piyasa mekanizması bu alanda devreye giremiyor. Gerek Amerikan Yönetimi, gerekse büyük ilaç şirketleri, genetik araştırmalarına yüklü miktarlarda yatırım yapıyor. Ancak Üçüncü Dünya'nın yakasını kurtaramadığı tüberküloz ve menenjit gibi hastalıklarla mücadele için kimse para harcamıyor. Bu hastalıklar tamamen yardımseverlik ruhuna terkedilmiş bulunuyor. İşte Bill Gates de bu alanda fark yaratıyor.
Biyoloji alanına başlangıçta kar amacıyla değil, zırf zevk için giren Gates, merkezi Washington'da bulunan ve iktidarsızlık ilacı geliştiren Icos Corp. adlı şirkete yatırım yapmıştı. Biyoteknoloji alanında en büyük hissesi bu şirkette ve halen de yönetim kurulunda. 1990'lar boyunca başka şirketlerden de hisseler aldı. Ancak Bill & Melinda Gates Vakfı kanalıyla global sağlık seferberliğini başlatınca bu alandaki yatırımlarını yavaşlattı.
Şimdi, öldüğü gün servetinin yüzde 95'ini bağışlamış bir insan olmak için çalıştığını söylüyor. Bakalım sözünde duracak mı!
Nereye ne yatırdı
Bill Gates, siyasi rengini belli etmemekle birlikte ABD'de sivil silahlanmanın kontrolü ve vergi indirimlerinin engellenmesi kampanyalarına maddi destek sağlayarak daha çok bir liberal gibi davranıyor. ABD çapında üniversitelere, kütüphanelere sayısız yardımlarda bulunuyor. Gates'in ilk aşamada yaptığı global sağlık yatırımları ise şöyle: Gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların aşılanması için 750 milyon dolar; AIDS aşısı araştırmaları için 100 milyon dolar; Afrika'nın Sahra bölgesinde menenjitle mücadele için 70 milyon dolar; parazit hastalıklarıyla mücadele için 28 milyon dolar. Şu anda yürümekte olan programlar ise başka bir listeyi oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2003
Sarah Jessica Parker, Sex and the City'nin bir sahnesinde onları giydi ve terliğin panoraması tamamen değişti. Dizideki adıyla Carrie Bradshaw, Manhattan kaldırımlarında seksi sivri pabuçlarla değil de tahta takunyalarla bir göründü, Dr.Scholl terliklerinin internet üzerinden siparişleri tavana vurdu. Satışlar yıllardır gayet mütevazı bir şekilde seyrederken, anında 30 bin çift birden satılıverdi. Bizim terlikçiler, geleneksel yaz üstü savaşlarında yüzlerce çeşit ve modeli yarıştırıyor ya, Dr.Scholl'ün yeniden moda olmasıyla birlikte Chanel gibi markalar da klasik tahta dizaynlarla yaz piyasasına çıkmaya başladılar. Dr.Scholl'ler de artık tek tip yalın tahtalarla değil, zebradan çiçek desenine kadar envai çeşidiyle piyasada.
Dr.Scholl'leri ilk kez rahmetli babaannemin ayağında görmüştüm ve benim için daima bir babaanne terliği olarak kaldı. Romatizmadan ayak başparmakları hafif eğrilmiş ihtiyarcıkları ya da iri kıyım İsveçli hemşireleri çağrıştıran bir şeyler vardı o tahta ortopediklerde. Eczanelerde nasır ilaçlarının yanında satılır ve eski deyişle çok sıhhi ve dayanıklı olmakla birlikte asla moda olamazlardı.
Ancak bu tamamen kişisel bir görüş. Çünkü ilk kez 1956 yılında piyasaya çıkan Dr.Scholl'ün tahta ortopedik terlikleri (eskiden takunya derdik, şimdi terlik furyası çıktı böyle oldu) bir zamanlar müthiş modaydı. Esasen baldır kaslarına egzersiz yaptırsın diye üretilen bu terliklerin Twiggy ve Jean Shrimpton gibi ünlü mankenlerin ayağında görülmesiyle birlikte bütün genç kızlar birer Dr.Scholl edinivermişti. 1968 yılında dört milyon çift satıldı. 1970'ler Amerika ve Avrupa'da Dr.Scholl yıllarıydı.
Tabii o dönemler İstanbul'da sadece Nişantaşı eczanelerine özgü bir markaydı ve dediğim gibi babaannem giyerdi. Sanırım Ceyo yerli versiyonunu üretti ve yaygınlaştı. Ama, onlar ‘‘Dr.Scholl’’ değildi.
Alman Hemşire sabosu
Sonra 1980'lerde dünyada ayak giyiminin modası tamamen değişti, Dr.Scholl'ler köhne eczane raflarındaki yerini aldı. Ya da modayla hiç ilgisi olmayan, dayanıklı ve babayani ayakkabıların satıldığı dükkanlara düştü. Sadece Alman doktor ve hemşireler nezdindeki itibarını hiç yitirmedi. Onlar Dr.Scholl sabo giymekten asla taviz vermediler.
Bu arada bir İsveç markası olmaktan çıktı ve Amerikan Brown Shoe şirketine satıldı.
Derken inanılmaz bir şey oldu. Geçen yılın başlarında ansızın, durup dururken Dr.Scholl satışları tırmanmaya başladı. Brown Shoe'nun web sitesi Shoe.com'a sipariş yağıyordu. Üstelik zamanlama da tuhaftı. Kışın ortasında birileri Dr.Scholl takunyası topluyordu. Sonra işin sırrı çözüldü. Ortalama 35 dolara alınan takunyalar tahta boyasıyla çiçeklendirilip neşelendiriliyor ve Florida gibi daha sıcak iklimlerdeki butiklere 85 dolara satılıyordu.
Sonra inanılmaz bir şey daha oldu. Bütün modacıların düşlediği bir şey. Sex and the City dizisinin, New York'taki moda trendlerini belirleyen yıldızı Sarah Jessica Parker, Manhattan'ın orta yerinde şeker pembesi takunya giyiverdi. Ayakkabı delisi olarak bilinen ve Manolo Blahnik'ten aşağı giymeyen, dizinin bir bölümünde de bir yılda ayakkabıya 40 bin dolar yatırdığını keşfeden Sarah Jessica Parker'ın, 2002'nin ocak ayında televizyonlarda 35 dolarlık Dr.Scholl'le görünmesi yetti.
Bir milyon çift satacaklar
Shoe.com'a verilen siparişler tam anlamıyla patladı. Kısa sürede 30 bin çift birden satıldı. Özellikle New York'ta sabo ve sandaletler de dahil tahta olan her tür ayak aksesuvarına ilgi artmaya başladı. Wall Street Journal'deki habere göre başlangıçta sadece 40 yaş üstü kadınlardan talep gelirken, Cameron Diaz, Jennifer Aniston ve Cindy Crawford gibi daha genç ünlüler de Dr.Scholl'lerle görünmeye başladılar.
Missouri merkezli 125 yıllık Brown Shoe şirketi daha mutlu olamazdı. Kuruluşundan beri rahat ve sağlıklı ayakkabı üzerine çalışan şirketin bir ürünü ilk kez moda oluyordu. Brown Shoe'nun CEO'su Ron Fromm'un da dediği gibi genç tüketici hemen her zaman modanın itici gücüydü.
Böylece şirket piyasa gereği ürün yelpazesini çeşitlendirmeye başladı. Klasik yalın tahta Dr.Scholl'lerin yanında zebra ve kamuflaj desenlisi, metaliği, denim kumaşlısı, yüksek topuklusu üretildi. İki yıl öncesine kadar ABD'de sadece 250 mağazada satılan Dr.Scholl'ler şimdi 2000 mağazada birden raflarda.
Şirket bu yıl 1 milyon çiftten fazla satmayı hedefliyor. Oysa 2001'deki satış rakamları sadece 70 bindi. Naturalizer, LifeStride, Connie, Buster Brown ve Carlos Santana gibi markalarla dünya çapındaki satışları 1.8 milyar doları bulan Brown Shoe şimdi Dr.Scholl sayesinde moda oldu ya, Sarah Jessica Parker'la sınırlı kalmak istemiyor. Dizi ve şovların kostüm tasarımcıları kanalıyla televizyon setlerine daha fazla girmeyi hedefliyor. En birinci hedef ise Friends dizisi. Sonra da MTV'nin geleneksel plaj partisi.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2003
O Hint reklamını belki MTV'de görenleriniz olmuştur. İki genç kız yatak odasında oturmuş koyu bir muhabbete dalmışlar. Ten rengi daha açık olanın sevgilisi var ve dolayısıyla çok mutlu. Daha koyu tenli olan kızın ise sevgilisi yok ve mutsuz. Arkadaşı ona cilt beyazlatıcı krem kullanmasını tavsiye ediyor, böylelikle erkeklerin çevresinde pervane olacağını söylüyor. İş ve koca kısmetini açtığı iddia edilen ürün Lever firmasının Fair & Lovely kremi. Kadın örgütlerinin ağır baskısı sonucu, reklam yayından kaldırıldı. Ancak tartışması henüz bitmedi. Çünkü Avon'dan Lancome'a kadar birçok Batılı kozmetik firması, bu cilt beyazlatma fikrini esmer tenli Asyalı kadınların kafasına sokmuş durumdalar. Kıtadaki pazarın yıllık hacmi 70 milyar dolar. Üstelik uzmanlar, melanin üreten hücreleri öldüren bu kremlerin kimseyi daha beyaz yapmayacağını ileri sürüyor.
KADINLAR arasında ‘‘sunta’’ tabir edilen diyet bisküvi Eti Form, son yılların en zalim ve ayrımcı reklamıyla karşımızda.
Sinema salonuna film başladıktan sonra giren bir grup genç kız görünüyor. Ellerinde Eti Form tutan dal gibi incecik kızlar, oturanları hiç rahatsız etmeden yerlerine ulaşırken, daha kilolu olan kız, milletin ayağına basa basa, elindeki patlamış mısırları savura savura tam bir hengame yaratıyor. Oturanlar rahatsız oluyor; koltuklarına ulaşma başarısı gösteren zayıf arkadaşları ise ona müstehzi bir edayla gülüyor. Hantal ve beceriksiz tombul kız utanıp sıkılıyor. Bu zalim reklamın, ağırlığı asansöre fazla gelen kız versiyonu ve soyunma odasında elbise deneyen kız versiyonu da var. Hepsinde de zayıflar bir zafer edasıyla davranıyor ve şişmanı yerin dibine geçiriyor.
Zayıflamayı böylesine gaddarca dayatan bu reklamla, Hindistan'daki ten beyazlatma reklamının konsepti aynı: Çevreniz tarafından ‘‘sevilmek’’ ve ‘‘onay almak’’ için bu ürünü kullanın. Tabii Hindistan'daki reklam ten rengi gibi, doğuştan kazanılan daha hassas bir ırk özelliğini hedef alıyor. Ancak her iki reklam da ayrımcı ve yaralayıcı.
Evrensel kültür kadınların mutlaka zayıf olmasını dayatıyor ya, Hindistan'daki kadınlar da artık mutlaka beyaz tenli olması gerektiğini düşünüyor. Bu ülkedeki araştırmalara göre kadınların yüzde 90'ı iş ve eş açısından şans kapılarının açılması için kesinlikle beyaz tenli olması gerektiğine inanıyor.
Bunun sorumlusu da, yaklaşık 500 milyon kadın nüfuslu Hint pazarına ‘‘Sizi daha beyaz yapar’’ ürünleriyle giren Batılı kozmetik firmaları. Özellikle de Hindistan Lever. Bu şirketin ürettiği Fair & Lovely adlı kremin değil reklamı, adı bile faullü. ‘‘Lovely’’ (güzel ve sevilen kişi) olmanız için ‘‘Fair’’ (açık tenli) olmanız gerekiyor, demek istiyorlar.
Hindistan Demokratik Kadınlar Birliği tam bir yıldır, bu ürüne karşı mücadele veriyordu ve sonunda şirket TV reklamlarından ikisini geri çekti. Bu reklamlardan biri yatak odasındaki kız muhabbetiydi. Diğerinde ise iyi bir iş bulup aile bütçesine katkıda bulunacak oğlu olmadığı için dövünen baba görünüyordu. Sonra bu babanın biricik kızı, Fair & Lovely kremi kullanıp beyaz teni sayesinde hostes oluyordu.
Kadın örgütlerine göre bu ikinci reklam kadın onuruna yönelik bir saldırıydı. Çünkü kadının iş bulma şansını tamamen cinselliğine indirgiyordu.
İstatistiklere göre Asya çapında, yılda 70 milyar dolarlık beyazlatma kremi satılıyor. Uzmanlar ise kremlere karşı görüş birliği içinde: Hiçbir ürün, sizi doğduğunuz günden daha beyaz yapmaz. Bu uzmanlara göre kremlerin tek marifeti, korunmasız bir şekilde güneş ışınlarına maruz kalan ciltte oluşan etkiyi tersine çevirmek ve melanin üreten hücreleri öldürmek.
Krem piyasasında tüm segmentler mevcut. Fair & Lovely en alt fiyat grubunda bulunuyor ve 38 ülkede satılıyor. Orta segmentte Samara ve Lotus markaları var. En üst fiyat grubundaki ürenleri ise L'Oreal, Lancome, YSL, Clinique, Estee Lauder ve Elizabeth Arden markaları oluşturuyor.
Hindistan'da açık ten sahibi olmak tam bir servet. Kast sisteminin üst basamaklarında olmayanlara da sınıf atlatan, aynı eğitim gibi, sosyal ve ekonomik ivme kazandıran bir değer. Aynı zayıflama gibi, kadınların hırsla peşinde koştukları bir güzellik kriteri.
Esmer çehreler çok sıradan, çok aşina olduğu için bizdeki solaryum salonları, Hindistan'da beyazlama salonları şeklinde salgına dönüşmüş. Hali vakti yerinde olan kadınlar bu salonların müdavimi.
Bollywood hep ten rengi açık olan yıldızları kahraman mertebesine yükseltiyor. İkinci sınıf rollere de ten rengi daha koyu olanlar serpiştiriliyor.
Kadınlar becerikli olmak istemiyor
REKLAM sektörünün gurusu David Ogilvy, 60'lı yıllardaki reklamlara bakıp, ‘‘Tüketici bir salak değildir, o sizin karınızdır’’ demişti. O günden bu yana 40 yıl geçti. Reklamcılar artık tüketici kitlesinin yüzde 80'ini oluşturan kadınları birer salak olarak görmekten vazgeçtiler. Ancak bu sefer de başka bir sorun çıktı: Kadınlara karşı aşırı tedbirli yaklaşım. İngiltere'de yapılan kadın-reklam ilişkisiyle ilgili bir araştırmanın sonuçlarına göre kadınlar, ellerinden her iş gelen, her derde deva yaratıklar olarak gösterilmekten hoşnut değiller. Kadınların yarısı reklamları çok köhne buluyor. Çünkü reklamlar kadını tek tip sunuyor, aralarında salakların da bulunabileceği bir karakter yelpazesine yerleştirmiyor. Tabii kadınlar bu kadar yetenekli olunca, erkeklere de beceriksizlik düşüyor. Reklamlara bakarsanız onların elinden hiçbir iş gelmiyor. İşte bu yüzden İsveç TV'sindeki McDonald's reklamı yayından kaldırıldı. Çünkü reklamda sabah işe gitmeye hazırlanan bir erkek ve ona yardım eden eşi görünüyordu. Kadın, adamın kahvesini verip kravatını bağlarken, erkek ve kız çocukları da aynen onları taklit ediyordu. Bu reklam ayrımcı bulundu.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2003
Asker tezkeresi yüzünden geliştirdiğimiz piyasa ürkecek refleksi, ABD ve İngiltere'yi de etkisi altına alıyor. Ama bunun Irak'taki savaşla ilgisi yok. Tamamen farklı bir konu. Gırtlak meselesi. Yatırım bankası JP Morgan geçenlerde uluslararası dev gıda ve meşrubat şirketlerini hedef alan bir uyarı notu yayınladı. Özetle şöyle dedi: Tüketiciyi daha fazla şişmanlatmayın. Sağlıklı gıdalar üretin. Aksi takdirde obezite davaları yüzünden mali krize gireceksiniz. Milyonlarca dolarlık tazminat ödeyeceksiniz, reklamlarınız yasaklanacak, hisse senetleriniz değer kaybedecek, borsa endeksi düşecek. Kısacası, sırf daha fazla tıkındıracağız diye piyasaları ürkütmeyin!
ULUSLARARASI ‘‘uyarı’’ kuruluşu JP Morgan'ın bu seferki hedefi McDonald's ve Coca Cola oldu. Gırtlak ya da çevreyle ilintili her türlü şikayet durumunda bir numaralı kum torbası işlevini ortaklaşa üstlenen bu iki şirkete eşlik eden başka kuruluşlar da vardı. Şekerli yiyecek ve içecek tüketiminin dünyadaki en büyük sorumluları Hershey, PepsiCo ve İngiliz Cadbury Schweppes.
40 SAYFALIK UYARI PASKALYA'DA ÇIKTI
Sigara davalarına benzer ilk obezite davaları ABD'de McDonald's aleyhinde açıldığı halde, JP Morgan'ın bir numaralı hedefi bu sefer McDonald's olmadı. Yatırım bankasının analiz uzmanlarına göre esas tehlikede olanlar çikolata, bonbon ve meşrubat üreticileri. Yani obezitenin en önde gelen müsebbibi olan şeker satıcıları.
JP Morgan 40 sayfayı bulan bu uyarıyı yayınlamak için tam da Paskalya dönemini seçti. Çünkü, cafcaflı ambalajlar içindeki şekerleme tüketiminin tavana vurduğu yortu günlerinde sadece Amerika'da 2 milyar dolarlık bonbon ve çikolata satılacağı tahmin ediliyor.
Bütün üreticiler de yıl boyunca Paskalya çılgınlığını bekliyor. Ancak JP Morgan'a bakarsanız, hiç de iyi etmiyorlar. Çünkü, tüketicinin aşırı derecede tahrik edilmesi durumunda hem siyasilerin hem de adaletin devreye gireceği ve bunun da çok ciddi mali sonuçlar doğuracağı artık gün gibi açık görünüyor.
BAZI GIDALAR DEVLET KONTROLÜNE GİREBİLİR
Halk sağlığı için uğraşan baskı gruplarının çabaları sonucu, obezite sorunu artık siyasetçiler tarafından iyice algılanmış bulunuyor. Dünya Sağlık Örgütü geçenlerde, obezitenin dünya çapında bir salgına dönüştüğü uyarısında bulundu. Örgütün raporuna göre dünyadaki kilo sorununun başlıca iki nedeni var: Meşrubatlar ve çocuklara yönelik yüksek kalorili gıda reklamları.
Yani yakın gelecekte, şişmanlatıcı gıdaların tüketimi hükümetler tarafından yeni düzenlemelere tabi tutulabilir. Dağıtım alanları kısıtlanabilir, reklamları yasaklanabilir.
ABD'de McDonald's aleyhinde iki dava açıldı. Bunlardan biri düştü, diğeri devam ediyor. Yeni davaların açılması ve gıda üreticilerinin aynı sigara şirketleri gibi, tüketiciyi uyarıcı nitelikte önlemler almaya zorlanması işten bile değil.
OBEZİTENİN MALİYETİ 117 MİLYAR DOLAR
Gıda üreticilerinin geleceği açısından en tehlikeli pazar Avrupa. Çünkü oburluktan kaynaklanan sağlık sorunları sosyal sigorta sistemleri üzerinde aşırı yük oluşturuyor. JP Morgan'ın analizcileri, Avrupa ülkelerinin, sağlığa zararlı gıda üretenlere karşı yeni yasal düzenlemelere gitmesinden endişe ediyor.
Avrupa'daki oburluğun maliyetiyle ilgili kesin rakamlar bilinmiyor ama, ABD'deki rakamlar astronomik. Bu ülkede kadınların yüzde 34'ü, erkeklerin ise yüzde 28'i obez. 2000 yılında obezitenin yol açtığı sağlık sorunlarının doğrudan ve dolaylı maliyeti 117 milyar doları bulmuş. Sigaradan kaynaklanan sağlık sorunlarının yol açtığı 140 milyar dolarlık maliyete yaklaşılmış durumda.
İngiltere ise Avrupa'nın en obez memleketi. Kadınların yüzde 23'ü, erkeklerin ise yüzde 21'i bu kategoriye giriyor. Doğrudan sağlık maliyeti 3.5 milyar sterlini buluyor. Kayıp iş günü gibi dolaylı maliyetlerin ise daha yüksek olduğu tahmin ediliyor.
Yapın yatırımlarınızı sağlıklı gıda üretin
İnsanlar bol kalori yüklenerek şişmanlayadursun, Amerikan gıda sektörü şimdilik bunun sorumluluğunu üstlenmeyi düşünmüyor. İmalatçılar ve lokantacı birlikleri gibi sektörel örgütlere göre üreticilerin suçlanması doğru değil. Çünkü obezite, bir takım faktörlerin bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkıyor. İnsanların egzersiz yapmaması ve aşırı yerleşik yaşam biçimi gibi faktörler şişmanlığa yol açıyor, tüketicilerin bireysel tercihlerinden üreticiler sorumlu değil diyorlar. Ayrıca, Kraft Gıda, Coca-Cola, Pepsi ve McDonald's gibi büyük kuruluşların web sitelerinde sağlıklı beslenme bilgilerine yer verdiğini söylüyorlar.
Ancak JP Morgan'a göre bu ‘‘masrafsız’’ uyarılar yeterli değil. Şirketlerin böyle bedava akıl dağıtmak yerine, yol yakınken kendilerine çeki düzen vermelerini, daha sağlıklı ürünlere yönelmelerini istiyor. Aksi takdirde hisse senetlerinin değer kaybedeceğini söylüyor.
Tabii sağlıklı ürün yelpazesine yönelmek için de milyarlarca dolarlık ar-ge yatırımı yapmak gerekiyor. JP Morgan, ‘‘Yapın şu yatırımları’’ diyor. Örnek şirket olarak da, ürünlerinin yüzde 80'i sağlıklı gıda sınıfına giren Danone'yi gösteriyor. Ayrıca Unilever de düşük kolesterollü yağ üretimi nedeniyle övülüyor.
En tehlikeli durumdaki üç şirket olan Hershey, Cadbury ve Coca-Cola'nın ürünleri ise sırasıyla yüzde 95, yüzde 88, yüzde 76 oranında ‘‘sağlıksız’’ gıda kategorisine giriyor.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2003
Genom Projesi'nde çalışan altı ülkenin bilimadamları geçen hafta, insanın genetik haritasının beklenenden iki yıl önce tamamlandığını açıkladılar. Genlerimizin yüzde 99.99'u, 3 milyar harften oluşan Hayat Kitabı'na dökülmüş durumda artık. Peki ne yapacağız şimdi bu kitabı? Kim ve ne olduğumuzu anlatan kitap, yaşam ve ölüme bakış açımızı ne kadar değiştirecek? Discovery Channel'ın, Türkiye dahil sekiz ülkede yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre, ankete katılanların sadece yüzde sekizi, DNA'nın deşifre edilmesinin ne işe yarayacağını biliyor. Yalnız Türklerin emin olduğu bir şey var. İnsanımızın yüzde 80'i, kalıtımsal hastalıkların teşhisi için embriyon taramasına onay veriyor. Amerika'da ise bu oran sadece yüzde 42. Klonlama ve kök hücre elde etmek için embriyo üretimine ise sıcak bakmıyor Türk halkı.
GENOM Projesi, yalancı çoban hikayesine döndü. Hani üç yıl önce dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ile İngiltere Başbakanı Tony Blair, dünya kamuoyunun önüne çıkıp Genom Projesi'nin tamamlandığını açıklamışlardı ya.
Geçen hafta da bilimadamları çıkıp, projenin bu sefer kesinlikle tamamlandığını ilan ettiler.
Yine mi aynı proje sorusunun izahı şöyle: 1990 yılından beri Genom Projesi'nde çalışan altı ülkeden bilimadamlarının oluşturduğu konsorsiyum ile Amerikan biyoteknoloji şirketi Celera Genomics arasında müthiş bir genetik harita çekişmesi var. Özel bir kuruluş olan Celera, gen haritasını ilaç şirketleri ve laboratuvarların hizmetine sunarak kár elde etmek istiyor. Amerikan, Alman, İngiliz, Japon, Çin ve Fransız konsorsiyumu ise Hayat Kitabı'nın insanlığın ortak malvarlığı olduğu görüşünde.
İşte bu nedenle konsorsiyum 2000 yılında Celera'dan atak davranarak gen haritasının tamamlandığını açıkladı. Aslında yüzde 95'i bir taslak halinde tamamlanmıştı ve Genom Projesi'nin 2005 yılında son halini alması öngörülüyordu. Ancak teknolojik ilerleme sayesinde haritanın yüzde 99.99'u zamanından iki yıl önce tamamlandı. DNA'daki bazı bölgeler ise teknik sorunlar nedeniyle şu anda deşifre edilemiyor.
Kamu fonlarıyla desteklenen Genom Projesi, ya da diğer bir deyişle 3 milyar harften oluşan genetik şifre, bir bilgi veri tabanı halinde, bedelsiz olarak insanlığın hizmetine sunulacak.
Her insan genomunda yaklaşık 3 milyar DNA birimi var ve bunlar da 30-40 bin değişik geni oluşturuyor. A, T, G, C harfleriyle ifade edilen bu birimlerin eşleşerek diziliş şekli hayatımızın şifresini veriyor. Şimdi, insanın özelliklerini belirleyen bu şifrenin haritaya dönüştürülmesi sayesinde bilimadamları, şifre değişikliklerinin nasıl olup da hastalıklara yol açtığını anlayabilecekler.
DNA'daki 3 milyar harfin oluşturduğu Hayat Kitabı, her kromozom için ayrılmış bölümlerden meydana geliyor. Bu bilgiler, kanserden diyabete ve Alzheimer'a birçok hastalığın tedavisi için ipuçlarını verecek.
FELSEFİ DEĞİŞİM ZAMANI
Peki aslında çağın en büyük keşfi olan bu Hayat Kitabı'nın değeri insanlar tarafından ne kadar biliniyor? Discovery Channel'ın sekiz ülkede yaptığı araştırmaya katılanların toplamının sadece yüzde sekizi, Hayat Kitabı'nın önümüzde açtığı yeni ufuklardan haberdar.
İnsanın hayat ve ölüme bakışı açısından, çağ değiştirebilecek, yeni felsefelere temel teşkil edecek nitelikler taşıyor Hayat Kitabı. Ölümü, alınyazısı olmaktan çıkaracak kadar derin ve sarsıcı bir eser bu Hayat Kitabı.
Kalıtımsal hastalıkların önceden teşhisi ve genetik müdahaleyle tehlikenin ortadan kaldırılması, klonlama, kök hücre nakliyle hastalıkların tedavisi ve daha pek çok ileri teknolojiye imkan veren Genom Projesi tam olarak bilinmiyor. Ama, Discovery Channel'ın araştırması, insanların doğa kanunlarına çabucak başkaldıracak kadar ileri bir felsefi değişime hazır olmadığını gösteriyor.
Araştırmanın yapıldığı ülkeler; Türkiye, ABD, İngiltere, Polonya, Danimarka, Meksika, Brezilya ve Tayvan. Bu ülkelerdeki insanlar, genetik biliminin yaşama müdahalesini sonsuz kılmak istemiyor. Ancak her 10 kişiden sekizi, genetik sayesinde pek çok hastalığa çare bulunacağını kabul ediyor.
AMERİKALILAR TÜRKLERDEN BAĞNAZ
İnsanların genetik biliminde en sıcak yaklaştığı konu, kalıtımsal hastalıkların önceden teşhisi. Her on kişiden ikisi, ‘‘Ailemde genetik bir hastalık varsa, bebeğim doğmadan test yaptırmak isterim’’ diyor. Yüzde 78'lik bir kesim, ‘‘Genetik hastalığım varsa, çocuk sahibi olmamayı düşünebilirim’’ diye yanıt veriyor.
Türklerin de ezici bir çoğunluğu, genetik hastalık taşıyacak bir çocuğun asla doğmaması gerektiği görüşünde. ‘‘Genetik hastalık teşhisi için embriyon taraması yaptırmayı ve çocuğun sadece hastalık yoksa doğmasını kabul ediyor musunuz?’’ sorusuna, Türklerin yüzde 80'i ‘‘evet’’ yanıtını veriyor. Akraba evliliklerinden doğan özürlü çocukların yarasını iyi bilen Türk halkı, kürtaj konusunda hayli ilerici davranıyor.
Amerikalılar ise daha bağnaz. Halkın sadece yüzde 42'si böyle bir olanaktan yararlanmak istiyor. Yüzde 44'ü ise şiddetli bir şekilde ‘‘hayır’’ diyor.
GENETİK TEHLİKELİDİR
Bilimin, tanrısal iradeyle yarışı ürkütücü ve tehlikeli bulunuyor. Çoğunluk bu görüşte. Sadece Danimarkalıların yüzde 52'si genetiğin tehlikeli olmadığını söylüyor. Yine büyük çoğunluk, genetik müdahaleyi düzenleyen yasaların, bilimsel gelişmenin gerisinde kaldığını düşünüyor.
KLONLAMAYA HAYIR
İnsan klonlama şiddetli tepki alıyor. Tüm ülkelerde halkın yüzde 83'ü, bir aile bireyinin kopyalanmasına karşı çıkacağını söylüyor. Fikri sorulanların yüzde 82'si bugüne kadar insan kopyalandığına ya da kopyalanacağına inanıyor.
ISMARLAMA BEBEK
Genetik teknolojisinin, insanın kişisel, kültürel ve estetik zevkini doyurmak için kullanılmasına da karşı çıkılıyor. Tüm ülkelerde 10 kişiden ikisi, sırf bu amaçla ısmarlama bebek üretimine olumsuz bakıyor. Ancak ölüm-kalım meselesi olduğu takdirde, tıbbi amaçlarla kullanılmasına ‘‘evet’’ diyor.
KÖK HÜCREYE DE HAYIR
Kök hücre araştırmaları, kanser, felç, Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıkların tedavisinde en büyük umut kaynağı. Ancak bu amaçla geliştirilmiş embriyonların imha edilecek olması, yasa koyucular kadar sıradan insanları da endişelendiriyor. Ama genelde ezici bir çoğunluk söz konusu değil. Tüm ülkelerde halkın yüzde 52'si kök hücre uygulamasının yasaklanmasını istiyor.
Türkiye'de ise oran oldukça yüksek. Her üç kişiden ikisi, ‘‘Mutlaka yasaklanmalı’’ diye yanıt vermiş. ABD'de her beş kişiden ikisi, kök hücre araştırmalarının yasaklanması gerektiği görüşünde. Bush Yönetimi'nin eğilimi de zaten bu yönde.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2003
Milletçe paraya sıkışıklığımız artınca, madenli mineralli komplo teorilerinin dozu da katlanıyor. Hani bir aralar bor ve toryum rezervlerine takmıştık ya. Dış güçler, bunları kullanıp zengin olmamızı engelliyordu. Son günlerin yıldızı da neptünyum elementi. Birkaç mail grubu var, sabahtan akşama neptünyum muhabbeti yapıyorlar. Elementin enerji alanındaki müthiş marifetleri sayıldıktan sonra, memlekette 9 trilyon dolar değerinde, yani dış borcumuzun 40 katı kadar değerde neptünyum bulunduğu biteviye tekrarlanıyor. Ama, iş burada bitmiyor. Bir de neptünyum bilgilerinin tamamen yanlış olduğunu savunan bir e-mail var. O da kısır döngü içinde sürekli dolaşıyor. Bütün iddiaları birleştirince şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: Dünyadakinden kat kat üstün ve de sonsuz rezervlere sahibiz. Doğru dürüst nüfus sayımı bile yapamazken, rezervleri nasıl hesapladıysak; 120 trilyon dolar değerinde 800 bin tonluk toryum rezervimiz; 9 trilyon dolar değerinde 127 bin ton neptünyum rezervimiz var. Ama Batılı ülkeler bunları işleyecek teknolojiyi bize vermediği için bir türlü zengin olamıyoruz.
BAŞLIKTAKİ Abuzittinyum elementinin kaşifi, şu anda adını bilemediğim bir Türk vatandaşı.
Türkiye'nin dış borcunu bir günde ödeyip, üstüne bir de zengin olmasını sağlayacak, ancak maalesef dış mihrakların engellemesi yüzünden bir türlü çıkarılamayan bilumum madenlerle ilgili komplo teorilerinden bıkan bir Türk vatandaşı.
Neptünyum yüzünden içine sıkıntı geldiğini yazan bu vatandaş, bu elementin yarattığı heyecanla bir güzel kafa bulduktan sonra, şöyle imza atıyor: The Abuzittinyum elementi Türkiye genel distribütörü.-))
Hiçbir mail grubuna dahil olmadığım halde, nedenini kestiremediğim bir şekilde bu mailler sürekli bana da düştüğü için neptünyum muhabbetini çok yakından izliyorum. Mütemadiyen, ‘‘Nedir şu neptünyum Allah aşkına?’’ diye soruluyor. Sonra da Türkiye'nin neptünyumu işlemesinin nasıl engellendiğine ilişkin komplo teorileri geliştiriliyor.
Bor madenlerinin özelleştirilmesi gündemde olduğu dönemde de ileri safhada bir komplo teorisi üretilmiş ve hayli yaygınlaşmıştı. İddiaya göre otomobilleri bor madeniyle çalıştıracak 600 patentli proje bulunuyor, ancak bu Türkiye'den gizli tutuluyordu. Çünkü Türkiye, dünya rezervlerinin yüzde 70'ine sahipti ve uluslararası tröstler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyordu. Amerikan Millenium Cell (MC) ve stratejik ortağı Daimler-Chrysler seri üretime bile geçmişti. Ancak Batılılar, bor teknolojisinin Türkiye'ye gelmesini önledikleri gibi, gelişmelerden haberdar olmayalım diye de ellerinden geleni yapıyordu.
BORÇLARI ÇEVİRMEK
Oysa bor rezervlerinin değeri 800 milyar doları bulan Türkiye, IMF'nin her dediğine kafa sallamadan borçlarını çeviriverirdi.
Şimdi de borç çevirme formülü neptünyuma adapte edilmiş durumda. Bu elementin Türkiye'yi kurtaracağı fikriyle insanların beynini oyan özgün e-mail'e göre bizim neptünyum rezervlerimiz tamı tamına 127 bin ton, değeri de 9 trilyon dolar. Yani iç ve dış borç toplamımız olan 220 milyar doları 40 kere öder.
Tabii bunu okuyan insanların içinden bir tepki yükseliyor: Madem elimizde Arap'ın petrolü gibi bir cevher var, biz ne diye borçları nasıl çevireceğiz diye kafa patlatıp duruyoruz? Savaşa girmedik diye neden sürekli ‘‘Aman piyasa ne der’’ kaygısıyla yaşıyoruz?
Bütün bu sohbetler yapılırken, Türkiye'nin neptünyumsal durumunun hiç de anlatıldığı gibi olmadığını açıklayan e-mail çıkıyor sahneye. Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü'nden Prof. Cemal Yalabık'ın kaleme aldığı bu yazı, neptünyumla ilgili sansasyonel iddianın internette sıkça rastlanan virüs metinlerden olduğunu anlatıyor. Buna göre neptünyum, aynı bor mineralinin işlenmesi gibi ileri teknoloji gerektiriyor ki, o da bizde yok.
Kaldı ki, dünyada öyle müthiş bir neptünyum ihtiyacı filan da yok. Bu element sadece nötron dedektörü yapımında kullanılıyor ve dünyadaki yıllık üretimi de bir kiloyu bile bulmuyor. Yani biz borç ödeyelim diye bir çırpıda milyarlarca dolarlık neptünyum ithal edecek bir alıcı yok.
YAPAY ELEMENT
Prof. Cemal Yalabık'ın anlattığına göre elementin vaziyeti şöyle:
‘‘Neptünyum yapay elementler grubundan. Yani tabiatta çok az bulunuyor. Uranyum madeni ile karışık durumda, çünkü onun tabii nötron bombardımanı ile oluşuyor. Türkiye'deki neptünyumu işlemek için uranyumu işlemek, sonra da oradan neptünyumu arıtmak gerekli. Bu başarılsa bile bu maddenin şu andaki üretim maliyetinin çok üstüne çıkılır. Ayrıca Türkiye'deki uranyum madenleri de o kadar kaliteli değil.
Bu maddeyi halen en ucuz üretme yolu, uranyumu bomba imalatı amacıyla plutonyuma çeviren işlemlerde bir yan ürün olarak elde etmek. Yani ileri teknoloji isteyen bir iş. Benzer olay bor madenlerimiz için de geçerli. Hammadde olarak çok ucuz, ancak işlenmiş hale getirmek stratejik ileri teknolojiler gerektiriyor
Sonuç olarak, ileri teknolojilere sahip olmadan zengin edici sihirli bir maden yok. Hammadde olarak değerli olan elmas ve petrol üreten ülkeler bile imrenilecek durumda değil. Çağdaş teknolojiyi yakalayıp ona katkıda bulunmadan zengin olamayacağız.’’
DÜNYANIN EN SEVDİĞİ KOMPLO TEORİLERİ
Hitler'in ölüp ölmediğinden, İkiz Kulelere saldırı düzenleyen muhtemel gizli servislere kadar sayısız komplo teorisi dolaşıyor. Otuz yıldır, aslında insanoğlunun aya ayak basmadığı söyleniyor. En fazla komplo teorisi de ABD Başkanı JF Kennedy'nin öldürülmesiyle ilgili. Herkesin gözünün önünde bir suikasta kurban giden Kennedy'nin aslında intihar ettiği bile söyleniyor.
İşte internette dolaşan neptünyum mucizesi
The Çağırı Metni.
93 Atom numaralı neptünyum radyoaktif bir element ve uranyum pillerinin üretiminde kullanılıyor. 1940'ta California Üniversitesi profesörlerinden Amerikalı McMillan ve Abelson tarafından keşfedilen bu radyoaktif elementten, son yıllarda enerji üretiminde had safhada faydalanılıyor. Peki bilin bakalım bu neptünyum dünyada en çok nerede bulunuyor? Türkiye.
Tahmin edilen rezerv ne kadar? 127 bin ton.
Sonra hangi ülke geliyor? Bulgaristan. Onun rezervi ne kadar? 2 bin 500 ton. Peki sahip olduğumuz neptünyumun degeri ne kadar? Çok şaşıracaksınız. 9 trilyon dolar. Türkiye'nin iç borcu: 85 milyar dolar. Dış borcu: 125 milyar dolar. Toplam 220 milyar dolar. Elimizdeki neptünyumun değerini tekrar ediyorum, 9 trilyon dolar. Yani toplam borcumuzun 40 kat fazlası. Önce bor sonra toryum, şimdi de neptünyum. Kim işletecek bu madenleri?
Bu da toryum mucizesi
Neptünyum metni bir şablon. Daha önce de toryum için kullanılmış bir şablon. Aynı cümlelerin, farklı rakamlarla ifade edildiği toryum metninde de rezervlerimizin 800 bin ton olduğu, bizden sonra ikinci sırada Hindistan'ın geldiği, bizdeki toryumun değerinin 120 trilyon dolar olduğu, yani iç ve dış borcumuzu 545 kere ödediği ileri sürülüyor. Metin kısaca şöyle:
‘‘Toryum radyoaktif bir element ve doğal olarak nükleer enerji elde etmede kullanılıyor. Hem de alternatifleri içinde en temizi. Dünyada en çok toryum rezervine sahip ülke hangisi bilin bakalım? Türkiye. Rezerv ne kadar? 800 bin ton. Sonra hangi ülke geliyor? Hindistan. Rezervi ne kadar? 300 bin ton. Peki sahip olduğumuz toryumun değeri ne kadar? Sıkı durun. Türkiye'nin iç borcu 85 milyar dolar. Dış borcu 125 milyar dolar. Toplam 220 milyar dolar. Elimizdeki toryumun değeri 120 trilyon dolar.’’
Bu da bor metni
Dünya bor rezervinin yüzde 70'i Türkiye'de. Bizi yüzde 13'le ABD izliyor. Rezervlerini yıllar önce kullanmaya başlayan ABD'nin kendi topraklarından çıkarabileceği miktar gittikçe azalıyor. Bor zengini Türkiye ise bu potansiyelini ancak ham borunu satarak değerlendirebiliyor. Mamul bor ürünleri için gerekli teknoloji Türkiye'de yok. Çünkü Batılı ülkeler bor teknolojisini bize vermeyi hep reddediyor. Ham cevher olarak adeta sudan ve kumdan ucuza sattığımız bor, bize pahalı ürünler olarak geri dönüyor.
Yazının Devamını Oku