31 Ocak 2004
Genetik bilimi düş gücünün sınırlarını aştı, aldı başını gidiyor. Yılda milyonlarca insanın ölümüne yol açan hastalıklarla mücadele amacıyla genetik değişime uğramış sinek ve böceklerin doğaya salınması projesi işte tam da bu tanıma giriyor. Amerikalı araştırmacılar, insana malarya bulaştırmak yerine aşı yapan sivrisinekten, zırh yapımında kullanılacak çelikten güçlü ipek üretimine yetenekli ipekböceklerine kadar bir dizi yaratığı 10 yıl kadar sonra doğaya bırakmayı planlıyor. Ancak bu deneylerle ilgili yasal düzenlemeler henüz mevcut değil ve korkulan nokta şu: Ya bu yaratıklar kontrolden çıkarsa, ya şifa dağıtmak yerine, o güne kadar hiç taşımadıkları hastalıkları yeryüzüne yaymaya başlarlarsa.
Görevimiz Tehlike'deki kendi kendini imha eden teyp bandı gibi bir bakteri düşünün. Deney amacıyla kullanıldığı laboratuvar ortamını terk ettiği an kendi sonunu hazırlıyor. DNA'sına ekstradan intihar geni eklendiği için, özgürlüğünü ilan edip havaya karıştığı an kendi kendini imha ediyor.
Bilim kurgu değil, Amerikalı araştırmacılar bunu gerçekten planlıyor. Şu anda ABD'deki biyoteknoloji laboratuvarlarında yoğun bir faaliyet var. Hedef; genetik mühendisliği aracılığıyla yeryüzündeki sinek ve böceklerin doğal karakterlerini değiştirmek. Örneğin Afrika'da milyonlarca insanı ölümcül uyku hastalığına sürükleyen çeçe sineklerini, bu hastalığı taşıyamaz hale getirmek. İpekböceklerini, çelik yelek yapımında kullanılabilecek kadar dayanıklı ipek üretimine elverişli kılmak. Ya da sivrisineklerin bağışıklık sistemini malaryaya karşı dirençli hale getirerek, sıtma saçmalarını önlemek.
HER YIL 500 MİLYON KİŞİ SITMAYA YAKALANIYOR
İşte bu amaçla genetik modifikasyona uğramış sineklerin yaklaşık on yıl sonra laboratuvarlardan doğaya bırakılması ve bu yaratıkların yeni evrimi bütün nüfusa yaymaları hedefleniyor.
Olay bizden uzakta cereyan ediyor ama, her yıl yaklaşık 500 milyon insan sıtmaya yakalanıyor ve 3 milyonu bu hastalıktan ölüyor. Sivrisinekler geleneksel genlerini korudukları sürece de milyonlarca Afrikalı bebek sıtmadan ölmeye devam edecek. Yani sıtmayı önleyecek herhangi bir teknoloji tıp tarihinde önemli bir köşetaşı olacak.
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. Malaryaya karşı bağışıklık kazanan sivrisinekler ekolojik ortamda daha da güçlenecek, böylece seleksiyona uğramayacak. O zaman başka hastalıkları bulaştırma ihtimalleri de artacak. Sivrisinek araştırmacıları bu riskin farkında olduklarını ve bu nedenle deneylerini düşük viteste sürdürdüklerini söylüyorlar.
Sinek-böcek projesinin yaratabileceği tehlikelerle ilgili bir çalışma yapan think-tank kuruluşu Pew'un hazırladığı rapora göre sinek ve böceklerin genleriyle oynamak pek o kadar tekin bir iş değil. Tarım ürünleri ve küçük-büyükbaş hayvanları, hastalık ve zararlılara karşı dayanıklı hale getirmek için genetik değişime uğratmak daha kontrol edilebilir bir alan olarak görülüyor. Doğaya salınacak sineklerin denetimi ise söz konusu değil.
FRANKENSTEIN ORDUSUNDAN ENDİŞE EDİYORLAR
Rapora göre genetik mühendisliği ürünü sinekler, gelişmemiş ülkelerde milyorlarca insanı salgın hastalıklardan kurtarabilir, ancak birçok bilim adamı bu projenin önceden kestirilemeyecek sonuçlara yol açmasından, insana ve çevreye zarar verecek bir Frankenstein ordusunun ortaya çıkmasından endişe ediyor. Çünkü çok hızlı üreteyen sinekler tüm dünyayı içine alan bir beslenme zinciri oluşturuyor. Ve biyoteknoloji ürünü sineklerin doğada yol açabileceği hasar daha yeni yeni araştırılıyor.
Ayrıca ortaya çıkacak bu yaratıklarla ilgili bir yasal düzenleme de henüz ortada yok. Yani genetik bilimi, klonlama alanında olduğu gibi yine hukukun önünde gidiyor. Bu nedenle Pew araştırma enstitüsü hazırladığı raporda Amerikan Yönetimi'nden araştırmaları kontrol altına alacak çok sıkı yasal düzenlemeler yapmasını istiyor. Çünkü birçok biyoteknoloji ürünü, yasal boşluklardan yararlanılarak piyasaya sürülüyor. Örneğin ABD'de pet dükkanlarında satılan floresanlı zebra balığı, ilgili bir yasa olmadığı için hiçbir hükümet kurumunun denetiminden geçmemiş.
Genetik modifiye sinek projesi sadece insanları değil, tarım ürünlerini de korumayı amaçlıyor. Örneğin tarımda en önemli polenleyiciler olan arıların genetik yapılarının, kitleler halinde hastalıklara kurban gitmesini önlemek amacıyla güçlendirilmesi planlanıyor. Ancak Pew raporu şu uyarıda bulunuyor: Arılar kurtulabilir ama, genetik kompozisyonlarındaki değişim ürettikleri balın da değişmesine yol açabilir, böylece bir gıda sorunu ortaya çıkabilir.
BÖCEKLER ÇİFTLEŞSİN AMA ÇOĞALMASIN
Tarım ürünlerine dadanan zararlıların etkisiz hale getirilmesi için de bazı projeler var. Örneğin California Üniversitesi, eyaletin pamuk sanayiinden aldığı 1 milyon dolarla, pamuklara musallat olan pembe böceğin genetik yapısını değiştirmeye çalışıyor. Proje şöyle: Böcek cinsel açıdan aktif kalsın, ancak istediği şekilde üreyemesin. Doğada istediği gibi çiftleşsin, ancak yumurtaya üretme genleri yerine, ölümcül genleri geçirsin. Yani yavrusu ölsün.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2004
Uzakdoğu kuş gribinden kırılıyor. Şimdiye kadar Vietnam'da beş kişi öldü. Milyonlarca tavuk itlaf edildi. Çin'de SARS hastalığı ile besin kaynağı hayvanlar arasındaki bağlantı keşfedilince, binlerce misk kedisi aynı yolu boyladı. SARS yüzünden yılan mönüsü sunan lokantaların işleri durdu. Deli dana hastalığı sonunda ABD'de de ortaya çıktı. Misk kedisinden yılana, bu kadar geniş yelpazede etoburluk pek de sağlıklı bir iş değil diye düşünürken bizim domuz vakası patlak verdi. İzmir'deki domuz ve at etli çiğ köfte vakasının dünyadaki diğer örneklerden farkı, legal beslenme zinciri içinde meydana gelmemiş olması. Nusret Usta'nın çiğ köftesinden yiyip trişinozis tanısı konulan hastalar, kaçak et kurbanı. Sağlık açısından sonuç öyle vahim ki, skandalın İslami boyutu bile gölgede kaldı. Dünya literatüründe ise İslami skandala yol açan nice domuz kazaları var.
Bir Müslüman bilerek ya da bilmeyerek domuz eti yediği takdirde, bu günahtan arınmak için Mekke'ye mi gitmelidir? İslam'da günah çıkarma müessesesi olmadığına göre sanmıyorum.
Ancak dünyanın öbür ucunda, mesela Yeni Zelanda'da, bir domuz kazasını Mekke'ye aile boyu bedava bilete çevirmeye çalışan uyanıklar çıkabiliyor. İslam'ın kurallarından pek anlamayan kamuoyu da adam haklı mı değil mi diye günlerce tartışıyor.
İki yıl önce meydana gelen olay şöyle cereyan ediyor: Muhammed Samim adlı Fiji göçmeni Müslüman bir Yeni Zelandalı, karısı, annesi, kayınpederi ve baldızıyla birlikte Pizza Haven adlı lokantaya gidiyor. Ancak vejetaryen pizzanın tam orta yerinde aile bireyleri, peynir tabakasının altında domuz pastırması olduğunu fark ediyor. Önce lokantada olay çıkaran Muhammed Samim, ardından polise, sonra da gazetelere başvuruyor, ailecek büyük bir günah işlediklerini ve bu günahın müsebbibi olan lokantanın beşini birden Mekke'ye göndermesi gerektiğini söylüyor.
Olayın medyaya yansımasıyla birlikte kamuoyu aile Mekke'ye gönderilmeli mi diye tartışmaya başlıyor. Ülke çapında büyük bir zincir olan Pizza Haven, domuz etinin vejetaryen pizzaya nasıl girdiğini araştırdıklarını belirterek aileden özür diliyor ve ücretsiz helal pizza teklif ediyor.
Ancak Samim ısrarından vazgeçmiyor, İslam'ın en önemli yasağını çiğneyip günaha battıklarını, lokantanın ise kuru kuru özür dilemekle yetinip, şöyle gerçekçi bir tazminat önerisinde bulunmadığını, Mekke'ye gidebilmek için lokantayı mahkemeye vereceğini ilan ediyor.
Bunun üzerine Müslüman din adamları devreye giriyor ve İslam'da günahtan arınmak için Mekke'ye gitmek gibi bir şart olmadığını, ailenin zaten bilmeyerek domuz eti yediği için dünyanın herhangi bir yerinde Allah'ın affına sığınmasının yeterli olacağını söylüyor. Allah'ın bu gibi durumlarda son derece bağışlayıcı olduğunu bildiren Müslüman Dernekleri Federasyonu, Muhammed Samim'in iddia ettiği gibi ‘‘İslam şeriatında domuz etine 40 metreden fazla yaklaşılmaz’’ diye bir kural da bulunmadığını, lokantanın düpedüz istismar edildiğini duyuruyor ve yetkili bir merci olduğu için Yeni Zelanda kamuoyunu ikna etmeyi başarıyor.
Ancak Muhammed Samim'in direnişi sürüyor. Aynı Hıristiyanlar gibi 10 çeşit Müslüman olduğunu ve kendisinin bir Sünni olarak, Mekke'ye gitmeden arınmasının mümkün olmadığına inandığını bildiriyor. ‘‘Onlar tazmin etsin etmesin, ben ve ailem Mekke'ye gideceğiz. Olmadı kendi paramla giderim’’ diyor.
DOMUZLU BAHARATA HELAL FETVASI
Bazı durumlarda medyayla dans etmek tehlikelidir. Medya kanalıyla hak ararken, ansızın suçlu çıkıverirsin. Hele azınlık mensubu olarak dezavantajlı konumdaysan bu tehlike daha da büyür. Muhammed Samim'in akıbeti de böyle oluyor. Pizza-Mekke tartışmasının en heyecanlı yerinde, Samim'in değişik isimlerle polis tarafından çok iyi tanındığı ve çalıntı araç alım-satımıyla ilgili olarak hakkında birkaç soruşturma açıldığı ortaya çıkıyor ve Samim susuyor.
Yeni Zelanda'daki domuz dosyası böylece kapandı, ancak dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya'daki domuz vakası başkanlık koltuğunu bile sarsan ulusal bir skandala dönüştü.
Nüfusun yüzde 90'ının Müslüman olduğu 203 milyonluk Endonezya'da hemen her kadının yemeğe çeşni katmak için kullandığı Japon malı MSG baharat karışımından domuz enzimi çıkınca helal ve haram gıda fetvalarından da sorumlu Ulema Konseyi kıyameti kopardı. Çünkü on milyonlarca Müslüman haram gıdaya maruz kalmıştı.
Japon şirketi Ajinomoto'nun piyasada bir numara olan bu ürünü sadece her evde pişen o keskin tatlı Asya usulü yemeklerde kullanılmakla kalmayıp, aynı zamanda soya ve acı biber sosuyla krakerlerin muhteviyatında da bulunuyordu. Ajinomoto'nun üst düzey yedi yetkilisi tutuklandı, fabrikalar kapatıldı ve 3 bin ton baharat ülke çapındaki dükkanlardan toplatıldı.
Asya piyasasında başa güreşen Ajinomoto'nun şöhreti sarsılınca Japon diplomasisi devreye girdi ve dönemin Endonezya Başkanı Abdurrahman Vahid'den baharata ‘‘helal’’ fetvası istendi. Kendisi de din adamı olan Vahid, Japon baskısıyla baharatı savunup, Ulema Konseyi'ni halkı galeyana getirmekle suçladı. Bunun üzerine Ulema Konseyi de Vahid'i, halkın dini çıkarlarını gözetmemekle suçladı.
Bu hararetli ortam yatıştıktan sonra Ajinomoto, baharat karışımında soya enzimi kullanmaya başlayarak helal sertifikası almayı başardı. Ancak piyasadaki eski yerine dönemedi. Çünkü Endonezyalı ev kadınları yemeklerine domuz enzimi kattıklarını asla unutmadılar.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2004
Yok, bunlar bizim gazetelerin değil, İngiliz bulvar gazetelerinin üçüncü sayfaları. Özellikle de The Sun'ınki. Bizim üçüncü sayfalardan kan; The Sun'ın üçüncü sayfasından ise bal damlıyor.1970 yılından beri, hep aynı sayfada üstsüz kız fotoğrafları kullanıyor The Sun. Bu kızlara itiraz edildiği noktada ise terör başlıyor. Bu fotoğraflar onlar için bir çeşit namus meselesi. Köşe güzellerini eleştirme özgürlüğü kesinlikle yok. Çünkü üstsüz kızlara dil uzatan bir kadın hemen yaşlı, çirkin ve şişman damgasını yiyor. Ne caydırıcı güç ama. Sıkıysa itiraz edin. Ama, şöyle bir gerçek de var; aslında kadınların çoğu köşe güzellerini umursamıyor.
Rebekah Wade, dünyada Sorbonne mezunu olan ilk ve tek bulvar gazetesi yayın yönetmeni. İyi eğitimli bir gazeteci.
Ancak kendisi biraz muzır.
Dünyanın en maço gazetelerinden biri sayılabilecek The Sun'ın yayın yönetmenliğini bir erkekten devraldıktan bir yıl sonra, tiraj kaybedince birden saldırganlaşıyor. Gazetenin 33 yılık namusu olan üçüncü sayfa güzeline dil uzatan eski bakan Clare Short'u kepaze ediyor. Üçüncü sayfayı pornografik bulan Short'un başını fotomontajla çıplak bir vücudun üstüne yerleştirdiği gibi, bir takım namlı üçüncü sayfa güzellerinin ağzından kadına hakaret ediyor. Bu kızlar, Short'un şişman, çirkin ve yaşlı olduğu için köşeye saldırıda bulunduğunu, kendilerinin ise genç ve güzel oldukları için onun gibi kapanmak zorunda olmadıklarını ilan ediyorlar.
Daha önce de köşe güzellerine musallat olan Short zaten uzun süredir İngiliz bulvar basınında ‘‘Zevk düşmanı’’ lakabıyla anılıyor. Üçüncü sayfa güzellerini yasaklatmak için meclise önerge verip bozguna uğradığı 1987 yılından beri tabloidler Short'a düşman.
Ancak Short'a yapılan muamele İngiliz basınında bir ilk değil. Daha önce de Avrupa Komisyonu'nun sosyal işlerden sorumlu üyesi Anna Diamantopulu, Daily Mail tarafından benzer bir davranışa maruz kalmıştı.
Yunanlı Diamantopulu bulunduğu mevki itibarıyla Clare Short'tan çok daha tehlikeli. Diamantopulu geçen yıl, AB ülkelerindeki gazetelerde, kadını cinsel obje konumuna indirgeyen ve cinsel ayrımcılık güden haber ve fotoğraflarla, reklamlara yayın yasağı getirilmesi için çalışma başlatmıştı. Ve bu bilgi ofisinden sızınca bulvar basınında büyük kıyamet kopmuştu.
Daily Mail gazetesi de Diamantopulu'nun başını, kırmızı erotik iç çamaşırlı bir bedenin üzerine monte etmiş ve kadına histerik demişti. Ancak bıyıklarından bira damlayan erkeklerin hoşlanacağı tarzda, kadın düşmanı esprilerden birini kapak sayfasına basıp, ‘‘Eğer Diamantopulu kazanırsa, bu tür şakaları okuyamazsınız’’ diye yazmıştı.
Erkeklerin mahrum kalacağı o müthiş espri de şu: ‘‘Otomobiller neden beş viteslidir? Kadınlar en azından birini bulabilsin diye.’’
Tabii Diamantopulu da aynı Short gibi bozguna uğradı. AB Komisyonu'ndan hemen, biz sansürcü değiliz, kimseyi çıplak kızlardan mahrum etmeyiz türünden açıklamalar geldi. Eh yasaklamak kolay değil tabii, The Sun'ın 3.5 milyon, en yakın rakibi Daily Mirror'un da 2 milyon tirajı var.
Geçen yılki bulvar ayaklanmasına katılanlar arasında Alman Bild gazetesi de vardı. Birinci sayfasında muhteşem bir sarışının çıplak fotoğrafını basan Bild, ‘‘AB, birinci sayfadaki güzel kızları yasaklamak istiyor’’ diye başlık atmıştı. Bild, günün üstsüzünü birinci sayfasında kullanıyor.
Oysa AB'nin herhangi bir yayını sansürlemesi o kadar kolay bir iş değil. Yasaklama kararı komisyondan geçse bile, önce üye ülkelerin hükümetleri, sonra da Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanması gerekiyor ki, bu organların hiçbirinde kadın çoğunluğu söz konusu değil.
KİMİN UMURUNDA
Gazetelerin herhangi bir köşesinde üstsüz fotoğraf yayınlanması umurumda değil. Kadınların çoğunun umurunda değil. Hatta erkeklerin de çok fazla umurunda değil.
İngiltere'de bir gazetecilik okulu öğrencisinin yaptığı araştırma bu sonucu açıkça ortaya koyuyor. Üçüncü sayfa güzellerini master tez konusu olarak seçen Jo Ash adlı kız öğrenci, internet üzerinden binlerce kişiye ulaşarak köşe güzelleri hakkında ne düşündüklerini soruyor. Sonuç ilginç: Kadınlar, üstsüz fotoğraflardan nefret etmiyor, erkeklerin tamamı da pek öyle bayılmıyor. İnsanlar köşe güzelini İngiliz kültürünün bir parçası olarak görüyor.
REBEKAH WADE DÖNEK Mİ, YOKSA ONUN DA MI UMURUNDA DEĞİL
Bu şartlar altında The Sun'ın 34 yaşındaki kadın yayın yönetmeni Rebekah Wade'in son bir yıllık icraatı da, toplumsal trende uygun görünüyor. Göreve gelir gelmez ilk iş üçüncü sayfa güzelini kaldıracağı iddia edilen Wade geleneği aynen devam ettiriyor. Köşe güzellerine karşı toplu bir kadın hareketi olmadığına göre, kaldırması için gerçekten bir neden yok.
Ancak Wade'in bir de yönetmenlik öncesi icraatı var. İşte o dönemde The Sun'ın iki numarası olan Wade, üçüncü sayfaya itiraz eden kesimde yer alıyor. Kadın Gazeteciler Grubu’nun kurucusu ve eski başkanı olan Wade, kadınlarla ilgili haber ve fotoğrafların erkek bakış açısıyla yayınlandığını, kadınların medyada çok düşük düzeyde temsil edildiğini savunan bir rapor sunuyor.
O dönemde The Sun'ın pazar gazetesi News of The World'un yayın yönetmeni olan Wade, çok cüretkar bir iş daha yapıyor. Cinsel suç işleyenlerin, sübyancıların fotoğraflarını polisten alıp tek tek basıyor. Ancak zanlıların teşhir edilmesi, bazı mahallelerde insanların sapık avına çıkmasına yol açtığı için yoğun eleştiri alıyor.
Rebekah, The Sun'ın başına geçtikten sonra erkek kalemler kışkırtıcı yazılar döşeniyor, bakalım köşe güzelini kaldırabilecek misin diye. O ise hiç umursamıyor. Tabloid düşmanı ciddi gazete The Observer'dan kadın meslektaşı Victoria Coren ise Wade'in üçüncü sayfa formatına devam etmesini şöyle destekliyor:
‘‘O resimleri hiç umursamıyorum, kız arkadaşlarım da umursamıyor. Göğüslerimin kapalı kumaşlar ardında kaldığı genç kızlık yıllarımda o resimler bana gerçekten müstehcen görünürdü. Ancak o günden bu yana, ikinci derecede önemli cinsel organım plajlarda sergilendi, doktorlar elledi, tabii birkaç erkek de yakından gördü. Ve artık umursamaz oldum, eninde sonunda meme işte. Üçüncü sayfaya karşı çıkmayı ben de isterdim ama artık enerjim yok. Sanırım Rebekah Wade de aynı durumda.’’
Bence de öyle.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2004
Yaklaşık altı aydır şu kalıp cümleye maruz kalıyoruz: Metroseksüel, paralı, bakımlı, kendine düşkün, kadınsı yönlerini vurgulamaktan ürkmeyen kentli erkektir. Prototipleri de Beckham, Justin Timberlike filan falandır. Sanırım artık herkes bu yüzey cümleden sıkıldı. Peki nedir bunun felsefesi? Kavramı ilk bulan kimdir, niye bulmuştur? En metroseksüel kimdir? Metroseksüellerin 18'inci yüzyıl züppelerinden farkı nedir?
Metroseksüel kavramı esas olarak çıtkırıldımlığı mı ifade eder? Eğer öyleyse, nasıl olur da Arnold Schwarzenegger metroseksüel sayılabilir?
Bu sıfat erkek politikacılara yakışır mı?
Yakışıyorsa, ‘‘Siz de bir mekroseksüel misiniz?’’ sorusu Mustafa Sarıgül'ü neden kızdırmıştır? Haftalık Dergisi'nin sorusunu neden ‘‘Hayır, ben bir Erzincanlıyım!’’ diye yanıtlamıştır?
Yok eğer politikacılara yakışmıyorsa, ABD'deki Demokrat başkan aday adaylarından Howard Dean neden ‘‘Ben de bir metroseksüelim’’ demiştir.
Soruların gidişinden de anlaşılacağı üzere konu hayli çetrefilli. Yani iyice kavrayabilmek için kökene inmek gerekiyor.
Kavramın mülkiyet hakları esas olarak Mark Simpson'a ait. İngiliz popüler kültür yazarı Simpson ilk kez 1994 yılında, The Independent gazetesindeki yazısında ortaya atıyor metroseksüellik kavramını. O dönemde dergilerde yeni yeni boy göstermeye başlayan, geleneksel sert erkek tipinden hayli uzak yeni bir erkek estetiğini yansıtan tiplere içerleyen Simpson, bu akımı eleştiren yazısında alaycı bir uslupla ‘‘Bunlar metroseksüel’’ diyor. Manikürü ve pedikürü, lycralı donları, giyim ve kuşamlarıyla bakımına pek düşkün bu erkeklerin narsisist olduğunu, aynada kendilerine bakmaktan aldıkları zevk kadar hiçbir şeyle ilgilenmediklerini öne süren Simpson, akımın sorumlusu olarak Hollywood ile kuşe kağıt erkek dergilerini alabildiğine suçluyor. Pek alışverişe çıkmayan, öyle sürüp sürüştürmeyen sert erkeklere karşı çıkarılan bu yeni estetiğe de ‘‘metroseksüalite’’ damgasını basıyor.
Bunu sosyal bir gerçeklik olarak tanımlarken ‘‘metroseksüel’’ kavramını tamamen mizahi anlamda kullanıyor ve o dönemde hemen hiç kimsenin bu yeni sosyal sorunu kabullenmek istemediğini söylüyor.
Aradan yıllar geçiyor ve bir buçuk yıl kadar önce, internetteki salon.com dergisinde kavramı yeniden gündeme getiriyor, kimse olayı üstlenmek istemediği için de biraz ahlaksızlık edip adamların isimlerini de vereyim diyor. David Beckham ve Brad Pitt'le başlayıp Örümcek Adam'la bitiriyor. Örümcek Adam'ın konuyla alakası şöyle: Kahramanımız cılız bir oğlanken, örümceğin kortizonu sayesinde vücudu gelişince aynada hayran hayran kendini seyrediyor, lycraları giyip metroseksüele dönüşüyor.
KAPİTALİST TÜKETİMİN
KURBANI ERKEKLER
Geçenlerde yine salon.com dergisinde Mark Simpson'la metroseksüellik üzerine çok geniş bir röportaj yayınlandı. Daha doğrusu Simpson bu konuşmayı kendi kendiyle yapmış. Kavramın başlangıç macerasını da aynı yukarıdaki gibi anlatıyor. 1994 döneminde hiçbir metroseksüelin kendi gerçeğiyle yüzleşmek istemediğini, aslında kendilerini sevmekten utanmamakla birlikte, çevrenin kendilerini nasıl algılayacağı konusunda endişeler taşıdıklarını anlatıyor. Kavramın, homoseksüelliği çağrıştırması da bunda rol oynuyor. Simpson'a göre, bakımlı ve moda bilinci yüksek eşcinseller, metroseksüellerin prototipi sayılabilir.
Ancak 21'inci yüzyılla birlikte her şey değişiyor. Metroseksüellik geçen yıl ikinci kez piyasada dolaşıma çıkınca birdenbire, olayı üstlenmeye hevesli erkekler ortaya çıkıyor. Çünkü Simpson'un adını vermediği, trend avcısı dev bir global reklam şirketi bu kavramı alıp medya ortamına sürüyor. Ve ustaca pazarlanan bu kavram global bir salgına dönüşüyor.
Reklamcılar metroseksüaliteyi kullanırken, bu sınıfa girenlerin sapına kadar erkek olduğu imajını da özenle yerleştirmeye çalışıyorlar. Çünkü eşcinsellik sularına girildiği an pazarlama tehlikeye girmeye başlıyor. Simpson'a göre metroseksüellerin çoğu hetero olmakla birlikte, bu tipler son yüz yılın erkeklik konseptine kesinlikle ters düşüyor. Çünkü aktif ve arzulayan cins konumundaki erkek, pasif ve arzulanan bireye, seyreden değil, seyredilen nesneye dönüşüyor. Bunda artık ne kötülük varsa, Simpson pek bozuluyor. Reklamcılık ve medya sektörünün erkek bedenini de sömürmeye başladığını, sert erkeğin kapitalist tüketim tarzının kurbanı olduğunu düşünüyor.
İşte bu noktada mekroseksüeller, 19'uncu yüzyıl dandy'lerinden kesinlikle ayrılıyor. O dönemin zengin, aristokrat ya da soylu taklitçisi aylak züppeleri, seçkin ve ince zevklerin gösterisi peşindeydi. Metroseksüellik ise bir kitlesel tüketim fenomeni. Eski züppeler hayranlık uyandırmayı amaçlıyordu, metroseksüeller ise arzuları kamçılamayı.
Gelelim kim metroseksüeldir, kim değildir faslına. Simpson'a göre en hakiki metroseksüellerden biri Tom Cruise. Artık 40'larını sürdüğü halde, hala kaymak gibi cildi, oğlan gülümsemesi, Top Gun'daki yeniyetme delikanlı pozuyla bir arzu nesnesi olmak istediğini ileri sürüyor Simpson. Cruise'un ancak son filmi Son Samuray'da sakal-bıyık uzatmaya cesaret edebildiğini anlatıyor.
Metroseksüelliğin sorumluluğunu üstlenen isimlerden biri de eski aktör yeni siyasetçi Arnold Schwarzenegger. Simpson'a göre California Valisi Schwarzenegger de metroseksüel, ancak Prada marka ayakkabı giydiği için değil. Neticede adam mültimilyoner, ayağına tokyo giyecek hali yok. Onun metroseksüelliğinin nedeni, bedenine aşırı düşkünlüğü, kaslı fiziğini sergileyip kendisini bir tüketim malına dönüştürmesi. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca genç erkeği baştan çıkarıp, kendisi gibi bir emtiaya dönüştürmesi de Simpson'a göre bir metroseksüellik suçu.
HAYIR ERZİNCANLIYIM
Politikacıdan metroseksüel olur mu? Simpson'a göre Batılı politikacıların çoğu bugünlerde az çok metroseksüel. Çoğu, kadınların oyunu çekebilmek için ‘‘Kadınlar Ne İster’’deki Mel Gibson gibi davranıyor. Hatta, Irak'ta savaşın bittiğini açıklamak için Top Gun kıyafetiyle uçak gemisine inen Bush figürünü bile bir çeşit metroseksüel teşhir olarak tanımlıyor Simpson. Oyca Bush'un PR'cıları, o sahneyle gerçek bir erkek imajını sergilemek istemişlerdi.
Bugüne kadar metroseksüelliği üstlenen tek politikacı ise ABD'deki Demokrat Parti Başkan aday adayı Howard Dean. Modern bir politikacı olarak özellikle medya ve kadınlar tarafından beğenilmek istediği için doğal tabii.
Metroseksüelliği kesinlikle reddeden politikacı ise Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül. Haftalık Dergisi'nin ‘‘metroseksüel misiniz?’’ sorusunu aynen şöyle yanıtlıyor:
‘‘Metroseksüel mi? Ben Erzincanlıyım! Ben metroseksüel falan anlamam. Türk insanının anlamayacağı laflardan hiç hoşlanmam. Kendim tıraş olamıyorum. 20 yıldır her sabah evimde biri yardım ediyor. Düzenli manikür, pedikür yaptırırım. Krem kullanırım. Moda danışmanım vardır...’’
O galiba metroseksüel.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2004
Sadece gazetecinin değil bilim adamlarının da asparagasçısı var. Bunların en beteri de Japon arkeolog Şiniçi Fujimura. Şöhret ve milli duygular adına, Taş Devri'nden kalma diye palavra buluntuları ortaya çıkaran Fujimura'nın Japonya'da yarattığı hasar inanılmaz boyutlarda. 1980'lerden beri 159 ayrı kazı yerinden çıkardığı yontulmuş taşlarla Japonların adalardaki tarihini 600 bin yıl geriye götüren Fujimura'nın buluşlarına atfen tarih kitapları yeniden yazıldı, Japonlar tarihin en eski uygarlığı olduklarına iyice inandılar. Hatta Fujimura'ya ‘‘Tanrının eli’’ adını taktılar. Ancak arkeolojik bulguların tamamen asparagas olduğu ortaya çıktığı için şimdi tarih kitapları yeniden yazılıyor, müzelerdeki yontu taşlar ve aletler kaldırılıyor.
Bir Japon için, Koreli ya da Çinli'yle karıştırılmak hiç hoş değildir. Kamuoyu araştırmalarına göre Japonların çoğu halen, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi, katışıksız bir ırk olduklarına, tamamen üstün bir etnik kökenden geldiklerine inanıyorlar. Bugün yaşadıkları takımadalara 30 bin yıl önce Çin yöresinden göçlerle geldikleri şeklindeki yaygın teoriye kesinlikle katılmıyorlar.
Ve iki-üç yıl öncesine kadar Japonların bu inancı bilimsel verilerle de destekleniyordu. Gelmiş geçmiş en büyük arkeolog olan Şiniçi Fujimura'nın buluşları sayesinde, Paleolitik Çağ'dan beri yaşadıkları topraklarda evrim geçirdiklerine iyice inanıyorlardı.
Japonya'da bir çeşit ulusal kahramanlık mertebesine ulaşan Fujimura aslında bu işe bir amatör olarak başlıyor. 1972 yılında henüz 22 yaşındayken, Japonların tarih öncesi macerasını ortaya çıkarmak üzere, tamamen hobi olarak kazılara girişiyor. Çok geçmeden bulduğu sansasyonel kalıntılarla arkeoloji dünyasının ilgisini çekiyor. İlk büyük keşfini 1981 yılında yapıyor. Kırk bin yıl öncesine ait yontulmuş taşlar buluyor. Bunlar Japonya'nın bilinen tarihini 10 bin yıl kadar geriye götürdüğü için Fujimura büyük üne kavuşuyor, amatör olarak başladığı iş ciddi bir arkeoloji kariyerine dönüşüyor. Tanrı'nın eli diye anılarak çevresinde bir de mitos yaratılıyor.
İLK İNSAN MARKALI İÇECEK BİLE ÜRETİLİYOR
Fujimura sayesinde arkeoloji popüler kültürün bir parçası haline geliyor. Kitap mağazalarında Japonya'da Taş Devri'ni konu alan ayrı reyonlar açılıyor. Okul kitapları yeniden yazılıyor ve bu kitaplar Fujimura'nın bulduğu kalıntıların resimleriyle süsleniyor. Homo erectus'un 500 bin yıl önce Japonya'da nasıl evrim geçirdiğini gösteren grafikler çiziliyor. Tabii bu bulgular turizm sektörüne de yansıyor. Honşu Adası'nda, kazı alanlarından birinin yakınındaki Tsukidate kentinde Taş Devri Japonlarının minik heykelleri satılıyor, ‘‘İlk İnsan’’ markalı içecekler üretiliyor ve ‘‘Gelin burada Taş Devri'ndeki havayı soluyun’’ benzeri sloganlar yaratılıyor.
Ve geliyoruz en önemli dönüm noktasına. 22 Ekim 2000'de Fujimura ve ekibi, Kamitakamori kazı alanında ilkel insana ait olduğu tahmin edilen bazı taş parçalarıyla oyukları keşfediyorlar. Bu taşlarla, ilkel barınaklar olduğu tahmin edilen oyukların 600 bin yıllık olduğu ilan ediliyor. Yani yeryüzünde bulunan en eski yerleşim alanı. Böylece bu keşif dünya çapında bir nitelik kazanıyor.
GAZETEDEKİ FOTOĞRAFLAR GERÇEĞİ ORTAYA ÇIKARIYOR
Derken 5 Kasım günü ülkenin yüksek tirajlı gazetelerinden Mainiçi Şimbun, şok bir manşetle yayımlanıyor. Manşete eşlik eden fotoğraflarda ‘‘Tanrı'nın eli’’ Fujimura, plastik bir torbadan çıkardığı taşları gizlice toprağa gömerken, sonra da ayağıyla toprağı bastırıp düzeltirken görülüyor.
Buraya, basın etiğiyle ilgili küçük bir paragraf iliştirmek gerekiyor. Gerçi Mainiçi Şimbun'un şüpheci muhabiri bu fotoğrafları gizlice çekiyor, ancak resimler önce Fujimura'ya gösteriliyor ve arkeoloğun onayını almak için birkaç gün bekleniyor. Fujimura, sahtekarlığını itiraf ettikten sonra haber basılıyor.
Aynı gün Fujimura bir basın toplantısı düzenleyerek, o çok tipik, utançtan başı öne eğik Japon tavrı içinde, bu sahtekarlığa milliyetçi dürtüleriyle ihtirasının yol açtığını, hangi kazı alanında kaç parçayı nereye yerleştirdiğini, gözlerinden yaşlar süzülerek bir bir anlatıyor:
‘‘Şeytana uydum. Nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Her şeyi vatanım için yaptım. Japonya'daki en eski taş kalıntıları ortaya çıkaran insan olarak tarihe geçmek istiyordum. Üzerimde çok baskı vardı, yeni bir şeyler bulmam gerekiyordu. Çaresizdim, paniklemiştim. Bu yıl bulduğum bütün parçalar kendi koleksiyonumdandı. Ancak yemin ederim, Ogasaka'da bulduğum 500 bin yıllık parçalar gerçekti.’’
Japon üniversitelerindeki arkeoloji kürsüleri tam anlamıyla galeyana geliyor. Son yirmi yılda yaptıkları bütün çalışmaların boş birer safsata olduğunu anlayan arkeologlar perişan oluyor.
Peki akademik çevreler Fujimura'ya nasıl inandı? Bulunan taşların hangi döneme ait olduğunu tespit etmek güç. Ancak bulundukları jeolojik katman, bunların hangi döneme ait olduğu konusunda ipucu verebiliyor. Bazı arkeologların keşifleri şüpheyle karşılamakla birlikte, Fujimura'nın ünü nedeniyle, bulgulara muhalefet edemedikleri de söyleniyor.
FUJİMARA PSİKİYATRİ KLİNİĞİNE YATIRILIYOR
Bu skandalın ardından Fujimura Tohoku Paleolitik Enstitüsü başkanlığı görevinden alınıyor. Bir psikiyatri kliniğine yatırılıyor, bazı meslektaşları kendisinin manik depresif olduğunu söylüyorlar.
Japon Arkeoloji Derneği yaklaşık üç yıl süren soruşturmanın ardından geçenlerde bulguların tamamının sahte olduğuna karar verdi. Fujimura yaklaşık 159 ayrı kazı bölgesinde sahtekarlık yapmıştı. Bulduğu hiçbir şeyin gerçek olabileceğini gösteren tek bir kanıt bile yoktu. Ayrıca Fujimura'nın evinde yapılan aramada bulunan bazı taşların, Paleolitik Çağ'daki aletlerle işlenmesi mümkün olmayan yontu izleri taşıdığı da tespit edildi.
Geçmişlerine 600 bin yıl ilave edilen Japonlar şimdi bu tarihi iade etmeye çalışıyor. Okul kitaplarındaki bilgiler, resim ve grafiklerle Tokyo Ulusal Müzesi'nde sergilenen taşlar ayıklanıyor. Japon arkeoloji cemaati, Fujimura öncesi çağa dönüyor.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2003
Şurada üçüncü milenyumun beşinci yılına giriyoruz (2000'i de bu milenyumdan sayarsanız beş ediyor). Farkındasınızdır, milenyumla birlikte gazete sayfalarının yaşam tarzı ve lezzete dönük içeriği de çok değişti. Bir zamanlar yılbaşı yaklaşırken gazetelerin demirbaşı olan ve hiç bıkmadan, mütemadiyen kestanelisi tarif edilen hindi tefrikalarına artık rastlanmıyor. Zaten hindi artık gündelik et tüketiminin bir parçası. Ama yine de önemli bir mevzu. Bu yılbaşı da yiyenleri çıkacak elbet. Şimdi milenyum gereği, kestaneli hindi tarifi veremeyeceğimize göre, hayvanın genetik macerasına, seks hayatına filan girelim diyorum.
Hayvanın tarihinde çok şerefli sayfalar var. Örneğin Neil Armstrong ile Edwin Aldrin'in Ay’a indikten sonra yedikleri ilk yemek hindi olmuş. Sonra biliyorsunuz, Amerikalılar 19'uncu yüzyıldan beri her yıl Şükran Günü'nde hindi pişirip, hayvana yiyerek tapınıyorlar.
Kökeni Meksika, bilimsel adı da Meleagris gallopavo olan büyük Amerikan hindisinin onurlu yenilgileri de var. ABD'nin kurucularından Benjamin Franklin, hindinin devletin resmi kuşu olmasını önerdiyse de, bu unvan için ünlü kel kartal seçilmiş.
Ancak Ben Franklin'in çok sevip saydığı, sonraları Ay’a ilk ayak basan astronotların yediği hindi ile bugünkü hindi artık aynı hindi değil.
Genetik bilimindeki ilerlemelerle birlikte eti daha sulu ve lezzetli olsun, göğsü şöyle dolgun ve beyaz olsun diye hayvanla hayli oynamış ve aslında boylarına göre üç temel ırkı olan hindiden alt türler yaratmışlar. Kırk yıldır devam eden genetik seleksiyon sonucu hindinin boyu posu neredeyse masalara sığmayacak hale gelmiş, ancak hindi kanunlarına insan eli değince hayvanda seks hayatı da kalmamış.
40 YILDA İKİ KAT OLDU18 KİLOYA ÇIKTI
Gen teknolojisi sayesinde erkek hindiler daha geniş bir göğüs edinerek, üçgen vücutlu hale gelmişler, ancak bu maço görünüm hayvanlara hiç yaramamış. Çünkü göğüs kısımları haddinden fazla geniş olduğu için çiftleşmek için pozisyon alamaz hale gelmişler. İşte bu yüzden sadece evcil olmayan hindiler doğal aşımla düzenli olarak üreyebiliyor. Kümes ortamında ise erkeğin spermi sağılıp sulandırılarak dişinin yumurta kanalına enjekte ediliyor.
Seleksiyonlu üretim sonucu son 40 yılda ortalama bir hindinin ağırlığı iki kat artıp 18 kiloya çıkmış. Bu ağırlığın büyük kısmı da göğüste toplanıyor. Ayrıca 1950'lerde ancak 28 haftalık olduğu zaman tüketim için piyasaya sürülen hindiler, şimdilerde 15 haftalık olunca kesimi boyluyor.
Hayvanın genetik değişimi aslında Amerika'da tüketiciden gelen talepten kaynaklanıyor. Daha bol ve yoğunbeyaz göğüs eti istendiği için, bu karakteristiğe uygun genetik seleksiyonla üretim yapılıyor.
Ancak bol göğüs eti, daha bol hindi anlamına gelmiyor. Geniş göğüsten kaynaklanan çiftleşme çıkmazı nedeniyle üretim zorlaşıyor. Bugün çiftlik ortamında 10 hindiden sadece biri doğal yollardan üreyebilecek fiziksel yapıya sahip. Yani üreticide güven uyandıracak bir oran değil. Bu yüzden kümes hayvanları arasında sadece hindiler, yapay döllenmeyle üretiliyor.
Ancak burada da bir sorun var, hindi spermi kolay dondurulamıyor. Üreticinin dişi hindiyi dölleyebilmesi için, bir grup erkek hindiden haftada iki-üç kez sperm alması gerekiyor.
ABD'DE SADECE BU YIL 269 MİLYON HİNDİ SATILDI
Şimdi araştırmacılar, hayvanın hızlı büyüme oranı ve seleksiyonlu üretime yatkınlığı nedeniyle hindi DNA'sının genom haritasını çıkarıp, genetik bilgileri üretime aktarmak istiyorlar. Çünkü ABD'deki talep hızlı üretimi gerektiriyor. Sadece bu yıl içinde 269 milyon hindi satıldığı hesaplanıyor.
Demek ki hindinin genetik değişimi göğsünün genişlemesiyle sınırlı kalmayacak. Daha çok badireler atlatacak. Toplam 25 bin geni olduğu tahmin edilen hayvanın genom haritası hele bir tamamlansın, hayvan mükemmelliğin sınırlarını zorlamaya başlayacak.
Bu nedenle New Scientist dergisi ‘‘Eski usül hindiyi seviyorsanız bugün iyice tadını çıkarın; çünkü gelecekte lezzetleri çok farklı olacak’’ diye yazıyor. Dergideki habere göre iki ayrı araştırma ekibi, hindinin 40 kromozomunu deşifre etmek için yoğun bir şekilde çalışıyor. Biri ABD diğeri İskoçya'dan bu iki ekip, kromozomları oluşturan 1 milyar bazı çözmek için işbirliği yapıyorlar. Bu iki ekipten biri, ABD'nin California eyaletindeki Nicholas Hindi Üretim Çiftliği'nden. Burada genetik haritası çıkarılan hindi, 1956 yılında üretilen hindilerin soyundan geliyor.
OHIO'DAKİ HİNDİLER ARTIK AYAKTA DURAMIYOR
Diğeri ise İskoçya'da, ilk kopya koyun Dolly'nin yaratıcısı olan Roslin Enstitüsü'nden bir ekip. Yaklaşık beş yıl içinde çalışma tamamlandıktan sonra, örneğin belirli genler ile büyüme oranları ve yumurta sayısı arasında bağlantı kurulabilecek. Böylece hindinin ebadı büyüdükçe neden daha az yumurta verdiği anlaşılacak. Hastalıklara karşı daha dirençli hindiler yetiştirilmesi de mümkün olabilecek. Çünkü gen teknolojisiyle irileşen hindilerin hastalıklara karşı bağışıklığının azaldığı da biliniyor.
Daha beteri de var. ABD'nin Ohio eyaletinde hindiler iri butlu olsun diye hayvana öyle genetik oyunlar etmişler ki, artık ayakta durmakta güçlük çekiyorlarmış.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2003
Geçen hafta Amerikan sinema gişelerinde tuhaf bir şey oldu. Tom Cruise'un oynadığı tipik Amerikan epiği Son Samuray, romantik bir komedi tarafından geçildi. Bu tür destansı ve erkeksi büyük yapımlar hep bir numara olur ya, düşük bütçeli ve aşklı meşkli bir filmin gerisinde kalması yadırgandı. Üstelik Son Samuray'ı geçen yapım, iki geçkinin matrak aşk hikayesinden ibaret. Diane Keaton ile Jack Nicholson'ın oynadığı ‘‘Something's Gotta Give’’. Jack Nicholson tamam da, 57 yaşındaki Keaton'ın oynadığı aşık olunan kadın tipi Amerikan formatına biraz ters. İşte bu yüzden şimdi Amerikan medyasında yaşlı kadın şaşkınlığı yaşanıyor. Ve istatistikler ortaya dökülüyor. Efendim, 1990'larda bütün rollerin sadece yüzde 9'u 40'ını geçmiş kadınlara verilirken, geçen yıl bu oran yüzde 11'e çıkmış.
Türkiye'de henüz vizyona girmedi, görmedim ama film, Viagra, menopoz ve kalp krizi esprileriyle doluymuş. Diane Keaton 55 yaşında, yıllardır seks yapmamış bir senarist, Jack Nicholson ise 63 yaşında, kadın fatihi bir işadamı. Ve hayatında ilk kez olgun bir kadını gencine tercih ediyor. Kızının peşinden koşarken, annesine aşık oluyor.
Yani son olarak yarı yaşındaki Helen Hunt'la ‘‘Benden Bu Kadar’’da romantik bağlantı halinde gördüğümüz 66'lık Nicholson nihayet perdede kendi yaşını canlandırıyor. Viagra desteğinden kalp tutmasına, yaşına uygun her motif mevcut. Yirmilik, otuzluk kadın oyuncular karşısındaki çakı gibi Nicholson'ın o kedi Garfield gülüşü yerli yerinde durmasına karşın, anlaşılan karizma aynı karizma değil.
Hollywood'da erkek aktörlerin raf ömrü kadınlara göre daha uzun, hani neredeyse son kullanma tarihleri yok. Kırkını geçmiş kadın oyuncular anne, müşfik hemşire, canayakın komşu, çörek pişiren teyze gibi yan rollere itilirken, erkekler bir ayağı çukura bakan yaşlarda da olsa hep jönü oynarlar. Sadece Jack Nicholson değil, Robert de Niro, Robert Redford, Sean Connery, Clint Eastwood ilelebet jöndür. Kim Basinger gibi seksi bir sarışın olsa da kadın oyuncular 40'ları aşınca aşk ortamında yadırganır.
Şimdi 57 yaşındaki Diane Keaton'ın esas kadını oynadığı bir filmin çekilmesi yetmiyormuş gibi, bir de bu filmin hafta sonunda Son Samuray'ı geçmesi, Amerikan medyasında şaşkınlık yarattı. Gerçi Som Samuray bir hafta önce vizyona girmişti. İlk haftasonu 24 milyon dolarlık gişeden sonra ikinci haftasonu ancak 14 milyon dolara ulaşabildi. Aynı gün vizyona giren Something's Gotta Give ise 17 milyon dolarla gişe birincisi oldu. Tabii 17 milyon dolar Hollywood standartlarına göre müthiş bir meblağ değil, ancak Amerikalı yapımcılara göre üst yaşlardaki kadınlar en cimri kitleyi oluşturuyor. Bu şartlarda 17 milyon dolar iyi para.
Newsweek'ten New York Times'a bütün Amerikan medyasında filmin eleştirileri ‘‘yaşlı kadın’’ faktöründe odaklanıyor. Konu sadece Diane Keaton değil. Şu anda İngiltere'de bir numara olan ve gerçek yaşam öyküsünden adapte edilen ‘‘Calendar Girls’’e de göndermeler yapılıyor. ABD'de bugünlerde vizyona girecek filmde 40-50 ve 60'lı yaşlardaki bir grup İngiliz kadın, lösemili bir hasta için para toplamak uğruna çıplak takvim yapıyor. Bu filmin de iyi gişe yapacağını tahmin eden medya, yaşı geçkin kadın oyuncularla ilgili birtakım istatistikler veriyor.
Örneğin araştırmalara göre, yaşı kırkı aşmış kadınlar, geçen yıl tüm sinema ve televizyon rollerinin yüzde 11'ini almış. Oysa bu oran 1990'larda yüzde 9'muş. Kırk ve üstü erkeklere gelince, onlar da geçen yıl tüm rollerin yüzde 26'sını kapmışlar. Yani iki cinsin geçkinleri arasında halen uçurum mevcut.
Mel Gibson ile Helen Hunt'ın oynadığı Kadınlar Ne İster'i de çeken yönetmen Meyers, 50'sini aşmış kadınlarla ilgili önyargıları yıkmaya çalıştığını söylüyor. ‘‘Kadınların belli bir yaştan sonra sanki görünmez olduğu daha az arzulandığı gibi yaygın bir kanı var. Filme şöyle bir bakın, kadının aslında yaşı ilerledikçe hiçbir şey kaybetmediğini göreceksiniz.’’
Diane Keaton ise sadece kadınlar değil erkeklerle ilgili önyargılara da karşı çıkıyor: ‘‘Filmlerdeki yaşlı erkeklerin sadece genç kadınlarla seks yapmak istemesi çok aptal bir klişe. Erkekleri böyle bir kategoriye yerleştirmek çok abes.’’
Görmediğim için çok iddialı konuşmak istemiyorum ama, galiba filmde yine de bir haksızlık var. Keaton'ın Nicholson'ı Keanu Reeves'e tercih etmesi. Jack Nicholson'ın anneyi tercih etmesine karşın, Nicholson'ın doktorunu oynayan Reeves, teyzesi yaşındaki Keaton'a meylediyor, ancak karşılık bulamıyor. Bu tercih haklı mı şimdi?
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2003
<B>İnsanlığın önünde çığır açan buluşları ve uçuşları ilk kimin yaptığı konusunda bilinen tarihi gerçeklere hiç güven olmuyor. Örneğin 100 yılı aşkın bir süre Graham Bell'i telefonun babası diye bildik. Sonra Antonio Meucci adlı bir İtalyan, ardından da Alman Philipp Reis'ın adı telefonun ilk mucitleri diye ortaya çıktı. Almanlara göre telefonun mucidi Reis. Aynı durum uçağın icadı ve ilk uçuş için de geçerli. Önümüzdeki 17 Aralık'ta, Amerikalı Wright kardeşlerin ilk uçununun 100'üncü yıldönümü kutlanacak. Ancak Brezilyalılara göre tarihteki ilk uçuşun kahramanı onlar değil. Peki kim? Elbette bir Brezilyalı; Alberto Santos-Dumont. Brezilyalılara sorarsanız, Wright kardeşlerinki gerçek bir uçuş değil. En baba uçuşun kahramanı Santos-Dumont, tarihi de 12 Kasım 1906.
Açın bakın, bütün ansiklopediler aynı şeyi yazıyor. Havacılık tarihinin ilk motorlu, kesintisiz ve denetimli uçuşunu Amerikalı Orville ve Wilbur Wright kardeşler gerçekleştirmiştir. Geliştirdikleri iki planörle 1900-1903 arasında, eğik zemin ve rüzgar yardımıyla gizli gizli denemeler yapmış, 17 Aralık 1903'te de Flyer 1 adlı ilk motorlu uçaklarıyla, motor dışında hiçbir yardım almadan düz zeminden havalanmışlar. O sabah ilk uçuşu Orville yapmış, sonra Wilbur uçmuş, ardından Orville bir kez daha uçmuştur. Uçuşlardan ilki 12 saniye, sonuncusu ise 59 saniye sürmüştür.
Teknoloji hayatına baskı makinesi tasarım ve yapım işiyle atılan Wright kardeşler kendi kendilerini yetiştirmiş, havacılıkla ilgili buldukları bütün eserleri okumuş, yıllarca şahinlerin hareketlerini gözlemişler.
Heyecan verici bir teknolojik hayat. Şimdi insanoğlu o 12 saniyelik ilk uçuş cesareti sayesinde kıtaları aşıyor, uzaya gidiyor.
YEMEĞE BALONLA GİDEN ZÜPPE
Ancak Alberto Santos-Dumont'un yaşamı çok daha heyecan verici, daha bir egsantrik. Brezilyalı kahve ekicisi babasından kaldırdığı müthiş mirasla, Bell Epoque Parisi'nde yaşayan, otuzlu yaşlarda çıtkırıldım bir züppe. Keyif ve lezzet düşkünü, süslü ve havai. Boyu sadece 1,6 metre ama, Parisli erkekler modayı onun kurallarına göre uyguluyor, şapka kenarlarını onun gibi aşağı yatırıyor, pantolon paçalarını onun gibi kıvırıyor.
Her akşam Champs-Elysees'deki evinden Maxim'e balonla gidiyor. Gündüzleri alışverişe ve dostlarını ziyarete de aynı aletle uçuyor. Evinin önündeki lamba direğine bağlı duran balonu Maxim'in önünde atların yanına park ediyor. Balonla uçuş deneyleri yaparken gurme sofrasını da beraberinde götürüyor.
Paris sosyetesinde paraları har vurup harman savururken, bir yandan da havacılık deneyleri yapıyor. Paris akşamlarında Rockefeller'la yemek yiyip, Jules Verne ile gece geç saatlere kadar muhabbetlere dalıyor, Graham Bell ile teknoloji üzerine çene yarıştırıyor.
‘‘Deliliğin Kanatları’’ adlı kitapta Santos-Dumont'un yaşam öyküsünü anlatan Paul Hoffman'a göre bu Brezilyalı tarihte özel uçuş makinesi olan ilk insan. Santos-Dumont 12 Kasım 1906 günü, uçurtmaya benzer bir mekanizması olan 14-Bis adlı 220 metre kanat uzunluğunda bir aletle Paris dışlarında ilk uçuşunu yapıyor. Geniş bir seyirci kalabalığı da olduğu için, bütün Avrupa'ya uçağın mucidi olarak ünü yayılıyor.
Wright kardeşler üç yıl önce 17 Aralık 1903 günü okyanusun öbür yakasındaki Kuzey Carolina'nın Kitty Hawk yöresinde hayatlarının deneyini yapmışlar. Ama, olsun. Santos-Dumont züppeliğine yaraşır bir edayla bütün Paris'e gösteri yapıyor, süksesine sükse katıyor.
AKSİ FRANSIZLAR BİLEWRIGHT DİYOR
Brezilyalılara göre ilk uçuşun Wright kardeşlere mal edilmesi tarihin en büyük üçkağıtlarından biri. Neticede onları gören olmamış. Ayrıca tepelik bir mevkiden mancınık marifetiyle fırlamışlar.
Bu iddia ilk planör deneyleri açısından geçerli olsa da, 17 Aralık 1903'teki denemenin gerçek motorlu bir uçuş olduğu kesin.
Brezilyalı fizikçi ve Santos-Dumont uzmanı Henrique Lins de Barros'a göre, Wright kardeşlerin uçağı Flyer'ın havalanması tamamen, Kitty Hawk'ın düzgün bir istikamette esen sert rüzgarına bağlı. Çünkü uçağın kendi motor gücüyle havalanabildiğini gösteren tek bir kanıt yok.
Amerikalı havacılık uzmanlarına göre bu iddialar tamamen deli saçması. Çünkü 17 Aralık'taki uçuş sayılmasa bile, Wright kardeşler, Santos-Dumont'un 1906'daki başarılı denemesinden önce başka uçuşlar da gerçekleştirmişler. Hatta bir seferinde 39 kilometreyi 40 dakikada uçmuşlar. Ancak gerçekten de Wright kardeşler seyirci topluluğuna açık ilk uçuşlarını 1908'de yapmışlar. Bununla birlikte bütün eski uçuşların tanıkları ve fotoğrafları mevcut.
Hiçbir konuda Amerikalılarla anlaşmamayı ilke edinen Fransızlar bile Wright kardeşlerin hakkını teslim ediyor. Fransız Havacılık ve Uzay Tarihi Merkezi'nin direktörü Claude Carlier, Santos-Dumont'un uçan ilk insan olmadığını söylüyor.
Acıklı son
Paris'te çok neşeli bir hayat süren Santos-Dumont'un Fransızlarla ilişkisi acıklı bir şekilde noktalanıyor. İcatlarının patentini asla almayan Santos-Dumont, Fransız hükümetiyle bir centilmenlik anlaşması yapıyor ve diyor ki: ‘‘Buluşlarım iyi amaçlarla kullanılsın.‘‘ Ancak uçaklarla hem kendi memleketi, hem de başka ülkelerde sivillerin bombalanmasından bunalıma giren Santos-Dumont, 23 Temmuz 1932 günü Brezilya'daki bir otel odasında kendini asıyor.
İlk uçuşun 50'inci yıldönümü olan 1956'da kurulan Santos-Dumont Vakfı, şimdi 2006'daki 100'üncü yıl için büyük bir şenliğe hazırlanıyor.
Cartier ilk kol saatini onun için yaptı
Alberto Santos-Dumont, balonu üzerinde çalışırken, yeleğinin cebinden sürekli saat çıkarmaya üşendiği için ünlü kuyumcu dostu Louis Cartier'den kendisi için daha pratik bir saat yapmasını istiyor. Böylece Cartier bugünkü kol saatini yaratıyor. Santos-Dumont tarihte kol saati takan ilk insan, ancak Brezilya'da onun aynı zamanda kol saatinin mucidi olduğu mitosu da dolaşıyor. Bugün Cartier'nin Santos modeli birkaç bin dolara satılıyor. Kol saatinin mucidi olmasa bile, iki silindirli motosiklet motorunu icat eden Santos-Dumont'un ta kendisi.
Yazının Devamını Oku