Ayşe Özek Karasu

Donald Amca'nın neden donu yok?

2 Ağustos 2003
<B>S</B>ütaş reklamındaki inek Ayraniç, memeleri müstehcen görünüyor diye RTÜK'e şikáyet edileli beri düşünüyorum, bu bana neyi hatırlatıyor diye. Sonunda buldum. Amerikalıların, Disney ve diğer şirketlerin çizgi filmleriyle ilgili sapık şikáyetlerini. Ördek Donald'ın 50 yılı aşkın süredir don giymemesi, Mickey Mouse ile sevgilisi Minnie'nin evlenmemesi, Süper Fare'nin gizlice kokain çekmesi, Alaaddin'in Prenses Yasemin'e ‘‘Elbiselerini çıkar’’ şeklinde bir cümle sarf etmesi, Aslan Kral'da havalanan tozlardan ‘‘s-e-x’’ harflerinin çıkması, Küçük Denizkızı'nın video kapağındaki resmin içine gizlendiği iddia edilen erkek organı... Ayraniç'in memeleri bir Türk'ü rahatsız ederken, binlerce Amerikalı yukarıda saydığım ‘‘müstehcenliklerden’’ şikáyetçi. Yani durum daha vahim.

Ayraniç'in teknik direktörünü oynayan antrenör Harun Çetinsoy, ‘‘Bir ineğin memeleri kimi niye tahrik eder bilmiyorum. Filmi çekerken ineğe sutyen mi taksaydık’’ demiş.

Bu mantıkla hareket edince Disney animatörlerinin de Donald Amca'ya don giydirmesi gerekiyor. Çünkü Amerikalılar yıllardır bu çizgi karakterin iç çamaşırı kullanmamasından şikáyetçi. Hatta alakasız bir ülkede, Finlandiya'da, sırf donsuz diye Donald karakterinin yasaklandığı iddiaları yayılıyor ki, bunun düpedüz yalan olduğu kısa sürede ortaya çıkıyor.

Durum o kadar vahim ki, Disney şirketi Donald Amca'nın neden pantolon giymediği konusunda ciddi ciddi açıklama yapmak zorunda kalıyor. Donald Amca'nın yumuşacık tüylü kabarık bir kuyruğu ve turuncu ayakları olması sebebiyle, kendisine don giydirilmesi halinde bütün karakteristik özelliklerinin ortadan kalkacağı söyleniyor. Ancak ördeğin poposunu mühtehcen bulanlar, ille de don giysin diye tutturmaya devam ediyorlar.

Bu arada Miki Fare de yıllardır, şort giyip, eldiven takmasına rağmen üstsüz dolaşıyor ama erkeğin üst kısmının görünmesi kimseyi rahatsız etmiyor.

Çizgi filmlerle ilgili müstehcenlik şikayetlerinin çoğu, pornoya karşı savaş açan Hıristiyan çevrelerden kaynaklanıyor. Örneğin bu çevrelerden Donald Wildmon adlı papaz, Süper Fare'ye (Mighty Mouse) takmış ve bu çizgi karakterin bir filmde kokain çektiğine yeminler ediyor. Filmin animatörleri farenin çiçek kokladığını söylese de, papaz farenin kokain çektiği konusunda ısrarlı.

Bu iddiaya karşı argüman getirenler de az değil. ‘‘Fare kokain çekse, bunu açık açık kamera karşısında yapmaz’’ diyorlar.

Bazı Hıristiyan çevreler ise Miki Fare ile Minnie'nin artık evlenmesi gerektiği görüşünde. Üstelik evli olmadıkları halde aynı soyadını taşıdıkları için evliymiş gibi yutturulmaya çalışıldıkları da iddia ediliyor. Mickey ve Minnie'nin ‘‘Mouse’’ kısmı soyadı oluyormuş.

EREKSİYON HALİNDE RAHİP

Bir de Amerika'da yıllardır şöyle bir söylenti dolaşıyor: Ailenizin film şirketi Disney, bilinçaltıyla algılanan pornografik mesajlar gönderiyor. Birkaç yıl önce Wall Street Journal'de bu konuda geniş bir yazı okumuştum. Yazıyı aradım ve buldum. Ayraniç ineğinin memeleriyle ilgili şikayeti solda sıfır bırakacak iddialar var.

Yine Hıristiyan çevreler tarafından yayılan bu söylentilerden birine göre Küçük Denizkızı filminde nikah kıyan bir rahibin erekte olduğu açıkça görülüyor. Şikayetlerin hiçbirini yanıtsız bırakmayan Disney, ‘‘Eğer ereksiyon halinde bir rahip gören biri varsa, bu tamamen onun fantezisidir’’ diye karşılık veriyor. Küçük Denizkızı'nı çizen Tom Sito ise ‘‘Eğer filme satanik mesajlar yerleştirmek isteseydim, bunu kesinlikle açık açık görürdünüz’’ diyor.

Bu arada Disney çizimi Küçük Denizkızı'nın sutyenli olduğunu belirtelim. Dünyada sutyenli çizilmiş başka denizkızı var mı bilmiyorum.

Ancak Küçük Denizkızı'na sutyen takmak bu çizgi filmle ilgili başka sorun çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Arizona'da kadının biri, filmin video kapağındaki resimde bir erkek cinsel organının gizli olduğunu iddia ediyor. Bunun üzerine kasaba kilisesinde olağanüstü toplantı düzenleniyor. Disney'den kapakları yenilemesi isteniyor. Filmi satan süpermarket, videokaseti raftan kaldırıyor, iyice inceledikten sonra şüpheli bir durum görmediği için yeniden satışa başlıyor.

Bu filmden 8 milyon adet sattığını açıklayan Disney ise kapakta hiçbir sorun bulunmadığını, ancak organ fantezisini yaratan görüntünün muhtemelen resimdeki altın sarayın kıvrımları arasında algılandığını bildiriyor.

TOZ BULUTU S-E-X Mİ?

Sonra American Life League adlı kürtaj karşıtı bir grup, Aslan Kral'daki bir sahneyi saplantı haline getirip, aleyhte kampanya yürütmeye başlıyor. Onların iddiasına göre de aslan yavrusu Simba toz bulutu arasında yuvarlanırken ‘‘s-e-x’’ harfleri okunuyor. Ancak ekrana iyice yaklaşıp çok dikkatli bakmak gerekiyor. Gazeteciler de filmi alıyor ve o sahnede defalarca pause (görüntüyü dondurma) butonuna basarak harfleri tespit etmeye çalışıyor ama nafile. Söz konusu pis harflerin görünmemesi söylentileri engellemiyor ve bugün bile hálá Hıristiyan okulları Aslan Kral'ı bilinçaltına pornografik mesajlar gönderen bir film olarak damgalamaya devam ediyor.

Pornografik unsurlar içeren başka bir film daha var: Alaaddin. İddiaya göre Alaaddin, áşık olduğu Prenses Yasemin'le saray balkonunda bulunduğu sahnede fısıltı halinde ‘‘Elbiselerini çıkar’’ diyor. Terbiyesizliği ortaya çıkaran Movie Guide adlı sinema dergisi, ahlak sahibi bütün Amerikalıları, Disney şirketinin başkanı Michael Eisner'a protesto mektupları göndermeye çağırıyor.

Bu sahne ülkenin dört bir yanındaki gazeteciler tarafından defalarca dinlendikten sonra, fısıltı halindeki sözcüklerin, Alaaddin tarafından Yasemin'in kaplan yavrusuna söylenen ‘‘Ayağa kalk ve git’’ten ibaret olduğu anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku

Peki kim alacak bizim boyumuzun ölçüsünü

26 Temmuz 2003
Beslenme uzmanlarına göre, kadın ve erkeklerin beden ölçüsünün giderek genişlediği son 20-30 yıl, tarihteki en ani ve dramatik evrim geçirme süreci. 30 yıl önceki ortalama kadın beden ölçüsü 40 ise bugün neredeyse 46'ya yaklaşıyor. Ve son derece paradoksal bir biçimde, giyim sanayii bedenleri giderek küçültüyor. Bir mağazadaki ölçü, diğerindekini tutmuyor. Avrupa'dan Avustralya'ya kadar her yerde kadınların şikayeti aynı. Ölçüler tutmadığı için iadeler artıyor. Bu yüzden sanayinin sadece ABD'de uğradığı yıllık zarar 28 milyar dolar. İşte bu nedenle gerçekçi ortalamayı bulmak üzere ulusal ölçüm kampanyaları başlatılıyor. Çıkarılan sonuçlar, üretime adapte edilecek. İngiltere ve Avustralya'daki araştırmalar tamamlandı. ABD ve Fransa'da ise yeni başladı. Peki biz ne olacağız? Kimse bizim ölçümüzü almayacak mı?

Şurada evrim geçiriyoruz, kimse farkında değil. Tamam yıllar geçti, beslenme alışkanlıkları değişti, neticede kilo aldık. Ama yuvarlandığımız da söylenemez. Yani makul ölçülerde yapılmış bir kıyafetin içine sığmamak için hiçbir neden yok.

Beden 42, ama bazı mağazalarda 44 bedenler bile, içine ancak bir süpürge sopasının sığacağı genişlikte. Bedene itiraz ettiğiniz takdirde, bunun gerçek bir 44 olduğu konusunda ısrar ediliyor. Oysa kesinlikle değil. Bazı markalar ise 40'ın üstüne çıkmayı ayıp sayıyor, demode buluyor.

Sırf kimse ‘‘Bu ille de 44'tür’’ diye itirazını sürdürmesin diye araştırma yaptım. Sonuç şu: Dünyanın her yerinde ölçüler küçülüyor. Yani 44 beden dedikleri, 44 filan değil, düpedüz 40-42. Ayrıca birinin 44'ü diğerininkini tutmuyor, standart yok. Bir mağazadan diğerine giderken kütle kaybına uğramış gibi üç ayrı bedene muhatap olabiliyorsunuz.

Örneğin ABD'de, yaş, cinsiyet ve etnik kökene göre ortalama beden ölçülerini bulmak için geçenlerde SizeUSA adı altında bir ulusal kampanya başlatıldı. Bu nedenle Amerikan medyasında kadınların şikayetleriyle ilgili bolca malzeme mevcut. Hepsi de diyor ki: ‘‘Bir mağazada 40 beden, diğerinde 38 ya da 36'nın içine girebiliyorum. Örneğin Bebe'de 38 beden pantolonun içine zor sığarken, Liz Claiborne'da aynı beden pantolonun içinde yüzüyorum.’’ ABD'de en son 1940'larda ülke çapında beden ölçüsü taraması yapılmış. Savaşa giden kadın ve erkek askerlere üniforma hazırlamak için. Böylece standart ölçüler de ortaya çıkmış. Ancak daha sonra sistem bozulmuş. Her tasarımcı kendi müşteri kitlesine hitap etmek üzere, kendi yarattığı ideal vücut ölçüsüne göre kıyafet üretmeye başlamış.

Şimdi piyasada regülasyona gitmeyi hedefleyen, giyim sanayi temsilcileri ve perakendecilerden oluşan bir grup sponsor, Amerikalı tüketicinin gerçek vücut biçimini ortaya çırarmak üzere SizeUSA'yı başlatıyor. Böylelikle 28 milyar dolarlık yıllık zarar aşağı çekilebilecek.

SizeUSA, İngiltere'de geçen yıl sona eren ulusal ölçüm kampanyası SizeUK'yi örnek alıyor. İngiltere'deki projenin direktörü Philip Treleaven, halkın yüzde 70'inin üzerine uygun kıyafet bulamadığını söylüyor.

ABD'de, obezite yüzünden dünyanın en hızlı genişleyen insanları yaşıyor. Ancak beden ölçülerinde etnik köken de önemli rol oynuyor. Örneğin Latin kökenlilerin popoları, Asya ve Avrupa kökenlilere göre daha büyük. Bundan 60 yıl önce ortalama bir Amerikan poposu 35.5 cm genişliğindeyken, bugün 5 cm daha büyümüş.

2005 YAZINA HAZIRLIK

Amerikalılar kadar olmasa da Fransızlar da şişmanlıyor. Her on kişiden biri aşırı kilolu. İşte bu nedenle Fransız Tekstil ve Giyim Enstitüsü 1 milyon Euro'luk ölçme-biçme projesi başlatıyor.

Çünkü bu ülkede de kıyafetler 30 yıl öncesinin standartlarına göre üretildiği gibi bir de üstelik tasarımcılar en modern vücut ölçülerini dikkate alarak çalışmaya başlamışlar. Sonuçta aynı tüketici, değişik mağazalarda üç ayrı beden ölçüsüyle karşılaşmaya başlamış. Şimdi yeni proje çerçevesinde yüksek teknoloji ürünü iki ölçüm kabiniyle bütün ülke 18 ay süreyle taranacak, çocuklardan ninelere kadar herkesin ölçüsü alınacak. Söz konusu high-tech kabinin içinde dört adet kamera bulunuyor. İki ayrı kaynaktan gelen lazer ışınları vücudu ‘‘dilimliyor’’, kameralar bu dilimlerin fotoğraflarını çekip görüntüleri bilgisayara gönderiyor ve ortaya çıkan üç boyutlu görüntü üzerinden ölçü çıkarılıyor. İyi bir standart tutturmak için en az 12 bin kişinin ölçüsünü almak gerekiyor.

Araştırmanın sonuçları önümüzdeki yıl sonunda ya da 2005 başlarında alınacak. Böylece tasarımcılar da 2005 yaz koleksiyonlarını yeni standartlara göre hazırlayabilecekler.

34 YILDA 4 BEDEN GENİŞLEDİLER

Dünyanın öbür ucunda, Avustralya cephesinde de durum aynı. Kadınların çoğu ölçüsüne uygun kıyafet bulamadığı için modaevlerinin satışları düşmeye başlamış. İşte bu nedenle, Daisy Veitch adlı modacı, Adelaide Üniversitesi'nden anatomi uzmanı Prof.Maciej Henneberg öncülüğünde ulusal ölçü araştırması yaptırmış. 5 Bin kadının, 65 ayrı ölçüsü alınmış. Sonuç: Ortalama kadının ölçüsüyle modacıların esas aldığı ideal vücut arasında dağlar kadar fark çıkmış. Kalçalar genişlemiş, göğüsler büyümüş, boylar da uzamış. Bu evrim sonucu, kimi poposuna, kimi de göğsüne uygun elbise bulamamaya başlamış. Kimi uzun boyluların üzerinde de pantolonlar düdük gibi kalmış.

Bu ülkede en son 1969'da yapılan ölçümler, ortalama bir kadını 40 beden ve 85-60-90 ölçüsünde gösterirken, yeni araştırmada ortalama bedenin 46'ya yaklaştığı tespit edilmiş. Şimdi araştırmada elde edilen ölçülere göre mankenler imal ediliyor. Böylece imalatçıların elinde her bedene uygun standart bir model bulunacak.
Yazının Devamını Oku

O şimdi rakip şirkette

19 Temmuz 2003
Chevy Chase hayatının senaryosunu buldu. Bir aile babası olarak, New York'ta bir morning maruz kaldığı alaturka durumlar, oynadığı birçok filmden daha komik. Sadece filmlerinden değil, Chevy Chase'in bir zamanlar oynadığı reklam filminden de daha komik. Chase, ilk reklam denemesini bundan on yıl önce yapmıştı. O da ColaTurka gibi mizah iddiası taşıyan ve markanın satışlarını patlatmayı amaçlayan bir reklam dizisiydi. Ancak yaşlılara karşı zalimce davranan senaryosu yüzünden tepki çekmişti. Doritos cips reklamıydı. Yani bir PepsiCo markası olan Doritos'un reklamı. Kısacası Chevy Chase, on yıl önce Pepsi'nin yıldızlarından biriydi. Bugün, ColaTurka'nın rakibi olan Pepsi'nin.

Hani bizde şişmanların, öğretmen ya da yaşlıların kalbine zalimce hançer saplayan reklamlar vardır. Örneğin son derece sinir bozucu Eti Form reklamı. Şişmanları kum torbasına çevirdiği için uzun zamandır takmış bulunduğum bu reklamla ilgili yığınla nefret mesajı geliyor. Bir de son günlerde, genç tüketici kitlesi kazanmak için ebeveynleri aşağılayan Sanino diye bir diş macunu reklamı var. Göbeği açık trendy kız, anne ve babasının kasvetli ilgisinden bunalıp banyoya koşuyor ve dişlerini fırçaladıktan sonra bütün sorunlarından arınıyor.

İşte Chevy Chase'in on yıl önceki Doritos Tortillo cips reklamı bu türden kolay komediye kaçan bir spottu. Hem de iddialı bir kuşakta ilk gösterime giriyordu. NBC'nin Michael Jordan için hazırladığı özel programda. Yani milyonlarca Jordan hayranının ekran başına toplandığı bir saatte.

Bir inşaat alanında vinçin çelik halatına tutunup Tarzan gibi atlayıp sıçrayarak kendini helak eden Chevy, silindirin altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan yaşlı bir kadına yetişmeye çalışıyordu. Sonunda yetişiyor, fakat o da ne, kadının yerine zavallının elindeki cips paketini kurtarıyordu. Silindirin altında kalan kadıncağız, dümdüz ıslak çimentoya gömülüyordu. Ancak daha sonra kadın ayağa kalkarken de gösteriliyordu.

Televizyonda böyle bir reklam yayınlanır da tepki toplamaz mı? Ünlü TV şovmeni Jay Leno ve boksör George Foreman gibi isimlerden sonra yeni bir yıldızla çıkış yapmayı hedefleyen Doritos'un reklamı bazı kesimlerce antipatik bulundu. Hatta bir kasaba papazı reklamı şiddetle kınayarak protesto gösterisi düzenledi ve yığınla cips paketi silindir altında ezildi. Papazın bu eylemi ülke çapında ses getirince, ABD'nin en büyük çerez üreticisi olan PepsiCo'nun yan kuruluşu Frito-Lay, söz konusu kasabadaki aşevine 20 koli Doritos cips göndermek zorunda kaldı.

REKLAMLARLA DALGA GEÇİYORDU

Chevy Chase 1971'de, reklamlar da dahil televizyon dünyasıyla dalga geçen ‘‘The Groove Tube’’ adlı filmde oynamıştı. Ayrıca ünlü Saturday Night Live şovlarında da reklam parodileri yapıyordu. Doğal olarak ‘‘Nasıl oldu da reklam filminde oynadın?’’ sorularıyla karşılaştı. Verdiği yanıt şöyleydi: ‘‘İşime öyle geldi. Storyboard'u da beğendim. Başka sorunuz var mı?’’ Ayrıca, BBDO ajansının yarattığı reklam filmi çok artistik görünümlüydü ve yönetmen John Pytka ile çalışma fırsatı yakalamış olmaktan da çok memnundu. Pytka, Michael Jackson'un oynadığı şu şapka fırlatmalı Pepsi reklamlarını da çeken yönetmendi.

1993'te yayınlanan ‘‘Silindir’’ konulu ilk spottan sonra Doritos reklamları 1994 yılının ocak ayında da devam etti. ABD'de hayatın durduğu Süper Kupa yayınında yeni bir spotla gösterime girdi. Yılın en yüksek reytingine sahip bu yayında her 30 saniyelik reklam için NBC Televizyonu'nun kasasına rekor düzeyde bir rakam, 900 bin dolar girdi.

Tabii reklamın saniyesine 30 bin dolar ödemek hep cips şirketinin harcı değil. Ama Doritos'un pozisyonu farklı. PepsiCo'nun yan kuruluşu olan Frito-Lay, ABD'nin en büyük çerez üreticisi ve yıllık satışları 4 milyar doları geçiyor. Ülkenin en çok satılan 10 tuzlu çerezinden sekizi Frito-Lay ürünü ve şirket ayrıca ABD'deki cips pazarının da yarısını elinde bulunduruyor.

Amerikalılar, ünlülerin tanıttığı markalara güvenmiyor


ColaTurka, Amerikan pazarını hedef alan bir ürün olsa ve reklamında yine Chevy Chase oynasa ne olurdu? Tabii farklı bir senaryo olması koşuluyla. Çünkü Türk kültürünü tanımayan bir Amerikalıya, Türkleşme esprisini anlatmanın imkanı yok.

Tüketici anketlerine bakılırsa, Amerikalı kitleyi yakalayacak sağlam bir senaryo olsa bile kimse o kolayı almazdı. Bir ankete göre, ABD halkının sadece yüzde 3'ü, bir ünlünün oynadığı reklamda tanıtılan yeni ürünü satın alacağını söylüyor. Tüketici eğilimlerini araştıran Video Storyboards adlı kuruluşun tespitlerine göre ünlülerin reklamlarda görünmesini onaylayan Amerikalıların oranı yüzde 17. Gerçekte o ürünü satın almadıkları halde, sadece para için reklamda oynadıklarını düşünüyorlar. Bir zamanlar Pepsi yıldızı olduğu halde, asla bu meşrubatı içmediğini itiraf eden Michael Jackson'ın da tüketicinin böyle düşünmesinde pay sahibi olduğu tahmin ediliyor.
Yazının Devamını Oku

Bu Pınar’ın AB’ye uyum paketidir!

5 Temmuz 2003
Bir kadın kocasını aldattı, Türkiye'nin gündemi değişti. Dizilerin kendi realitesini gerçek hayatla karıştırıp arapsaçına çevirdiğimiz için çok sarsıldık. Pınar Altuğ, dizide hanım kadını oynamasa, vukuat sırasında koca askerde değil de eğlencede olsa, galiba bu kadar alınmayacaktık. Bakın Amerikalılara, filmlerin en uslu kadını Meg Ryan da kocasını aldattı diye herkes çok şaşırdı ama kimse onu rolden kesmeye kalkmadı.

Dizi ve filmlerdeki karakterler nasıl olursa olsun, kadın aldatması artık hayatın realitesi. Avrupa Birliği ve ABD'deki araştırmalarına göre kaçamak yapan kadınların sayısı erkekleri yakalamak üzere. Dikkatinizi çekerim, yakalamak üzere! Yani erkekler son sürat devam ediyor. Kadınlar da yetişmeye çalışıyor. Pınar Altuğ iddiaları yalanladı. Ama eğer aldattığı doğruysa, bu da onun uyum paketidir. AB'ye uyum yasaları birer ikişer Meclis'ten geçiyor ya, işte onun gibi.

Kadın kesinlikle ünlü değil, dizide filan da oynamıyor. Sıradan bir ev kadını ve kocasını aldatıyor. Adı Julie, 38 yaşında, 25 vukuatı olmuş. Kocası Jed, ‘‘Ölürüm de Julie'yi terk etmem’’ diyor. Uyguladığı bütün yaptırım, Julie'yi kendi arkadaşı olan erkeklerle birlikte yakaladığı takdirde, o adamlarla bir daha görüşmemek. ‘‘Onlar artık arkadaşım değil, bundan emin olabilirsiniz’’ diyor.

İlişkisini kestiği arkadaşların sayısı da 11. Ayrıca Julie'nin çapkınlığı yüzünden 11 kez semt değiştirmişler.

Bu olay İngiltere'de cereyan ediyor ve People dergisi Julie Davison adlı tanınmamış kadını ‘‘Ülkenin en kötü eşi’’ ilan ediyor. Kadın, anti-depresan etkisi yaptığı için başka erkeklerle yattığını iddia ediyor. Güya yıllar önce baltalı bir sapığın saldırısına uğrayıp, son anda ölümden dönmüş. Bu yüzden gördüğü her erkekten korkmaya başlamış, sonunda korkuyu ve erkekleri kontrol altına almanın aracını bulmuş: Seks.

İnandırıcı olmasa da, senaryo çok parlak. Ayrıca koca da yutmuş görünüyor. Adam, karısını başka erkeklerle görünce içinin cız ettiğini söylüyor, ‘‘Ben Julie'siz bir hiçim. O böyle mutlu oluyorsa, göz yummaktan başka çarem yok. Biliyorum insanlar bana avanak diyor. Ancak onlar Julie ile aramızda ne kadar özel bir bağ olduğunu bilmiyor’’ diyor.

Julie ve Jed çiftinin olağan dışı olduğu kesin. Biz şimdi normal çiftlerin daha makul aldatmalarıyla ilgili verilere bakalım.

KADINLAR YÜZDE 53 ERKEKLER YÜZDE 59


Almanya kaynaklı bir araştırmaya göre modern Batılı kadın, en az erkekler kadar aldatma eğiliminde. Hamburg merkezli GEWIS adlı sosyal araştırmalar enstitüsünün, 25-35 yaş arası 1427 kadın ve erkek arasında yaptığı araştırma, aldatan kadın sayısının çoğaldığını gösteriyor. Kadınların yüzde 53'ü, erkeklerin ise yüzde 59'u eşini aldattığını itiraf ediyor. Enstitü başkanı Werner Habermehl, son yıllarda kadınların müthiş bir atılım içinde olduğunu söylüyor.

Peki kadınlar neden aldatıyor? GEWIS'in tespitlerine göre, cinsel isteğin ötesinde, güven ve anlayış arayışı gibi faktörler, kadının niyetini bozmasına yol açıyor. Tabii ki kadınların cinselliğe karşı daha liberal bir yaklaşım içinde olması ve sosyal yaşamda kazandığı özgürlük de, gizli aşk serüvenlerini tabu olmaktan çıkarıyor.

Bu arada aldatma sıklığında da iki cins arasındaki uçurumun giderek kapandığı, hatta aldatma sayısında kadınların erkekleri geçtiği gözleniyor. Kadınların yüzde 17'si, erkeklerin ise yüzde 22'si, eşini iki ya da üç kez aldattığını söylüyor. Şimdi sıkı durun! Kocasını dört-beş kez aldatan kadınların oranı yüzde sekiz. Karısını dört-beş kez aldatan erkeklerin oranı ise bunun yarısı kadar; yüzde dört.

KADINLAR SEKS İÇİN ERKEKLER ŞEFKAT İÇİN


Kadın neden aldatıyor sorusuna farklı kaynaklarda farklı yanıtlar buluyoruz. Almanya'daki anket ‘‘güven ve anlayış arayışı’’ gibi son derece masum bahaneler bulup çıkarırken, bir başka kaynak daha azılı gerekçeler sunuyor. Amerikalı yazar Shirley Glass ‘‘Not Just Friends’’ adlı kitabında, kadınların daha çok cinsel tatmin uğruna aldatmaya başladığını, erkeklerin ise şefkat arayışı içinde gizli ilişkilere sürüklendiğini anlatıyor. Yani geleneksel roller tersine dönmüş görünüyor. Kadınlar, iş hayatında kazandığı eşitlik ve artan güven duygusuyla, erkeklerde alışık olduğumuz bir dürtüyle aldatırken, erkekler daha çok duygusal doyum aramaya başlıyor. Köle ruhlu kadınlar bulmakta güçlük çektiklerinden olsa gerek.

Kitaptaki verilere göre ABD'de aldatan kadınların oranı yüzde 25; erkeklerin oranı ise yüzde 44.

Glass, bu tespitleri evlilik danışmanlarından aldığı bilgilere dayanarak veriyor. Bir danışman anlatıyor: ‘‘Bana gelen hangi kadına sorsam, seksin verdiği zevk yüzünden aldattığını söylüyor. Oysa eskiden desteğe ihtiyacım var türünden mazeretler ileri sürerlerdi.’’

ABD'de kamuoyu araştırmaları yapan E-Poll adlı şirketin elde ettiği sonuçlarda kadınlar için başka bir aldatma nedeni daha var. Yalnızlık. Neden aldattığı sorulanların yüzde 22'si ‘‘Çok yalnızdım’’ diyor.

KADIN ALDATINCA KOCAYI BIRAKIYOR


Uzmanların görüşüne göre ABD'de boşanma oranının yüzde 50'yi bulması, büyük ölçüde kadınların yaşadığı serüvenlerden kaynaklanıyor. Çünkü kadın, bir sevgili bulduğu zaman, zaten kocasından kopmuş oluyor. Erkek gibi ikili hayat yaşamak istemiyor.

Örneğin Hollywood filmlerinin en uslu kadını Meg Ryan, Russel Crowe ile ilişkisi üzerine kocası Dennis Quaid'i derhal terk etti. Kocasının alkol ve uyuşturucuya karşı verdiği mücadeleyi yıllarca destekledikten sonra artık bezmişti. ‘‘Evliliğim zaten bitmişti. Başka erkek yüzünden bitmedi’’ diye ısrar etse de, bütün Amerika Meg'in kocasını, Gladyatör'e olan aşkı yüzünden terk ettiğine kanaat getirmişti.

Şimdi Pınar Altuğ da boşanma açıklamasında ‘‘Dokuz yılın bıkkınlığı var’’ diyor. Galiba dizideki işlevini unutup, bu sözlere kulak vermek gerekiyor.

Aldatma nerede başlar


AMERİKAN şirketi E-Poll'un bir TV programı için yaptığı araştırma, evli ya da partneri olan kadın ve erkek arasındaki yakınlaşmada hangi eylemlerin ‘‘aldatma’’ sayılacağı konusunda, erkek ve kadınların farklı yaklaşımlar içinde olduğunu gösteriyor. Örneğin kadınların yarısı, başka biriyle el ele tutuşmayı aldatma olarak değerlendiriyor.


KADIN ERKEK

Başka biriyle cinsel ilişki % 88 % 94

Başka biriyle oral seks % 85 % 93

Başka birini okşamak % 78 % 88

Başka biriyle öpüşmek % 51 % 69

Telefon seksi % 48 % 69

Siberseks % 42 % 64

Başkasıyla el ele tutuşmak % 35 % 48

Başka birini düşlemek % 17 % 23

Başkasıyla flört etmek % 16 % 21

Başkasına bakmak % 6 % 6
Yazının Devamını Oku

Kahve sevmediğimiz keşfedildi çayda ise dünya şampiyonuyuz

28 Haziran 2003
Piyasa analizi yapan Datamonitor adlı kuruluşun araştırması, dünyanın çay-kahve sevenler coğrafyasıyla ilgili ilginç sonuçlar verdi. Daha doğrusu Datamonitor'un analistlerine göre ilginç sonuçlar. Bir kere Türkler, dünyanın çay içme şampiyonu çıktı. Geçen yıl kişi başına 2.3 kilo çay tüketmişiz. Biz çok çay içtiğimizi biliyoruz da, bu unvanın İngilizlerde olmaması araştırmacıları şaşırtmış. Esas afalladıkları nokta ise Türklerin kahveden fazla hazzetmemesi. Türk kahvesi çok şöhretli ya, ‘‘Kahvesi o kadar popüler olan Türkler, kahve içiciliğinde 52 ülke arasında son 10 içindeler’’ diye not düşüvermişler. Araştırma sonucu gerçekten tam bir skandal. Geçen yıl kişi başına topu topu 16 fincan kahve içmişiz.

Şu sempatik reklamda, hamile İngiliz karısına has çay arayan Karadenizli vatandaşımızın ‘‘İnculuz’’u referans göstermesine gerek kalmadı. Çünkü artık İngilizler çay eksperi olabilecek vasıflarını yitirmiş durumdalar. Kendilerini giderek buzlu çay ile bitki ve meyve çaylarına terk ediyorlar. Sağlık kaygısıyla, yalancı çayların tüketimindeki artış son beş yıl içinde yüzde 50'yi bulmuş.

Bağımsız bir kuruluş olan Datamonitor'un geçen mayıs ayı sonunda yayınladığı dünyada sıcak içecek tüketimi raporu, İngilizlerin çay rekortmenliğini Türklere kaptırdığını gösteriyor. Bizim 2002 yılı içinde kişi başına tükettiğimiz 2.3 kilo çaya karşılık İngilizler 2.2 kilo çay içmişler. 1997 yılındaki tüketim rakamları ise 2.6 kilo. Yani düşüş var. Hintliler ise çay içiciliğinde üçüncü sıradalar ve tüketim trendi aynen devam ettiği takdirde yakın gelecekte ikinciliği İngilizlerden alacaklar.

Piyasa analiz uzmanları, İngilizlerin çayı bırakmasını büyük ölçüde global ısınmaya bağlıyor. Çünkü çay tüketimi düşerken buzlu çay satışları artmış. Son yıllarda Avrupa iklimindeki ısınma nedeniyle sıcak içeceklerin yerini serinleticiler almış ve İngilizler geçen yıl 42 milyon kutu buzlu çay içmişler.

Ancak serinleticinin yükselişi, sıcak çay ve kahve için öyle müthiş bir tehdit oluşturmuyor. Raporda şu ayrıntı var; Sıcak içecek üreticileri, kolalı meşrubat üretenler kadar reklam yapmadığı halde, dünyada çay ve kahvenin yerini alacak gazoz henüz anasından doğmamış.

ŞÖHRETİMİZ GÖLGELENDİ

Dünya çayı nasıl İngiliz sömürgeci sayesinde tanıdıysa, kahvenin özellikle Avrupa'ya yayılmasında da Türk parmağı var. Osmanlının 1683'teki ikinci kuşatmadan sonra Viyana kapılarına bıraktığı kahve çuvalları hikayesini bilirsiniz. Avrupa, Türklerin terk ettiği çekirdekler sayesinde kahveyle tanışır. Viyana'daki ünlü kahveler, sokaklarındaki o mis koku Türklerin eseridir.

Osmanlı’ya karşı Katolik ve Protestanları birleştiren, Avianolu Marco adlı İtalyan papaz da kahve çekirdeklerini alıp memleketine götürür. Kahveyi acı buldukları için bal ve sütle karıştırırlar. Capuchin tarikatı papazlarının yarattığı bu içeceğe cappuccino adı verilir.

Biz de kahveyi kültürümüzde bir sosyal iletişim aracı olarak biliriz. Ancak Türk’ün kahveyle olan ilişkisi konusunda dünyada bizim bildiğimizden çok daha destansı bir söylem var. Geçenlerde Malezya'da yayınlanan The New Straits Times gazetesinde gözüme ilişti. Yazar kaleme kuvvet sallamış: ‘‘Kahve Türkler için bitmek bilmeyen bir tutkudur. Eski bir Türk özdeyişi şöyle der: Kahve, cehennem kadar kara, ölüm kadar güçlü ve aşk kadar tatlı olmalıdır.’’

Gerçekten böyle bir sözümüz var mı bilmiyorum ama, rakamsal veriler Türkün kahveyle Malezyalı yazarın attığı kadar şehvetli bir aşk yaşamadığını gösteriyor.

Datamonitor'un araştırması Türklerin yılda kişi başına sadece 16 fincan kahve içtiğini gösteriyor. Mekansal anlamda kahve dediğimiz erkek kıraathanelerinde kahve değil boyuna çay içildiğini biliyoruz ama, 16 fincanlık tüketim dünyadaki şöhretimizi iki paralık ediyor.

Kahve şöhretimize hiç yakışmayan başka bir unsur da, markayla özdeştirip Nescafe, ya da teklifsizce ‘‘nes’’ dediğimiz hazır granül kahveyle olan ilişkimiz. Datamonitor'un verilerine göre dünya hazır kahveyi hızla terkediyor. Japonya'dan İngiltere'ye her ülkede tüketimi düşüyor. Sadece hazır kahvenin değil poşet çayın trendi de aynı. Bizim ‘‘nes’’e taktığımız gibi uzun yıllar poşet çay saplantısı yaşayan Japonlar, geleneksel yeşil çaylarını yeniden keşfetmişler. İngilizlerin yeşil çay tüketimi de 1997'den bu yana 20'ye katlanmış.

ALKOL YERİNE KAHVE

Şöhreti lekelenen sadece biz değiliz. Dünyanın kahve şampiyonu kimler çıktı dersiniz? Kahveyi neredeyse kovayla tüketen Amerikalılar değil, Danimarkalılar. Rekor! Yılda kişi başına 7.5 kilo. Bizim yıllık 16 fincan ise kişi başına 110 gramcık ediyor.

Danimarkalılar birinci sırayı almış, sonraki sıraları da komşuları kapmış: Norveç, Finlandiya ve İsveç.

Peki neden kahve bağımlısı bilinen ve Starbucks zincirini yaymaya devam eden Amerikalı, şık kahveleriyle ünlü Fransız ya da İtalyanlar değil de, İskandinavyalılar durup dururken bu kadar müptela olmuşlar? Datamonitor'un analizine göre, bu memleketlerde alkollü içecekler fazla pahalı olduğu için insanlar kendini kafeine vermiş. Danimarka'da bir fincan espressonun evdeki içim maliyeti 6 sent. Evde 250 ml bira tüketmenin bedeli ise bu rakamın 10 katı.

İlk on içinde Avrupalı olmayan tek kahve içici memleket var: Brezilya. Geçen yılki rakam kişi başına 3.5 kilo. Adamlar büyük üretici, bu kadar içmeleri normal. Ama, dünyanın üçüncü büyük kahve ihracatçısı olan Vietnam bir tuhaf. Kahve içmiyorlar, bizim gibi son 10 ülke içindeler.
Yazının Devamını Oku

Fransız mutfağını besleyen Alman

21 Haziran 2003
Fransa'da dışarıda yemeğe harcanan para bir yılda 55.2 milyar Euro'yu buluyor. Bu müthiş rakamda sadece Fransızların payı yok elbette. Her yıl ülkeye akın eden on milyonlarca turist o şöhretli mutfağın tadını çıkarıyor. Bu keyifli pazarın tadına varan başka biri daha var. O bir Alman. Dünyanın en büyük perakende zinciri Metro Cash & Carry'yle Paris'e yaptığımız gezide, şirketin Fransa'daki yıllık satışlarının yüzde 53.6'sını horeca müşterisine yaptığını öğreniyoruz. Yani otel, lokanta ve kafelere. Üstelik öyle sıradan horeca'lar değil. Alain Ducasse ve Pierre Troisgros gibi ağır top müşterileri var Metro'nun.

Ünlü Fransız şef Bernard Loiseau geçen şubat sonu av tüfeğiyle kendini vurduğunda, lokantası Cote d'Or'daki mönünün sayfalarından birinde, toprak kapta kaz ciğeri ezmesi ve yer mantarıyla pişirilmiş pırasalı tavuğun karşısında 269 Euro yazıyordu. Tavuğun fiyatı, Loiseau intihar etmeden önce de 269 Euro'ydu, muhtemelen şimdi de öyle. Ama, gelecekte 269 Euro olacak mı, orası şüpheli.

Louiseau'nun cenaze törenine, Fransa'nın bütün efsanevi şefleri katılmıştı. Paul Bocuse, Alain Ducasse, Marc Veyrat, Guy Savoy, Pierre Troisgros ve diğerleri. Üstada son görevlerini yerine getiren şeflerin hepsi aynı fikirdeydi. Lokantalara yıldız veren Gault Millau rehberinin son sayısında iki puan birden kaybetmeyi onuruna yediremeyen Loiseau kederinden hayatına son vermişti. Bu kesinlikle bir şeref intiharıydı.

Ancak bu intiharda pragmatik bir şeyler de yok değildi. Daha işadamı intiharı tarzı bir şeyler. Fransız basınında yayınlanan rakamlara göre Loiseau'nun şirketinin kazancı 2000 yılında 8 milyon Euro'yken 2 milyon Euro'ya kadar düşmüştü. Çünkü Michelin rehberindeki üst düzey Fransız lokantalarına oluk oluk para akıtan Amerikalı turistlerin sayısı, 11 Eylül'deki terör eyleminden sonra alabildiğine gerilemişti. Son Irak savaşında Fransa'nın ABD'ye muhalif tavır alması nedeniyle Atlantik'in öbür yakasında belirgin bir boykot havası estiği için, en azından yakın dönemde Amerikalı sayısının artması da beklenmiyordu.

Ve Paris-Lyon yolunun ortasındaki Saulieu kasabasında bulunan Cote d'Or lokantasında 269 Euro'luk bir tavuk yemeğini yedirmek için zengin Amerikalı turist yolu gözlemekten başka çare de yoktu.

MÜŞTERİNİ SÖYLE

Bir grup gazeteci, Metro Cash & Carry'nin Paris'teki şubesine giderken, aklımdan Bernard Loiseau'nun trajik intiharı geçiyordu. Acaba Loiseau da Metro'nun müşterisi miydi? 24 ülkede 400'den fazla şubesi olan Metro Cash & Carry'lerin en başarılısı Paris'tekiydi. Almanya'dan sonra en fazla horeca müşterisi olan şubeydi. Yıllık satışların yüzde 53.6'sını otel, lokanta ve kafelere yaptığına göre, kimbilir bu müşteriler arasında Fransız gastronomi dünyasından ne isimler vardı.

Nitekim tahminler doğru çıktı. Paris Metro Cash & Carry'nin Başkanı Michel Arnoult'ya ‘‘Ünlü müşterileriniz var mı?’’ diye sorunca, bir çırpıda Alain Ducasse ve Pierre Troisgros'nun isimlerini sayıverdi. Aramızdan biri ‘‘Şu kendini vuran şef de müşteriniz miydi?’’ diye sorduysa da, bu soru kesinlikle gürültüye gitti.

Michel Arnoult, Ducasse ve Troisgros gibi köklü şeflerin mutfaklarına çalıştıklarını itiraf ettiğiyle kaldı. Mutfağıyla hiç de ünlü olmayan Almanya'dan bir şirketin, Fransa'nın globalleşmeyi en iyi başaran şefine servis yapması kolay iş değil. Ducasse artık bir şef olmaktan çok, bir grup yöneticisi. Lokantaları, otelleri ve yemek okulları bulunan danışmanlık hizmetleri de veren Alain Ducasse Grubu'nun geçen yılki global geliri 15.9 milyon doları buluyor. Monaco, Paris ve New York'taki üç yıldızlı lokantalarına ek olarak 1998 yılında Paris'te ilk Spoon Food & Wine lokantasını açtıktan sonra, bunları Mauritius, Saint-Tropez ve Londra'daki Spoon'lar izledi.

TÜRKİYE PAZARI

Aslında Metro'nun horeca müşterilerinin isimlerini öğrenmek o kadar kolay değil. Örneğin Türkiye'de de gıdadan, teçhizat ve iş üniformalarına kadar lokanta ve otellere hizmet veren Metro Cash & Carry'lerin horeca müşterilerinin isimlerini öğrenebilmiş değilim. Bizdeki horeca müşterilerinin oranı yüzde 25. Geri kalanların yüzde 50'si esnaf, yüzde 25'i ise iş yeri kullanıcıları. Şimdi hedef horeca pazarını genişletmek.

Ekonomi yeterince canlı değilken pazar payı nasıl genişletilir diye soracak olursanız, durgunluk ortamı tam da Metro'nun stratejilerine uygun kıvam yaratıyor. Metro Group Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO'su Hans-Joachim Körber'in deyişi şöyle: ‘‘Ekonomi geri geri gitmeye başladığında, bizim yıldızımız parlar.’’ Çünkü savurganlık yapmaktan kaçınan profesyonel müşteri kaliteli ve güvenilir markaları en taze haliyle aynı çatı altında bulur, nakliye masrafı da olmadan malına kavuşur.


LOKANTACILIK FRANSA'DA ÇOK CİDDİ İŞ

Yiyecek içecek sektöründe dünyanın liderlerinden olan Fransa'da lokantacılık en saygın ve önemli işlerden biri. Büyük şefler ise sadece aşçı değil, ülkenin en parlak girişimcileri ve Fransız kültürünün yurtdışındaki temsilcileri olarak kabul ediliyorlar. İntihar ederek herkesi şaşırtan Bernard Loiseau, 1991'de 40 yaşındayken Michelin'den üç yıldız aldığında lokantasını kapatarak büyük bir şölenle bunu kutlamış, aynı yıl New York Times Gazetesi'nin birinci sayfasında başarı öyküsü yayımlanmıştı. Bernard Loiseau, Fransa'nın halka açılan, şirketinin hisseleri borsada işlem gören ilk şefiydi. La Cote d'Or adlı lokantasına yatırım yapabilmek için boğazına kadar borçlanmıştı. İntiharından birkaç ay önce Paris Match Dergisi'yle yaptığı röportajda, ancak 2010 yılında borçlarını silebilecekti.
Yazının Devamını Oku

Hakemlerin ev sahibi takım lehinde düdük çaldığı resmen kanıtlandı

14 Haziran 2003
Futbolda ev sahibi takım avantajlıdır. İyi de, neden avantajlıdır? Siz seyirci desteği diyebilirsiniz. Ancak iki ayrı araştırmanın sonuçları farklı şeyler söylüyor. Birincisi İngiltere'de yapılmış. Buna göre futbolcular, evde oynadıkları maçta salgıladıkları testosteron sayesinde maç kazanıyorlar. Çünkü aynı saldırıya uğrayan hayvanlar gibi içgüdüsel olarak kendi egemenlik alanlarını savunuyorlar. İkinciyi ise Avusturyalı ekonomistler, Bundesliga'yı baz alarak yapmış. Çıkardıkları istatistik, Türkiye'de asla bitmeyen bir tartışmanın kahramanlarını hedef gösteriyor: HAKEMLER. Genelde ev sahibi takım lehinde düdük çaldıkları için konuk takımın şansı azalıyor.

Hakemlerin maç sonrası televizyon programlarında bizdeki kadar ince dilimlendiği, yenilen takımdan mutlaka çamur yediği bir başka ülke var mı bilmiyorum. Ama, dünyanın en fazla horlanan, en fazla alay edilen ve küfür yiyen meslek mensupları arasında yeşil saha düdüklerinin de bulunduğu kesin.

Bu gerçek bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış durumda. İngiliz uzman Nick Neave, ülkedeki liglerden birinde görev yapan 42 hakemin hal ve gidişini inceledikten sonra şu sonuca varmış: Bu adamlar, polis ya da askerle aynı hizada çalışıyor, şartları zor. Bu işte ancak çelik gibi sinir sistemine sahip olanlar ayakta kalabilir. Çünkü sahada 22 adamı birden idare etmek zorundalar ve aldıkları her kritik karara mutlaka 11 kişi birden itiraz eder. Her hakem bir maçta ortalama 10 km koşar. Bu nedenle maçtan sonra ne durumda olduğu sorulan hakemlerin yüzde 70'i fiziksel olarak sıfırlandığını söylüyor.

Bu açıdan bakınca, aslında hakemler, polis ve askerden daha zor koşullar altında çalışıyor. Çünkü diğer iki meslek grubundakiler, hakemler gibi 40-50 bin kişinin hep bir ağızdan sarf ettiği küfürlere maruz kalmıyorlar.

Dr. Neave'nin araştırmasından bir not daha; hakemler asla ve asla yanlış karar vermediklerini düşünüyorlar.

KONUK TAKIMA İKİ EV SAHİBİNE BİR KART

Hakem tartışmasına ışık tutacak bir başka araştırma da Avusturya'nın Innsbruck Üniversitesi'nde yapılmış. Matthias Sutter ve Martin Kocher adlı iki ekonomist, sosyal ve ekonomik alanda birey veya birey gruplarının sistematik haksızlığa uğrayıp uğramadığını araştırırken, deplasmana giden futbolcuların durumunu da incelemişler. 2000-2001 sezonunda Alman Birinci Ligi'nde oynanan bütün maçları alıp, penaltı atışlarını ve uzatma dakikalarını analiz etmişler.

Ortaya çıkan sonuç şöyle: Eğer ev sahibi takım bir gol gerideyse, hakem ev sahibi takımın önde veya berabere olduğu durumlara göre oyunu ortalama 40 saniye daha fazla uzatıyormuş. Penaltı atışlarında da hep ev sahipleri kollanmış. Hakemler, ev sahibi takımdan bir oyuncunun rakip ceza sahası içinde iki ayağı üzerinde duramadığı hallerde daha fazla penaltıya hükmetmiş. Bu durum ikinci yarılarda daha da keskinleşmiş. Ev sahibi takımlardan yana 38 penaltı, konuk takım lehine ise sadece 10 ceza atışı verilmiş. Ev sahibi takım oyuncularının rakip kaleye daha fazla hücum ettiğini, dolayısıyla penaltı kazanma şansının daha yüksek olduğunu düşünen iki ekonomist, futbol dergisi Kicker'deki uzmanlara başvurmuşlar. Bu uzmanlar da onların çıkardığı sonucu doğrulamış: Deplasman takımlarına hak ettiği iki penaltıdan sadece biri verilirken, ev sahibi takımda bu oran yüzde 81'e kadar çıkıyormuş. Bunların yüzde 85'i de golle sonuçlanıyormuş.

Konuk takım oyuncularının gördüğü sarı ve kırmızı kart sayısı da ev sahibi oyuncuların tam iki katı.

CAZGIR SEYİRCİLER HAKEMİ ETKİLİYOR

Futbolsever iki ekonomist, İspanya Birinci Ligi'ni de incelemişler ve orada deplasmana giden takımların daha da feci durumda olduğunu keşfetmişler. Ev sahibinin bir gol geride olduğu karşılaşmalarda Alman hakemler maçı bitirmek için 40 saniye oyalanırken, bu süre İspanya'da iki dakikaya kadar çıkıyormuş.

Peki, hakemler sonucu değiştirebilecek kritik kararları alırken tribünlerden ne kadar etkileniyorlar? Bu konuda da basketbol tribünlerini temel alan bir araştırma var. ABD'deki Maryland Üniversitesi'nden psikolog Thomas S.Wallston liderliğindeki bir ekip araştırmış ve hakemlerin kesinlikle seyirci cazgırlığından etkilendiği sonucuna varmış. Çünkü hakemlerde, insan sürülerinin gözüne girme dürtüsü gelişmiş.

ALMANYA'DA HAKEMLER BAYERN MÜNİH’İ TUTAR

Avusturyalı iki ekonomistin yaptığı istatistik çalışmasıyla ilgili bir sorun var. Sutter ve Kocher'in incelediği Bundesliga 2000-2001 sezonunun son maçında hakemin kayıp süreyle ilgili verdiği karar o kadar kritikmiş ki, şampiyonu belirlemiş. Bayern Münih ile Schalke 04'ün karşılaştığı maçta hakem, üç dakika uzatma oynatınca Bayern şampiyon olmuş. İşte bu şampiyonluk, ‘‘hakem ev sahibi lehinde düdük çalar’’ tezini çürütüyor. Çünkü Bayern, o maçta deplasmandaymış. İki ekonomiste göre bu durum, hakemlerin ev sahiplerinin yanı sıra hemen her zaman Bayern Münih'ten yana düdük çaldığı anlamına geliyor. Spor basınında da hayli yaygın olan bu görüşün istatistiklere dayalı bir kanıtı ise yok.


Ev sahibi takım testosteron sayesinde kazanıyor


Hakemlerin psikolojik ve fizyolojik durumunu araştıran İngiliz nöropsikoloji uzmanı Dr. Nick Neave'nin ‘‘ev sahibi takım neden kazanır’’ başlıklı bir çalışması da var. Northumbria Üniversitesi'nde görevli olan Neave'nin tezine göre ev sahibi takımın oyuncuları, bir çeşit hayvani dürtüyle kendi egemenlik alanlarının, düşman tarafından saldırıya uğradığı psikolojisiyle hareket ediyorlar. Sadece direk ve ağlardan oluşan kaleyi değil, sembolik anlamda da ‘‘kalelerini’’ savunuyorlar. Bu ruh hali daha fazla testosteron salgılamalarına yol açıyor. Böylece motive olup fişekleniyorlar ve dolayısıyla performansları artıyor. Uzmanlara göre testosteron hormonu mücadele gücünü artırıyor ve refleksleri kamçılıyor.

İngiliz Premier Ligi'nde maçların yüzde 70'ini ev sahibi takımlar kazanıyor. Kazanılan zaferlerin ardında ise seyirci desteğinden çok testosteron hormonunun bulunduğu düşünülüyor. Çünkü psikologların yaptığı incelemelere göre seyircilerin tezahüratı çoğunlukla maç kazandıracak kadar yüksek desibellere tırmanmıyor.

Dr. Neave'nin bu araştırmanın sonuçlarını açıklamasından sonra, İngiliz Premier Ligi takımlarından birinin her maç öncesi oyuncuların testosteron ölçümlerini yapıp ona göre takım kurmak için araştırma ekibiyle temas halinde olduğu söyleniyor. Hormon düzeyi düşük olan oyuncuların terapi görebileceği ve maçtan önce seksin yasaklanabileceği belirtiliyor.
Yazının Devamını Oku

Mutfakların devrik kraliçesi

7 Haziran 2003
<B>MARTHA STEWART</B><br><br>Amerika'da ev işi yapan kadınların yaşam tarzını o dikte ediyordu. Ne pişireceklerine, nasıl konuk ağırlayacaklarına, Noel ağacını nasıl süsleyeceklerine, düğünlerinde hangi gelinliği giyip balayına nereye gideceklerine ve çocuklarını nasıl doğuracaklarına o karar veriyordu. Adı Martha Stewart'tı ve bir markaydı. Hálá da öyle. Ama artık yaşam tarzı imparatorluğunun tepesindeki milyarder kadın değil. 2001 yılında, bir ilaç şirketinin hisselerini satarken içeriden tüyo aldığı gerekçesiyle yargılanacak. 10 yıla kadar hapis söz konusu. Karar geçen çarşamba günü çıktı ve Stewart şirketteki başkanlık görevini bıraktı. Şimdi şu tartışılıyor: 61 yaşındaki Martha Stewart bu kadar ünlü olmasaydı ve kadın da olmasaydı, acaba bunlar başına gelir miydi?


Martha Stewart sadece Amerika'da ortaya çıkabilecek bir fenomen. Bir başarı öyküsünün kahramanı.

Polonyalı bir göçmenin kızı olan Martha Kostyra, 1967 yılında bir aracı kurumda iş hayatına atılıyor. Daha sonra Andy Stewart'la evleniyor, boşanıyor, Connecticut'a taşınıyor ve eski kocasının yardımıyla küçük bir catering işi kuruyor.

Sonra o iş öyle büyüyor ki, Martha Stewart markası ABD'de ev içinde keyifli yaşamın simgesi haline geliyor. Televizyondaki yemek programlarından K-Mart mağazasındaki yatak-yorgan, kap-kacak ve temizlik aletlerine, bahçe, dekorasyon, gelin ve hamile dergilerine kadar uzanan bir modern yaşam imparatorluğu kuruyor. Kadınlar yaratıcılığı ondan öğreniyor. Nasıl pasta yapılır ve yanık şekerden kuş yuvası bu pastanın üstüne nasıl oturtulurdan tutun da vazoya çiçek yerleştirmeye kadar her türlü hünerin ilmi Martha Stewart'tan alınıyor.

Kadınların yaratıcılığını geliştirirken milyarderliğe terfi eden Martha Stewart stili öyle bir marka haline geliyor ki, 1994 yılında dönemin Başkanı Bill Clinton, Beyaz Saray'ın Noel dekorasyonunu ona teslim ediyor.

O kusursuz, mükemmel imajıyla hayranlık uyandıran Martha Stewart'ın yükselişi 27 Aralık 2001 tarihine kadar sürüyor. Ve o tarihte başlayan düşüş geçen hafta çıkan mahkeme kararıyla iyice dibe vuruyor. Yaklaşık bir buçuk yıldır Martha Stewart'la alay eden TV'deki gece şovmenlerinin dillerine doladığı hapis yolu da nihayet görünüyor. ‘‘Artık demir parmaklıklar ardında yaşam tarzı dersi verecek’’ ya da ‘‘Zaten bu yıl çubuklu desenler moda’’ türünden espriler gırla gidiyor.

BİLGİ SIZDIRMA SKANDALI

Stewart'ın düşüşünü hazırlayan olay, ImClone adlı biyoteknoloji şirketinin 225 bin dolar değerindeki 4 bin hissesini 27 Aralık 2001 günü satmasıyla başlıyor. Martha Stewart'ın Merrill Lynch'teki brokeri Peter Bacanovic, bilgi sızdırarak firmanın ürettiği Erbitux adlı kanser ilacının Gıda ve İlaç Dairesi FDA tarafından onaylanmayacağı haberini veriyor. Tabii bu da şirket hisselerinin düşüşe geçeceği anlamına geliyor. Bunun üzerine Martha Stewart hisseleri derhal elden çıkarıyor.

Bu arada ImClone'un Başkanı Sam Waksal da Martha Stewart'ın arkadaşı. Waksal ile Stewart'ın yakınlığı ve hisselerin aceleyle satılması FBI'ı harekete geçiriyor. Soruşturma açılıyor ve Stewart suçlamaları kesinlikle reddediyor. Sam Waksal ise içeriden bilgi sızdırarak milyonlarca dolarlık hisse sattığını kabul ediyor. Böylece Martha Stewart'ın yalan söyleyip adaleti yanılttığı da ortaya çıkıyor. Sam Waksal'ın cezası gelecek hafta açıklanacak.

Toplam dokuz suçlama yöneltilen Martha Stewart ve brokeri Bacanovic geçen çarşamba günü New York mahkemesi tarafından resmen suçlanıyor. O suçlamaları yine kabul etmiyor ve 19 Haziran'da ön duruşma yapılması kararlaştırılıyor. Martha Stewart, skandalın patlak verdiği günden bu yana hisseleri yarı yarıya değer kaybeden Omnimedia şirketindeki CEO ve başkanlık görevlerini derhal bırakıyor.

Skandal yüzünden Omnimedia'nın yayınladığı dergilere verilen ilanlarda da yüzde 28'lik düşüş meydana geliyor ve Stewart'ın TV şovunun reytingleri de geriliyor.

MEĞER KENDİ EVİ DAĞINIKMIŞ

Martha Stewart'ın avukatları Robert Morvillo ve John Tigue'ye göre yaşam tarzı kraliçesinin başına gelenler tamamen ünlü ve kadın olmasından kaynaklanıyor. Morvillo, ‘‘Suçlamalar temelden yoksun. Bayan Stewart ünlü biri olduğu için, erkeklerin dünyasında yetenek ve erdemiyle yükselmiş başarılı bir kadın olduğu için suçlanıyor’’ diyor. Savcılık ise Martha Stewart'ın kimliğinden dolayı değil, işlediği suçtan ötürü yargılanacağını ve suçlu bulunduğu takdirde hapis cezasına çarptırılacağını söylüyor.

Şimdi bütün Amerikan medyası Martha Stewart'ı yazıp çiziyor. En fazla yapılan yorum da şu: Ev nasıl düzenlenir diye herkese akıl fikir verirken, meğerse kendi evi dağınıkmış. Yıllarca kadınlara ukalaca davranmış bir kadından intikam tadında yorumlar bunlar.

Washington Post'taki bir yorumda adı pasaklıya çıkıyor. Evle ilgili her türlü sorunun mutlak yanıtını, en iyi yemek tariflerini, hiçbir kadının aklına gelmeyen detayları, en mükemmel düzenleri bilen bu kadın mıydı diye soruyor yazar.

Syracuse Üniversitesi'nden medya ve pop kültürü uzmanı Prof. Robert Thompson daha da haince bir yorumda bulunuyor:

‘‘Televizyon programlarında hep, ben senden daha iyiyim havasındaydı. En mükemmel evleri ben kurarım. Beni seyret, belki sana da biraz mükemmellik bulaşır der gibiydi. Ama, bu sefer Martha gerçekten yanlış çatalı kullandı.’’

CEZAEVİNDE YAŞAM TARZI

Martha Stewart'ın karıştığı skandal mizahçılara konu oldu. Stewart'ın yaşam dergisinden esinlenerek hazırlanmış ‘‘Parmaklıklar ardında yaşam’’ dergisi kapağı. Hücre nasıl temizlenir, cezaevinde nasıl parti verilir, koğuşlara nasıl yemek pişirilir...
Yazının Devamını Oku