Ayşe Özek Karasu

Hayvanat bahçesinden neden hırsızlık yapılır

31 Aralık 2005
Zavallı, el kadar bir yaratık. İngiltere’nin Wight Adası’ndaki hayvanat bahçesinden çalınan Toga adlı üç aylık pengueni bulana 25 bin sterlin ödül var.

 İlave baskıya girdiğinde henüz bulunamamıştı. Bu hırsızlık karşısında insan merak ediyor; hayvanat bahçesinden neden ve nasıl hırsızlık yapılır? Egzotik hayvan hırsızlığının amaçları şöyle sıralanıyor: Sipariş üzerine koleksiyonculara satmak, tarikat ritüelinde kurban etmek, yemek, hediye etmek ve döverek öldürmek. Hayvanat bahçelerinden çalınanlar da dahil, soyu tehlike altında olan hayvanlara yönelik yıllık illegal ticaret hacmi 3.5 milyar doları buluyor. İşte bu nedenle şimdi Avrupa’da hayvanat bahçesi hırsızlıklarıyla mücadele amacıyla bir veri bankası kuruluyor.

Gazze’nin her yerinde olduğu gibi hayvanat bahçesinde de silahların gölgesi hakim. Çünkü geçen kasım ayında, Kalaşnikof donanımlı bir grup maskeli militan, hayvanat bahçesini basarak dört aylık aslan yavrusu Sabrina ile iyi derecede Arapça konuşan iki papağanı çalıp kayıplara karıştı. Kafesteki erkek aslan Sakher direndiği için Sabrina ile yetinen Filistinli militanların izi bulunamadı. Şimdi hayvanat bahçesi silahlı bekçiler tarafından korunuyor.

Ancak Sakher, Sabrina’yı kaybettiği için travma geçiriyor. Yemeden içmeden kesilip iğne ipliğe dönmüş. Gazze’deki hayvanat bahçesi, İsrail’in çekilmesinin ardından bir normalleşme işareti olsun diye kurulmuştu. Ancak İsrail gazetesi Yediot Ahronot’a konuşan Filistinli yetkililere göre militanlar, aynı Gazze kenti sokaklarında olduğu gibi hayvanat bahçesinde de hakimiyetin kendilerinde olduğunu göstermek istediler.

Gövde gösterisi yapmak amacıyla aslan yavrusu çalmak yeni bir stil. Ancak bu ilk aslan yavrusu hırsızlığı değil. 2000 yılında bir çete, Cakarta’daki hayvanat bahçesinden 16 yavruyu çalmış; rüşvet karşılığı suç ortaklığı eden bakıcı da ‘Yavruların tamamını anneleri yedi’ demişti.

Yazının Devamını Oku

Orhan Pamuk Türkiye’yi seviyor

24 Aralık 2005
Batı gazeteleri Orhan Pamuk davası için neler yazdılar? Tabulara dokunduğu için ülkesinde hain ilan edildiğini, Türkiye’nin yargılandığını, AB yoluna taş konulduğunu, milliyetçilerin ondan nefret ettiğini vs... Kimse Orhan Pamuk’un neler hissettiğini merak etmedi. Bence yabancı basındaki en doğru yorum bir Körfez gazetesinde çıktı. Hani şu Arap emirliklerinin baktığı Körfez’i kastediyorum. Khaleej Times Gazetesi, başyazısında Pamuk davasını eleştiriyordu. Ancak, Türkiye ile yazar arasındaki zıtlaşmayı ortaya koyarak değil. Tam tersine uyumu vurgulayarak. "Türkiye’yi, insanlarını ve kültürünü seven bir yazarın", sırf ülkesinin vicdanının sesi olduğu için yargılanmasının yanlış olduğunu vurguluyordu gazete.

Ben Nişantaşı’nda büyüdüm. Her Allah’ın günü babamla birlikte Alaaddin’in dükkanına uğrardım. O havadan sudan laflarken, ben sirk çadırına düşmüş gibi, biraz şaşkın, biraz hayran, plastik oyuncaklardan türlü çeşitli "mecmua"ya, Tommiks-Teksas’lara yüzlerce ıvır zıvırı ağzım açık seyrettim.

Onun için, Kara Kitap’ı okurken çocukluğumun Nişantaşı kokuları geldi burnuma. Üstelik, aynı Galip gibi benim de İstanbul sokaklarındaki işaretlerde gizli anlam ve okulumun bulunduğu Kuledibi’nde gizli dehliz aramışlığım, Galata Köprüsü üzerindeki lamba direklerine asılı reklam tabelalarına (Siena radyolarıydı galiba) takılmışlığım vardı.

Gençlik yıllarım Bayramoğlu’nda geçti. Sessiz Ev’deki Cennethisar, nedense bizim sayfiyeyi çok andırıyordu. Sonra yine Pamuk’un kaleminden (sanırım Öteki Renkler’e aldığı bir röportajıydı), gençliğinde Bayramoğlu’nda bir arkadaş grubu olduğunu, Cennethisar’ın oradan esinlenme olduğunu öğrendim.

Kesinlikle çok güzel hikaye anlattığı için ama, biraz da o hikayelerin yolları kişisel tarihimle kesiştiğinden Orhan Pamuk, en sevdiğim yazarım oldu.

Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı’yı yüreğim ağzımda okudum. Gerilimli roman kurgusundan heyecanlandım, kusur-üslup ilişkisindeki felsefi dokudan büyülendim ama, Yeni Hayat’ı sevmedim. Baktım ısınamıyorum, karakterler kalbime dokunamıyor, hikaye beni sürüklemiyor, 126’ncı sayfasında bıraktım. Suçluluk duydum. Ama sonra Öteki Renkler’de, Yeni Hayat’ta farklı bir deneme yaptığını yazınca, tamam dedim, suçlu değilim, o başka türlü yazmış.

İstanbul’u, Orhan Pamuk’la daha da çok sevdim. Çünkü bence o, Hatıralar ve Şehir’de anlattığı "hüzünlü" şehri her şeye rağmen seviyordu. Bunun aslında bir Türkiye sevgisi olabileceğini pek düşünmedim, aklıma gelmedi. Ta ki, Khaleej Times adlı Dubai gazetesindeki o editoryal yazıyı okuyuncaya kadar.

Dubai’de yayınlanan bir gazete, etki alanı açısından kimsenin umurunda olmayabilir. Ama, ya yorumu çok isabetliyse. Şaşmaz bir şekilde aynı satırları tekrarlayan Batı gazetelerinden daha iyi analiz ediyorsa Pamuk’u?

PAMUK, TÜRKİYE’NİN VİCDANININ SESİDİR

19 Aralık tarihli yorumu özetliyorum:

"Pamuk, Salman Rüşdi gibi kendi kimliğinden tiksinerek Batı tribünlerine oynayan bir liberal değildir. Ülkesini, insanlarını ve kültürünü sever, modern Türkiye’nin dünyaya, özellikle de Batı’ya tanıtımında kilit rol oynamıştır. Onun eserleri sadece Türkiye’nin dünya uygarlıklarına olan katkısını anlatmakla kalmaz, aynı zamanda İslam’ın Türkiye üzerindeki ve dünya genelindeki kalıcı etkisine bir övgü niteliğindedir. İşte bu nedenle Pamuk’u, Türkiye’nin vicdanının sesi olduğu için cezalandırmak yanlıştır. Bu sadece vicdanın korkusuz sesi Pamuk’a karşı değil, aynı zamanda vizyon sahibi ve hoşgörülü bir Müslüman ülke olan Türkiye’ye karşı da adaletsizlik olacaktır. Türkiye, demokrasi ve İslam’ın birbirini çiğnemeden bir arada barınabileceğini başarıyla ortaya koymuştur.

Pamuk’a karşı açılan davanın, Avrupa Birliği içinde Türkiye aleyhinde bir argümana dönüşmesine fırsat bırakmadan, derhal düşmesi gerekiyor."

Khaleej Times sürekli takip ettiğim bir gazete değil. Biraz araştırdım, künyesi şöyle: Birleşik Arap Emirlikleri’nden Dubai’de yayınlanan bir numaralı İngilizce gazete. Emirlik genelinde 72 bin tirajı var. Diğer emirliklerin yanı sıra İngiltere, Hindistan ve Pakistan’daki toplam tirajı 450 bin.

Salman Rüşdi’yle ilgili yorum konusunda bir fikir yürütmek istemiyorum. Çünkü Rüşdi okuru ve takipçisi değilim. Entelektüel etkinliğinin pek farkında değilim. Orhan Pamuk’un, Rüşdi hakkındaki fetva çıkarıldığında, fikir özgürlüğü açısından buna şiddetle karşı çıktığını da biliyorum. Ancak bazı Batılı yayın organlarında Rüşdi ile Pamuk arasında paralellik kurulmasına, hele hele "Türk Salman Rüşdi’si" benzetmesi yapılmasına ise kesinlikle itiraz ediyorum.

Orhan Pamuk’un İsviçre gazetesine söylediği, Türklüğe hakaret sayılan "Bir milyon Ermeni, 30 bin Türk öldürüldü" sözlerini de tartışmak istemiyorum. Ancak, Pamuk hakkında yargıda bulunurken sadece siyasi değil, edebi söylemini de dikkate almalı diyorum. Çünkü o her şeyden önce bir romancı, kendi gerçekliği olan kurmacaların ustası. Kimbilir, belki orada hakareti değil, övgüyü görenler çıkabilir.

Pamuk haklı veya haksız, ulusların geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğine inanıyorum. Bir de Orhan Pamuk’un Türkiye’yi sevdiğine inanıyorum. Ve 16 Aralık’taki hunhar saldırılara rağmen sevmeye devam edeceğine inanmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Laik Noel olur mu

17 Aralık 2005
Beyaz Saray’dan, üzerinde ‘Mutlu Noeller’ yazan son kart 1992 yılında Baba Bush tarafından gönderilmiş. O tarihten bu yana Amerika’da ve ayrıca İngiltere’de, diğer dinlere mensup olanlara karşı ‘siyaseten doğruluk’ adına ‘Noel’ ibaresi yavaş yavaş geri çekiliyor. ‘Mutlu Noeller’ yerini ‘Mutlu Tatiller’e bırakıyor. Nitekim Beyaz Saray da bu yeni adete uyuyor. Bush bu sene de 1.4 milyon kişiye ‘Noel’siz kart gönderiyor ve muhafazakar cephe ayaklanıyor. Beyaz Saray ‘Kartın konsepti laik, çünkü bütün dinlerin mensuplarına gönderiliyor’ diyor ama, geçmiş olsun. Dindar Başkan Bush’un savaş açtığı köktendinci terör, muhafazakar kesimin dini hassasiyetini hayli artırmış görünüyor. Onlar artık laik Noel istemiyor.

Kartta Noel’in lafı edilmediği gibi, kapağında da dini bir gönderme yok. Bush’un iki İskoç Terrier’i ve de kedisi Beyaz Saray’ın önünde karlar üzerinde oynuyor.

1.4 milyon kişiye gönderilen kartta ‘Mutlu tatiller’ (Happy holiday season) yazıyor. Aslında kartta İncil’den bir ayet de var ama, Eski Ahit’ten, yani Hz. İsa’nın doğumuyla ilgisi yok. İşte bu yüzden dini bütün muhafazakarlar, Noel’i ve Tanrı’yı toplum hayatından silmek için kurulan laik-liberal komploya Bush’un da alet olduğunu öne sürerek hop oturup hop kalkıyorlar:

Hz. İsa’nın doğumunun kutlandığı Noel’de (Christmas), nasıl olur da İsa’nın (Christ) adı saf dışı bırakılır? Halkın yüzde 80’i ‘İnançlı Hıristiyan’ım’ derken, insanları İsa’nın adını anmaktan men etmek inanç özgürlüğüne müdahale değil midir? Irak’ı işgal ederken bile Tanrı’dan emir aldığına inanan, İslami köktendincilere karşı haçlı seferi başlatan bir başkan nasıl olur da, İsa’nın lafını etmez? Laikliğin, siyaseten doğruluğun bu kadarı da olur mu? 40’ında dine dönüp, Evanjelik değerleriyle gurur duyan bir başkan kardeşine de kötü örnek olmaz mı? Bakın, Florida Valisi olan kardeşi Jeb Bush da ‘Noel’siz kart yollamış (Fox’ta son dakika haberi). Muhafazakar dediğin Temsilciler Meclisi Başkanı Dennis Hastert gibi olur. Kongre binasının önündeki ‘tatil’ ağacının ‘Noel ağacı’ olduğunu dünya aleme ilan etti.

Fox Televizyonu’ndan gazete ve web sitelerine kadar bütün muhafazakár kesim, bu ve benzeri argümanlarla topyekûn Beyaz Saray’a hücum ediyor. Bush’un basın sekreteri Susan Whitson, kartın aynen geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi ‘laik bir konsepte’ sahip olduğunu, çünkü her inancın mensuplarına gönderildiğini anlatıyor.

Ancak dinen ya da siyaseten doğruluk Bush’un muhafazakár cephesini kesinlikle ilgilendirmiyor. Muhafazakár eğilimli WorldNetDaily.com sitesinin editörü Joseph Farah, ‘Kartı alır almaz çöpe attım’ diyor. Katolik Birliği Başkanı William Donohue, ‘Açıkça görülüyor ki Bush Yönetimi inanç kaybına uğramış’ yorumunda bulunuyor. Amerikan Aile Birliği’nin Başkanı Tim Wildmon, ‘Noel’i İsa’dan soyutlamak amok koşusudur. Beyaz Saray’da ramazan kutlanırken, kartta İsa’yı anmamak kanıma dokunuyor’ diyecek kadar ileri gidiyor.

BUSH: KOLAYSA GELİNSİZ HECELEYİN

Tartışma Noel ağaçlarına da sıçrıyor. ‘Dava açarız’ tehditleri yüzünden Georgia Valiliği iki ayrı basın duyurusu yayınlamak zorunda kalıyor. İlk bildiride ‘tatil ağacının’ ışıklandırılacağı, ikincisinde ise ‘Noel ağacının’ ışıklandırılacağı duyuruluyor. Boston’da da belediye başkanı, aşırı tepki üzerine ağacın adını değiştiriyor. Phoenix şerifi, inançsızları yola getirmek için hapishanede sabahtan akşama Noel şarkıları yayını yaptırıyor.

Sadece kamu değil, özel sektör de Noel tartışması yüzünden köşeye sıkışıyor. Hıristiyan muhafazakárların kurduğu Wal-Mart kutlama mesajlarında ‘Noel’ lafını esirgediği için tepki topluyor. Ayrıca Target perakende zinciri de aynı nedenle 600 bin imzalı bir dilekçeyle protesto ediliyor.

Kart ihtilafı kaçınılmaz olarak talk show esprilerine de konu oluyor. NBC’den Conan O’Brian programını şu espriyle açıyor: ‘Tebrik kartında ‘Christmas’ demediği için muhafazakárlar Başkan Bush’a kızdı. O da onlara şöyle cevap verdi: Kolaysa, gelin siz heceleyip yazın.’

Aslında kartlar, ağaçlar bahane; çatışmanın kökleri bir kağıt parçasından, yeşil çamlardan çok daha derinlere uzanıyor. Mahkemelerin, diğer inançları da gözeterek, Hıristiyanlıkla ilgili referansları kamu binalarından uzaklaştıran kararları ve bunların yaygın bir şekilde hayata geçirilmesine dayanıyor. Muhafazakar-laik çatışması, 1990’ların başında Yüksek Mahkeme’nin, Pennsylvania’da bir adliye binasının önündeki İsa’nın doğumu tasvirinin kaldırılması yönünde aldığı kararla başlıyor. Yakın geçmişte, yine bir mahkeme kararıyla ‘Tanrı’ sözcüğünün okul andından çıkarılmasına kadar uzanıyor.

Fox haber kanalının anchor’ı John Gibson’ın geçenlerde yayınlanan ‘Noel’e karşı savaş; Kutsal Hıristiyan bayramını yasaklamak için hazırlanan liberal komplo sandığınızdan da kötü’ adlı kitabı da işte o derinliklere iniyor. Gibson, Hıristiyanlıktan nefret eden birtakım profesyonel ateistlerin, en kutsal bayramı ortadan kaldırmak için kumpas kurduğunu, çok kültürlülük ve laiklik adına daha ilkokuldan itibaren Noel’in çocuklara ‘kış tatili’ diye empoze edildiğini anlatıyor.

İşte Hıristiyan örgütleri de, okulları ‘Mutlu Noeller’e yeniden kavuşturmak için çaba harcıyor. Her okul takibe alınıyor. Örneğin geçenlerde bir Hıristiyan adli savunma grubu, Atlanta’daki bir okula ilişkin şu şikayetleri web sitesinde yayınladı:

‘6 bin öğrencinin bulunduğu okulda, öğretmenlerin melek broşu takması, ‘Noel’ partisine atıfta bulunmak, sınıflara İncil sokmak, İsa’nın doğum sahnesi ve melek tasvirleri yasaklandı, okul konserinin repertuvarından Noel şarkıları, bir başka şarkıdan Tanrı sözcüğü çıkarıldı. Okul yönetimine, inanç özgürlüğüyle ilgili haklar konusunda danışma ve eğitim hizmeti teklifinde bulunuldu. Teklif reddedildi.’

Teklif reddedildi, çünkü o okulda Hıristiyanların yanı sıra Yahudi, Müslüman ve Budist çocuklar da öğrenim görüyordu. Bu nedenle de bölgenin okul yönetmeliğine göre İncil ve diğer dini semboller din dersi dışında sınıfta bulundurulamazdı.
Yazının Devamını Oku

Onlar daha doğmadı ama ölecekleri gün belli

10 Aralık 2005
Şimdi, tam şu anda karnında yavrusunu taşıyan bir fok, Kanada’nın doğu sahilleri açıklarında ağır aksak karaya doğru ilerliyor. O ve daha yüzlerce anne fok, gelecek ilkbaharda bebeklerini dünyaya getirmek üzere hazırlık yapıyor. Beri yanda, baharı bebe fok kıyımıyla karşılamaya hazırlanan avcılar da gemilerine mürettebat topluyor. Kanada Hükümeti’nin izniyle sopalarla vura vura avlayacakları, tam tamına 319 bin 517 fok yavrusunu öldürecek adam arıyorlar. Yavruların bütün suçu, bazı şuursuzların giymekten pek zevk aldığı beyaz kürke sahip olmaları. Bu yıl Kanada karşıtı hareket geçen yıllara göre daha donanımlı. Brigitte Bardot’nun 200 bin imzalı sembolik davası var. Paul McCartney’in Kanada Başbakanı’na yazdığı zehir zemberek mektup var. Ve bir de foklar.gen.tr’de 5 bini aşkın Türk’ün imzası var.

Defne yine iş başında. Kanada’da bugünlerde doğup, gelecek ilkbaharda kıyıma uğrayacak bebek fokları kurtarmak için çırpınıyor yine.

Geçen av sezonunda, Şenay Gökyılmaz ile birlikte foklar.gen.tr sitesini kuran Defne Voronin’den söz ediyorum. Bu sefer kendisi de bebek bekliyor. Gelecek mart ayında Kanada’daki kanlı ritüel başladığında, o bebeğini dünyaya getirmiş olacak. Tam da, anne fokların beyaz kürklü yavrularını sopa darbeleri altında kaybedeceği günlerde.

Kanada Hükümeti’nin bu vahşi kıyımı durdurması için imza toplanıyor foklar.gen.tr’de. Şu anda imza sayısı 5 bini aşmış durumda.

Hayvan dostlarından yükselen feryatlara rağmen Kanada yıllardır fok avından taviz vermiyor. Resmi av sezonu geçen 15 Kasım’da başladı. 2005’in av kotası 319 bin 517 olarak belirlendi. Ancak bu tarih de kota da sembolik. Çünkü esas kıyım ilkbaharda başlayacak. Anne foklar, yavrularını dünyaya getirdikten sonra bebekler beyaz beyaz kürklenince. Çünkü, özellikle Avrupa’da, o kürkleri sırtlarına geçirmek için ihtirasla bekleyen kadınlar var. On binlerce bebeğin tamamını öldürmek zamana sığmayacağı için bazıları diri diri yüzülecek.

Kota da, geçen yıl olduğu gibi ihtimal yine aşılacak. 2004’teki yüzde 4,56’lık kota aşımı tekrarlandığı takdirde bu sezon öldürülen fok sayısı 334 bin 97’yi bulacak. Ve Kanada Hükümeti yine aynı bahaneye sığınacak: ‘Hesapsız üreyen bu hayvanlar belli bir kota altında avlanmadığı takdirde, morina stokları tükenir...’

BİLİM ÖYLE DEMİYOR

Oysa bilim böyle demiyor. Birincisi, morinalar fokların beslenme yelpazesi içinde yüzde 3’lük bir yer tutuyor. İkincisi, morinaların aşırı avlanma sonucu yok olmaya yüz tuttuğu biliniyor. Dahası, foklar morinaları tüketmek bir yana, asıl morinalara dadanan balıklarla besleniyor.

Şimdi kıyıma 100 küsur gün kala bu tablonun tekrarlanmaması için bütün hayvanseverler güçlerini birleştirmiş durumda. Hedef adam hayli zayıf durumda. Kanada Başbakanı Paul Martin’in Liberal Parti hükümeti geçenlerde meclisten güvenoyu alamadı, düştü. Paul Martin, seçimleri yeniden kazanmak için mücadele verirken iki muhtıra yedi. Biri Bono’dan, diğeri Paul McCartney’den. Aslında iki rock’çının başbakana çıkışma nedeni farklı. Bono geçenlerde Ottawa’ya kadar gidip, Afrika’ya yardım sözünü tutmadığı için Martin’e çattı, ‘Beni düş kırıklığına uğrattı’ dedi. Paul McCartney de karısıyla birlikte Başbakan Martin’e bir mektup yazarak ‘O güzelim hayvanların öldürülmesine neden izin verdiğinizi anlayamıyorum. Bu haksız, çağdışı ve dehşet verici fok avını durdurmadığınız takdirde, seçimlerde aleyhinize kampanya yürütürüm, av aleyhindeki medyayı daha da kızıştırırım. Av bölgesine kadar giderim’ diye tehdit savurdu.

İki ünlünün çıkışı da Kanada kamuoyunda büyük ses getirdi. Son anketler Liberal Parti’yi Muhafazakarlarla başa baş gösteriyor ve Bono ile McCartney’in özellikle genç seçmeni etkilemesinden endişe ediliyor.

Üstelik Yeşiller Partisi Lideri Jim Harris, fok avının devlet tarafından sübvanse edilmesine şiddetle direneceğini açıkladı. Yeşil’dir, açıklar demeyin. Bu Kanada için tarihi bir olay. Çünkü bugüne kadar hiçbir siyasi parti lideri av aleyhinde konuşmadı. Neticede işin ucunda balıkçı oyları var.

Ancak son anketler halkın yüzde 78’inin sübvansiyona karşı olduğunu gösteriyor. Sahil koruma gemilerinin av yolundaki buzları kırarak yol açması devlete 100 milyon dolara maloluyor.

EFSANE GERİ DÖNDÜ

Bir ünlünün av bölgesine gitmesi çok etkili olabiliyor. Brigitte Bardot örneğinde olduğu gibi. Hayvanlar adına tarihin en büyük mücadelesinin verildiği 1970’lerin sonlarında Bardot, Newfoundland’daki av bölgesine gitmiş ve 1983’te kıyım durmuştu. 1995’e kadar. İşte o tarihte Kanada’ya karşı ortak cephe açan Bardot ve BM benzeri Birleşmiş Hayvan Milletleri örgütünün kurucusu İsviçreli çevreci Franz Weber yeni bir muharebe daha başlattı.

Topladıkları 200 bin imzayla geçen 5 Aralık’ta Cenevre’deki Uluslararası Hayvan Hakları Adalet Divanı’nda Kanada başbakanı, çevre ve balıkçılık bakanlarını sembolik olarak sanık sandalyesine oturttular. İngiltere, Belçika ve İrlanda’dan tanıklar, kanıt oluşturan film ve videolar eşliğinde ifade verdiler. Avrupa Parlamentosu ve 60’a yakın sivil toplum örgütünün temsilcileri de oturumda hazır bulundu. Toplanan imzalar mahkeme tarafından BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a iletildi.

Ancak, Kanada’yı caydıracak en önemli silah kuşkusuz ekonomik yaptırım. İşte o silah da komşusu ABD’nin elinde. Kanada deniz ürünlerine yönelik boykot hareketi ABD’ye hızla yayılıyor. Kanada’nın deniz ürünleri ihracatının üçte ikisi ABD’ye gidiyor; yılda 2,8 milyar dolar söz konusu. Son bir-iki ayda pavurya ithalatı yüzde 36 gerileyince, Kanada’da sanayi alarm vermeye başlamış.

Bakalım bütün bu boykotlar, tehditler, imzalar, mahkemeler ne kadar etkili olacak.

Sezon resmen açıldı ama, bebekleri kurtarmak için 100 küsur gün daha var.
Yazının Devamını Oku

160 km diyeti zayıflatıyor ama koşarak değil, yiyecek bulunmadığı için

4 Aralık 2005
Bugün Türkiye dahil, dünyanın dört bir yanında zincirleme yeşil protesto eylemleri yapılacak. Maksat, geçen pazartesi Montreal’de başlayan BM İklim Değişikliği Konferansı üzerinde baskı oluşsun. Kyoto Protokolü’nün ilk zirvesi olan bu 12 günlük konferansa 180 ülkeden yaklaşık 10 bin kişi katılıyor. Türkiye ve ABD dahil protokolü imzalamayan ülkelere baskı olsun diye yeşiller meydanlara çıkacak. Ve bu sefer protestolar sadece zirve mekanında odaklanmayacak. ‘Global düşün, yerel davran’ sloganından hareketle eylemler yeryüzüne yayılacak. Çevreciler, global ısınmaya katkıda bulunan uçaklara binip Montreal’e gitmeyecek. İşte bu anti-nakliye bilincinin bir başka boyutu da iki Kanadalı’nın icat ettiği ‘160 km diyeti’. Bu diyet zayıflatıyor ama, rejim kurallarına uygun gıda bulmakta zorlandığınız için zayıflatıyor. Çünkü diyet, bulunduğunuz yerin 160 km yarıçapı dışında üretilen gıdaların tüketilmemesi esasına dayanıyor.

Ben şahsen insan oburluğunun iklim değişikliğine olan en büyük katkısının, sığırların atmosfere saldığı gazlar olduğunu sanıyordum.

Hani şu McDonald’s düşmanı çevrecilerin tezi; köftelere et olacak hayvanların çıkardığı gazlar sera etkisine, dolayısıyla global ısınmaya yol açıyor.

Ancak insan tıkınmasıyla iklim değişikliği ilişkisinde başka hesaplar da var. Örnek obez Amerika’dan. Hesaba göre ortalama bir Amerikan öğününe dahil olan gıdalar 2500-4000 km arasında yol katediyor ki, bu da yerel besinlerin tüketimi için harcanan petrol ürünlerinin 17 kat fazlasının kullanılmasına yol açıyor. Bu tüketim karbondioksit emisyonunu da aynı miktarda artırıyor. Sonra da bu artışın yol açtığı global ısınma Katrina gibi felaketler şeklinde geri dönüyor.

Meteoroloji uzmanlarına göre 2005’ten kasırga yorgunu olarak çıkacak Amerika’yı gelecek sezon daha fazla ve daha kuvvetli kasırgalar bekliyor. Kuraklık ve deniz seviyesindeki yükselme gibi global ısınmayla doğrudan bağlantılı iklim olayları da yeryüzünde milyonlarca canlıyı tehdit ediyor.

Bütün dünyanın Amerikalılar gibi beslenmesi halinde meydana gelecek felaketleri düşünün. Global ısınmanın önünü almak için 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü’nden fazla masraflı diye 2001 yılında çekilen ABD, sera etkisi yaratan gazların atmosfere salınmasında yüzde 25’lik paya sahip. Atmosferdeki CO2 oranı, son 650 bin yılın en yüksek seviyesine çıkmış durumda. 2005 de bütün zamanların en sıcak yılı olarak kayıtlara geçmiş bulunuyor.

GIRTLAK FAKTÖRÜ

İklim değişikliğine yol açan hiç akla gelmeyen faktörler de var. İngilizlerin yaptığı araştırmaya göre dört kişilik bir ailenin bir yılda aldığı gıdanın üretim, işleme, paketleme ve dağıtımı tam sekiz ton karbondioksit emisyonu yaratıyor. Bu hacim, 2012 yılına kadar aşağı çekilmesi gereken emisyonun önemli bir bölümünü oluşturuyor.

İşte bu noktadan hareketle Kanadalı bir çift ‘160 km diyeti’ni icat etmiş. Diyetin orijinal adı aslında ‘100 mil diyeti’. Metrik sistemde 160 km. Kanada’nın Vancouver kentinde yaşayan Alisa Smith-J.B.MacKinnon çiftinin sekiz aydır denediği diyette ekmek kesinlikle yok. Karbonhidrat olduğu için değil, bulundukları yerin 160 km yarıçapı içinde buğday yetiştirilmediği için. Mönüde sığır eti, tavuk, domuz eti, yumurta, mevsiminde veya seradan salata ve domates var. Yılın geri kalan zamanlarında da havuç, şalgam, mantar ve kendi bahçelerinden patates. Marketteki muzlara, mangolara, diğer egzotik sebze-meyveye paydos. İri şalgamları oyup içini bu malzemelerle doldurarak sandviç yapıyorlar. Kış için sebze dondurmuşlar. Yemeklerde baharat yok, Çin’den geldiği için sarmısak da yok. Organik gıdaları da özellikle tercih ediyorlar. Çünkü bu ürünlerde, sera gazı üreten kimyasal gübre kullanılmıyor.

‘Kendimizi gönülsüz bir Atkins diyetinde gibi hissediyoruz’ diyor Alisa Smith. Malum o hiç beğenilmeyen diyet, proteine yükleniyor.

Diyette şeker ve kahve de yok. Çünkü Kanada’ya uzak tropikal iklimlerin ürünleri onlar. Yerli çilekle yapılan reçele de bu nedenle şeker yerine bal koymuşlar. Diyette pirinç de yok. Sonuçta altı haftada 7’şer kilo veriyorlar.

YEREL GIDA HAREKETİ

Kanada geçen yıl 20 milyar dolarlık gıda ithal etmiş. Bunun 5,8 milyar doları meyve ve sebzeye, 748 milyon doları kahveye gitmiş. Sadece Amerikan malı ithal kıvırcık salataya 274 milyon dolar ödenmiş. Gıdaların tümünün nakliyesi kamyon, tren, uçak ve şilep gibi fosil yakıtı yakan araçlarla yapılmış. Ontario Doğayı Koruma Konseyi Direktörü Chris Winter, insanların beslenmesiyle global ısınma arasında çok sıkı bir bağlantı bulunduğunu, yerel gıda hareketinin hükümetler ve iş dünyası tarafından teşvik edilmesi gerektiğini söylüyor. Şimdi bu beslenme konsepti Kanada’nın birçok kentinde sivil toplum örgütleri ve belediyeler tarafından tartışılıyor. ABD’de çevreciler yerel taze besin kullanılması için kampanyalar yürütüyorlar.

KYOTO GERÇEKLERİ

1997 tarihli Kyoto Protokolü’ne göre 140 ülke atmosfere saldığı sera gazı miktarlarında indirime gitmeyi kabul etti. Ancak anlaşma geçen şubat ayında yürürlüğe girebildi. Çünkü protokolü onaylayan ülkelerin toplam gaz emisyonunun, 1990 itibariyle en az yüzde 55 olması gerekiyordu. Bir yıl önce Rusya’nın da onayıyla bu rakama ulaşıldı.

Buna göre protokolü onaylayan 38 ülke, atmosfere saldıkları sera gazlarında 2012 yılına kadar, 1990’daki düzeyden toplam yüzde 5,2 oranında bir indirime gitmeyi kabul etti.

ABD indirime karşı çıkıyor. Bush Yönetimi’nin 2001’de protokolden çekilmesinden önce ABD de emisyonu yüzde 7 oranında kısmayı kabul etmişti.

ABD ve Avustralya gibi emisyon hacminde yüksek payı bulunan sanayileşmiş ülkelerin yanı sıra Türkiye de protokolü onaylamış değil. Çin ve Hindistan gibi hızlı büyüyen ekonomiler de aynı Türkiye gibi kalkınmayı etkileyeceği gerekçesiyle onay vermiyor.

En büyük iklim değişikliği felaketi Avrupa’da

Avrupa Çevre Ajansı’nın AB ülkeleriyle Türkiye’yi kapsayan son raporuna göre Avrupa, dünyanın doğal kaynaklarını kürenin kalan kısmından iki kat daha fazla tüketiyor. Avrupa’da son 5 bin yılda görülmedik bir iklim değişikliği gerçekleşiyor. 2050 yılına kadar, İsviçre’nin buzullarının dörtte üçü eriyecek. Avrupa’daki kentsel alanlar, 100 yıl içinde iki katına çıkacak. Hava yolculukları 2030’a kadar büyük olasılıkla ikiye katlanacak. Denizler, su kaynakları ve havanın kalitesi tehdit altında.
Yazının Devamını Oku

Klon krallığının yumurta ihtilaf

26 Kasım 2005
Klonlama alemi tuhaf bir olayla çalkalanıyor. Klonlama kralı olarak ünlenen Güney Koreli bilim adamı Hwang Woo-suk bir etik skandalı yüzünden hızla zemin kaybetmeye başladı. Geçen yıl ilk kez insan embriyonu kopyalayarak terapi amaçlı kök hücre elde etmeyi başaran Hwang’ın suçu, projede çalışan bir laborantın bağışladığı yumurtalarla deney yapmak. Suçlayan kişi ise Amerikalı ortağı Gerald Schatten. Şimdi bilim dünyası şöhretine leke sürülen Hwang’ın yanı sıra Schatten’dan da şüpheleniyor. Acaba Amerikalılar, Koreli’nin yıldızını söndürmek için entrika mı çeviriyor? Kök hücre merkezi olmaya soyunan California, Güney Kore’nin bu pazarı ele geçirmesini önlemek için kumpas mı kurdu? Yoksa embriyonik klonlamaya karşı çıkan Bush taraftarı muhafazakarların bir komplosu mu söz konusu?

Hwang Woo-suk, bir süredir aynı pop yıldızları gibi şöhret muamelesi görüyordu. Amerikan Time dergisi tarafından ‘Dünyanın en nüfuzlu adamları’ listesinde A sınıfına alınıyor, onun eseri olan ilk klon köpek Snuppy 2005’in en müthiş icadı ilan ediliyordu.

Geçen yılın şubat ayında Seul Ulusal Üniversitesi’ndeki ekibiyle birlikte ilk kez insan embriyonu klonlayıp terapi amaçlı kök hücre elde ettiklerini açıkladığında manşetlere çıktı. O günden sonra da klonlama aleminin kralı oldu Hwang. Gittiği her yerde çevresi bir hayran kitlesi tarafından sarılıyor, internette Hwang fan kulüpleri kuruluyor, Güney Kore Hükümeti’nden en iyi bilim adamı unvanıyla 260 bin dolarlık ödül alıyor ve pulu basılıyordu.

Hwang baş döndürücü bir şekilde yükselirken, geçen hafta ansızın her şey değişiverdi. İnsan embriyonu klonlama projesinde Hwang’ın ortağı olan Pittsburgh Üniversitesi’nden Amerikalı kök hücre uzmanı Gerard Schatten, Washington Post gazetesine bir açıklama yaparak, Hwang’ın araştırmada tıp etiğine aykırı davrandığını, hem de bu konuda yalan söylediğini, bu nedenle Koreli ile bütün ilişiğini kestiğini ilan etti. Ortak çalışmaları sırasında yumurta bağışlarında bazı usulsüzlükler yapıldığına dair bilgiler aldığını, Hwang’ın kendisini büyük hayal kırıklığına uğrattığını söyledi.

İki bilim adamı arasında olup bitenleri analiz etmek için bir buçuk yıl öncesine gitmek gerekiyor.

O günlerde Hwang, hayvan klonlama alanında çalışmalar yapan adı sanı duyulmamış bir veteriner. Seul Üniversitesi’ndeki ekibi ve Gerard Schatten ile ortaklaşa kök hücre projesi başlatıyor, insan embriyonu klonluyor ve çalışmayı Şubat 2004’te Science dergisinde yayınlıyorlar.

Bu noktada rakip bilim dergisi Nature devreye giriyor. Hwang’la birlikte projede çalışan bir asistan laborant, Nature dergisinin muhabirine şu açıklamayı yapıyor: ‘Emriyon klonlama deneyinde ben de yumurta verdim.’

Aslında Güney Kore’de o dönemde mevcut yasalara göre bunda anormal bir taraf yok. Ancak evrensel normlara göre bu etik dışı bir durum. Klonlama projesinde çalışan birinin yumurta bağışlaması doğru bulunmuyor. Yumurtaların para karşılığı alınması da yerleşik bilimsel kurallara aykırı. Çünkü deneylerde ticari bir kaygı, bir finansman ilişkisi bulunmaması gerekiyor.

Ayrıca laborantın işini kaybetmek korkusuyla, baskı altında kalarak yumurta bağışlamak zorunda kaldığı haberleri de yayılıyor.

Hwang ise Nature dergisine açıklamasında, ‘Asistanım milli gururla hareket ettiği için yumurta bağışlamak istedi. Çok duygulandım ama, şiddetle reddettim. Deneyde sadece gönüllülerin bağışladığı yumurtalar kullanıldı’ diyor.

Bu olayın ardından Güney Kore’de biyoetik yasası değişiyor ve deneylerde para karşılığı bağışlanmış yumurtaların kullanılması yasaklanıyor.

YOKSA YUMURTA MESELESİ DEĞİL Mİ

Bütün bunlar olurken ABD’li uzman Schatten susuyor. Sonra aniden etkin bir gazeteye konuşup meslektaşını bilimsel ahlaksızlık ve yalancılıkla suçluyor; ‘Hwang yumurtalar konusunda bana yalan söyledi. Güvenim sarsıldı. Bilimsel çalışmalar ise güven esasına dayanır’ diyor. Bu ani çıkış bilim ve medya dünyasında, asıl sorunun yumurtalar olmadığı şeklinde spekülasyonlara yol açıyor.

Öncelikli şüphe şu: Güney Kore’de Dünya Kök Hücre Merkezi kurulacak, California ve Londra’daki uydu laboratuvarlar da bu merkeze destek verecekti. Ancak Schatten’in suçlamalarıyla birlikte hem Hwang hem de Güney Kore’nin şöhretine leke sürüldü. Acaba Amerikalıların amacı, Kore’yi torpilleyip merkezin burada kurulmasını engellemek miydi? Kök hücre merkezi olmak üzere referandum yapan ve halktan ‘evet’ yanıtını alan California, Hwang’ın yıldızını söndürüp öncülüğü Kore’nin elinden mi almak istiyordu?

Yoksa bu yumurta tartışması, ABD Başkanı Bush gibi terapi amaçlı klonlamaya karşı çıkan Amerikalı muhafazakarlar tarafından mı yönlendiriliyordu?

Derken geçen hafta, Hwang’ın gerçekten yalan söylemiş olabileceği ortaya çıkıyor. Bu sefer de Hwang ile birlikte çalışan Koreli biyoteknoloji uzmanı Roh Sung-il bir itirafta bulunuyor ve deneyde, her birine 1500 dolar ödenerek 16 kişiden alınan yumurtaların kullanıldığını açıklıyor; ‘Ancak Hwang, yumurtaların parayla alındığından kesinlikle haberdar değildi’ diyor.

Böylece mesele iyice içinden çıkılmaz hal alıyor ve Hwang’ın önümüzdeki dönemlerde ziyaret edeceği bazı tıp merkezleri programları iptal etmeye başlıyor. Güney Kore’de ise Hwang’a yapılanlardan ötürü milli ruh şahlanıyor. Yumurta yalanlarını gündeme getiren MBC adlı TV kanalına ‘ulusal çıkarlara aykırı yayın yapıyorsunuz’ diye protesto mesajları yağıyor. Hwang internet fan kulübünün 100 kadar üyesi yumurta bağışında bulunmak üzere gönüllü olduğunu ilan ediyor.

Ve sonunda Hwang geçen perşembe günü herşeyi itiraf ediyor. Laboratuvarında çalışan iki kadından yumurta bağışı kabul ettiği için kamuoyundan özür diliyor, Dünya Kök Hücre Merkezi’nin başkanlığından da istifa edeceğini açıklıyor ve sözlerini şöyle noktalıyor: ‘Utanç içindeyim. Bu ders sayesinde global kurallara uymak zorunda olduğumu öğrendim. Araştırmayı bırakmak isterdim ama, insanlık adına, temiz bir bilimadamı olarak üniversitede çalışmalarıma devam edeceğim. Umarım Güney Kore, hiçbir utanca bulaşmadan bu alanda yeniden lider olur.’

Böylece Hwang, Alzheimer’dan Parkinson’a birçok hastalığın tedavisi için umut olan kök hücre krallığının tahtından iniyor.

Öz genetik şifreli kök hücre

Hwang Woo-suk ve ekibi geçen yıl ‘Somatik hücre çekirdeği transferi’ diye tanımladıkları ancak tedavi amaçlı klonlama olarak bilinen yöntemle ilk kez embriyodan kök hücre elde ettiklerini açıkladı. Geçen mayıs ayında ise çeşitli hastalar için kendi genetik şifrelerini taşıyan kök hücreler ürettiklerini açıklayarak dev bir adım attılar. Yeni yöntemle hastanın bağışıklık sisteminin kendi genetik özelliklerini taşıyan bu kök hücreleri reddetme olasılığı ortadan kalkıyordu. Klonlamada kendine özgü teknikler geliştiren Hwang’ın ekibi 24 saat boyunca çalışmalarını sürdürüyor, deneyde kullanılan insan materyallerine saygı göstermek için kimi zaman çalışanlar nöbet tutuyor. Boynunda Buda’nın bir altın madalyonunu taşıyan Hwang, ‘Sevgi ve ruhunuzu ortaya koymalısınız, insani bir dokunuş olmalı’ diyor.
Yazının Devamını Oku

Karın terk ederse öldürme, ağla

19 Kasım 2005
Hürriyet’in BM Nüfus Fonu Türkiye Temsilciliği’yle ortaklaşa düzenlediği Aile İçi Şiddete Son Konferansı’nda erkek odaklı çalışan örgüt ve kampanya temsilcileri de vardı.

 Çünkü sadece kadını eğitmek, ekonomik güç sahibi kılmak ya da şiddete maruz kaldıktan sonra korumak yeterli değil. Bütün bu çabalar, dünyada milyonlarca hanede kadın ve çocukların kaba kuvvet kurbanı olmasına çözüm değil. İngiltere’den Aile İçi Şiddeti Önleme Projesi (DVIP), İskoçya’dan Change ve Kanada’dan White Ribbon (Beyaz Kurdele) erkek odaklı çalışan sivil toplum örgütlerinden birkaçıydı.
Türkiye’de erkeklerin yüzde 65,8’i ‘Karım zina yaparsa, öldürürüm’ diyor. Kanada’da Beyaz Kurdele kampanyasını başlatan Michael Kaufman ise başka bir öneride bulunuyor: ‘Karın terk ederse öldürme, ağla!’

İşte aile içi şiddete karşı erkek eğitiminin anahtar cümlesi bu. Acı çek ama katil olma.

Cümlenin analizi de şu: Erkeğe daha çocukken duygularını bastırması ve güçlü olması öğretiliyor. O da sürekli zaafını gizlemek ve erkekliğini kanıtlamak zorunda kalıyor. Güvenini kaybediyor, korkuyor, duygularını bastırıyor ve sonunda kaba kuvvete başvuruyor. Oysa duyguların ifadesi, insan olmanın bir parçası. Karşısındakinin duygularını anlayan bir birey ise şiddete başvurmaz.

Yazının Devamını Oku

Prebiyotik yoğurdu erkekler de yesin, belki ömürleri uzar

12 Kasım 2005
Prebiyotik yoğurtlar gerçekten sağlığa yararlı mı? Yoksa sadece üreticilerin kasasını doldurmaya mı yarıyor? Türkiye’de marka çeşitliliği artarken, Avrupa ve Japonya’da da on milyonlarca dolarlık pazar oluşturan probiyotik ürünlere kuşkuyla bakanlar var. Neticede bu ürünler aracılığıyla ‘dost bakteri’ kisvesi altında vücuda milyarlarca mikrop giriyor. Geçen yıl İngiltere’de yapılan bir araştırma, prebiyotik gıdaların çoğunlukla iddia edildiği kadar yararlı olmadığı sonucuna varmıştı. Ve şimdi İsveç’te yapılan bir araştırma, tartışmaya yeni boyut getiriyor.

Sadece kadınları bağırsak sahibiymiş gibi gösteren prebiyotik yoğurt reklamları yüzünden, yoğurt yeme fikrinden bile tiksinmeye başlayanlar var. Hele bir markanın reklamında, bağırsakları rahatladığı için kuş gibi hafifleyen kadının yanında dolaşan, o şişkince çöp adam kıvamında kahverengi nesne yok mu! İşte o, bazı kadınları öldürüyor.

Kadın odaklı reklam bir pazarlama taktiği olabilir ama, erkekleri probiyotik yoğurttan mahrum bırakmak insan haklarına aykırı. Bunu söylememin nedenlerinden biri, kabızlıkta milletçe dünya şampiyonu olmamız, ikincisi ise İsveç’te yapılan bir araştırmanın sonuçları...

Prebiyotik yoğurdun, sindirim sistemine iyi geldiği palavraymış!

Hayır, yoğurt üreticilerinin ayaklanmasına gerek yok.

Cümlenin doğru kuruluş şekli şöyle: Probiyotik yoğurdun ‘sadece’ sindirim sistemine iyi geldiği palavraymış.

İsveç şirketlerinin yaptığı bir araştırma sonunda, prebiyotik gıdaların bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve bu şekilde beslenenlerin hastalıklardan korunduğu tespit edilmiş.

Bu deney süresince, ünlü ambalaj firması Tetra Pak’ın 94 işçisine 80 gün süreyle, prebiyotik yoğurtların içinde bulunan ‘Lactobacillus reuteri’ bakterisi içeren sıvı gıda; 87 kişilik diğer denek grubuna ise plasebo verilmiş. Sonuçta ikinci grubun, prebiyotik beslenenlere göre 2,5 kat daha fazla hastalandığı görülmüş. 80 günlük deneme süresi içinde plasebo alanların 23’ü bir hastalık geçirmiş. 94 kişilik gruptan ise 10 kişi hastalanmış.

Hatta biçimsiz saatlerde çalıştıkları için bağışıklık sistemleri etkilenen ve daha fazla hastalanan vardiya işçileri arasında hiç hastalanan olmamış.

EN HIZLI GELİŞME PROBİYOTİK ÜRÜNLERDE

Araştırmayı yürüten prebiyotik firması BioGaia’nın uzmanları bu veriler sayesinde, yaklaşık 20 yıldır devam eden prebiyotik yoğurt tartışmasına yeni bir boyut getirdikleri iddiasındalar.

Özellikle Avrupa ve Japonya’da prebiyotik ürün pazarının giderek genişlemesi üzerine şiddetlenen tartışmanın kökleri aslında geçen yüzyılın başlarına dayanıyor. O tarihlerde Elie Metchnikoff adlı Rus bilimadamı, Bulgar köylülerinin mayalı süt ürünleri tükettikleri için daha uzun yaşadıkları tezini ortaya atıyor. Fransa’da kurduğu merkezde yoğurt üzerine çalışmalar başlatıyor ve prebiyotik yoğurt, bu çalışmalar sonunda ortaya çıkıyor. Yoğurdun yararlı etkisinin mayasındaki laktobasiller adı verilen maya bakterilerinden kaynaklandığı belirleniyor.

Prebiyotik yoğurt ilk kez 1987 yılında Fransa’da piyasaya sürüldükten sonra ürünler çeşitleniyor.

İngiltere’de probiyotik mayalı sütten yoğurda kadar uzanan yelpazedeki ürünler 213 milyon sterlinlik bir pazar oluşturuyor. Geçenlerde prebiyotik peynir ve meyve suyu piyasaya çıktı. Dondurma ve sorbelerin de eli kulağında. İngiltere’de tahminen 3,5 milyon insan her gün prebiyotik besleniyor. Sağlıklı gıda sektöründe en hızlı gelişen pazar prebiyotik ürünler.

Bu beslenme tarzının ne kadar yararlı olduğunu keşfetmek için geçen yıl İngiltere’de bilimsel bir araştırma yapılıyor ve bu gıdaların üreticilerin iddia ettiği kadar yararlı olmadığı tespit ediliyor. 39 ayrı ürünü inceleyen Royal Free Hospital uzmanları, bunların ancak üçte birinin ‘tatminkar’ olduğu sonucuna varıyor.

ÇOĞU BAĞIRSAĞA ULAŞMIYOR BİLE

Bu arada Omega 3 yağ asitleri içeren bir süt markası da inceleniyor ve üreticinin ‘çocukların beyin gelişimine ve konsantrasyonuna yararlıdır’ şeklindeki iddiasının temelsiz olduğu belirleniyor.

Uluslararası çapta bir prebiyotik uzmanı olan Londra Üniversitesi’nden Dr. Simon Cutting, tablet şeklinde alınan prebiyotik takviyelerin genelde kabul edilebilir olduğunu, ancak yoğurtlarla ilgili iddiaların, reklam sloganlarının fazlaca abartılı olduğunu söylüyor.

Bu arada yararlı bakterilerin bağırsaklara ulaşıp ulaşmadığı konusunda da tereddütler var. Bir araştırmaya göre prebiyotik bakterilerin yüzde 90’ı mide asitleri tarafından imha ediliyor. Bu nedenle ürünün işe yaraması için, en az 1 milyar bakteri içermesi gerekiyor.

Belçikalı araştırmaların bir çalışmasına göre de 55 prebiyotik ürünün sadece yüzde 20’si, etikette belirtilen organizmaların tamamını içeriyor. Hatta ürünlerin dokuzunda bakteri filan bulunmuyor.

Avrupa pazarında prebiyotik ürünler genelde ‘sindirimi kolaylaştırır, sizi daha zinde kılar’ şeklinde vaatlerle pazarlanırken, Türkiye’de daha bağırsak odaklı bir yöntemle karşılaşıyoruz. Türklerin kabızlıkta dünya şampiyonu olduğu, özellikle 20-50 yaş kadınları arasında kabızlık şikayetinin yüzde 30, erkeklerde ise yüzde 15 olduğu şeklindeki araştırmalarla destekleniyor satışlar.

Sonuçta piyasaya giren ilk şirket 15 günde 1 milyon paket satıyor. Bunu değişik bakteri familyalarıyla pazara giren diğer markalar izliyor ve pazar hacminin Türkiye’de yılsonunda 10 milyon dolara kadar ulaşması bekleniyor.
Yazının Devamını Oku