Ayşe Özek Karasu

Saatleri ayarlama enstitüsünün bir saniye savaşı

5 Kasım 2005
Astronomlar ve uydu sistemlerini yönetenlerle Fransız başkenti Paris arasında son günlerde derin bir tartışma yaşanıyor. Yeryüzündeki zamanı atom saatine göre koordine eden Paris’teki saat bürosu, 2005’in bir artık saniyeyle sonuçlanacağını açıkladığından beri astronomi áleminde isyan var. Bilgisayar programlarından cep telefonlarına kadar tüm teknolojiyi yöneten uydu sistemlerinin bu tek bir saniye yüzünden yeniden ayarlanması gerekiyor. Bu yüzden Rusya, Avrupa ve ABD’deki uydu yönlendirme merkezleri artık saniye uygulamasından vazgeçilsin istiyor. Paris ise ısrarlı. Çünkü atom saati, dünyanın dönüş hızına, yani doğanın saatine göre ayarlanmadığı takdirde iki zaman birimi, birbirinden giderek kopacak. Peki kopsa ne olur? Mesela birkaç bin yıl sonra yaz ortasında yılbaşı kutlaması yapılabilir.

Dakikaların çoğu 60 saniyedir ama, ara sıra 61 saniyeye çıktığı da olur. İşte önümüzdeki 31 Aralık 2005’in son dakikası da bu 61 saniyelik dakikalardan olacak.

Çünkü Paris’teki saatleri ayarlama enstitüsü, ‘Artık zamanı gelmiştir, bu yılın artık saniye vermesi gerekir’ dedi.

Aslında 1972 yılından bu yana tam 22 kez artık saniye uygulaması yapıldı. Maksat, insan eliyle ayarlanan saat, doğanın kendi saatiyle uyum içinde olsun. Aynı, dört senede bir gelen 29 Şubat gibi. Artık yılın döngüsü belli. Ama saniyeninki öyle değil. Zamanı, sezyum 133 atomundaki elektronlara göre ayarlayan Paris’teki rasathane, astronomik saat ile atom saati arasındaki fark 0,9 saniyeye çıktığı takdirde, saatlere müdahale ediyor.

SAATİN ÖYKÜSÜ

Eski zamanlarda, güneş gökyüzünde en dik noktaya geldiği zaman, saat öğlen 12 olurdu. Ancak insanoğlu güneş saatini bırakıp da sarkaçlısı, quarz’ı ve atomlusu derken farklı saatler kullanmaya başlayınca, zamanın hesabı da karmaşıklaştı. Böylece 1 Ocak 1958’de, dünyanın rotasyonuna göre belirlenen astronomik saatin yanı sıra atom saati (Temps Atomique International- TAI) devreye girdi. Bu zaman birimi, dünyanın dört bir yanındaki 250 atom saatiyle denetleniyor.

Ancak çok geçmeden bu sistem de sorun yaratmaya başladı. Çünkü astronomik saat ile atom saati birbirinden kopuyordu. Ayın çekim kuvveti, yüksek sıradağlara karşı esen atmosfer rüzgarları ve okyanus akıntıları dünyanın dönüş hızını yavaşlattığı için, salise hesabıyla da olsa günler uzuyordu. Örneğin şimdiki bir gün, 100 yıl önceki bir güne göre iki milisaniye daha uzun. Atom saatleri ise sezyum atomundaki bir rezonans frekansına göre işlediği için dünyanın dönüş hızındaki teklemelere hiç aldırmıyordu. Önümüzdeki bin yıllar içinde saatler bugünkü gibi ayarlı kaldığı takdirde atom saatine göre gece yarısı vakti, gökyüzünde güneş parlıyor olacaktı.

İşte bu nedenle 1972 yılında bir uzlaşma yolu bulundu ve iki saat birimi arasındaki farkın en fazla 0,9 saniyede tutulması kararlaştırıldı. Düzenlenmiş Uluslararası Zaman (Coordinated Universal Time- UTC), atom saatiyle eşgüdümlü olarak tıklayacak, ancak dünyanın dönüş hızındaki değişimlere göre artık saniye eklenecekti.

UTC bugün, telekom şirketlerinden astronomlara kadar birçok kullanıcının temel ölçüsü. İnternet protokolleri, cep telefonu konuşmaları ve para transferlerinin saliselerle senkronize edildiği ortamda, bir ‘artık saniye’ büyük bir zaman dilimi olarak görülüyor. Bu saniyenin bütün bilgisayar programlarına entegre edilmesi gerekiyor. Rus uydu yönlendirme sistemi Glonass ve Avrupa uzay ajansı ESA, operasyonlarını koordinasyonlu saate göre yürüttüğünden bir saniyelik farkı hiç de hoş karşılamıyor. Örneğin geçmiş yıllarda artık saniye uygulaması nedeniyle ESA bir roketin fırlatma işlemini ertelemişti. 6 Ocak 1980 tarihinden beri faaliyette olan Amerikan uydu yönlendirme sistemi GPS de ‘artık saniye’ uygulamalarını dikkate almıyor. Bu nedenle 13 saniye önde gidiyor.

Peki ‘artık saniye’ uygulaması 1972 yılından beri 22 kez yapıldığı halde neden şimdi gürültü kopuyor? Son ayarlama 31 Aralık 1998’de, yani yedi yıl önce yapılmıştı ve o günden bu yana saliselik hassasiyetle çalışan endüstrilerin sayısı arttı. Şimdi onlar da saatlerini ayarlamak zorunda.

1998’den bugüne artık saniyeye ihtiyaç duyulmamıştı, çünkü bilinmeyen bir nedenle dünyanın dönüş hızında kayda değer bir yavaşlama olmamıştı. Bunun nedeni, kimine göre yeryüzü çekirdeğindeki magma tabakalarıydı, kimine göre de her türlü musibetin bir numaralı sorumlusu olarak gösterilen El Nino’ydu.

Nedeni her ne olursa olsun, güneş saati ile atom saati arasındaki fark bugün 0,6 saniye. Yani henüz 0,9 saniye eşiğine gelinmedi. Ancak Paris’teki büro değişim zamanı geldi diyor.

ARTIK SAAT OLSUN

Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’nin (ITU) inisiyatifi çerçevesinde fizikçi ve astronomlar yaklaşık iki yıldır zamanın ölçümünde reforma gidilmesini tartışıyor. Çeşitli öneriler getiriliyor; örneğin saniye tanımının değiştirilip biraz esnetilmesi, böylelikle yerkürenin rotasyonuyla atom saatinin daha uyumlu hale getirilmesi gibi. Artık saniyeleri biriktirmeyi ve örneğin 50 yıl sonra 60 saniyelik fark meydana geldiğinde atom saatine ‘artık dakika’ eklemeyi önerenler de var. Amerikan delegasyonu ise daha uzun vadeli bir teklifte bulunuyor. Her iki yüzyılda bir, dünyanın rotasyonuna göre gerekli olduğu takdirde, atom saatine artık saat eklenmesini öneriyorlar.

Yani, saatleri nasıl ayarlayacaklarını gelecek kuşaklar düşünsün demek istiyorlar. Dünyanın dönüş hızı geçen yüzyıldaki gibi seyrettiği takdirde Amerikalıların planına göre 3000 yılında zamana bir ‘artık saat’ eklemek gerekecek. 2000 yılını devirirken yaşadığımız milenyum kabusunu hatırlıyorum da, bunun bir saat eklemeli cinsinin nasıl bir kaosa yol açacağını tahayyül bile edemiyorum. Amerikalıların dediği gibi; bırakınız, onlar düşünsün.
Yazının Devamını Oku

Türkler kuralsız trafikte ne yapar?

29 Ekim 2005
Yedi Avrupa kentinde yeni bir proje başlatılıyor: Kuralsız trafik. Lamba, kaldırım, şerit yok. Kavşaklar çırılçıplak. Deneyin adı ‘Shared Space.’ Yani, biraz genişçe açılımıyla ‘makul insanların ortak paylaşım alanı. ’ Peki bu maceranın gerekçesi ne? Trafiği daha güvenli hale getirmek. Kuralsızlığın getireceği kaos ve anarşiden bir düzen yaratmak. Kuralsız trafik nasıl daha güvenli olabilir? Şöyle: Avrupalı trafik planlamacılarının yaptığı gözlemlere göre, sürücüler uyarı sinyallerine uydukları müddetçe kendilerini daha emin hissediyormuş. Kendilerini kurallara teslim etmelerinden kaynaklanan bu aşırı güven duygusu da kaza yapmalarına neden oluyormuş. Kuralsızlığın denendiği ortamlarda kaza oranının düştüğü tespit edilmiş. İnsan merak ediyor: Acaba kaç Türk kurallara uyduğu için aşırı güvenden kaza yapıyor?

AB ile müzakerelerin başladığı 3 Ekim dolaylarında bir TV tartışması. Konuklar, Türklerin Avrupalı olmak için neler yapması gerektiğini anlatıyor. Tabii en önemli konu başlıklarından biri trafik. Bir profesör şöyle diyor:

‘Trafikte öyle yanlış algılamalara sahibiz ki, bu yüzden evrensel bir kriter olan sarı ışığı bile kaldırdık.’

Yeşilden sonraki sarı ışık, ‘durmaya hazırlan’ anlamına geldiği halde Türkler, kırmızıya yakalanmamak için sarıyı görünce hızını daha da artırdığından kaldırılmış.

Sürücü olduğum halde dikkatimi çekmemişti. O programdan sonra baktım, gerçekten bazı noktalarda ışıkların seyri ‘sarı’yı atlıyor. Yeşilden sonra direkt kırmızı yanıyor. Birçok noktada sarı ışık halen var, ancak onlarda da sarıdan kırmızıya geçiş aralığı çok dar. Sarıyı kaldırma ya da geçiş aralığını kısaltma fikri, trafikle ilgili yanlışımızı ortaya koyuyor. Bunun muhabbetini yaptığım bir arkadaş, lamba direklerinin orta yerindeki mini lambaları hatırlattı. Evet o da, araçları yayanın geçeceği son noktaya kadar sürüp direğin dibinde durduğumuz için yeni bir Türk icadı. Öndeki sürücüler yeşil yandığını görebilsin diye.

Tabii bir de yaya geçidinde yaya görünce öfkelenip, korna çalarak hızlanan sürücüler var. Çoğaltılabilecek bu örnekler, bizim genelde trafik kurallarına pek uymadığımızı gösteriyor.

KAOS VE ANARŞİ İSTEYEN PROJE KOORDİNATÖRÜ

Şimdi iyi haber; Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerde yapılan gözlemler, trafik kurallarına uyanların da aşırı güvenden kaza yaptığını ortaya koymuş.

İşte bu nedenle Belçika, Hollanda, Danimarka, İngiltere ve Almanya’daki yedi kentte yeni bir uygulama başlatılıyor: Kuralsız trafik. Tabii bu sadece şehir içi trafiği için geçerli. Hollandalı trafik planlama uzmanı Hans Monderman’ın koordinasyonunda yürütülecek proje bir ‘Shared Space’, yani ortak paylaşım alanı deneyi.

Trafik planlamacılarını, trafik mühendisleriyle karıştırmayalım. Trafik mühendisleri, araç akışının daha hızlı ve güvenli hale gelmesi için, trafikte önlem alan kişiler. Yani trafik lambalarının senkronizasyonunu sağlayan, uyarı levhalarını koyduran, şerit çektiren, caddeleri genişlettiren şahıslar.

Trafik planlamacıları ise şimdi bunun tam tersini yapmaya çalışıyor. Mühendisler tehlikeli gördükleri yerlere yeni yeni uyarı levhaları eklerken, planlamacılar bunların kaldırılması gerektiğini söylüyor.

AB projesinin koordinatörü Hans Monderman’a göre, optimal güvenliğin sağlanması için trafiğin daha tehlikeli hale getirilmesi gerekiyor. Die Zeit’a açıklamasında ‘Ben kaos ve anarşi istiyorum’ diyor. Monderman’ın planına göre trafiği paylaşan otomobil, otobüs, bisiklet, motosiklet sürücüleriyle yayaların o kuralsız karmaşa içinde, birbirlerine saygı gösterip geçiş önceliği vermeyi öğrenerek bir düzen yaratmaları gerekiyor. Çünkü geçiş öncelikleri ve dur levhaları, hız sınırlamaları ve lambalar, ‘Kurallara uyduğum sürece bana bir şey olmaz’ zihniyetiyle insanlarda yanlış bir güvenlik algılamasına yol açıyor. Bu nedenle insanların uyarılara bakmak yerine birbiriyle göz teması kurarak trafiği yönlendirmesi gerekiyor.

BU PROJEYLE BİZİM YAYALAR KALDIRIMDA MAHSUR KALIR

Hans Monderman’ın bu projesi Hollanda’daki bir pilot kavşakta üç yıldır deneniyor. Daha önce, otomobil, otobüs ve bisikletler için ayrı şeritler bulunduğu halde trafiğin akmadığı bu yoğun kavşakta şeritler ve lambalar kaldırıldıktan sonra trafik daha düzenli hale gelmiş. Araçlar şaşırtıcı bir şekilde yayalara yol vermeye, kamyon sürücüleri bisiklet kullananlarla göz teması kurmaya başlamış, küfürler, el hareketleri, kornalar azalmış ve tek bir kaza meydana gelmemiş.

Bu başarısından ötürü trafik sorunu yaşayan ülkelerden davetler alan Monderman, kendi faaliyet alanında en ünlü isim. Ancak aynı konsepti savunan başka planlamacılar da var. Örneğin Danimarka’nın Christiansfeld kentinde, şehir merkezindeki en işlek kavşakta bütün uyarı levhaları ve lambalar kaldırılınca ölümcül ve ağır hasarlı kazalarda kayda değer bir düşüş yaşanmış. İngiltere’nin Suffolk ve Wiltshire kentlerinde de caddelerdeki şeritler silindikten sonra sürücülerin daha dikkatli seyretmeye başladığı tespit edilmiş.

‘Shared Space’ konsepti, insanları karşılıklı saygıya yönlendireceği için mantıklı görünüyor. Ancak, sürücüler kolektif yaşam anlayışı içinde başkalarının da haklarını gözettikleri sürece.

Bana göre İstanbul trafiğinde özellikle lambalar, yaya ve sürücü haklarının yegane güvencesi. Acemi ve gözü pek olmayan sürücüler kontrolsüz bir kavşağı nasıl aşabilir düşünmek bile istemiyorum. Hele yayalar! Lamba olmadığı takdirde bazı noktalarda bir caddeyi aşmak asla mümkün olmayabilir. İstanbul’da yaşayan bir Alman’ın sözlerini hatırlıyorum yine.

‘İstanbul’da karşıdan karşıya geçmeye ne diyorum ben biliyor musun?’ demişti; ‘Türk ruleti.’
Yazının Devamını Oku

Pandanın başparmağını kim yarattı?

22 Ekim 2005
Toplum hayatına dini esasları egemen kılmak isteyen Amerikalı ‘akıllı tasarım’ tayfası, Penguenlerin Yürüyüşü adlı filmi, iffetli yaşam modeli olarak göstermişti. Bütün Hıristiyanların penguenleri örnek almasını istemişlerdi. Şimdi de pandalar çıktı. Daha doğrusu, evrimcilerle yaratılışçılar arasındaki kavganın sembolü olan ‘pandanın başparmağı’ yeniden gündeme oturdu. Pandalar ve İnsanlar adlı kitap aracılığıyla... Darwin teorisini tamamen reddeden Pandalar ve İnsanlar, bir lise tarafından biyoloji müfredatına alınınca, bir grup veli, okul ile mahkemelik oldu. Şimdi ‘Pandalar’ yargılanıyor ve evrim uzmanları tanık kürsüsüne çıkıp kitaptaki çarpıklıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Bütün canlı türlerinin aynı anda peydahlanıverdiğinden tutun da, ilk kuşların kanat ve tüyleriyle birlikte yaratıldığına varıncaya kadar yığınla yanıltıcı bilgi var kitapta.

Hakim, panda davasında ifade vermeye gelen bilim adamına soruyor:

‘Bilimsel yayınlarda akıllı tasarımla ilgili bir makale çıktı mı hiç?’

Bilim adamı yanıt veriyor:

‘Mahkemeye gelmeden önce, bir bilgisayar taraması yaptım. Rastladığım tek akıllı tasarım makalesi ergonomik sandalyelerle ilgiliydi. Ama onları da Tanrı’nın yaptığını zannetmiyorum.’

Bu gerçek bir diyalog. Geçtiği yer, ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki federal mahkeme salonu. Dava konusu: Lise dokuzuncu sınıf biyoloji dersinde Darwin’in evrim teorisi yerine, ‘akıllı tasarım’ öğretilebilir mi?

Dava, başladığı ilk günlerde haber konusu olmuştu. Çocukları Dover Lisesi’nde okuyan bir grup veli, biyoloji dersinde öğrencilere ek kaynak olarak ‘Pandalar ve İnsanlar’ adlı kitabın tavsiye edilmesi üzerine mahkemeye başvurmuştu. Çünkü bu kitap Darwin’in evrim teorisini reddediyor ve bütün canlı türlerinin üstün bir zeka tarafından tasarlanıp yaratıldığını iddia ediyordu. Yaklaşık 15 yıllık geçmişi olan kitap, akademik çevreler tarafından bilim dışı diye niteleniyor ve İncil’deki Yaratılış’ı evrim teorisinin yerine geçirip okullara sokmak üzere hazırlanmış bir truva atı olarak değerlendiriliyordu.

Nitekim, okulda öğrencilere tavsiye edilen kitaptaki ‘akıllı tasarım’ kavramı, aynı kitabın eski baskılarında ‘yaratılış’ şeklinde ifade ediliyordu. İncil’deki öğelerin fen dersi kitaplarına girmesi ise laiklik ilkesine aykırıydı. Anayasa, hükümetin dini referanslarda bulunmasını yasaklıyordu. Yüksek Mahkeme de 1987’de aldığı bir kararla, Yaratılış’ın fen derslerinde okutulamayacağına hükmetmişti.

Hıristiyan vakıfları tarafından desteklenen akıllı tasarım hareketinin kutsal metinlerinden olan Pandalar ve İnsanlar böylece yargılanmaya başladı.

NEDİR BU PANDANIN BAŞPARMAĞI

Şimdi bu noktada, ‘Neden pandalar?’ sorusunun yanıtını vermek gerekiyor.

Evrimciler ve yaratılışçılar teorilerini desteklemek için ‘pandaların başparmağı’yla ilgili kendilerine göre bazı argümanlar ileri sürerler.

Darwinciler: Evrim teorisine göre, doğal seleksiyon bir canlıyı başka bir canlı türüne dönüştürürken yeni gelişen organlar, eldeki malzemeye göre şekillenir. Ünlü evrimbilimci Stephen Jay Gould, bu ‘mevcut malzeme’ye pandaların başparmağını örnek olarak gösterir: Pandanın beş parmağı dışında, bileğinden gelen bir kemik çıkıntısı daha bulunmaktadır. Panda, aslında ayılar gibi etobur sınıfındandır, ancak daha sonra bambu ile beslenmeye başlamıştır ve altıncı parmak bambu yemeğe uyum sağlaması için sonradan çıkmıştır. Ne var ki bu altıncı parmak mükemmel değildir, bambu filizlerini ayıklamakta fazla başarılı değildir, çünkü doğal seleksiyon elindeki malzemeyi kullanarak ancak bu kadarını oluşturabilmiştir.

Yaratılışçılar: Bir tür, asla başka bir türe dönüşemez, çünkü türler başlangıçta mükemmel yaratılmıştır. Pandanın etobur sınıfından olduğunu, başka bir canlı sınıfından evrimleştiğini gösteren tek bir kanıt yoktur. Başparmağa benzeyen altıncı kemik uzantısı, bambu kabuğunu soymak için değil, pandanın bambu ağacına tırmanmasına yardımcı olsun diye yaratılmıştır. Yani evrimcilerin iddia ettiği gibi, mükemmel olmadığı doğru değildir. Söz konusu kemik, mevcut haliyle canlı için son derece uygundur. Evrimcilerin doğada uyumsuzluk veya kusur aramalarının tek nedeni, Tanrı’nın kusursuz tasarımını görmek istememeleridir.

AKILLI TASARIM APTAL VE CAHİL YAPAR

İşte yıllardır süregelen bu başparmak meselesi şimdi Amerikan mahkemesinin huzurunda. Hani neredeyse pandaların o altıncı parmağı hangi yolla edindiğine hakim karar verecek. Tabii dava henüz bu kadar spesifik bir aşamaya gelmedi. Şu aşamada, kitaptaki bilgilerle ilgili uzman görüşlerine başvuruluyor.

Mahkeme, geçen haftaki duruşmada California-Berkeley Üniversitesi’nden paleontolog Dr.Kevin Padian’ı dinledi. Dr.Padian’a göre Pandalar kitabı baştan sona yanıltıcı, yanlış, eksik, mantıksız ve çarpıtılmış bilgilerle doluydu. Dava edilen lise ise Darwin’in evrim teorisi ‘eksik ve kanıtlanmamış bilgiler’ içerdiği gerekçesiyle, öğrencilerin daha doyurucu bilgi edinmeleri için Pandalar’ı salık vermişti.

Mahkemede, hakimle Dr.Padian arasında kuşlara, dinozorlara, Tasmanya canavarına ve köpeklere dair hayli hararetli diyaloglar geçti. Yazının girişinde de bir kesitini verdiğim diyalog şöyle tamamlandı:

Hakim: ‘Peki, okullarda akıllı tasarımın öğretilse ne olur?’

Padian: ‘Bence insanları aptal ve cahil yapar.’

Pandalar ve İnsanlar kitabındaki yanlışlar

Percival Davis ve Dean H. Kenyon adlı yazarlar tarafından kaleme alınan Pandalar ve İnsanlar kitabı, materyalist dünya görüşünün bilime egemen olduğunu ileri sürüp, buna son vermeyi amaçlayan Discovery Institute adlı kuruluş tarafından destekleniyor. Enstitünün bir kolu olan Bilim ve Kültür Merkezi aracılığıyla akıllı tasarım propagandası yapıldığını öne süren evrim biyologlarına göre kitaptaki başlıca yanlışlar şöyle:

Kitap bütün canlı türlerinin bir seferde yaratıldığını, örneğin kuşların aynı bugünkü gibi kanatlı ve tüylü vaziyette dünyaya geldiğini iddia ediyor. Oysa kuşların etobur dinozorlardan türediğini gösteren fosiller mevcut.

Memelilerle balıkların ve kuşların milyonlarca yıllık süreç içindeki evrimini kanıtlayan fosilleri kesinlikle görmezden geliyor ve balinaların kara memelilerinden türediğini gösteren kanıtların da bulunmadığını ileri sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Brezilya gibi yapalım, silah yerine davul satalım

15 Ekim 2005
Kitle katliamı yapmak için ille de bir canlı bombanın Bağdat’ta bir kuyruğa dalıp kendi kendini patlatması gerekmiyor. İnsanları topluca öldürmek için, literatürde kitle imha silahı diye geçen silahlara da fazla ihtiyaç yok. Çünkü küçük ve hafif silahlar da aynı işi görüyor. Son verilere göre dünyada her yıl 500 bin insan bu silahların namlusu ucunda can veriyor. Yarım milyon insan arasında, Türkiye’deki gibi maganda kurbanı olanlar da var. Bu alanda dünya şampiyonu ise Brezilya. Bu yüzden 23 Ekim’de referanduma gidiyorlar. ‘Evet’ çıkarsa, artık tek bir sivile bile silah satılması mümkün olmayacak. Aslında 2003 yılından beri satışlar sıkı denetim altında tutulduğu için bazı mağazalar gitar ve davul satmaya başlamış bile. Ancak yasaklama pek işe yaramayabilir, çünkü ruhsatlı olanlar, halkın elindeki silahların sadece yüzde 40’ı kadar.

Mübarek sürekli gündemde durmuyor. 3 Ekim’di, Sakal-ı Şerif’ti derken, maganda terörüne karşı medyada yükselen tepki doğal olarak tavsıyor. Ve pat! Silahlar yeniden patlıyor. Geçen hafta Adana’daki bir düğün vesilesiyle maganda bu sefer pompalıyı patlatıp, 11 kişiyi birden yaralıyor.

Yani medyanın manşet ve köşelerinden bağırmak yetmiyor. İşte Brezilya da bağırmakla yetinmemeye çalışıyor. 23 Ekim’deki referandumda halka sorulacak, ruhsatlı silah satışları topyekun yasaklansın mı diye.

Şöyle rakamsal temelde bir göz atarsanız, Türkiye ile Brezilya’yı kıyaslamak mümkün değil. Orası ayrı bir vaka. 2004 yılında Brezilya’da küçük ve hafif silahlarla öldürülen insan sayısı 36 bin 91.

Rakam korkunç. Sanki memlekette savaş var. Üstelik bu sayı, 2003 yılında yürürlüğe giren silahların kontrolü programı çerçevesinde, aşağı çekilmiş bir rakamı ifade ediyor. Ateşli silahlardan kaynaklanan ölümlerde, bir önceki yıla göre yüzde 8,2 düşüş kaydedilmiş. Düşüş yaşanan kentler arasında, ülkenin suç başkenti Rio de Janeiro ve Sao Paolo da var.

2003 sonundan bu yana yine kampanya çerçevesinde sivillerden tam 400 bin silah toplanmış. Bunun ne kadar müthiş bir rakam olduğunu anlatmak için, hükümetin başlangıçta koyduğu hedefi de söylemek lazım; ilk etapta 80 bin silah toplanması hedefleniyormuş. Şimdi Adalet Bakanlığı, para karşılığında silah teslim etme süresini referandum gününe kadar uzattı.

Gönüllü olarak silahını teslim edene 40-120 dolar ödeniyor. Bu silahlar sorgusuz sualsiz teslim alınıyor, bunlarla suç işlenip işlenmediğine bakılmadan yakılarak imha ediliyor.

23 Ekim’deki referandum öncesindeki anketlere göre halkın yüzde 76’sı silah satışlarının topyekun yasaklanmasını savunuyor. Kiliseler, sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimlerin desteğiyle yürütülen silahsızlanma kampanyası başarıya ulaşmış görünüyor. Referandumdan ‘evet’ çıkınca küçük ve hafif silahlar sadece güvenlik birimleri tarafından kullanılabilecek.

TIP FAKÜLTESİNİ BİTİRMEK DAHA KOLAY

Tabii bu durumdan en hoşnut olmayan kesim, silah satıcıları. Reuters muhabiri gitmiş, suç başkenti Rio’daki bir silah mağazasının sahibiyle konuşmuş. Antonio Alves adlı satıcı, kontrol programı yüzünden dört aydır siftah yapamadığını, mecburen gitar ve davul satmaya başladığını anlatıyor.

Ulusal Silah Sahipleri ve Satıcıları Derneği’nin de başkanı olan Alves ‘Referandumun sonucu o kadar önemli değil. Bizim sektör zaten 2003’te başlayan kontrol programından darbe yedi. Dükkan sayısı 1500’ten 250’ye düştü. Ruhsatlı silah satışını engellemek, ölüm oranını düşürmez’ diyerek, azmedenin illegal silah sahibi olmaya yöneleceğini demeye getiriyor.

Sao Paolo’dan Vera Ratti adlı dükkan sahibi ise şöyle diyor: ‘Şu anda ruhsatlı silah almak, tıp fakültesinden mezun olmaktan daha zor. Bir ayda sattığımız silah sayısı 90’dan 10’a kadar düştü. Referanduma harcanacak 220 milyon doları, suçla mücadele etsin diye polise harcasalar daha iyi olurdu.’

Kontrol programına göre, ruhsatlı silah sahibi olabilmek için psikoloji sınavından, çok sayıda atış testinden geçmek ve düzenli olarak yüksek miktarda harç ödemek gerekiyor.

Sivil silahlanmayı savunan gruplar da şu argümanı ileri sürüyor: Suçlular ruhsatlı silah kullanmaz, kanunlara saygılı vatandaşlara kendini savunma hakkı tanınması gerekir. Topyekun yasak taraftarları ise ruhsatlı silahların suçluların eline geçtiğini, aile içi kavgalar ya da kutlamalarda kaza sonucu ölümlere yol açtığını söylüyor.

Brezilya’da sivillerin elinde 17 milyon ateşli silah bulunduğu tahmin ediliyor. Resmi kayıtlara göre ise 4 milyon ruhsatlı silah var. Brezilya’da aylık ortalama ücret 400 dolar. Yerli malı Taurus marka tabancaların en ucuzu ise 350 dolar. 2003 sonunda yürürlüğe giren kontrol programı uyarınca zorunlu atış dersi ve ruhsat da 300 dolara mal oluyor. Oysa kullanılmış bir tabancayı sokaktan 25 dolara temin etmek mümkün. Kullanılmamış olanlar da 100-200 dolar.

Bu koşullar altında, eğer karaborsa kontrol edilemezse, referandumdan çıkacak ‘evet’ pek bir işe yaramayacak gibi görünüyor. Ama yine de bir yerden başlamak lazım.

RAKAMLARLA

Dünyada 639 milyon küçük silah bulunuyor. Her yıl ABD, Fransa, Rusya ve İngiltere’de sekiz milyon adet yenisi üretiliyor.

ABD’de yılda ortalama 10 bin kişi ateşli silahlarla öldürüldüğü için artık ortalama ömür hesapları bile değişiyor.

Karaborsa silahların en fazla dolaşımda olduğu bölge Latin Amerika. Gerilla savaşları sona erince silahlar karaborsaya düşüyor. Ruhsatlı silah sayısı 43,5 milyon. Karaborsadan alınanlar, bunun 10 katı kadar.

180 milyon nüfuslu Brezilya’da geçen yıl 26 bin 91 kişi ateşli silahlarla öldürüldü. Son 10 yılda ölenlerin sayısı 300 bin.

15,2 milyonluk Şili’de 300 bin ruhsatsız silah bulunduğu tahmin ediliyor. Silahsızlanma programı başlatıldı, sadece 400 silah teslim edildi.

25 milyonluk Venezüella’da 2003’te 11 bin 342 kişi öldürüldü. 1990’larda silah toplama kampanyası yapıldı ama, başarı sağlanamadı.
Yazının Devamını Oku

Nobel sperm bankasından dáhi çocuk çıkar mı?

8 Ekim 2005
Her Nobel sezonu düşünürüm; bu Nobelli dáhilerin çocukları da üstün zekalı mı, ileride onlar da Nobel ödülü alır mı? Tarihte örnekleri var. 1903’te Nobel Fizik Ödülü’nü alan Marie-Pierre Curie çiftinin kızı Irene 1935 yılında eşi Frederic Joliot ile birlikte kimya ödülünü kazanmıştı. Irene, dáhi anne ile dáhi babanın kızıydı. Peki, Nobelli dáhilerin bağışladığı spermlerle onlarca kadın çocuk doğurursa ne olur? ABD’de 1980’de başlatılan ve ırkçı damgası yiyen elitist projenin sonuçları ilginç.

Robert Graham, kırılmaz gözlük camı işinden büyük paralar kaldırmış bir milyonerdi ve Amerika’daki salaklık artış katsayısının fazla hızlı olduğunu, sırf bu yüzden dünyaya komünizmin egemen olacağını düşünüyordu. Eh madem ki parası ve böyle de bir şikayeti vardı, o halde duruma el koyması gerekiyordu.

1980 yılında ‘Repository for Germinal Choice’ adı altında bir proje başlattı. Seçmece tohum havuzu anlamına gelebilecek bu proje hemen ‘Nobel ödülü sperm bankası’ diye ün saldı. Çünkü, beyaz ve zeki adamların daha çok çocuk sahibi olmasını sağlayarak Amerikan toplumunun genetik kalitesini artırmaya çalışan Graham, projesi için Nobel ödüllü bilimadamlarını seçmişti. Nobelli seçkinlerin tohumlarıyla yüzlerce parlak zekalı çocuk doğacaktı. Graham, insan soyuna müdahale ederek, genetik kirliliği önleyecekti.

Aslında bağışçıların adı açıklanmayacaktı, ancak transistörün babası olan Nobel ödüllü mucit William Shockley, sperm verenlerden biri olduğunu ilan etti. Siyahların daha az zeki olduğunu ve IQ’su düşük olanların kısırlaştırılması gerektiğini öne sürecek kadar azılı bir ırkçı olan Shockley’in de mevcudiyetiyle projenin kafatasçı kimliği iyice tescillendi.

Medyada önce alaya alınan, ancak ırkçı eğilimler ortaya çıkınca çok tartışma yaratan sperm bankası, Robert Graham’ın ölümünden iki yıl sonra, 1999’da kapandı. Bu arada 215 çocuk doğmuştu. Peki büyük dáhiler olması gereken bu çocuklar neredeydi? 20 yıl içinde dünyaya gelen bu çocuklar dehalarını nerede konuşturuyordu?

İşte David Plotz adlı internet yazarı bu sorunun cevabını merak ettiği için 2001 yılında çocukların izini sürmeye başladı. Kayıtlar mühürlü olduğu için bunlara ulaşmasına imkan yoktu, sperm bankasından çocuk yapan annelerin onu bulması gerekiyordu. Slate.com sitesinden bir çağrı yaptı ve Nobel spermleriyle hamile kalan kadınlarla artık yetişkinlik çağına ermiş çocuklardan anında cevap almaya başladı. Gitti hepsiyle teker teker konuştu, hikayelerini dinledi ve geçenlerde ‘Deha Fabrikası’ başlıklı kitapta bu hikayeleri yayınladı.

Göründüğü kadarıyla Nobelli dáhilerden tek bir çocuk bile doğmamıştı. Çünkü bağışçılar yaşlı ve spermleri ölüydü. Zaten proje büyük öfkeye yol açtığı için, kimlikleri halen bilinmeyen dáhilerden ikisi spermlerini geri çekmişti. Sonra da Robert Graham, gelecek vaat eden öğrencilerden sperm toplamaya başlamıştı.

Doğan çocukların içinde gayet iyi öğrenciler ve sporcu olanlar da vardı, Graham’ın ölçülerine göre ‘genetik kaliteleri’ hayli düşük olanlar da. Nobel ödüllü spermlerden randıman alamayan banka, anlaşılan bağış toplamak için IQ standartlarını düşürmüştü. Yakışıklı, sağlıklı ve spora yatkın beyaz donörler seçilmişti.

İşin içinde yalan dolan da vardı. Çocuklardan birinin biyolojik babasıyla buluşmasını sağlayan Plotz’un tespitine göre bu adam IQ’suyla ilgili kesinlikle yalan beyanda bulunmuştu. Çocuğuyla tanıştığında da pislik ve sefalet içinde yaşıyordu.

Deha fabrikasından sperm alan anneler de boş durmamıştı. İçlerinden biri çocuğunu henüz iki yaşındayken medyanın karşısına çıkarıp iki müzik aleti birden çaldırmaya kalkışmış, altı yaşındayken Shakespeare okumaya, 11 yaşında da kitap yazmaya zorlamıştı. Çocuk, Plotz’la görüşmesinde ‘Zekamın sürekli test edilmesinden nefret ediyorum’ diyordu.

Bu hikayelerden bilimsel bir sonuç çıkarmak mümkün değil. Çünkü Plotz’un çağrısına cevap verenler, Nobel sperm bankasından çıkanların sadece bir bölümü. Ayrıca sperm bankası deneyi kontrole tabi tutulmuş akademik bir çalışma değil.

Ancak Nobel sperm bankasından çıkan başka bir sonuç var. Çok da uzak olmayan bir geçmişte ırkçı ve elitist damgası yiyen bu proje şimdi artık gündelik hayatın bir parçası. ABD’de bir milyondan fazla çocuk, donör spermiyle dünyaya geldi. Bu rakama her yıl 30 bin çocuk ekleniyor. Belki işin içine Nobel ödülü karıştırılmıyor ama, sperm bankaları donör adaylarını zorlu testlere tabi tutuyorlar. Donörlerin kimliği tabii gizleniyor. Ancak sperm bankaları bağışçıların hayat hikayelerini anlatan geniş online kataloglar yayınlıyor, donörlerin bebeklik fotoğraflarını satıyor, ortaokuldaki matematik notlarından büyük teyzesinin egzamasına kadar her türlü bilgiyi sunuyor. Çünkü yapay döllenmeyle çocuk doğurmak isteyen kadınlar, en iyi genetik seçimi yapmak istiyor. Bütün sperm bankaları artık, aynı Robert Graham’ın projesindeki gibi ‘soy geliştirme bankalarına’ dönüşmüş bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Bütün şovenist domuzlar erkek değildir

1 Ekim 2005
Amerikalı kadın yazar Ariel Levy, ‘Şovenist Kadın Domuzlar’ adlı kitabında, feminizmin analarını ameliyat masasına yatırıyor ve bir güzel doğruyor. Kadınla erkek arasında hiçbir fark görmedikleri için, kadının kurtuluşunu cinsel özgürlükte buldukları için doğruyor. Pornoya, kadının cinsel obje haline getirilmesine karşı kısa ve başarısız bir mücadele veren feministlerin, sonunda Playboy imparatorluğunun patronu Hugh Hefner’le aynı cepheye düştüklerini savunuyor. Levy’ye göre, bugün artık güçlü ve bağımsız olmayı porno yıldızı gibi görünmekle bir tutan kadınlar, kadın haklarını cinsel özgürlüğe indirgeyen feministlerin eseri...

Kadınlar neden Paris Hilton ve Pamela Anderson’a benzemeye çalışıyor?

Kadın sporcular neden Playboy’a poz veriyor?

Kadınlar neden, göğsünde ‘porno yıldızı’ yazılı tişörler ve g-string’ler giyiyor?

Britney Spears neden giderek daha az giyiniyor?

Popo ve göğüsler büyürken, neden kıyafetler küçülüyor?

Amerika’nın en popüler porno yıldızı Jenna Jameson’ın yazdığı ‘Nasıl Porno Yıldızı Gibi Seks Yapılır’ adlı kitap neden haftalarca best-seller listelerinde kalıyor?

New York dergisinin yazarlarından Ariel Levy, geçenlerde yayınlanan ‘Şovenist Kadın Domuzlar’ adlı kitabında bu soruları soruyor ve yanıtını da kendisi veriyor:

‘Bütün bunlar özgürlük ve bağımsızlık adına yapılıyor. Ama, bu özgürlük değildir. Bu şehvet kültürüdür. Şu anda egemen olan kültür, cinsel özgürlüğe sahip olabilmeniz için, ille de striptizcilerle porno yıldızlarını taklit etmenizi dayatıyor. Ancak bu çeşit feminizmin, Playboy Malikanesi’ndeki anlayıştan hiçbir farkı yok.’

Yazar, bu iddialı sonuca varmak için şu mantık silsilesini izliyor: Kadınlar öyle bir noktaya geldi ki, artık cinsel nesne yerine konmak gibi bir korkuları yok. Eğer şovenist erkek domuzlar, kadınları birer et parçası olarak görüyorsa, biz de şovenist kadın domuzlar olarak, diğer kadınları ve kendimizi cinsel obje yapıp, erkeklere baskın çıkarız.

ÖZGÜRLÜKTEN KOPUŞ

Ariel Levy’ye göre feminizmin yenilgisi, kadının temel haklarından biri olarak kürtajı savunmasıyla başlıyor. Çünkü böylelikle, aynı hakkı başka amaçlarla savunan Playboy imparatorluğunun sahibi Hugh Hefner’le güçlerini birleştirmiş oluyor. Ancak burada temel bir çelişki var, feministler ciddiye alınmayı beklerken, Hefner kadınları seksi tavşancıklar olarak görüyor.

Levy’ye göre dayatılan şehvet kültürü, kadınların cinsellik sınırlarını zorluyor. Ariel Levy’nin kitabını yazarken söyleşi yaptığı kadınların çoğu, seksi görünebilmekle birlikte yeterince şehvetli olamadıklarından şikayetçiler. Ortaokul-lise kızları da, rekabete girebilmenin tek yolunun daha düşük belli, daha dar giyinmek olduğunu söylüyor, ancak bu ‘daha’ların kendilerini zorlamaya başladığını itiraf ediyorlar Levy’ye.

Levy, Paris Hilton’u örnek gösteriyor. Hilton, ‘Sevgilim beni seksi buluyor ama, şehvetli olmadığımı söylüyor’ diyor.

Kadınlar, kendi cinsel faaliyetlerini, porno kültürünün dayattığı fantezi dünyasına benzetmeye çalıştıkları için giderek özgürlükten kopuyorlar. ‘Bu ilerici ve liberal bir davranış değildir, özgür seks de değildir. Çünkü şehvet kültürü büyük ölçüde ticaridir’ diye yazıyor Levy.

‘Nasıl Porno Yıldızı Gibi Seks Yapılır’ kitabının yazarı pornocu Jenna Jameson’un bir feminizm ikonu gibi lanse edilmesine de içerliyor Levy. ‘Buradaki yanlış algının nedeni, bizim kültürümüzün neyin başkaldırı olduğu konusundaki konseptinin yanlış olması. Kadınlar daha eşit sağlık hizmeti ve eşit ücret mücadelesi verecekleri yerde, nasıl striptiz yapılacağını öğreniyorlar’ diye yazıyor.

Hugh Hefner’in kızı ve Playboy’un CEO’su Christie Hefner’le söyleşi de var kitapta. Levy soruyor: ‘Genç kızlar neden Playboy’a poz veriyor?’ Cevap şu:

‘Feminizm sonrası kuşak -yani şu anda 20’li yaşların sonu, 30’ların başında olan nesil- artık daha olgun, cinselliğe daha rahat ve doğal bir yaklaşımı var. Erkeklerin, birkaç kuşak önce başladığı yerdeler. Ve bizim tavşan figürü de hem cinsellikten keyif almayı, hem de başkaldırıyı temsil ediyor. Aynı göbek piercing’i ve düşük belli jean’ler gibi. Bu ‘artık kendi kendimin kontrolünü ele alıyorum’ anlamına geliyor. Utanma ve rahatsızlığa karşı bir isyan anlamına geliyor.’

Levy, kadınların bir erkeğe bağlanmadan seks yapabilmesi fikrinin ilk savunucularından olan Erica Jong’la da görüşmüş kitabı yazarken. Uçuş Korkusu’nun ünlü yazarı Jong da artık yanlış düşündüğünü kabul ediyor; ‘Sevmediğiniz bir erkekle orgazma ulaşmak, özgürlük değildir.’ Jong şöyle devam ediyor:

‘50’li yılların zihniyetine karşı başkaldırmak için şipşak seks kavramını yaratmak zorundaydım. Kızıma ve 20’li yaşlardaki arkadaşlarına bakıyorum, cinselliklerini yaşadıkları için hiç suçluluk duymuyorlar. Neden duysunlar ki? Erkekler de duymuyor. Ancak kızım ve arkadaşlarının cinsellik yerine, görünmez engellere karşı bayrak açmalarını tercih ederdim. Sevmediğin bir adamla orgazma ulaşmak, ya da TV’de Sex and the City gibi bir dizinin yayınlanabilmesi özgürlük değildir. Eğer bütün kadınları Sex and the City’deki Carrie gibi görmeye başlarsanız buradaki sorun şudur: Carrie’yi Senato’ya seçmezsiniz, ya da şirketinizin yönetimini teslim etmezsiniz.’
Yazının Devamını Oku

Amerikalı dincilerin penguen yanılgısı

24 Eylül 2005
Haber geçenlerde bizim Dünya sayfasında çıktı: Penguenlerin Yürüyüşü adlı Fransız belgeseli, Amerikalı muhafazakarların yeni gözdesi olmuş. İsa’nın Çilesi filminden çok keyif aldıkları için, imparator penguenlerinin zorlu üreme savaşını konu alan filme de ‘Penguenlerin Çilesi’ adını koymuşlar. Filmi pek sevmişler, çünkü tek eşlilik, kürtaja karşı yaşamın değeri ve evrim teorisine karşı ‘akıllı tasarım’ gibi muhafazakar değerleri savunuyormuş. Bunlar iyi güzel de, penguenler aslında onların bildikleri gibi değil... Filmin dar penceresinden bakınca pek mazbut görünen bu hayvanların dünyasında başka cinsel tercihler de var; eşcinsellik gibi. Kaldı ki, onların üreme mevsimi boyunca devam eden tek eşliliği de tamamen doğanın dayatması. Yani içgüdüsel.

Olay, bu yılın başlarında, Almanya’nın Bremerhaven Hayvanat Bahçesi’nde geçiyor. Bahçede Humboldt cinsi beş çift penguen var. Doğal olarak üresinler ve sayıları artsın isteniyor. Ancak hayvanlar oralı bile değil. Aile kurmak gibi bir niyetleri yok.

Çok geçmeden, aile kurmaları beklenen üç çiftin aslında gay olduğu anlaşılıyor. Bunun üzerine, İsveç’teki bir hayvanat bahçesinden, pek ateşli oldukları söylenen dört dişi pengueni Bremerhaven’e getirtmek için girişim başlatılıyor. Bu haber duyulur duyulmaz da gay ve lezbiyen dernekleri ayaklanıyor. Gay penguenler zorla heteroseksüel yapılacak diye kıyamet kopuyor. Hayvanat bahçesine protesto mesajları yağıyor ve sonunda kentin belediye başkanı, ‘Bırakınız gay kalsınlar’ diyerek hayvanları İsveç’ten ithal dişilerle yüzleşme eziyetinden kurtarıyor.

New York’taki Central Park Hayvanat Bahçesi ise çok daha tutkulu bir aşka sahne oluyor. Roy ve Silo adlı, çeneden çizgili tipte iki gay penguen tam altı yıldır aktif biçimde birlikte yaşıyor. Bugüne kadar bütün cazip dişileri reddeden Roy ve Silo, yakın gözlemcilerin anlattığına göre birbirlerine sarılıp oynaşırken kendilerinden geçiyorlar. Üstelik aile kurmaya da hevesliler. Yumurta diye, taşların üstüne kuluçkaya yatmaya filan kalkışıyorlar. İşte bu noktada, Alman disiplinine maruz kalan Bremerhaven’deki penguenlerden daha şanslı oldukları ortaya çıkıyor. Çünkü hayvanat bahçesi Roy ve Silo’ya hazır döllenmiş bir yumurta sunuyor, onlar da aynı dişi ve erkek penguenlerin yaptığı gibi sırayla kuluçkaya yatarak, bir yavru dünyaya getiriyorlar. Kıza Tango adı veriliyor.

Amerikalı muhafazakarlar muhtemelen bu hikayeleri duymamış olmalı ki, Fransız yönetmen Luc Jacquet’nin çektiği Penguenlerin Yürüyüşü filminden kendi Hıristiyan değerlerine uygun bazı etik sonuçlar çıkarmaya; belgeseli, ‘tek eşlilik doğa yasasıdır’ belgesine dönüştürmeye çalışıyorlar.

Önce World Magazine’den Andrew Coffin, dişi ve erkek penguenlerin, yumurta kutup soğuğunda donmasın diye nöbetleşe kuluçkaya yatmasını ‘akıllı tasarım’ teorisini destekleyecek kuvvetli bir vaka olarak gösteriyor. Malum Başkan Bush’un da evrim teorisine karşı bu tezi desteklediği biliniyor.

Sonra Cumhuriyetçi Partili gençlerin bir araya geldiği bir konferansta aynı konu gündeme geliyor. Muhafazakar Hıristiyan değerlerini savunan The National Review adlı derginin editörü burada yaptığı konuşmada gençlere Penguenlerin Yürüyüşü belgeselini izlemelerini salık veriyor; ‘Çünkü bu film tek eşliliği teşvik ediyor. Akıllı tasarım teorisi için çok sağlam bir zemin bulduk’ diyor.

Sonra bütün tutucular, penguen gerçeğini hiç araştırmadan bu zemine tutunuyor. Bazı kilise grupları, penguenlerin çektiği eziyeti görünce, İsa’nın Çilesi’nden sonra en çok sevdikleri bu filme Penguenlerin Çilesi adını veriyorlar.

Bu hareket karşısında, gay haklarını savunan liberal sol da boş durmuyor. Bir blog yazarı şu iddiada bulunuyor: ‘California Hayvanat Bahçesi’ndeki gay penguen çift öyle mükemmel kuluçkaya yatıyor ki, heteroseksüel penguenlerin yumurtalarını alıp onların yuvasına koyuyorlar. Heteroların altına da yumurta zannetsinler diye kaya parçası veriyorlar.’

EKSİ 60 DERECEDE YAŞAM MÜCADELESİ

Tabii ki kimse tek eşliliğe karşı değil. Ancak filmde zorlu yaşam koşulları anlatılan penguenlerin, tek eşliliği düstur edinmiş gibi algılanması da gülünç. İster gay, isterse çok ahlaklı heteroseksüeller olsunlar, penguenlerin yaşamını insan değerleriyle karşılaştırmak çok absürd.

Çünkü Antarktika’da ölüm-kalım mücadelesi veren o hayvanların türlerini devam ettirebilmek için başka çaresi yok. Bulundukları doğal ortamda çoğalabilmeleri için yılda sadece bir üreme dönemi boyunca aile bağlılığı sergilemek zorundalar. Yani bu, doğanın kurgusu içinde içgüdüsel bir davranış. Ve yavru yumurtadan çıktıktan sonra beraberliğe devam eden çiftlerin oranı sadece yüzde 20. Üreme tamamlandıktan sonra seri bir şekilde eş değiştirdikleri biliniyor.

Erkeğin de kuluçkaya yatması, tamamen ayakta kalabilme savaşıyla ilgili. Çünkü yumurtayı sıcak tutarken hem dişi hem de erkeğin aynı anda beslenebilmesi mümkün değil. Dişi yumurtladıktan sonra hemen olay yerini terk ediyor. Erkek yumurta donmasın diye kuluçka nöbetindeyken, dişisi beslenmek için uzaklaşıyor. Bu sırada erkek, eksi 60 derece soğukta, ağzına tek lokma girmeden, vücudunda depoladığı besinlerle idare ederek, kuluçkada bekliyor ve dişi döndüğünde vücut ağırlığının yüzde 50’sini kaybetmiş oluyor. Sonra yavru 150 günlük oluncaya kadar penguen çiftinin anne-baba sorumluluğu devam eriyor. Süre dolunca da yavru terk ediliyor.

Bu tablonun, insanın aile değerlerine hiç benzemediği kesin. Çünkü onların dünyası tamamen içgüdüsel. Ve çok ilginç, kutup ortamından koptukları zaman o içgüdülerden de kopabiliyorlar. Mesela geçen temmuz ayında dişi penguen Zurita’nın başına gelen olay, bu kopuşun kanıtı. ABD’nin Chicago kentindeki Brookfield Hayvanat Bahçesi’nde yaşayan Zurita yumurtladıktan sonra eşi Gazpacho tarafından terk ediliyor. Hayvan, ‘nasıl olsa buzul ortamında değiliz, o tek başına da yumurtaya bakar’ mı dedi, nedir bilinmez, Zurita’nın semtine bile uğramıyor. İçgüdülerine sadık kaldığı anlaşılan Zurita, kuluçka için ille bir erkek de lazım diye, diğer erkek penguenlere yanaşmaya çalışıyor. Ancak dişilerin saldırısına uğruyor.

Hayvanat bahçesindeki biyologlar, bu işte Gazpacho’nun bir kabahati olmadığını, çünkü eşiyle birlikte kuluçka bilincine sahip olamayacak kadar genç olduğunu ileri sürüyorlar.

Neticede 42 günlük kuluçka dönemi boyunca Zurita’ya yardımcı olup, elleriyle besliyorlar. Ve Zurita, erkeğin yardımı olmadan bir yavru dünyaya getiren ilk Humboldt cinsi penguen oluyor.
Yazının Devamını Oku

Kameralı telefonlu Otomatik Portakal’lar

17 Eylül 2005
Acaba Gamze Özçelik bir ‘happy slapping’ kurbanı mı? İngiliz gençliği arasında yayılan iğrenç bir moda happy slapping. Happy’nin anlamı malum, slapping de tokatlama. Kriminal bir eylem olduğu halde böyle şen şakrak bir isim verilen happy slapping artık yeni bir suç türü olarak adli kayıtlara geçiyor. Çünkü sokak ortasında korunmasız görünen insanlara tokat atıp, afallayan kurbanı cep telefonuna kaydettikten sonra görüntüyü yayma eylemiyle başlayan happy slapping; dayak, işkence, tecavüz ve cinayete varmaya başladı. Bir öğrenci okulda happy slapping kurbanı olduğu için intihar etti. Bir başka olayda da; bir çocuğu cep kamerası eşliğinde ağaca bağlayıp, yüzüne maymun maskesi geçirdikten sonra yakmaya kalkıştılar. Gamze Özçelik vakasına benzer, cep telefonlu tecavüz eyleminin failli ise 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Happy slapping tecavüzlerinde motif hep aynı. Önce kurban etkisiz, ya da bilinçsiz hale getiriliyor. Sonra eyleme geçiliyor ve cep kamerasına çekiliyor.

Görüntülerde mecali kalmamış kurbanlar var. Aynı Gamze Özçelik gibi. Ancak İngiltere’deki kurbanlar, Gamze Özçelik’in iddia ettiği gibi ilaçla değil, fiziksel şiddet kullanılarak yenik düşürülmüşler. Yumrukla, çene dağıtarak, göz patlatarak. Gamze Özçelik’inkiler dahil, bunların hiçbirini izlemedim. İngiliz basınında anlatılanları aktarıyorum.

Geçen haziran ayında Glasgow’daki bir partide 14 yaşındaki bir kıza tecavüz edip, ‘happy slap’ olsun diye cep kamerasına kaydeden 16-20 yaş arası altı genç yargılanıyor. Suçları, ‘baygın’ halde görünen kurbana cinsel saldırıda bulunmak ve ahlaka aykırı materyali dijital ortamda yaymak. Burada, yaşı 16’nın altında olan biriyle cinsel ilişkiye girmek de ayrı bir suç.

Ayrıca Londra’da 14 yaşında üç oğlanın, 11 yaşındaki bir kıza ‘happy slap’ tecavüzünde bulunduğu başka bir olay daha var.

Liverpool’daki kurbanın yaşı daha büyük. 19 yaşında. Bir gece, Barbarellas adlı kulüpte tanıştığı 23 yaşındaki Jon Leaver’la birlikte oradan çıkıyor ve sonra film kopuyor. Boylu poslu iri yapılı erkek, adı açıklanmayan ufak tefek kurbanının çenesini ve dişlerini bir vuruşta kırıyor. Kendinden geçen kadını tenha bir arka sokağa sürükleyip tecavüz ediyor. Ve cep telefonuyla görüntülüyor. Adam iki ay sonra yakalanıyor. Çünkü ana caddede, kadının saçlarını kavrayıp boğazına sarılarak başladığı eylem, sokaktaki güvenlik kamerasına yakalanmış. Kadına öyle kuvvetli vurmuş ki, onun da iki parmağı kırık. Jon Leaver yargılandı ve 14 yıl hapis cezası aldı.

Aslında her şey sokak tokatlamalarıyla başlıyor. Çetemsi okul grupları sokaklarda eğlence olsun diye yapıyorlar. İçlerinden biri sokaktan geçen birini tokatlıyor, diğerleri de bu ‘komik’ görüntüyü cep telefonuna kaydediyor, sonra bunları diğer cep telefonlarına gönderiyor, internette yayınlıyorlar.

Teknoloji yeni bir şiddet türüne alet oluyor. Kurbanlar önce şok geçiriyor, sonra görüntülerinin binlerce telefona ulaşmasıyla aşağılanmanın şokunu yaşıyorlar. Sonra eğlence sokaktan okullara taşınıyor. Sivilceli, şişman ya da gözlüklü, çocukların tabiriyle ‘ezik’ tipler happy slapping kurbanı olmaya başlıyor.

İşte 14 yaşındaki Shaun Doonan’ın bu yüzden intihar ettiği söyleniyor. Liverpoollu Shaun, geçen 18 Nisan’da odasında kendisini asıyor. Baba, oğlunun okulda happy slapping kurbanı olduğu için canına kıydığını iddia ediyor; okul yönetimi ise iddiayı reddediyor. Bu dosya böylece kapanıyor.

Bir başka vakada ise 13 yaşındaki Kyle Parker, öğle teneffüsü sırasında, okul yakınındaki korulukta happy slapping saldırısına uğruyor. 15 yaşında üç çocuk tarafından okul kravatlarıyla ağaca bağlanıyor, yüzüne maymun maskesi takılıyor ve ateşe veriliyor. ‘Eğlence’ tabii yine kameraya alınıyor. Shaun kurtulmayı başarıyor. Çocuklar suçlarını itiraf ediyor, ancak haklarında yasal işlem yapılmıyor. İyi huylu oldukları gerekçesiyle. Shaun’un ailesi şokta. ‘Her suçlu, suç işlemeden önce iyi huylu görünür. Benim oğlum ölebilirdi’ diyor annesi.

CEP TELEFONUNDA ÖLÜM

Shaun ölmüyor ama, 18 yaşındaki Triston Christmas ölüyor. İki yıl önce bir kızın poposuna çimdik attığı için, o kızın erkek arkadaşı tarafından kafası betona vurula vurula. Geçen ocak ayında kalabalık bir yerde bir görgü tanığı tarafından cep kamerasına kaydedilen olaydan altı gün sonra Triston beyin kanamasından ölüyor.

Triston’un ağzından kanlar boşalırken ‘anne, anne’ diye inlediği görüntüler telefonlarda, internette yayılıyor. Ancak bu olay bir ‘happy slap’ vakası olarak kayıtlara geçmiyor. Hakim maktulün kameraya kaydedilmek amacıyla saldırıya uğramadığına, görüntülerin bir fırsatçının işi olduğuna karar veriyor.

Triston’u öldüren Gary Roper, ölüme sebebiyet vermekten 30 ay hapis cezası alıyor. Üstelik bu suç öncesinde ‘iyi hal göstermiş’ de değil. 15 yaşındayken, şiddete başvurduğu için okuldan atılmış. İşlediği suçlar arasında bir kızın saçlarını yakmak da var.

Bunlar en sivri vakalar. Polis kayıtlarına göre geçen yıl sonu başlayan happy slapping olaylarının sayısı 200’ü aşmış durumda. Yaşlı, genç, kadın ya da erkek 200 kişi sokaklarda, otobüs durakları ve metro istasyonlarında tekme tokat yerken görüntülenmiş. Bunlar sadece kayda geçenler. Polise bildirilmeyen vakalar da bulunuyor.

Peki ya happy slapping’in sosyolojik analizi? Bu öncelikle İngilizlerin ‘yob’ dedikleri kültürün ürünü. ‘Boy’un (erkek çocuk) tersten okunuşu olan ‘Yob’ kavramının kökleri, 19’uncu yüzyıla dayanıyor. Daha çok işçi sınıfı mensuplarının, kaba kuvvete dayalı, hoyrat anti-sosyal davranışlarını tanımlamak için kullanılıyor. Hani Charles Dickens kahramanlarının tipik davranışları. Ya da Anthony Burgess’in 1962 tarihli romanı Otomatik Portakal’la ikonlaşan anti-sosyal çete davranışları.

Şimdi happy slapping, Otomatik Portakal’daki vurdu-kırdıyla kıyaslanıyor. Otomatik Portakal’ın kahramanı Alex, cezaevinde sistem tarafından acınası bir mankafa haline getiriliyordu. Peki bugünün ‘yob’larına karşı hangi önlemler alınıyor?

İngiltere Başbakanı Tony Blair, yob kültürüne karşı savaş açıp, sokaklarda saygı kültürünü hakim kılacaklarını açıkladı; ‘Sokakları yeniden saygın çoğunluğa teslim edeceğiz’ dedi. Hemen akabinde polise ‘gençleri dağıtma’ yetkisi verildi. Polis artık, belirli bölgelerde iki ya da daha fazla sayıda gencin toplanmasını engelleyip, 16 yaşından küçükleri evine gönderebiliyor.

Her genci şaibeli duruma getirebilen bu yetki polisle sınırlı kalmadı. Londra yakınlarındaki büyük bir alışveriş merkezi, kapüşonlu sweatshirt ve beyzbol şapkası giyen gençlerin içeri girmesini yasakladı. Çünkü gençlerin çoğunun giydiği bu kıyafet artık anti-sosyal davranışla özdeşleştiriliyor. Uygulamanın gerekçesi ise kapüşon ve şapkanın çocukların yüzünün güvenlik kameralarında görünmesini engellemesi.

Siyasetçiler ve kamuoyu bu yasağa alkış tuttu. Alışveriş merkezi sahipleri de uygulama başladığından beri müşteri sayısının yüzde 22 oranında arttığını söylediler.

Peki ama, gençliğin giyim kuşam manifestosu olan bu tarzı karalayıp, aynı stilde giyinen herkesi potansiyel suçlu gibi görmek doğru mu? Dahası bu yasaklar happy slapping’i engeller mi?

Happy slapping eylemcilerinin davranışları, Stanley Kubrick’in Anthony Burgess’in romanından uyarladığı kült film Otomatik Portakal’da Alex ve çetesinin anti-sosyal davranışlarına benzetiliyor. Filmde Alex’e Beethoven’ın 9’uncu Senfonisi eşlik ediyordu. Şimdi ise kameralı cep...
Yazının Devamını Oku