10 Eylül 2005
Amerikalı meteoroloji uzmanları Katrina’nın bilgisayar simülasyonunu çıkarmışlardı. Kasırga geldi, aynı bilgisayardaki modele uygun davrandı ve hayatı darmadağın edip gitti. Peki ya insan davranışlarının simülasyonu? Afetzedenin davranış modeli? Onu hesaplayacak kimse çıkmadı. İşte bu yüzden felaket bölgesindeki yağmacılığın esrarını kimse çözemiyor. ‘Felaket anında insan davranışı’ üzerine bilirkişi olan Amerikalı uzmanlara göre New Orleans’ta tanık olduğumuz yağma tamamen normların ötesinde. Sosyologlar, doğal afetlerden sonra bu tür davranışlara nadiren rastlandığını söylüyor. Tarihçiler ise 1755’teki Lizbon depremi sonrası Avrupa’da yeşeren laik düşüncenin Amerika’da da yayılabileceği görüşündeler.
Arjantin’i hatırlarsınız. 2001 sonundaki o korkunç ekonomik çöküş sonrası zıvanadan çıkmış kitleler marketlere saldırıp alışveriş arabalarını tepeleme doldurarak sokaklara saçılmıştı. Buenos Aires’te kanun ve düzen, saltanatını anarşiye devretmişti.
Eski çağların avcı-toplayıcı toplulukları da aslında birer yağmacıydı. Yağma hemen her çağda savaşların diğer yüzü olmuştu. Vandallar, 5’inci yüzyılda Roma’yı yağmalamıştı. Naziler de tarihin gördüğü en azılı yağmacılardı.
Son olarak da Irak Savaşı’nda korkunç bir antika yağmacılığıyla ülkenin kültür mirası soyulup soğana çevrildi. Müzeler boşaldı, Mezopotamya’nın tarihi değerleri şimdi artık dünyanın başka köşelerinde.
Etnik ve ırksal gerginlik ortamları da yağmaya uygun zemin hazırlar. Örneğin 1992 yılında Rodney King adlı Amerikalı siyah kamyon şoförünün polis tarafından dövüldüğünü gösteren videonun ortaya çıkmasından sonra Los Angeles’ta patlak veren şiddet olayları sırasında olduğu gibi.
Sonra iç savaşın yaşandığı Somali’den de yağma eksik olmadı; aç insanlara yardım götüren kamyonlar talan edildi. Geçen mart ayında Kırgızistan’da yönetimin devrilmesiyle geniş çaplı yağma eylemlerine tanık olduk.
Ama bunların hiçbiri 21’inci yüzyıl Amerikası ve doğal afet ortamı değildi.
Geçen yılın aralık ayında Güney Asya’da yıkıp parçalayan deprem tsunamisi de kıtlık içinde yaşayan insanları azgın suçlulara dönüştürmedi. Doğal afet burada anahtar kelime. Yani insanların birbirine her zaman olduğundan daha fazla kenetlenmesinin beklendiği zamanlar. Doğal afetlerde hiç mi yağma olmaz? Olur. Örneğin 1989 yılında Hugo Kasırgası’ndan sonra St.Croix adasında yaşanan türden. Ancak felaket sonrası insan davranışını inceleyen uzmanlar St.Croix koşullarının, New Orleans’tan çok farklı olduğu görüşünde. Bir kere ada psikolojisi önemli. Yani çıkış umudu olmayan bir coğrafya. Aynı zamanda geliş imkanları, dolayısıyla yardım ulaştırma imkanları da sınırlı olan bir kara parçası. Konutların yüzde 80’i oturulamayacak şekilde tahrip olmuş ve bir daha ne zaman yemek görecekleri belli değil.
Son 50 yılın vakalarını inceleyip afet sonrası yağmaya ender olarak rastlandığını söyleyen uzmanlar şimdi New Orleans’ın sırrını çözmeye çalışıyorlar.
YAĞMACILAR ÇETE DEĞİL
New Orleans’tan gelen görüntülerde çoğunluğu siyah, yoksul insanları görüyorsunuz. Televizyon ve DVD oynatıcıdan, mücevher ve dağ bisikletine, o felaket anında hiç de elzem olmayan malları yağmalıyorlar.
Görüntülerde yağmacılar hep siyah, çünkü onlar felaketten kaçacak parası ve aracı olmayan insanlar. Zenginler gitmiş, geride onlar kalmış.
Peki bu mantık silsilesi yağmanın nedenlerini yeterince açıklıyor mu?
Maryland Üniversitesi’nde görevli siyasetbilimci Prof. Ronald Walters’a göre açıklamıyor. Çünkü siyahlar da diğer insan gruplarından farklı değil, yağmayı açıklamak için deri renginin ötesine gitmek gerek. Beyazlar, İspanyol kökenliler ya da Asyalılar da trajik koşullar altında hayatını idame ettirebilmek için her yola başvurabilirler.
Peki elektriğin olmadığı bir ortamda televizyon çalabilirler mi?
Diğer bir felaket araştırmaları uzmanı, sosyoloji profesörü Henry Fischer, ‘Bu meseleyi daha yakından incelemeliyiz. Yağmacılığı meşru kılmak için söylemiyorum ama, o kadar yoksullar ki, hayatlarında hiçbir şey yok ve ansızın, sadece bir kereliğe mahsus olmak üzere bir şeylere sahip olma fırsatını ele geçirdiklerini düşünüyorlar’ diyor.
Iowa Üniversitesi’nden David Schweingruber’e göre de felaket anında sürü mantığı diye bir şey yok, insanlar çeteler halinde yağmaya girişemez, çünkü dürüst bireyler elektrikler kesildi, güvenlik sistemi çöktü diye aniden azılı suçlulara dönüşemez.
Psikolog Cary Cooper, ABD’nin New Orleans gibi büyük güney kentlerinde yaşayan insanların daha farklı bir grup psikolojisine sahip olduğunu savunuyor. Bu kentlerde toplumsal yaşam ortak bir inanca dayanıyor: Birey olarak sıkı çalışırsan, şansın ve Tanrı’nın inayeti sayesinde yoksulluğun zincirini kırıp refaha ulaşabilirsin. Ancak bu inanç felaket anında sosyal bağları ve dayanışmayı yok edebilir. Korku faktörü de, başarıya endeksli Amerikan kitle psikolojisini çok çabuk çöküntüye uğratan bir başka öğe. Bu nedenle de topluma egemen olan adalet duygusunun kriz dönemlerinde, adaletsizliğe dönüşmesi ve orman kanunlarının egemen olması an meselesi. Amerika’yı başarıya götüren bireycilik de ‘her koyun kendi bacağından asılır’ zihniyetini beraberinde getirdiği için felaket anında sistem kolaylıkla çökebiliyor. Peki ya 11 Eylül istisnası? O başkaydı, çünkü Amerika dışarıdaki düşmanın saldırısına uğramış ve ulus kenetlenmişti.
KATRİNA LAİKLİĞİ
Şimdi Amerikalı tarihçilerin çoğu Katrina sonrası toplumsal çöküşle 1755 yılındaki Lizbon depremi arasında paralellik kuruyorlar. Katolik imparatorluğunun en dindar kentlerinden biri olan Lizbon, altın çağını yaşarken depremde baştan aşağı yıkılınca, Tanrı’ya olan inancın bir toplumu ayakta tutmaya yetmeyeceği fikri Avrupa’da yeşermeye başlamıştı. Dönemin düşünür ve siyasetçileri yaşama ilişkin soruların yanıtlarını kilise dışında aramaya başlayınca da modern ulus-devletlerin laik düşüncesi doğmuştu.
ABD’li aydınlar da Katrina sonrasında, yeni bir laik düzen anlayışının Amerika’ya yayılabileceğini düşünüyorlar.
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2005
Batı Sibirya’da dünyanın en büyük buzulu eriyor, Portekiz’de ormanlar yanıyor, Orta Avrupa’yı sel götürüyor, ABD’de Katrina Kasırgası yüzlerce can alıyor. İklimbilimcilere göre bu felaketler global ısınmadan kaynaklanıyor. Ancak global ısınmaya karşı Kyoto Anlaşması’na uymamakta ısrar eden Bush, bu uyarılara kulak tıkıyor; uyarıcı raporlar tahrif ediliyor. Hatta Bush’un partisinden bir Kongre üyesi, üç iklimbilimciye yönelik ‘cadı avı’ başlatıyor. Açıklarını bulmak için bütün bilimsel çalışmaları didik didik ediliyor. Kimileri, ‘McCarthy dönemi geri döndü’ diyor. Yani iklimbilimciler, bugünün komünistleri oluyor.
Olay Wall Street Journal gazetesinde çıkan bir iddiayla başlıyor. Bir ekonomistle istatistik uzmanı gazeteye açıklama yaparak, üç iklimbilimcinin çalışmalarında yöntem ve veri hataları bulunduğunu öne sürüyorlar.
İklimle ilgisi olmayan bu iki uzmanın suçladığı bilimadamları; Pennsylvania Üniversitesi’nden Michael Mann, Massachusetts Üniversitesi’nden Raymond Bradley ve Arizona Üniversitesi’nden Malcolm Hughes.
SORUŞTURMA AÇILDI
Bunun üzerine Temsilciler Meclisi Enerji ve Ticaret Komitesi’nin Cumhuriyetçi Partili Başkanı Joe Barton hemen bir soruşturma başlatıyor. Bu üç iklimciye mektup yazarak, çalışmalarında kullandıkları para kaynakları, yöntemleri ve çalışmalarının tamamını kendisine teslim etmelerini istiyor.
Barton, Bush gibi Teksaslı ve petrol lobisinin adamı. Komitedeki 11 yıllık başkanlığını, iklim değişikliğiyle mücadele amaçlı her yasa tasarısına muhalefet ederek geçirmiş bir politikacı.
Mann, Bradley ve Hughes’un çalışmaları ise iklim değişikliğiyle ilgili hükümetler arası panelin 2001 yılında hazırladığı raporun bir parçası. Global ısınmaya karşı acilen harekete geçilmesini isteyen bu rapor, Bush dışındaki bütün dünya liderlerini ikna etmiş durumda.
Şimdi bu raporda imzası bulunan üç bilimadamına karşı soruşturma açılması Amerikalı bazı köşe yazarları tarafından 1950’lerde Senatör Joe McCarthy’nin komünistlere karşı başlattığı ‘cadı avına’ benzetiliyor.
Princeton ve Harvard üniversitelerinden önde gelen 18 bilim adamı Barton’a mektup yazarak, soruşturmadan derin endişe duyduklarını ve bilimin bağımsızlığına gölge düştüğünü belirtiyorlar. Hatta Demokratların yanı sıra Bilim Komitesi’nin Cumhuriyetçi Partili başkanı Sherwood Boehlert bile ‘Bu gayri meşru bir soruşturmadır’ diye tepki gösteriyor.
İKLİMCİLER VE SİGORTACILAR
Ve bu cadı avı tartışmasının hemen ardından Katrina Kasırgası patlak veriyor, ABD’nin üç eyaletinde yüzlerce can alıyor. Muhafazakar görüşe göre Katrina Kasırgası tamamen bir doğal afet.
Ancak bilimsel verilere göre iklim değişikliği deniz yüzeyindeki ısıyı yükseltip kasırgaların gücünü ve sayısını artırıyor. Meteoroloji uzmanı Kerry Emanuel’in Nature dergisindeki makalesine göre son 50 yıl içinde kasırgaların yıkıcı etkisi yüzde 50 arttı. Bunda da deniz yüzeyindeki ısı artışının büyük rolü var.
Sigortacılar da iklimcilerle aynı fikirde. Dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden Munich Re, kendi kasırga uzmanlarına dayanarak, son 50 yıl içinde meydana gelen zarardan büyük ölçüde global ısınmanın sorumlu olduğunu iddia ediyor. Geçen yılki zarar 114.5 milyar dolar.
Peki global ısınmanın etkileri neden hálá hasır altı ediliyor. Cevabı Boston Globe’da çıkan bir makale ve Yeşiller Partili Alman Çevre Bakanı Jürgen Trittin veriyor. Önce Boston Globe:
‘ABD halkı bu kasırganın asıl adının Katrina değil, global ısınma olduğunu bilmiyor. Çünkü kömür ve petrol endüstrisi bunu halktan gizlemek için milyonlarca dolar harcıyor. Nedeni basit: İklimin istikrar kazanması için insanlığın kömür ve petrol kullanımını yüzde 70 kısması gerekiyor. 1995 yılında kömür endüstrisinin, global ısınmaya karşı çıkan dört bilimadamına 1 milyon dolar ödediği ortaya çıktı. ExxonMobil ise 1998’den beri global ısınmaya karşı lobi faaliyetleri için 13 milyon dolar harcadı. 2000 yılında Bush’un başkan seçilmesiyle kömür ve petrol sektörü tarihteki en büyük zaferini kazandı. Petrol lobisi medyayı da avucunun içine aldı. Artık felaketlerde medyanın da payı var.’
GÖRMEZDEN GELİNEN SORUN
Ve Trittin:
‘Global ısınmaya karşı karbondioksit emisyon hacminin derhal aşağı çekilmesi gerekiyor. ABD bugüne kadar bu gerçeği görmezden geldi. Oysa en büyük sorumlu onlar. Amerikalılar dünya nüfusunun yüzde 4’ünü oluşturuyor, ancak gaz emisyon hacminin dörtte biri onların eseri. Bush Yönetimi, ekonomisi zarar görmesin diye uluslararası iklim koruma hedeflerine karşı çıkarken, kendi ülkesinde Katrina gibi felaketlerde yaşanan can ve mal kaybına göz yumuyor.’
KATRİNA EMEKLİ OLABİLİR
ABD’deki Ulusal Kasırga Merkezi 1953’ten beri her yıl resmi bir kasırga ve tropik fırtına isimleri listesi hazırlıyor. Bu listede önceleri sadece kadın isimleri bulunuyordu. 1979’dan beri alfabetik sırayla kadın-erkek isimlerinden karma liste yapılıyor. Bu yılki liste Arlene ile başlayıp Wilma ile bitiyor. Katrina ise 11’inci. Ondan sonra da Lee, Maria, Nate, Ophelia var. Toplam 6 adet liste var ve bunlar rotasyon usulüyle her yıl yeniden onaylanıyor. Tek bir istisnayla. Bir kasırga çok yıkıcı olduysa, o kasırganın bulunduğu listeye sıra geldiğinde, ‘duyarsızlık’ olmasın diye söz konusu kasırga ‘emekliye sevk ediliyor’. Örneğin geçen yılki Charley, Frances, Ivan ve Jeanne emekliye ayrıldı. Katrina da emekliye ayrılacak gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2005
Fizik áleminin cevabını aradığı en hayati soru ne olabilir? Tabii ki evrendeki tüm oluşları açıklayacak tek formülü bulmak. Ama önemli bir sorun daha var. Çiğ spagetti iki ucundan kırılma noktasına kadar esnetilip at nalı gibi büküldüğünde neden ikiye değil de, üç ya da daha fazla parçaya bölünür? Problemi ilk kez ortaya atan kişi Nobelli fizikçi Richard Feynman. Pierre-Gilles de Gennes, 1991 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandığında kendisine şu soru yöneltilir: Fiziğin çözmesi gereken problemleri sayabilir misiniz? O da şu cevabı verir: Spagettinin kırılma problemi... İşte o gün De Gennes’i televizyonda izleyen Fransız genci fizikçi olur, bir meslektaşıyla birlikte altı paket makarna ve yüksek enstantaneli kamera alıp bir hafta içinde problemi çözer.
Bugüne kadar sorulmuş fizik sorularının en sinir bozucularından biridir: Tereyağlı ekmek yere düştüğünde neden ille de sürülü tarafın üstüne konar?
Murphy kanunlarına göre açıklarsanız, yanlış gitmesi gereken her şey yanlış gider de ondan. Ama, fizikçiler bu yanıtla tatmin olmaz. Sürülü ekmeğin ortalama yükseklikte bir masadan yere düşme mesafesinde sadece bir yarım dönüşlük zamanı olduğunu bulurlar. Düşme eylemine yüzü yukarı dönük başlarsa, yere mutlaka ters konar.
Uzay ve zamanın yapısı, kara delikler ve Büyük Patlama’nın yanı sıra tereyağlı ekmek sorununa da kafa patlatan fizikçilerin önünde çözülmesi gereken bir esrar daha vardır: Makarnanın kırılma problemi.
Sorun şöyle başlar:
Modern Kuantum Teorisinin babası, Nobel ödüllü Amerikalı fizikçi Richard Feynman ve bilgisayar mucidi arkadaşı Danny Hillis günün birinde spagetti pişirirken, makarnanın iki ucundan esnetilip kuvvetle büküldüğünde hep üç ya da daha fazla parçaya bölündüğünü, asla ve asla ikiye ayrılmadığını tespit ederler. Yemeği filan bırakıp iki saat boyunca çılgınca teoriler üretirler. Daha sonraları Hillis’in ‘No Ordinary Genius’ kitabında anlattığına göre o gün, iki arkadaş mutfaktaki deney sırasında bütün spagettileri kırar, ancak ikiye bölünememe vakasına şöyle akla yakın bir teori uyduramazlar.
Ses ve titreşimi izole eder düşüncesiyle makarnayı suyun içinde kırmayı da denerler. Ama sonuç yine aynıdır. Spagetti mümkünü yok iki parçaya ayrılmamaktadır. ‘Birlikte en çok spagetti yemeyi severdik. O gün spagetti parçalarını mutfağın her yanına saçtık, ancak iyi bir teori geliştiremedik’ diye yazar Hillis.
Einstein’dan bu yana yaşayan en parlak beyin diye bilinen Feynman, 1988 yılında ölür. Makarna deneyini iki saatlik mutfak macerasından öteye taşımadığı için de problem çözümsüz kalır.
İşte böylece spagetti sorunsalı, fizikçiler alemine meydan okuyan gizemlerden biri haline gelir. Hatta 1991 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan Pierre-Gilles de Gennes, televizyon röportajı sırasında ‘Fiziğin çözmesi gereken daha hangi problemler var?’ sorusuna şu yanıtı verir: ‘Spagettinin kırılma problemi...’
Basile Audoly adlı Fransız öğrenci televizyonda fizikçinin yanıtını duyunca çok şaşırır. Lise olgunluk sınavını vermeye hazırlanan örnek bir öğrenci olan Audoly daha sonra üniversitede fizik öğrenimi görür, mezun olunca CNRS adlı araştırma kurumunda işe başlar. Spagetti meselesini de unutur. Ta ki spagetti deneyleri üzerine bir makaleyi okuyuncaya kadar. Fizikçiler dikey duran bir makarna çubuğu üzerine çeşitli ağırlıklar bırakmış ve parçaların ölçümünü yapmışlardır.
Audoly fizik literatürünü biraz karıştırınca Feynman’ın spagetti probleminin halen çözülmemiş olduğunu fark eder. Meslektaşı Sebastien Neukirch ile birlikte hemen bir süpermarkete gidip, değişik sertlikte altı paket Barilla marka makarna; laboratuvardan da deneylerde kullanılan yüksek enstantaneli kamera alır. Bir hafta sonra spagettinin kırılma problemi artık çözülmüştür. ‘Bugüne kadar hiçbir deneyi bu kadar ucuz ve hızlı bitirmemiştim’ der Audoly.
ASLINDA İKİYE AYRILIYOR
Hızlı kamerayla yapılan deney sırasında spagettiyi iki ucundan tutup bükme eylemi yerine, o kritik ilk kırılma anında yoğunlaşırlar. Elde edilen görüntüye göre bükülmenin ardından spagettinin iki ucu hızla geriye fırlamakta, işte o anda çok sayıda kırılma meydana gelmektedir. Bu olay sırasında çok büyük ivmelerin meydana geldiğini tespit ederler.
Yüksek enstantaneli kamera çekimi bu olayın nedenini şöyle açıklıyor: Spagettinin hızlı bir şekilde geriye fırlaması, makarna çubuğunun içinden hızla geçen bükülgen dalgaların oluşumuna yol açıyor. Dalga kıvrımları birbirine geçtiği zaman, spagettinin birkaç yerinde aşırı derecede basınç meydana geliyor ve işte oradan kırılıyor. Bir bilgisayar simülasyonu da sonucu doğruluyor.
Burada, saniyede 1000 kare çeken hızlı kameranın rolü çok önemli. İnsan gözü makarnanın aynı anda birçok parçaya bölündüğünü algılıyor. Oysa hızlı kamera görüntülerine göre makarna önce ikiye ayrılıyor, sonra dalgaların yarattığı baskıyla diğer kırıklar oluşuyor.
Ancak bu çalışmayla makarna sorunsalı da çözüldü zannetmeyin. Şimdi sırada başka bir problem var: Teoriye göre her kırılmanın yeni dalgalar ve kırılmalara yol açması, yani spagettinin üç-beş değil, sonsuz sayıda parçaya bölünmesi gerekiyordu. Şimdi Audoly ve Neukirch bunun neden böyle olmadığını araştırıyor. Peki kırık makarnaları ne yapıyorlar? Yiyorlar mı? Hayır. Kurumun parasıyla alındığı için çöpe atıyorlar.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2005
21’nci Bond filmi Casino Royale gelecek yıl vizyona girecek. Bu kesin. Bond’un otomobili de belli oldu; Fiat Panda 4x4. Ancak filmin bir eksiği var; Bond. Altıncı Bond kim olacak, o belli değil; çünkü karakter kimlik krizinde. Çağın ruhuna nasıl bir Bond lazım, henüz bulamadılar. Sean Connery gibi yabani İskoç maçosu mu? Roger Moore gibi İngiliz salon erkeği mi? Yoksa Pierce Brosnan tarzı, kadın patronu da kaldırabilen, sakalı da çıkabilen bir tip mi? Vin Diesel gibi kaslı ve küfürbaz bıçkın casusların peşinden sürüklenen günün gençliği, votka martini içmek, kadın sevmek gibi ‘fuzuli’ nedenlerle aksiyonun hızını kesen, lüks düşkünü, zalim fakat kibar bir casusu ne kadar sevebilir? Şimdi burada, gelecek Bond’un muhtemel karakteri açısından Fiat Panda kilit rol üstleniyor. Evcilleştirilmiş, hızı kesilmiş bir Bond’u haber veriyor Panda. Nitekim Fiat’ın marka pazarlamasından sorumlu Lapo Elkann da ‘Bakarsınız Bond aile kurar, çoluk çocuğa karışır ve bir Panda’ya ihtiyacı olur’ diyor.
Adım Bond, James Bond, bunlar da Bayan Bond ve çocuk Bond’lar. Ya da; ‘Mr and Ms Bond went to the seaside for a picnic - in a Panda.’
Tanrım, şakası bile kabus gibi.
Karada, denizde, havada ve hatta uzayda sevişebilen bir adam, Fiat Panda kullanabilir mi? Asla ve asla seksapel çağrıştırmayan bu tonton oto, zalimce adam öldüren, seri şekilde kadın fetheden merhametsiz bir adama yakışır mı? Bond o egzotik iklimlere, casinolara, Aston Martin ya da BMW Z serisi yerine 4x4 Panda’yla gidebilir mi? Dahası Bond kızları o arabaya biner mi?
Bu soruların cevabı belli olduğu zaman, gelecek Bond’un karakteri de şekillenmiş olacak. Ancak büyük ihtimalle 007’nin hızı kesilecek, yaşam tarzı değişecek. Bugüne kadar 150 adam öldürüp, 44 kadınla sevişen Bond, aynı Bond olmayacak.
Müstakbel Bond’lardan gelecek dolarların tatlı hayalleri içinde, 20 yıldır 007 serisini çeken MGM’i satın alan Sony ve yapımcı şirket Eon iki yılı aşkın süredir ‘21’nci yüzyıla nasıl bir Bond gider’ sorusunun yanıtını arıyor. İskoç, İrlandalı, İngiliz ve hatta Avustralyalı yığınla tanınmış aktörün adı yeni Bond olarak geçerken, ansızın Bond’un kendisi yerine otomobili belli oluyor. Polonya imalatı Fiat Panda’nın 4x4’ü. Kendisi henüz piyasada yok. Lansmanı eylül ayında yapılacak. Muhtemelen Bond tarzı alengirli silah ve alet edevatla donatılınca daha seksi görünecek ama, adı Panda işte. Reklamında ‘ateşli’ deseler de öyle erotik bir yakıcılığı yok.
MGM’İN BOND’U MODERNELEŞTİRME ÇABALARI
Fiat’ın otomobil bölümü marka pazarlamasından sorumlu Lapo Elkann da Panda’nın seksi olmadığını şu espriyle ele veriyor: ‘James Bond’u hep güzel kadınlar ve lüks otomobillerle gördük. Ama belki artık evlenir, çocuk yapar ve bir Panda’ya ihtiyacı olur...’
Lapo Elkann, Fiat’ın ölen patronu Giovanni Agnelli’nin torunu. Ve Elkann’ın iddiasına göre son Bond Pierce Brosnan da Panda’nın cazibesine vurulmuş ve hemen bir tane almış.
Ne var ki son Bond artık Bond değil. Stüdyo ve yapımcı şirket kesinlikle daha genç ve dinamik, aksiyona yatkın bir Bond istiyor ve 51 yaşındaki Brosnan’ın 007’liğini sona erdiriyor. MGM ve yapımcı şirket Eon, kazandıran formülü bırakmak istemiyor ama, yine de iki tarafın modern Bond reçeteleri farklı. Yapımcılar, İngiliz tarzı seks, sadizm ve züppelik dozunu istiyor, ama Bond dinozor görünmesin istiyor. MGM ise Bond’u Amerikanlaştırma peşinde.
Bugüne kadarki formül şöyle işliyordu: Esas konuyla hiç ilgisi olmayan gösterişli bir giriş; ünlü bir yıldızın seslendirdiği film şarkısı eşliğinde tabanca ve çıplak kadın siluetleriyle jenerik; gizli servis merkezini ziyaret, Bond’un şefi M’nin öfkeli serzenişleri, Q’nun yaptığı sofistike silah ve aletler, Moneypenny’yle flört; megalomanyak kötü adamın dünyayı yok edecek delice planlarının tanıtımı; Bond kızıyla karşılaşma; kötü adamın Bond’u öldürmek üzere tetikçi göndermesi ve fakat başarılı olamaması; Bond’un kötü adamın karargahına sızması, yakalayıp öldürmesi; karada, havada ya da denizde nefes kesici bir kaçış sahnesi eşliğinde karargahın kıl payı havaya uçması; Bond’un bir son dakika tuzağını da atlattıktan sonra Bond kızına dönüşü ve sevişmeli final.
Şimdi bu formülü yeni çağın Bond’una adapte etmek gerekiyor. Yapımcı Barbara Broccoli, 30’lu yaşlarda ve Connery tarzı İskoç hormonu saçan birini istiyor. Yani yine insafsız ve züppe, martinili bir karakter. Sovyetlere karşı savaşan bir playboy. Favorileri Gerard Butler, Dougray Scott ve Ewan McGregor, Clive Owen ve Jude Law.
MGM ise Bond’u arkaik havasından çıkarıp modernleştirmek için biraz The Bourne Identity (Geçmişi Olmayan Adam) ve Spiderman (Örümcek Adam) dokunuşu; biraz daha vicdan sahibi ve temiz pak bir kahraman istiyor. (Galiba bu adam Panda kullanabilir, içkiyi bırakıp vejetaryen bile olabilir.) MGM, Bond’un İngiliz stilini törpülemek için daha uluslararası nitelikte bir aktör arıyor. Avustralyalı Hugh Jackman ve Eric Bana’nın da adı geçiyor.
YENİ BOND KADIN OLABİLİR Mİ?
Ian Fleming’in 1953 yılında piyasaya çıkan ilk Bond romanı Casino Royale’in 1967 yılında çekilen ilk filminde David Niven, Peter Sellers ve Woody Allen farklı Bond’ları canlandırmıştı. Şimdi aynı filmin yeniden yapımında yönetmen muhtemelen, Goldeneye’ı da çeken Martin Campbell olacak. Bir aralar, kült yönetmen Quentin Tarantino’nun adı geçtiyse de, kendisi filmi çekmeye çok hevesli olduğunu, ancak Brosnan dışlandığı için Bond’un tadının kaçtığını söyledi. Tarantino’ya göre Brosnan tam da bu çağın Bond’u. Sadece atlamalı patlamalı aksiyon sahnelerinden oluşmayacak, aynı romanda olduğu gibi, 1960’ların Casino Royale ruhunu geri getirecek tek aktör.
Yapımcılara göre ise Brosnan’ın hem yaşı geçkin, hem de takım elbise ya da smokin içinde maço bir casustan çok Calvin Klein modelini andırıyor. Majesteleri’nin hizmetinde, öldürme izni bulunan Oxford mezunu bir casus için fazla İtalyan görünüyor.
Bu arada Brosnan, yeni Bond olarak kendisi gibi İrlandalı Collin Farrell’i tercih ediyor. Eski Bond Roger Moore’un favorisi ise İskoç aktör Ewan McGregor. Maçoluk abidesi Bond’un artık kadın olabileceğini savunanlar da var; örneğin Kate Beckinsale.
Nasıl bir Bond çıkacak çok merak ediyorum ve bir mucize bekliyorum. Fiat film için vereceği iki siyah Panda 4x4’ün ne şekilde kullanılacağını bilmiyormuş. Ben Bond’un bir sahnede tesadüfen bir Panda 4x4 kullanmak zorunda kalmasını ve otomobili ille de İtalyan olacaksa, aniden bir Ferrari, Maserati ya da Lamborghini’nin ortaya çıkmasını umut ediyorum.
007’nin kullandığı en ucuz, en yavaş otomobil
Baştan beri filmlerin çoğunda Aston Martin DB5 kullanan Bond’un Casino Royale’de kullanacağı Fiat Panda, 007’nin bindiği en ucuz otomobil olacak. Lüks Aston Martin, Lotus Esprit, Bentley, ve BMW Z3 ve Z8’lerin yerini alacak Polonya üretimi Panda’nın fiyatı yaklaşık 19 bin dolar. Gayet ekonomik, az benzin yakıyor. Pierce Brosnan’ın 430 milyon dolar gişe hasılatı getiren son Bond filmi Die Another Day’de kullandığı Aston Martin V-12 Vanguish, Panda’dan 21 kat daha pahalı. Panda’nın sadece fiyatı değil hızı da düşük. Bu durumda kovalama sahnelerinde Bond sürüş tekniğini değiştirecek. Çünkü Panda, 100 km’ye 20 saniyede çıkıyor. Aston Martin Vanguish ise beş saniyede. Ayrıca Vanguish’in maksimum hızı da (320 km) Panda’nınkinin iki katı.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2005
Hani zamanında TRT, Almanya’dan köy oyunları yayınlardı. Ortaçağ kostümlü birtakım kasaba sakinleri son derece ciddi bir rekabet içinde su üstünde şişme kaleler arasında top ve simitlerle tuhaf yarışmalar yaparlardı. İşte Puma-Adidas rekabeti biraz o kasaba oyunlarını hatırlatıyor. Dekor ve aktörler aynı. Bir kasaba, ortasından geçen bir dere ve iki rakip kampa ayrılmış kasaba sakinleri.
Olay, Almanya’nın 24 bin nüfuslu Herzogenaurach kasabasında cereyan ediyor. Aurach deresinin bir yakasında Adidas, diğer yakasında Puma aileleri üslenmiş. Geçen yüzyıl iki şirket merkezi dere marifetiyle ayrılırken, Adidas’ın adres değiştirmesi sonucu şimdi aralarında sadece birkaç yüz metrelik mesafe var.
Kasabada düşmanlık daha ilkokulda başlıyor. Adidas çalışanlarının Adidas giyen çocukları, Puma çalışanlarının Puma giyen çocuklarıyla oynamıyor. Yetişkinler birbirini görünce yolunu değiştiriyor, konuşmuyor ve karşı kamptan biriyle evlenmiyor. Eş-dost çevreleri firmaya göre kuruluyor. Fasching zamanı Puma ve Adidas ayrı ayrı balolar veriyor. Adidas’çılar biralarını Ansbacher Tor’da, Puma’cılar ise Cafe Mauser’de yudumluyor. Kasabanın tamamı sanki Montagu ve Capulet ailelerinden oluşuyor.
Firma aidiyeti kasaba sınırları dışında da değişmiyor. Babası Puma merkezinde çalışan futbol yıldızı Lothar Matthaeus, Alman Ligi’nde ilk anlaşmasını, malzemelerini Puma’dan temin eden Borussia Mönchengladbach’la imzalıyor.
Araştırmalara göre Puma’cıların Adidas’çılara göre sabah daha erken kalktığı tespit ediliyor. Ve Puma’nın kurucusu Rudolf Dassler’in torunu Frank Dassler’in Puma’dan ayrılıp Adidas’a transfer olması şok dalgaları yaratıyor.
DEV İLE CÜCENİN REKABETİ
Bu rekabetin tuhaf bir yönü de şirketlerin kesinlikle aynı çapta olmaması.
Reebok’a 3.1 milyar Euro sayan Adidas, yılda 6.5 milyar Euro’luk cirosuyla, Puma’nın yanında koca bir dev. Spor malzemeleri alanında Nike’dan sonra dünyada ikinci. Geçen temmuzda atılım kararı alıp, golf malzemesi pazarına gireceğini, Hindistan ve Dubai’de şubeler açacağını açıklayan Puma’nın yıllık cirosu ise 1.5 milyar Euro kadar. Adidas’ta, Puma’nın dört katı kadar insan çalışıyor. Bununla birlikte Puma gençler arasında daha fiyakalı. Koşu ayakkabıları artık kült statüsünde.
Çaplar orantısız ama iki şirketin tarihi, yükseliş ve iniş grafikleri, borsaya girişleri hemen hemen birbirine koşut ve 50 yıldır tartıştıkları bir numaralı mevzu da şu: Vidalı kramponu ilk kim yaptı? Efsaneye göre Adolf Dassler (Adidas), 1954 Dünya Kupası’ndan önce buluşunu Alman Futbol Milli Takımı’na götürüyor. Vidalı krampon zemine göre ayarlanabildiği için devrim niteliğinde bir buluş. Bu sayede Alman takımı sürpriz bir şekilde dünya şampiyonu oluyor, savaş mağlubu Almanya da böylece nihayet depresyondan çıkıyor.
Puma ise vidalı kramponları ilk kendisinin yaptığını ve 1954’ten önce birçok yıldız futbolcunun bunları zaten giydiğini iddia ediyor. Ayrıca Boris Becker’in henüz 17 yaşındayken Wimbledon şampiyonu olmasını da, Puma raketi kullanmasına bağlıyor. Puma, Adidas’tan çok daha güçlü bir bireysel marka olduğu iddiasında; İşte Pele, işte Maradona, işte Netzer. Puma, 2006 Dünya Kupası için Pele ile sponsorluk anlaşması yaptı. Ayrıca Formula 1 şampiyonu Michael Schumacher ile de sponsorluk anlaşması var.
Buna karşın Adidas, kendisini olimpik bir marka olarak tanımlıyor; işte Bob Beamon’un uzun atlamada dünya rekoru kırdığı ayakkabılar, Nadia Comaneci’nin pisi pabuçları, Steffi Graf’ın tenis kıyafetleri, Beckenbauer, Müller ve Beckham’ın kramponları. Bunlar, Adidas merkezindeki hazine odasında yatıyor. 8 bin ayakkabı, 2 bin top, forma, raket ve eşofman arasında.
20 SANTİMETREKARE UĞRUNA
Puma ile Adidas arasındaki son kavga konusu ise, Adidas’ın ünlü üç şeritli logosunun kapladığı hacimle ilgili. Puma’nın, Nike’ı da yanına alarak Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne (IOC) götürdüğü bu davanın temelinde 2002 Dünya Kupası’nda yaşanan olay yatıyor. O kupada Puma’nın Kamerun Milli Futbol Takımı için tasarladığı vücuda oturan yekpare forma, FIFA tarafından yasaklanıyor. Puma, Adidas’ın bir entrika çevirip FIFA kararında etkili olduğunu iddia ediyor ve olimpiyatlara yönelik bir intikam harekatına girişiyor. Sporcu formalardaki üç şeritli Adidas logosunun, olimpiyat şartnamesindeki 20 cm2’lik sınırı aştığını ileri sürüyor. Kol ve pantolon kenarındaki şeritlerle logo ihlali yapıldığı gerekçesiyle IOC’ye şikayet dilekçesi veriliyor.
Adidas, ‘Biz bu şeritleri 1972 olimpiyatlarından beri kullanıyoruz, şimdi mi rahatsız oldunuz’ dese de Puma ile Nike’ın cevabı hazır: ‘İşte Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin yıllardan beri iç içe olduğu Adidas’ı kayırdığının kanıtı.’
Dünya Kupası ve 2008 Pekin Olimpiyatları’nın resmi sponsorluğunu üstlenen Adidas, 17 spor dalında daha dünya federasyonlarına şikayet edilecek. Logo kısıtlaması gelmediği takdirde Puma ve Nike mahkemeye gidecek.
Almanya’nın düşman kardeşleri Puma ve Adidas, 2006 Dünya Kupası öncesinde aralarındaki savaşı iyice kızıştırdılar. Adidas geçen hafta, Reebok’ı 3.1 milyar Euro’ya alacağını açıklayarak bir adım daha öne geçti. Bunların savaşı sıradan bir rekabetin çok ötesinde. Adi ve Rudi Dassler kardeşlerin Adidas ve Puma olarak ayrıldığı günden bu yana, ‘Vidalı kramponu ilk kim yaptı’ tartışmasından tutun da sporcu formalarındaki logoların santimetre hesabına kadar uzanan bir kavga bu. Dassler kardeşler çoktan öldü ama, iki firmanın da merkezinin bulunduğu kasabada hálá derin bir husumet hüküm sürüyor. İki şirketin çalışanları birbiriyle konuşmuyor. Bir Adidas’çı bir Puma’cıyla asla ve asla evlenmiyor. Puma’nın iç yazışmalarında ‘Adidas’ın adı ‘ismi lazım değil’ ifadesiyle anılıyor.
Adolf ve Rudolf Dassler nasıl ayrıldı
ALMANYA’nın Herzogenaurach kasabasında 1924’te kurulan Dassler Kardeşler Spor Ayakkabıları Fabrikası 1948 yılında dağıtılıyor ve işçilerin 40’ı Adolf (Adi), 13’ü ise Rudolf (Rudi) Dassler’de kalıyor. ABD’li atlet Jesse Owens’i 1936 Berlin Olimpiyatları’nda dört altına götüren ayakkabıları yapıp efsane olan iki kardeş o tarihten sonra hiç konuşmuyor. Adi, Adidas’ı, Rudi de Puma’yı kuruyor. Rivayete göre ayrılık nedeni şu: Naziler askerlere postal yapmak için fabrikayı devraldıktan sonra savaşın sonlarına doğru Adi Dassler, işgalci ABD birlikleriyle dostluk kuruyor. Bu sırada Rudi, asker olduğu için ABD tarafından esir alınıp kampa düşüyor. Savaş sonrasında iki kardeş bir süre daha birlikte çalışıyor, ancak Rudi, müttefikler nezdindeki nüfuzunu kullanıp kendisini esir kampından kurtarmadığı için kızgın olduğu Adi’den ayrılıyor. İki kardeş, Dassler adını ürünlerinde kullanmamak üzere anlaşıyor ve yollarına ayrı ayrı devam ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2005
Bizim Devlet Opera ve Balesi’nin sopranolarının çoğu dal gibi. Hani eskiden hançere geniş olursa daha iyi ses çıkar diye bilirdik ya, nedense artık çıta gibi sopranoların da volümü gayet yüksek. Geçen sezon baktım; Carmen de, Madam Butterfly da incecikti. Dünya sahnelerinde de öyle. Sopranolar giderek inceliyor. Kalın kalanlar iş bulamıyor, mecburen gidip midelerine kelepçe taktırıyorlar. Çünkü pop kültüre hakim olan incelme terörü artık ağır sanatı da etkisi altına alıyor. Ayrıca ses bilimcileri de şişman soprano efsanesini yıkacak argümanlar ileri sürüyor ve obezlerin sahnelerden silineceğini söylüyorlar. Oysa operanın gerçek yaşamla hiç ilgisi olmayan kendi realitesi var. Neticede Japonlar ile Amerikalılar gündelik hayatta birbirleriyle konuşurken, Madam Butterfly’daki gibi İtalyanca şarkı söylemiyorlar. Bir opera realitesi olan şişman sopranolardan neden men ediliyoruz anlamıyorum.
Maria Callas’ın tek trajedisini, Onassis’i Jackie’ye kaptırması diye bilirdim. Hayatının aşkını kaybetmiş ve büyük bir kalp kırıklığı içinde 53 yaşında Paris’te ölmüştü.
Eğer şişmanlık da bir trajediyse, bir zamanlar obez olduğunu, anormal bir kilo kaybı sonucu narin bir kuğuya dönerken sesinin de zayıfladığını, hatta zayıflamak için iğrenç bir şey yuttuğu (burada yazamayacağım) söylentisini de duymuştum ama, şunu bilmiyordum: Geçen yüzyılın en büyük opera divası meğerse kaldığı otellerde dünyanın en ünlü şeflerinin yemek tariflerini çalarmış. Zayıflama mücadelesi verdiği o yıllarda aşırdığı tarifleri küçük pusulalara yazıp çantasında biriktirirmiş.
Asla tadına bakmadığı tarifler...
Maria Callas uzmanı Bruno Rossi, geçenlerde bu yemek tariflerinin İtalya’da ilk kez yayınlanmasına izin verdi. Callas’ın el yazısıyla. Rossi’ye göre, yemeğe tutku derecesinde bağlı olan Callas bu yemekleri asla yemez, çok bayıldığı pasta ve tatlıları davetlerde konuklarına sunarmış. Kendisi ucundan bir lokma alır, asla şarap içmez, daha düşük kalorili diye şampanyadan tadarmış. Dünyanın en ünlü şeflerinin yemek tariflerini aşırıyorsun ve doğru dürüst tadına bakamıyorsun.
Ne eziyet ve ne trajedi...
TOMBULLUK BAHANELERİ
Geçen yıl da opera dünyası başka bir divanın trajedisine tanık oldu. Deborah Voight, Londra Kraliyet Operası tarafından aniden kadrodan çıkarıldı. Çünkü Richard Strauss’un ‘Ariadne auf Naxos’ operasında Ariadne’nin siyah elbisesi daha zayıf bir sopranonun üzerinde daha güzel duracaktı. Bunun üzerine Voight midesinden by-pass ameliyatı geçirdi ve 45 kilo verdi.
Yani opera dünyası, sesi çok muhteşem de olsa, şişman sopranolara ayrımcılık yapmaya ve zayıflığı dayatmaya başladı. Yüzü harika güzellikte olan Voight’un yerine Ariadne’yi oynayan Anne Schwanewilms’in hem sesi hem de endamı güzeldi.
Tabii ne kadar yetenekli olursa olsun şişman bir sopranonun çıkamayacağı roller de var. Örneğin Figaro’nun Düğünü’nde erkek kılığındaki Cherubino’yu iri memeli bir sopranonun oynaması biraz tuhaf kaçar.
Ancak opera dediğin bütün o tuhaflıklarıyla güzelleşen, kendi realitesi olan bir sanat dalı. Neticede gerçek hayatta insanlar, birbirleriyle şarkı söyleyerek konuşmuyor, sürekli trajik kahramanlar gibi davranmıyor.
Ve de operacılar, şişmanlığın seslerine iyi geldiği konusunda ısrarlılar. Oburluğa başka kulplar takanlar da var. Örneğin mezzo-soprano Marilyn Horne, ‘Operacı yalnız bir insandır. Yemek ise iyi bir arkadaştır’ diyor. Ayrıca yemekler çoğunlukla temsil sonrası gece geç vakitlerde yenildiği için de kalori yakacak zamanları olmuyor.
Bahaneleri ne olursa olsun bilim dünyası, opera sanatçılarının şişman olması için hiçbir gerekçe bulunmadığı görüşünde. ABD’nin Colorado eyaletindeki Ulusal Ses ve Konuşma Merkezi’nden John Nix’e göre obezite yüzünden operacıların kardiyovasküler sistemi gereksiz yere yoruluyor ve ses hacimleri daralıyor. Nix, yakın gelecekte obezlerin opera sahnelerinden tamamen silineceği görüşünde. ‘Opera dünyasında dış görünüm artık giderek daha fazla önem kazanıyor. Çünkü 50 yaşında, 25 yaşındaki birini oynuyorsanız artık daha inandırıcı olmanız gerekiyor. Şişman soprano esprileri de artık tarihe karışacak, çünkü olağanüstü muhteşem bir sesiniz yoksa, rekabet şansınız da kalmayacak’ diyor.
Ünlü diva Joan Sutherland’ın eşi ve opera yönetmeni Richard Bonynge de aynı fikirde; ‘Aşırı şişman şarkıcıların sesi bozuluyor. Yüzleri morarıyor, ses kirişleri öne doğru çıkıyor ki, bu korkunç bir görüntü’ diyor.
Ancak ani kilo kaybı da zararlı. Bonynge’ye göre bunun tipik örneği Maria Callas. Uluslararası opera kariyerine 1947’de, ‘soprano dediğin şişman olur günlerinde’ başlayan Callas, 108 kiloyken, İtalyan yönetmen Visconti’nin ‘30 kg vermezsen seninle çalışamam’ demesi üzerine iyodin rejimiyle 40 kilo birden veriyor. Sonra bir sekiz kilo daha. Ancak yapısı çok kemikli olduğu için, Audrey Hepburn ölçülerine düşmesi vücuduna zarar veriyor. Eski görkemiyle şarkı söylemeye devam etmek için daha önce kullanmadığı kasları kullanmaya başlıyor ve bu yüzden kariyeri pek kısa sürüyor.
BALİNALARIN ÇARPIŞMASI
Amerikalı ses uzmanı John Nix’in dediği gibi obezler tarihe karıştığı zaman artık kimse şişman operacı fıkraları anlatamayacak. Battal bedenli soprano Luisa Tetrazzini’yi sahnede taşıyan atın sakatlandığı gibi espriler yapılamayacak. Tombul primadonnalardan mahrum kalacağız.
Sonra eleştirilerde de şişmanlık göndermeleri olmayacak. Örneğin New York Times’ın müzik eleştirmeni Harold C.Schonberg, Wagner’in Tristan ve Isolde’sini ikisi de hayli cüsseli olan Lauritz Melchior ve Kirsten Flagstad’dan seyrettikten sonra ‘İki sevgilinin kucaklaşması nedense bana balinaların çarpışmasını hatırlattı’ diye yazmıştı. Ancak, yapıtın yaydığı erotizmin sahnedeki devasa vücutları unutturduğunu da eklemişti.
Şişman sopranoları sevdiğim için obeziteyi savunduğumu zannetmeyin. Sonra bir itirafta da bulunmak istiyorum. Daha doğrusu, Covent Garden’dan kovulduğu için ‘fiziği sese tercih’ ettiler diye öfkeden köpüren sonra da mide ameliyatıyla 45 kilo veren Voight’un şu itirafını da eklemek istiyorum: ‘Kilo verdikten sonra daha rahat şarkı söylemeye başladım. Kilo kaybettiği için sesinin bozulduğunu iddia edenlere inanmayın. Onların zaten ses problemi vardır da, suçu diyete yüklüyorlardır.’
EN MODA DİYETLER
Aslında zayıflamanın en iyi yolu, az yemek bol hareket ama, bu yolu tercih etmeyenler çoğunlukla düşük karbonhidratlı rejimlere başvuruyorlar. İngiltere ve Amerika’da diyet kitapları, diyet gıdalar ve zayıflama ilaçlarına 10 milyarlarca dolar harcanıyor. Ünlülerin yaptığı diyetler hemen moda oluyor. Son dönemlerin en moda diyetleri Atkins, South Beach Diet ve son olarak da temelinde Fransız usulü pırasa çorbası bulunan French Women Don’t Get Fat.
ATKINS Sınırsız miktarda yağ ve protein tüketiliyor. Karbonhidrat kesilince vücut yağları yakıyormuş. Ama, hekimler çok dengesiz olduğu için şiddetle karşı çıkıyor. Dr. Atkins’in 2003 yılında öldüğünde aşırı kilolu olması da diyetin alaya alınmasına yol açtı. Bu diyeti yapan ünlüler; Renee Zellweger, Brad Pitt, Robbie Williams, Al Gore, Minnie Driver.
EAT RIGHT 4 YOUR TYPE ABD’li hekim Dr. Peter D’Adamo’nun önerileriyle hazırlanan bu diyette, değişik kan tipleri için farklı besinler uygulanıyor. Uzmanlara göre kesinlikle bilimsel değil. Elizabeth Hurley bu diyetle kilo vermiş.
SLIM FAST Günde iki öğün milkşeyk ya da çorba içildikten sonra akşam normal yemek geliyor. İçecekler temel vitamin ve minerallerle güçlendiriliyor. Rejimi yapanlar açlıktan öldüklerini söylüyorlar. Ünlü temsilcileri Whoopi Goldberg ve model Jordan.
SOUTH BEACH DIET Karbonhidratları iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayıran Dr. Arthur Agatston’un buluşu. Atkins diyetinin satışlarını geçti. Uzmanlara göre yağ yakmıyor, sadece su kaybı meydana geliyor. Takipçileri Bill ve Hillary Clinton ile Kim Catrall.
THE ZONE DIET Öğünler, yüzde 40 oranında karbonhidrat, yüzde 30 protein ve yüzde 30 yağdan oluşuyor. Uygulayan ünlüler Madonna, Janet Jackson ve Jennifer Aniston (Atkins’ten bu diyete geçmiş.)
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2005
Biliyorum çocuk kitabı ama ben daha yeni okudum. Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndan söz ediyorum. Kitabın, Johnny Depp’li sinema uyarlaması geçen hafta ABD’de 55,4 milyon dolarlık gişeyle sükseli bir giriş yaptı. Neyse, konumuz şu: Çikolata fabrikasının sahibi Willy Wonka, rakip üreticilerin casusları sırlarını çaldığı için bütün işçilerine yol veriyor, kapıya kilidi vuruyor. Ve deli dolu fabrikasında Umpa Lumpa adlı küçük adamları çalıştırıyor. Wonka üşütük, kitap fantastik. Ancak gerçek çikolata dünyası da daha farklı değil. Nestle’den Mars’a büyük üreticilerin, reçete casusluğuna karşı aldığı önlemleri görünce, bütün çikolatacıların üşütük, sanayinin de fantastik olduğunu düşünüyorsunuz.
Roald Dahl, Tim Burton ve Johnny Depp. Dahl’ın bütün kitapları. Tim Burton’dan Noel Gecesi Kabusu ve Beterböcek. Burton ve Depp’ten Edward Scissorhands. Dahl, Burton ve Depp’ten Charlie’nin Çikolata Fabrikası.
Bunlar Sırma’nın (kızım) idolleri.
Tim Burton’un Charlie’yi, hem de Johnny Depp’le çektiğini öğrendiğinden beri yerinde duramıyor. Heyecanı bana da bulaşıyor ve film geçen hafta ABD’de vizyona girince oturup kitabı okuyorum.
Tanrım, Roald Dahl çikolata düşkünlerini nasıl tatlı düşlere sürüklüyor! Eritilmiş sıcak çikolatadan nehirler, yumuşak nane şekerinden çimenler, yalanabilen duvar kağıtları, çikolatalı süt veren inekler, az harçlık alan çocuklara tükenmez şekerler, tadı bitmeyen çikletler, erimeyen dondurmalar. Biraz ürkünç ama yiyince aynı tatta saç çıkaran şekerlemeler, milyonlarca parçaya bölünerek televizyon ekranlarına gönderilen çikolatalar, düşmanlar için patlayan, çok konuşan anne-babalar için çene yapıştıran şekerler, sınıfta yemek için görünmez çikolatalar...
Dünyanın en nefis çikolatalarını üreten Bay Willy Wonka, sırları, casuslar tarafından çalındığı için bütün işçilerini çıkarıp, fabrikayı dış dünyaya kapattıktan sonra bir piyango düzenliyor. Milyonlarca çikolata paketi arasından beş adet altın bileti bulan beş çocuğu, sürprizlerle dolu fabrikasında ağırlıyor. Çocuklar; obur Augustus, şımarık Veruca, sürekli çiklet çiğneyen Violet, TV manyağı Mike ve yoksul mu yoksul Charlie. Fabrika turunda oburu borular yutuyor, şımarık olanı fabrikada fındık kırıcı olarak çalışan sincaplar içi boş diye çöpe gönderiyor, çikletçi böğürtlen rengine dönüyor, TV’ci bir cüce olarak ekrana ışınlanıyor. Defolu karakterler elenince fabrika da Charlie’ye kalıyor.
Konu akışı fantastik görünse de gerçekle çok yakın dirsek teması var. Dahl’in kendisi bir çikolata tutkunu. Bu tutkudan doğan Willy Wonka karakteri de gerçek çikolata dünyasının bir parodisi. Çikolata aleminin gerçeklerini, ‘The Emperors of Chocolate: Inside the Secret World of Hershey and Mars’ kitabının yazarı Joel Glenn Brenner’dan öğreniyoruz.
Çikolata tarifleri patentli olmadığı için, sektörün çarkları olağanüstü bir gizlilik içinde dönüyor. Patent olmadığından, sıkı bir rakibin, diğerinin son numarasını çalıp kendisininmiş gibi piyasaya sürmesi işten değil.
Alın size, Amerikan usulü hindistancevizli çikolata bar Mounds’un hikayesi. Amerikan şekerleme imparatorluğu Mars’ın atası Forrest Mars Sr., 1950’li yıllarda Mounds’un formülünü çalıp İngiltere’de Bounty markasıyla piyasaya sürüyor. Bugün Mounds halen var ama, dünyada adını bilen yok. Roald Dahl’ın çocukluk günlerinde İngiltere’nin en büyük iki çikolata-şekerleme firması olan Cadbury ile Rowntree arasında öyle bir köstebek seyrüseferi yaşanıyor ki, rakiplerin casusluk faaliyetleri efsaneye dönüşüyor. Nitekim Dahl, Willy Wonka karakterinde bu efsaneden esinleniyor.
ÇİKOLATA KRALININ BEŞ PARASIZ ÖLÜMÜ
Dahl o günlerde henüz 13 yaşındayken, Cadbury firmasının çikolata tadımcısı olarak görev alıyor. Diğer bir grup çocukla birlikte, tattıkları ürünlere 0’dan 10’a kadar not veriyorlar.
Avrupalı üreticiler icatlarını korumak için, işçilerin peşine dedektif bile takıyorlar. Firmalarla iş yapanlarla da sert maddi yaptırımlar içeren gizlilik anlaşmaları imzalanıyor. Örneğin Nestle, süt ve çikolatayı en mükemmel şekilde harmanlamanın yolunu bulduğunda, bu işlemi sadece birkaç üst düzey yönetici öğrenebiliyor. İşçiler güvenlik soruşturmasından geçiriliyor ve şüpheli bulunanlar sürekli gözetim altında tutuluyor.
Hershey, kakao çekirdeklerinin nasıl bir karışımla çikolataya dönüştüğünü sadece birkaç yöneticisinin bilmesine izin veriyor. Mars da, firmayla iş yapanlar fabrikaları ziyaret ettiği zaman hassas bölgelerde adamların gözlerini bağlıyor.
Çikolata kralları hal ve gidiş açısından da Willy Wonka kadar egzantrik.
Hershey’in kurucusu Milton Hershey, ABD’nin karamela kralı diye anıldığı 1890’larda şekerlemelerini çikolatayla kaplamaya başlıyor. 1900’de karamela fabrikasını satıp kendisini tamamen sütlü çikolata imalatına veriyor. Atık kakao yağından sabun yapma projesini kafaya takıyor, milyonlarca dolar harcıyor ama, iş yürümüyor. Çünkü sabun o kadar kakao kokuyor ki, yemeye kalkanlar oluyor. Fabrikasının yakınında Hershey adında ütopik bir kasaba kuruyor. Ancak fazla idealist olduğu için, çimler biçilmiş mi diye bahçeleri bile kontrol ettiğinden insanları bıktırıyor. Ayrıca kasabalılar havadaki çikolata kokusu yüzünden soluk alamıyorlar.
1918 yılında çok sevdiği karısı ölünce, hiç çocuğu olmadığından 60 milyon dolarlık servetini daha önce kurduğu yetimler okuluna bağışlıyor ve 1945’te 88 yaşında beş parasız ölüyor. Bugün Milton Hershey School adını taşıyan o yetimhane ABD’nin en varlıklı eğitim kurumlarından biri. Yıllık bütçesi 5 milyar dolar.
ÇİKOLATA FABRİKASININ HAYALETİ BAY MARS
Mars’ın kurucusu Forrest Mars, diz çöküp dua ederken ‘Tanrım sen Milky Way’i koru, Snickers’ı esirge’ diye yakaran, insan ilişkilerinde aksi, huysuz bir adam. İnsanları zevkin doruklarına sürükleyebilen tatlı şeyler icat ettiği halde çevresindekilere hayatı zehir ediyor. Yöneticilerine karne veriyor ve zayıf alanları ceza diye tuvalete gönderiyor. İşçilerini, bir tarafı aynalı camla gözetliyor ve ‘Çikolata fabrikasının hayaleti’ diye anılıyor. Buna karşılık çalışanlarına rakiplerinin üç katı kadar maaş ödediği gibi, kár arttıkça bonuslara boğuyor.
1930’lu yıllarda Mars çikolatasıyla esas servetini İngiltere’de yapan Forrest Mars, buradaki rakiplerine karşı takıntı derecesinde ketum davrandığı için ‘Adam sanki bonbon değil, bomba üretiyor’ diye alaya alınıyor. Yılda 18 milyar dolar kazanan bir şirketin patronu olarak, şımarık büyümesinler diye çocuklarına yıllarca çikolata bile yedirmiyor. Bu yüzden, 1973’ten beri Mars’ın başında bulunan John ve Forrest Jr. Mars, şirket yöneticilerine, babalarının adını anmalarını yasaklamışlar. Ve onlar şu anda Fortune listesine göre dünyanın en zengin üçüncü ailesi.
Gizlilik paranoyası ve huysuzluğu da babalarından devralmışlar. Şirkettekilere göre ‘zulüm’ aynen devam ediyor. Üstelik babanın bıraktığı mirası daha da geliştirmişler. Ürünlerini çalışanlarına tattırıyorlar. Ancak sadece çikolataları değil, kedi-köpek mamalarını da. Çünkü Whiskas ile Pedigree’yi de Mars üretiyor.
Depp ve Harry Potter faktörü
1990’da ölen Roald Dahl’in ünlü çocuk romanı Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın 1971 tarihli ilk yapımında Willy Wonka’yı Gene Wilder canlandırmıştı. Tim Burton imzalı ikinci çevrimde ise Wonka rolünde Johnny Depp var. 150 milyon dolara mal olan film vizyona girdiği ilk hafta sonu 55,4 milyon dolar gişe hasılatıyla birinciliğe oturdu. Tabii filme çocuklar kadar kadınların da akın ettiğini söylemeye gerek yok. Depp faktörü... Filmin vizyona girişi, altıncı Harry Potter kitabının piyasaya çıktığı güne rastlamasa çocuk seyircilerin sayısı büyük ihtimalle daha fazla olacaktı. ABD’de 24 saat içinde 6,9 milyon adet satan kitabı alan çocuklar sinemaya gitmek yerine eve mıhlanıp kitaba gömüldüler.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2005
Geçen hafta Amerikan petrol stoklarının 328.5 milyon varile çıkması sonucu petrolün varil fiyatının 52 dolara kadar düştüğünü okurken ansızın bir soru takıldı aklıma. Bu petrol gerçekten ‘varille’ mi çıkarılıyor? İşin absürd yanı diğer haberleri okurken, başka sorular da sökün etti. Ülke liderleri seçim kazandıktan sonra birbirlerine kutlama ‘telgrafı’ çekiyor. Peki bu çağda gerçekten telgraf mı çekiyorlar? E-mail atmıyorlar mı? Üçüncü Dünya neden Üçüncü Dünya’dır? Bunun birincisi ve ikincisi de var mıdır? Bir de şeyi merak ettim; insan evinin üstünde uçuş yasağı ilan edebilir mi?
İtiraf ediyorum. Ayıların gerçekten kış uykusuna yattığını yetişkin yaşımda öğrendim. Onun için ayılar gerçekten kış uykusuna yatar mı diye sormuyorum; ayıdır yatar, biliyorum kış uykusuna yatan başka hayvanlar da var.
Ama daha sorulacak milyonlarca soru da var.
Geçen hafta haberleri okurken, çok aşina kavramlar ansızın tuhaf gelmeye başladı. Sorular sökün etti.
Zincirleme reaksiyon, petrol ve varil hesabıyla patlak verdi.
Tabii petrolün varil varil çıkarılmadığını hissediyordum ama, peki ya gerçekten hálá westernlerde olduğu gibi fıçılara dolduruyorlarsa? Düşünsenize petrol üreten ülkelerde günde milyarlarca ‘varil’ çıkarılıyor.
İLK PETROL BORU HATTI NİYE DÖŞENDİ?
Baktım, işin aslı şöyleymiş: Petrol endüstrisinin ilk günlerinde bildiğimiz klasik tahta variller kullanılıyor. Amerikalı Edwin Drake 1859 yılında Titusville’de çıkardığı ilk petrolü çamaşır leğenine dolduruyor. Ancak üretim beklenen miktarı aşınca bu sefer, tuz ve viski nakliyatında kullanılan variller devreye giriyor. Bu variller genelde 40 galon kadar alıyor. Üretim arttıkça varilin hacmi daha da önem kazanıyor. Bazı kuyulardan günde 3 bin varilden fazla petrol çıkıyor. Böylece 1870’lerde 42 galonluk variller standart hale geliyor.
Ancak üretim iyice artıp fiyatlar düşünce tanesi birkaç dolar olan variller pahalıya gelmeye başlıyor. Varilleri tren vagonlarına yükleyen işçiler de ücret artışı istediği için artık boru hatlarının zamanı geliyor. Böylece Samuel Van Syckel, Pennsylvania’nın Pithole kentiyle Happy Farm terminali arasında ilk boru hattını kuruyor. O dönemde bir ahşap vagon 60 varil alıyor.
İlk kez 1892’de petrol taşımacılığı için özel çelik tank geliştiriyor ve variller tamamen devre dışı kalıyor. Şimdi halen 42 galonluk varil, petrol endüstrisinin standart ölçü birimi olarak geçerli.
NEDEN HAVLU VE SICAK SU
Petrol bahsinde western dedim ya, başka bir şeyi daha merak ettim. Gerçi son zamanlarda pek rastlamıyorum ama, neden filmlerde, özellikle de westernlerde, kadınlar hep aniden doğum yapıverirken sıcak su ve temiz havlu telaşı yaşanır? Biri mutlaka çıkıp ‘Havlu ve sıcak su’ diye bağırır. Bunlar olmazsa çocuk doğmaz mı?
Bunun izahı da şöyle: 19’uncu yüzyıla kadar doğumları ebeler yaptırdığı için sterilizasyon sorunu yaşanmıyormuş. Ancak doktorlar devreye girince doğumla ilgili humma vakaları - hani al basma dedikleri - başgöstermiş. Örneğin otopsiden çıkıp doğuma giren hekimler, kadavradan anneye bakteri taşıyabiliyormuş.
1880’lerde Louis Pasteur hummanın belirli bir tip bakteriden kaynaklandığını ortaya çıkarınca ve İngiliz hekim Joseph Lister de cerrahide antiseptiklerin önemi konusunda meslektaşlarını ikna edince doğum sırasında aletleri sterilize etmek için kaynar su kullanmaya başlamışlar.
DEVLET ADAMLARI NİYE TELGRAF ÇEKER?
Şu petrol varili kadar arkaik görünen başka bir mevzu da devlet adamlarının birbirine telgraf göndermesi. Yani gerçekten mors alfabesiyle mi haberleşiyorlar, yoksa telgaf da, petrol varili gibi eski bir yüzyıldan kalma klişe bir kavram mı?
Hayır değil. Gerçekten telgraf gönderiyorlar. Seçim galibiyeti, milli bayram, cenaze, düğün, nişan vs. vesilesiyle kutlama ya da başsağlığı telgrafı gönderiyorlar. Araya birkaç siyasi temmeni de sıkıştırarak tabii. Teamüle göre bunun daha şık olduğu, e-mail ya da faksın pek zarafet taşımadığı düşünülüyor. Dışişleri bakanlıkları ise e-mail güvenliği arttıkça giderek daha fazla miktarda elektronik postaya yöneliyorlar. Örneğin Amerikan Dışişleri Bakanlığı memurları yılda 66 milyon resmi e-mail gönderiyor.
Zenginler Zirvesi ve yoksulların borçlarının silinmesiyle ilgili haberleri okurken başka bir kavrama takıldım: Üçüncü Dünya. Kavramın kaynağını biliyorum ama, bugünün konjonktüründe birinci ve ikinci dünya hangileri ki, hálá üçüncüsünden söz ediyoruz.
Fransız demografi uzmanı Alfred Sauvy ilk kez 1952 yılında, Fransız Devrimi’ne gönderme yaparak ortaya atıyor bu kavramı. Sauvy, soğuk savaş döneminde birinci dünyayı oluşturan gelişmiş kapitalist ülkelerle, ikinci dünyayı oluşturan komünist ülkelerin dışında kalan ‘Üçüncü Dünya’nın (tiers monde), ‘tiers etat’ gibi hor görüldüğünü söylüyor. ‘Tiers etat’, Fransa’nın devrim öncesi eski toplum düzenindeki, ruhban sınıfı ve soylular dışında kalan üçüncü unsur. Böylece kavram literatüre yerleşiyor.
Bugün, gelişmemiş yoksul ülkeler hálá ‘Üçüncü Dünya’ diye anılıyor ama, dünyaların ikincisi ortada yok.
EVİNİZİN SEMALARINA UÇUŞ YASAĞI KOYABİLİR MİSİNİZ?
Son bir sorum daha var ama, onun net yanıtını bulamadım. İnsan evinin üstünü uçuşa yasaklı saha ilan edebilir mi?
Roma Hukuku’na göre bu mümkün. ‘Cujus est solum, ejus est usque ad coelum et ad inferos.’ Yani arazi kiminse, bunun tepesi de dibi de ona aittir. Yani mülkünüzün semalarında uçuş yasağı ilan edebilirsiniz. Roma döneminde uçan nesneler bulunmadığı için yasağın işlevi olmazdı, o ayrı. Bugün ise bu hukukun geçerli olduğundan pek emin değilim. Çünkü 1944 tarihli Uluslararası Sivil Havacılık Sözleşmesi hava sahası hakimiyetini devletlere teslim ediyor. Her devlet kendi toprakları üzerindeki hava sahasında da egemenliğe sahip. Hatta 1983 yılında Sovyetler Birliği, yanlışlıkla hava sahasına giren Güney Kore yolcu uçağını düşürdü de, kimse hesabını sormadı.
Yazının Devamını Oku