Ayşe Özek Karasu

Cheney keşke beni vursaydı diyen kaç Amerikalı vardır

25 Şubat 2006
Adam, hem vuruluyor hem de özür diliyor. Amerikan Başkan Yardımcısı Cheney’in bıldırcın avlarken saçmayla vurduğu arkadaşı Harry Whittington’dan söz ediyorum. 78 yaşındaki Teksaslı avukat, "Ailem ve ben, Cheney’in son bir haftadır çektiği sıkıntıdan ötürü çok üzgünüz. Kendisi bu av kazasından daha mühim meselelerle uğraşıyor" diyor.

"Umarım Teksas’a gelip stres atmaya devam eder" diye de ekliyor. TV şovmenleri, hareket eden her şeyi vuruyor diye Cheney’i tehlikeli adam ilan ediyor, o ise Teksas’a ava çağırıyor.

Artık bu laflardan sonra adamın, Cheney’den davacı olmayacağını söylemeye gerek yok. Amerika’da siyasilerin vatandaşı mahkemeye verdiğine pek rastlanmıyor ama, başkanlar aleyhinde bile dava açılabileceğini Bill Clinton’dan biliyoruz. Hani şu Paula Jones ve pantolon indirme davasını hatırlayın. Mahkeme dışında anlaşmasalar, Clinton görev süresi bittikten sonra yargılanacaktı.

Ayrıca Cheney de TV’ye çıkıp "Bütün sorumluluk bende" diyor. Yani bir şekilde özür dilemiş oluyor.

Whittington bir avukat ve ABD’li avukatların lügatında özrün yeri yok. İstediğiniz kadar özür dileyin, böyle bir av kazasından sonra ihmal ve dikkatsizlik suçlamasıyla dava açacak milyonlarca insan yaşıyor ABD’de.

Mahkemeleri meşgul eden absürd davaların yanında çok da makul kalıyor.

Mesela, Minnesotalı Christopher Roller’in, dünyaca ünlü iki illüzyonist aleyhinde açtığı davanın yanında çok makul kalıyor.

Roller, illüzyon numaralarını anlamadığı gerekçesiyle David Blaine ve David Copperfield’i mahkemeye verdi. "Bu numaraları nasıl yaptıklarını anlamıyorum. Fizik kurallarına meydan okuyorlar. Ya sırlarını açıklasınlar, ya da ömür boyu kazançlarının yüzde 10’unu bana versinler" diye şikayette bulunuyordu. Payı istemesinin nedeni, illüzyonistlerin "ilahi güçlerini" çalmış olmasından şüphelenmesi. Yani adam kendini tanrı sanıyor. Hesaplarına göre Copperfield’den 50 milyon, Blaine’den ise 2 milyon dolar alması gerekiyordu.

Tabii hakim başvuruyu reddetti ve bu dava Stella Ödülü aldı.

Adını, McDonald’s aleyhindeki meşhur sıcak kahve davasını açan, kazanan, ancak daha sonra tazminatı kırpılan Stella Liebeck’ten alan bu ödül, yılın en absürd davalarına veriliyor. Kitap haline de getirilen bu davaların ne kadarı hayal ürünü, ne kadarı gerçek, orasını kontrol etmek zor.

Mesela, çim biçme makinesiyle dikenli tel kesmeye çalışırken yaralanan adamın makineyi üreten şirketten 500 bin dolar tazminat kazandığı dava. Amerikan medyasında günlerce yer alan bu adliye haberinin, aslında bir sigorta şirketinin reklam kampanyası olduğu sonradan anlaşıldı.

Ancak 125 kiloluk Caesar Barber’ın günde beş öğün tıkındığı McDonald’s, Burger King, Wendy’s ve KFC’yi, kendisinde obezite, diyabet ve kalp hastalığına yol açtıkları gerekçesiyle dava ettiği haberi doğru. Bir kez reddedildikten sonra yeniden dava açan Caesar Barber, hakimin kararı gereği aynı şikayetle bir daha mahkemeye başvuramayacak. Ancak avukatlar sürekli yeni obez müşteriler bulup dava açmaya devam ediyor ve sonunda Kongre bu davaları engellemek için yeni bir yasal düzenlemeye gidiyor.

Bu yılın Stella Ödülü kazanan diğer davacıları arasında, bir mağazanın tuvaletinde, tutkal sürülmüş klozet kapağına yapışıp 3 milyon dolarlık tazminat davası açan adam da var. Ayrıca telefon rehberinden numarasını bulduğu dermataloğa liposuction yaptırıp, sonuç facia olunca, hem sağlık gerekçesiyle kendine, hem de karılık vazifelerini yerine getiremediği için kocasına tazminat ödenmesi talebiyle dava açan Michelle Knepper adlı kadın da var. Yanlış anlaşılmasın, bu kadın plastik cerrahi uzmanı olmadığı halde liposuction yapan dermatologdan değil, telefon şirketinden davacı oluyor. Ve kazanıyor. Kendisi 1.2 milyon dolar, kocası da 375 bin dolar alıyor.

Bu haber Amerikan basınında ciddi ciddi çıktı. Palavra olduğu ne zaman anlaşılacak merak ediyorum.

Ama bu başka bir özgürlük

Gunde Norell adlı İsveçli ressam yağlıboya bir tablo yapmış. Stockholm’deki antika eşya ve ayakkabı fuarında sergileniyor. İki gün içinde 10 bin kişi görüyor tabloyu.

Danimarka gazetesinde yayınlanan Hz.Muhammed karikatürleri ortalığı ateşlediği için bu resim de daha dikkat çekici bir hale gelmiş.

İsveç Başbakanı Göran Persson ile ABD Başkanı George W.Bush ileri derecede müstehcen şekilde görünüyor. Sadece ikisi değil. Persson’un eşi Anitra Sten Persson ile Başbakan Yardımcısı Bosse Ringholm da üryan vaziyette al takke ver külah.

Bu resmi gazeteye basmanın yolu yok. Stockholm muhabirimiz Tandoğan Uysal, tabloyu fotoğraflama, yanında bizzat poz verme ve ressamla görüşme dahil hikayenin tüm gereklerini yerine getirdiği halde biz basmak yerine bakmakla yetindik.

Ressam Norell, eserini sergileyebilmenin övüncü içinde anlatıyor Tandoğan’a: "Burada siyasi bir mesaj yok, düşünce özgürlüğü var. Tamamen benim fantezim. Hoşgörü ve şaka amacıyla yapılmış bir tablo. Başbakan Persson’a da göstermişler. Yorum yapmak istememiş. Sanırım sanatıma gösterdiği saygıdan. Ben de suç işlediğimi sanmıyorum."

Norell, Hz.Muhammed karikatürleri için ise "Din çok hassas bir konu, ben olsaydım böyle bir tablo ya da karikatür yapmazdım" diyor.

Bu tablonun sergilendiği özgürlük ortamı ile Danimarka’nın karikatürler konusundaki özgürlük savunması arasında hemen bir paralellik kuruluyor. Ancak ikisi arasında en ufak bir ortak payda bulunmuyor. Persson, kutsal bir kişilik olmadığına göre... Bu özgürlük daha çok, karikatürize edilmekten hazzetmeyen başbakanlara gönderme niteliğinde bir özgürlük.
Yazının Devamını Oku

Danimarka’ya kızıp Savoy bayrağı yakılır mı?

18 Şubat 2006
Danimarka gazetesi Jyllands-Posten’in bastığı Hz. Muhammed karikatürleri ne kadar ilkelse, o çizimlere kızıp bayrak yakmak da o kadar ilkel bir davranış. O karikatürler yüzünden son haftalarda yüzlerce Danimarka bayrağı yakıldı. Hatta Şam ve Beyrut’ta daha da ileri giden öfkeli kalabalıklar Danimarka elçiliklerini de yaktılar. Elçilikleri bulmak kolay da, durup dururken o kadar Danimarka bayrağını nereden buldular? Bu bayrakların ne kadarı nizamiydi? Mesela İstanbul’da yakılanlar nerenin bayrağıydı?

Dünyanın en azılı bayrak yakıcıları Filistin’de yaşar. Hafta sekiz gün dokuz İsrail bayrağı yakarlar. Davut yıldızlı bayrakları da kendileri yapmaz, parasını bastırıp İsrail’den alırlar.

İşte Filistinli’nin bayrak yakma refleksinin ne kadar hızlı harekete geçtiğini bilen Filistinli bir girişimci, Jyllands-Posten’deki Hz. Muhammed karikatürlerinin bahsini işitir işitmez hemen sipariş verir. Reuters’in haberine göre Ahmed Abu Dayya adlı bu girişimcinin Gazze’de bayrak ve hatıra eşyası satan bir dükkanı vardır. Bayrağa sıkışacağımız günler yakındır diyerek hemen Tayvan’dan 100 adet Danimarka ve Norveç bayrağı ısmarlar. Çünkü geçen 10 Ocak’ta bir Norveç gazetesi de çizimleri basmıştır. Böylece müşteriler düş kırıklığına uğramaz, tanesini 11 dolara aldıkları bayrakları meydanlarda tutuştururlar. Ancak Ahmed Abu Dayya, bazı protestocuların ev yapımı uyduruk bayrakları yakmasından şikayetçidir.

Neticede kırmızı zemin üzerine beyaz haçtan oluşan Danimarka bayrağı bir çırpıda dikilebilir. Mesela Montserrat’yı protesto edecek olsanız, bayrağını bulmak kolay olmadığı gibi dikimi de pek zordur. Çünkü üzerinde, arp ve haç tutan yeşil elbiseli bir kadın vardır.

Her neyse, İsrail bayrakları bir süre dinlenmeye bırakılırken, en doğru bayraklar da Filistin’de yakılmış olur. Diğer Müslüman ülkelerdeki bayrak yakma eylemlerinden ötürü ise Danimarkalıların alınmasına gerek yoktur. Çünkü onlar Danimarka bayrağı değil, kırmızı ve beyaz kumaştan yakacak bez çırpıştırılırken kazara ortaya çıkmış İsviçre bayraklarıdır. İsviçre bayrağı malum; kırmızı zemin üzerinde dört ucu eşit uzunlukta beyaz haç bulunur. Bu sembol, Danimarka, Norveç, İsveç ve Finlandiya bayraklarındakiİskandinav haçı değildir ve sonuçta, Pakistan’dan Nijerya’ya yığınla İsviçre bayrağı yakılmıştır.

Bayrak haberleri veren vexillarium.blogspot.com sitesine göre Danimarka bayrağı niyetine ateşe verilmiş olsa da yakılanların çoğu teknik olarak Savoy bayrağıdır ve Savoy da Fransa’nın bir bölgesidir. Türkiye’de yakılanlar arasında da bol miktarda İsviçre ve Savoy bayrağı dikkat çekmektedir.

Yer yer görülen nizami bayraklara gelince; Galler’de konuşlu MrFlag.com, son iki hafta içinde bir yıllık Danimarka bayrağı stokunu tüketmiş. Sitenin sahibi Charles Ashburner "Kumaşın içerdiği yanıcı madde cilt veya göze temas ettiği takdirde, çok ciddi yanıklar meydana gelebilir, körlüğe dahi yol açabilir" diye bayrak yakanları uyarıyor.

İlla nizami bayrak yakacağım diyen kararlı protestocular için internet üzerinden başka sipariş seçenekleri de mevcut. Amerika’daki bir imalatçıdan posta yoluyla Danimarka bayrağı edinmek mümkün. Bedeli; 163 dolar.

Halk öfkeli politikacıyı Beyaz Saray’a seçmez

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın öfkesini kontrol etmekte pek başarılı olmadığı tartışmalarına paralel olarak ABD’de de "siyasette öfke yönetimi’’ tartışması çıktı.

Tartışılan kişi Senatör Hillary Clinton.

2008’de Demokratların başkan adayı olması beklenen Clinton’ın "Bush yönetimi tarihteki yönetimlerin en kötüsü’’ içerikli konuşması Cumhuriyetçileri çok kızdırdı. Irak fiyaskosundan Katrina rezaletine yönetimi eleştirirken Clinton’ın yüzüne hakim olan hiddet fotoğraflara da gayet iyi yansıdığından "öfke nöbetine tutulan politikacı" portresi çizmeye başladılar.

Cumhuriyetçi Parti Ulusal Kongre Başkanı Ken Mehlman geçenlerde ABC televizyonunda "Hillary Clinton çok öfkeli görünüyor. Demokratları uyarmak isterim. Halk öfkeli insanları Beyaz Saray’a seçmez’’ dedi. Bunun üzerine Demokratlar da, Mehlman’ın gay olduğu yorumları da dahil uygun gördükleri cevapları verdiler.

Kadın yazarlar ise Hillary Clinton’ın "cinsiyet ayrımcı" bir saldırıya maruz kaldığını öne sürdüler. Örneğin New York Times’tan Maureen Dowd, Cumhuriyetçilerin, Hillary Clinton’ı "Öldüren Cazibe" filmindeki eli bıçaklı Glenn Close benzeri canavar kadın imajına oturtmaya çalıştıklarını iddia etti. Sağcı yorumculara göre ise tartışmanın cinsiyetle ilgisi yok. Onlara göre Clinton konuşmaya başladığı zaman ses tonundaki tırmanışla birlikte yüzüne yerleşen öfke maskesi, kocasının eğlenceli havasından kesinlikle çok uzak.
Yazının Devamını Oku

Euro’ya dilimiz dönmez eiro, evro, euras ve ewro isteriz

11 Şubat 2006
Avrupa Birliği ile ufak boy yeni üyelerden bir grup arasında ulusal kimlik mücadelesi hüküm sürüyor. Bu mücadele iki harfe kilitlenmiş durumda. Malta, Letonya ve Slovenya, AB’nin ortak para birimi Euro’nun "eu" kısmına itiraz ediyor; Litvanya "ro" kısmına. Daha büyücek Macaristan ise Euro’nun sonundaki o’ya aksan kondurmak istiyor. Hepsi de paralarına kendi dillerinin döndüğü ismi vereceklerini söylüyorlar. Brüksel ile asi başkentler arasında çok çetin müzakereler sürüyor. Avrupa Merkez Bankası tek para biriminde çokluk yaratılmasını kabul etmiyor, ancak özellikle Letonya "Dilim ulusal onurumdur" diyerek "eiro" uğruna Avrupa Mahkemesi’ne kadar gideceğini söylüyor.

Euro’yu Türkçe’ye uyarlarken uydurduğumuz "Avro" var ya, işte o sözcüğün fazla mantığı bulunmuyor. Ortak para biriminde ulusal dil kurallarını uygulamak için direten küçümen AB üyelerinin mantık silsilesini izlediğiniz takdirde, Euro’nun Türkçesi şöyle oluyor: Avru.

Çünkü Euro, "Europe" sözcüğünün ilk dört harfinden oluşuyor. Euro’ya karşı çıkanlar da kıta adının kendi dillerindeki karşılığını alıp, ilk harflerden kendilerine göre bir para birimi adı türetiyorlar.

Bu birim, Letonyalılara göre eiro (telaffuzu aero), Slovenyalılara göre evro, Maltalılara göre ewro, Litvanyalılara göre /images/100/0x0/55ea20e1f018fbb8f86cf789euras. Çünkü Avrupa’ya sırasıyla, eiro-pa, evro-pa ve ewro-pa diyorlar. Litvanya’nın durumu biraz karışık; Moskova Temsilcimiz Nerdun Hacıoğlu’nun araştırmasına göre Litvanya dilindeki eiropa sözcüğünde a’nın üzerinde bulunan bir aksandan ötürü "eiropos" gibi farklı bir telaffuz ortaya çıkıyor ve para biriminin "euras" olması gerekiyor. Sadece "euras" da değil. Dilbilgisi kurallarına göre cümlenin gidişatına bağlı olarak "eurui", "eura" ve hatta "euro" bile olabiliyor.

Bir de Macarların itirazı var ki, onlar Euro’daki o’nun üzerine bir aksan oturtuyorlar. Ancak Avrupa Merkez Bankası, ilk dört seçenek bir yana, Macar’ın aksanlı o’sunu bile kabul etmiyor.

YENİ ÜYELERE ORTAK ÇÖZÜM

Euro ile ilgili ilk görüş ayrılığı, 1 Mayıs 2004 tarihinde 10 yeni üyenin AB’ye katılımından sonra patlak veriyor. Komisyon yetkilileri, tek para biriminin tek isimle anılması şartını da içeren üyelik anlaşmaları ve AB Anayasası’nda bazı çeviri hataları bulunduğunu fark ediyorlar. Daha doğrusu bu belgelerin çevirilerinde bazı yeni üyelerin Euro’yu diledikleri gibi yazdıklarını görüyorlar. 2004’ün ikinci yarısında AB dönem başkanlığını üstlenen Hollanda, yeni üyelerle bir uzlaşma yolu bulmak üzere elinden gelen çabayı harcıyor. Şunu öneriyor: Bütün ülkeler "eur" kökünü korusun, son harflerde kendi dillerine uyumlu olacak şekilde serbest bırakılsınlar.

Ancak nüfusları topu topu 3 milyon eden minicik Malta ve Letonya son harf özerkliğine yanaşmıyor ve esas meselesinin zaten kelimenin kökünde yattığını söyleyerek uzlaşmayı reddediyorlar. Sonra Litvanya da cepheye katılıyor ve "euras" şartı kabul edilmediği takdirde 29 Ekim 2004 tarihinde AB Anayasası’na imza koymayacağını söylüyor. AB Bakanlar Konseyi bu çıkışı bir şantaj olarak değerlendiriyor.

Litvanya Başbakanı Algirdas Brazauskas dönem başkanı Hollanda’ya yazdığı mektupta, "Litvanya dilinde gramer hatası yapmak anayasamıza aykırıdır. Bu aynı zamanda Litvanya dilinin doğal yapısına dışarıdan siyasi bir müdahale anlamına gelir" diyor. Hollanda, "O halde Euro’yu parantez içinde kullanın" diye bir uzlaşma önerisi getiriyor, ancak o da kabul edilmiyor.

Sonunda bu çatışmayı teknik bir sorun kabul edip, çözümü ileri bir tarihe bırakıyorlar. Litvanya da anayasayı imzalıyor.

AVRUPA MAHKEMESİ’NE GİDEN YOL

Halen 300 milyon Avrupalının ceplerinde dolaşan Euro’lar daha henüz asi küçüklerin resmi para birimi değil. Kimi 2007’de, kimi de 2008’de ortak para birimine geçecek.

Letonya ve Litvanya’nın hassasiyeti, yıllarca Sovyet baskısı altında kalmış olmalarından kaynaklanıyor. Artık Rusça hakimiyetinden kurtulduklarından kendi dillerini en ufak sesli ayrıntısına kadar savunmayı bir ulusal kimlik meselesi sayıyorlar. AB’nin birlik içinde çeşitlilik ilkesinden hareketle, eiro ve euras’ın bir linguistik zenginlik olacağını savunuyorlar.

Letonya Hükümeti geçen ocak ayında kesin karar aldı. "Eu"yu telaffuz etme imkanı bulunmadığı için 1 Ocak 2008’de ortak para birimine geçildiğinde eiro ibaresi kullanılacak. Letonya, banknotlara eiro yazmayı düşünmüyor. Ancak mevzuat çevirilerinde "eu" ikiz seslisine yer verecek alfabetik imkanlara sahip olmadığını ileri sürüyor.

Bir dilbilimci olan ve hayatta olduğu sürece e ile u’nun asla yan yana gelemeyeceğini söyleyen Letonya Eğitim Bakanı Ina Druviete çok sert bir açıklama yaparak eiro yazımının kabul edilmemesi halinde davayı Avrupa Adalet Divanı’na götüreceklerini ilan etti; "Bu bir para meselesi değil, dil politikası. Dileyen Euro’yu kullanabilir, biz kullanmamakta kararlıyız. Eğer gerekirse haklarımızı Avrupa Mahkemesi’nde savunuruz" dedi.

Avrupa Merkez Bankası ise AB Komisyonu’na, "sakın pozisyonunuzdan şaşmayın, taviz vermeyin" diye mesaj gönderiyor. Çünkü tek para biriminin gerçekten tekil olması için bütün dillerdeki metinlerde ismin yalın haliyle geçmesi gerekiyor.

Malta’nın pozisyonu ise daha esnek. Ulusal Dil Konseyi de geçen hafta bir karar alarak, banknot ve madeni paralarla AB mevzuatında Euro’nun kullanılabileceğine, ancak gündelik hayatta "ewro"nun şart olduğuna hükmetti. Çünkü Malta dilinde e ve u seslilerinin art arda gelmesi mümkün değildi.

AB MERKEZ BANKASI KARARLI

AB Komisyonu, banknot ve madeni paralar üzerinde Euro ibaresi bulunduğu sürece mevzuatta farklı yazımlara başvurulmasının sorun yaratıp yaratmayacağı konusunda pek emin değil. Ancak Avrupa Merkez Bankası, para üzerinde de, mevzuatta da farklı yazım görmek istemiyor.

İşin ilginç yanı, kısa süre öncesine kadar Avrupa Merkez Bankası’nın web sitesindeki linklerde Euro’nun her üye ülke dilindeki yazılışları yer alıyordu. Ancak banka yönetimi farkında değildi. Fransız Haber Ajansı para birimi ihtilafıyla ilgili araştırma yaparken, bu konuyu gündeme getirince banka yetkilileri de uyandı ve AFP’ye teşekkür edip bunları değiştirmeye başladılar.

AB’nin sesli uyumu sorununu 2007’ye kadar çözmesi gerekiyor ve bütün bu dil tartışması içinde, tek imtiyazlı ülke olarak Yunanistan öne çıkıyor. Alfabeleri farklı olduğu için Yunanlılar Euro’yu "evro" şeklinde telaffuz etme lüksüne sahipler.

Polonyalı muslukçu değil, dişçi

Fransızlar, geçen yılki AB Anayasası referandumunda doğudaki yeni üyelerin hizmet sektöründe yaratacağı rekabetten korktukları için "hayır" oyu vermişlerdi. "Polonyalı muslukçu" kavramı da bu korkuyu anlatan bir sembol haline gelmişti. Sadece Fransa değil, diğer birçok AB üyesi de Letonyalı hemşire ve Slovak temizlikçilerden korktukları için doğulu işçilerin serbest dolaşımına yedi yıla kadar sınırlama getirme kararı almıştı. İngiltere, İsveç ve İrlanda hariç.

Geçenlerde yayınlanan bir AB raporuna göre bu üç ülke, sınırlama getirmediği için hiçbir zarar görmüş değil. Hizmet sektöründeki rekabet kimsenin ekonomisini batırmıyor. Ayrıca bu üç ülkenin halkı rekabete açılan sektörlerde daha ucuz ve kaliteli hizmet almaya başlıyor. Örneğin İsveç’te çok eleştirilen sağlık sektörü, Polonyalı dişçi baharı yaşıyor. Halk uzun kuyruklarda beklemeden yarı fiyatına kaliteli sağlık hizmeti alıyor. Stockholm’de açılan City Dental adlı diş kliniğinin tüm kadrosu Polonyalı hekimlerden oluşuyormuş.

Tabii İsveçli dişçiler bu durumdan hiç hoşnut kalmamış. İsveç sosyal modeli çöküyor mu diyorlar. Sağlık Bakanlığı ise piyasanın rekabete açılmasında yasalara aykırı bir durum olmadığını belirtiyor. Şimdi gazetelerde Polonyalı dişçilerin üçkağıtçı olduğu şeklinde haberler çıkıyor. İsveç’te vergiler fahiş düzeyde olduğu için, altı aylık çalışma süresini doldurduktan sonra Polonya’ya dönüp, yerlerini Polonya’dan yine altı aylık süre için gelecek yeni ekibe terk edeceklermiş.
Yazının Devamını Oku

Disney kendine yeni bir Walt Disney satın aldı

4 Şubat 2006
Bir zamanlar çizgi film aleminin kralı olan Disney geçenlerde 7,7 milyar dolar sayarak Pixar’ı satın aldı. Pixar Animasyon Stüdyoları çizgi dünyasının dijital devrimcisi. Filmleri çok iyi gişe yapıyor, Oscar’a Oscar demiyor da, gerçekten 7,7 milyar dolar eder mi? Çünkü Disney zaten Pixar’ın dağıtımcısı sıfatıyla şirketten büyük kazanç sağlıyor ve Pixar karakterlerini eğlence parklarında bedava kullanıyordu. Pixar’ın nakitleri, yatırım portföyü ve satışlarından 1,7 milyar doların geri döneceği hesaplanırsa, Disney geriye kalan 6 milyar doları neye karşılık ödedi? Cevabını Hollywood ekonomistleri veriyor: "Bu para Pixar’ın yaratıcı beyni John Lasseter için ödendi. Çünkü bir zamanlar Walt Disney ne ise, Lasseter de şimdi o."
/images/100/0x0/55eb48e5f018fbb8f8b74da2
Çizgi film karakterlerinin tamamında sempati dozu yüksektir ama, Sevimli Canavarlar’daki Boo benim favorim. İki numaram da, DreamWorks yapımı Shrek 2’deki üçkağıtçı Çizmeli Kedi. Konuyu dağıtmak istemiyorum ama, üç numaram Buz Devri’ndeki (Fox) antika sincap.

Bir kız çocuğu ancak Boo kadar şeker olabilir. O müthiş eğlenceli filmi özellikle o küçük kız için baştan sona sürüklenerek izledim. Pixar’ın iddiası da bu zaten; çocuklar için değil, esas yetişkinler için film yapmak. Pixar filmlerinde çocukların görmemesi gereken bir şey yok ama, onlar fazla salakça olmamak kaydıyla oynatılan her hareketli kareyi izlemeye zaten hazır. Esas zor olan büyükleri cezbetmek.

Büyükleri cezbedebiliyorlardı ama, Pixar’daki büyüklerin bazı sorunları vardı. Şirketin CEO’su Steve Jobs ile yaratıcı beyni John Lasseter, telif hakları ve gelirin paylaşımı konusunda Walt Disney’in CEO’su Michael Eisner ile anlaşamıyordu. İki taraf arasındaki anlaşma bu yaz vizyona girecek "Cars" ile son bulacaktı. Eisner’in koltuğuna oturacak olan Robert Iger’ın, sorunları çözmeye çalışacağı söyleniyordu. Derken, ansızın Disney’in Pixar’ı 7,7 milyar dolara satın aldığı açıklandı.

Peki Disney bu para karşılığında tam olarak ne aldı?

Tabloyu iyice canlandırmak için film piyasasındaki diğer alışverişlere göz atmak lazım. Paramount, 1,8 milyar dolara DreamWorks’ü satın aldığında karşılığında şirketin bütün filmleri ile gelecekteki yapımlarını elde etti. 1989 yılında Sony, Columbia Tristar’ı alırken tam teşekküllü bir Hollywood stüdyosu, dünya çapında film, video ve TV dağıtım ağı, toplam 25 bin saatlik sinema filmi ve TV programının lisans hakkını ele geçirdi.

Disney ise bunların hiçbirini satın almadı. Çünkü Disney, Pixar’ın dağıtımcısı sıfatıyla şirketin neredeyse sahibi gibiydi. 2005 yılındaki cironun yüzde 95’i Disney’in kasasına girmişti. Disney reklam, baskı ve lojistik harcamalarıyla yüzde 12,5’lik dağıtım payını kestikten sonra geriye kalan meblağın yüzde 50’si Pixar’a gidiyordu. Disney, Pixar’ın yaptığı 3,2 milyar dolar gişe getiren altı filmin yarı hakkına sahip olduğu gibi, video, DVD ve TV satışlarından da yüzde 56-87 arasında değişen oranlarda aslan payını alıyordu. Pixar karakterlerinin lisans hakkına sahip olduğu için, Nemo’dan İnanılmaz Aile’ye bütün kahramanları eğlence parklarında tek kuruş ödemeden kullanabiliyordu.

SATIN ALINAN ŞİRKET Mİ YETENEK Mİ?

Yetmedi! Devam filmlerini çekme hakkı da Disney’deydi. Hatta Pixar karakterleri, tekniği ve storyboard’larıyla devam filmlerini çekmek üzere "Pixaren’t" kod adıyla bir birim de kurulmuştu.

Ama, o birimde bir eksik vardı! Pixar beyinleri.

İşte o beyinlerin bir numarası, Pixar’ın yaratıcı gurusu John Lasseter. Disney’in 6 milyar dolara satın aldığı adam. Disney yönetimi, Pixar’ın nakitleri ve yatırım portföyü üzerinden 1 milyarı geri aldıktan sonra, Pixar’ın satışlarından da toplam 700 bin doların geri döneceğini hesap ediyor. Bu durumda, Lasseter’in yeteneğine 6 milyar dolar ödemiş oluyor. Yapılan sözleşmeye göre Lasseter işe devam etmek istemediği takdirde Disney’in akdi feshetme hakkı var. Sözleşmede Lasseter’in ekürisi, Pixar’ın başkanı Ed Catmull ile ilgili olarak da aynı şart var. Catmull şirketin hem yöneticisi hem de teknik sihirbazı. Catmull’un artistik yeteneği yok ama, ikili arasındaki uyum sayesinde Pixar’da sanat ve teknoloji çatışması yaşanmıyor. Şimdi Lasseter-Catmull tılsımının Disney’e de sirayet etmesi bekleniyor. Aynı Walt Disney’in yaşadığı günlerdeki Disney ortamı gibi şirkette sihirli bir dünya hayal ediliyor.

İşin ilginç yanı Lasseter, animasyon eğitimini tamamladıktan sonra 1982 yılında kariyerine Disney stüdyolarında başlıyor. Elle çizgi ve bilgisayarlı animasyon tekniğini birleştirerek ilk çalışmalarını yaptıktan sonra George Lucas’ın şirketinin bilgisayar animasyon bölümüne geçiyor. Apple’ın patronu Steve Jobs 1986 yılında bu birimi 10 milyon dolara alıp Pixar Animasyon Stüdyoları adını veriyor. Pixar, "picture" sözcüğünün İspanyolca karşılığından türetilmiş bir isim.

Lasseter, Hollywood’un ilk uzun metrajlı bilgisayar animasyon filmi olan Oyuncak Hikayesi üzerinde tam üç yıl çalışıyor. Filmin tamamını finanse eden Disney, pazarlamayı da üstleniyor, McDonald’s ile 10 yıllık merchandising anlaşması yapıyor, Disney kanalı ile eğlence parklarına bağlıyor, oyuncak üreticileriyle de lisans anlaşmaları yapıyor.

Oyuncak Hikayesi’nin kazandığı büyük başarı üzerine Lasseter, Disney ile yarı yarıya ortaklık içinde dört adet hit film daha çıkarıyor ve çizgi film dünyasının yeni kurallarını da yazmış oluyor.

Lasseter’in hüneri sadece kendi yaratıcılığı değil, yaratıcı beyinleri çevresinde toplaması ve iyi bir yönetici olması. Çizgi dünyasının rock yıldızı, bugünün Walt Disney’i gibi yakıştırmalar yapılıyor. Pixar’da ofisler oyuncaklarla dekore edilmiş, animasyoncular ortalıkta patenlerle dolaşıyor. Cars filmini de Nascar’a gidip yarışları izleyerek eğlenceli bir ortamda yaratıyorlar. Lasseter’in, Disney’in hazzetmediği bir huyu var; devam filmlerini sevmiyor. Nitekim, birleşmeden sonra ilk iş Oyuncak Hikayesi 3 projesini rafa kaldırıyor.

PARA DEĞİL, KÜLTÜR ÖNEMLİ

Aslında Lasseter’in çizdiği yeni kurallar Disney için risk teşkil ediyor. Yeni film "Cars" bu yaz vizyona girecek ve bir sonraki filmin piyasaya çıkışı 2008 yılını bulacak. Yani yakın gelecekte toplanacak fazla meyve yok. Pixar tekel değil, rakipler çok sıkı. DreamWorks (Shrek), Warner Bros. (The Polar Express) ve Fox (Ice Age) uzun metrajlı bilgisayar animasyonlarını iyi kıvırdığını kanıtladı. Hatta Shrek 2, gişe ve DVD satışında sadece Nemo’nun gerisinde kaldı, Pixar’ın diğer filmlerini ise solladı.

Ancak yeni Hollywood’da artık para her şey değil. Steve Jobs, Wall Street Journal’a açıklamasında şöyle diyor: "Bob (Disney’in yeni CEO’su Robert Iger) ve ben sohbetlerimizde ekonomiden pek bahsetmedik. Esas konu, Pixar kültürünün korunmasıydı."

İnsan 10 milyon dolara aldığı şirketi, 3,7 milyar doları kendi cebine girecek şekilde satarsa tabii ki şirket kültürünü konuşabilir.
Yazının Devamını Oku

Saha büyülerinin álásı Afrika’da

28 Ocak 2006
Amerikan beyzbolunda Bambino’nun laneti diye bir vaka vardır. Boston’un ünlü takımı Red Sox, 1914-1918 yılları arasında başarıdan başarıya koşar. 1918’de üst üste beşinci kez Dünya Serisi’ni kazanan ilk takım olarak tarihe geçer. Ancak 1920 yılında kulübün sahibi Harry Frazee, sevgilisinin oynadığı piyesi finanse edebilmek için "Bebe Ruth" ya da "Bambino" lakaplı yıldız oyuncu George Herman Ruth’u 100 bin dolara, ezeli rakipleri New York Yankee’lere satar. O tarihten sonra Red Sox bir daha Dünya Serisi kazanamaz.

Teşhis konur. Bu, haksız yere satılan Bambino’nun lanetidir. Psikologlara göre ise kötü şansa yol açan tek şey, bu lanet saplantısı yüzünden oyuncusundan taraftarına, kimsenin zafere inanmamasıdır. Taraftarın sürekli bir melanet beklentisi içinde olması sahaya negatif elektrik saçmaktadır. Hatta bir spor psikoloğuna göre Red Sox’un bu lanet efsanesiyle bir aşk-nefret ilişkisi vardır. Red Sox şeytanın bacağını 2004’te kırar ve Dünya Serisi’nde şampiyon olur.

Sahalarda lanet hikayesi çok. Mesela Romanyalı futbol sihirbazı Adrian Mutu da Chelsea’de top koştururken, terk ettiği kız arkadaşının laneti yüzünden "ayaklarının dolandığını" iddia etmişti. Laneti bozmak için de şortunu ters giyip çıkmıştı sahaya.

BACAKLARIN TUTMAYA RUHUN DARALA...

Romanyalıların batıl itikat katsayısı çok yüksek. Milli takımın seyahatlerinde uçak veya otobüste tek bir kadın bile bulundurulmuyor. Bu cinsiyet ayrımcı davranış biçimi çirkin olaylara yol açıyor. Takım Ukrayna’ya dostluk maçına giderken, bir kadın foto muhabiri kötü şans getirecek diye uçaktan indirilmişti.

Rumenlerin büyü yaptırdığı da biliniyor. 1989 yılında Komünist yöneticilerin "Bu maç mutlaka kazanılacak, yoksa kovulursunuz" ültimatomu üzerine Danimarka kalecisi Peter Schmeichel’ın elini ayağını bağlasın diye stada büyücü götürmüş ve maçı 3-1 kazanmışlar.

Ayrıca İsviçreli ünlü hakem Urs Meier’in üzerinde de, haksız bir penaltı yüzünden yedi Rumen büyücünün laneti var; "Sahaya çıkınca bacakların tutmaya, ruhun darala, maç yöneteme" şeklinde.

Urs Meier gayet başarılı maç yönetmeye devam etti, ancak Afrika’da büyünün gücünden kurtulamayan hakemler mevcut. Özellikle de Botswana’da. Bize büyü yapılıyor diye federasyona şikayette bulunan hakemlerden biri, "Büyü yüzünden nizami gole geçersiz diye düdük çaldım. Çünkü santrforu kaleciye yumruk atarken gördüm, oysa böyle bir olay olmamış" diyor.

BÜYÜCÜLER İÇİN AYRI ÖDENEK VAR

Sahaya sağ adımla çıkmak, muska öpmek futbol aleminde çok sık rastlanan davranışlar. Ancak Afrika futbolundaki tılsım çeşitliliği herhalde dünyanın hiçbir yerinde yok.

Juju, mutu, umngo, bo, gris gris vs... Bunlar, futbolun çok sevildiği Afrika ülkelerinde saha büyüsü yapan üfürükçülere verilen isimler. Bu juju ve mutular, futbol kulüplerine verdikleri hizmetler sayesinde servet yapmışlar. Futbolcular juju muskaları takarak sahaya çıkıyor ama, tılsım taşımak yetmiyor; rakiplerin de elini ayağını bağlamak gerekiyor. Kulüplerin bütçesinden büyücüler için özel ödenek ayrılıyor. Hatta oyuncuların parasını jujulara veren kulüpler bile var. Rakibi bağlamak için kol ve bacaklara domuz yağı sürmeler, sahaya keçi leşi gömmeler, soyunma odalarına filitle güvercin kanı püskürtmeler, sahaya kaplumbağa kabuğu, bukalemun leşi, maymun eli, yılan derisi bırakmalar. Afrika sahalarında bunların tamamı mevcut. Büyüden şikayet eden oyuncular, saha ortasında aniden arıların saldırısına uğradıklarını ya da sokmaya hazır kobralar gördüklerini söylüyor.

Zimbabwe’de takımların çoğu sahaya soyunma odasından çıkmıyor. Soyunma odası, koridor ve çıkışlara büyü yapıldığını düşündüklerinden otobüsten doğruca santra yuvarlağına iniyor, ya da tel örgülerden tırmanıp sahaya atlıyorlar.

Sahalarda meydana gelen her türlü olağandışı olayın ardında mutlaka büyü etkisi aranıyor. Kongo’daki bir maçta 11 futbolcu birden yıldırım düşmesi sonucu ölünce, acaba büyü mü yapıldı diye soruşturma açılmıştı. Çünkü tuhaftır, yıldırımın öldürmek üzere seçtiği 11 futbolcu da aynı takımın oyuncularıydı.

Tanzanya’nın iki büyük takımı Simba ile Yanga arasındaki maç öncesi olanlar uluslararası haber ajanslarına konu olmuştu. İki takımın oyuncuları sahaya çıktı, kalelerin etrafına tozlar serpildi, santraya işendi, taç çizgisine yumurtalar kırıldı. Sonra çizgi dışına çıkan futbolcular, karşılıklı büyüleri bozmak için geri geri koşarak yeniden sahaya çıktılar. Sonuç: 2-2. Ya büyüler tutmadı, ya da sahaya geri geri çıkıp büyüleri bozmayı başardılar. Federasyondan 500’er dolar ceza yediler ve "Tanzanya futbolunda böyle çağdışı görüntülerin yeri olamaz" diye de azar işittiler.

Bir seferinde de Kamerun-Mali Afrika Uluslar Kupası maçından önce şöyle bir olay yaşandı. Kamerun’un kaleci antrenörü Thomas Nkono, karşılaşmadan önce kale direğinin dibine bir şeyler serpiştirirken yakalandı ve polis tarafından yere yatırılarak kelepçelenip tutuklandı. Olay üzerine Kamerunlu oyuncular sahaya çıkmadı ve 3-0 hükmen yenildiler. Nkono "tahrik edici" davranıştan ötürü Afrika Futbol Konfederasyonu’ndan (CAF) bir yıllık men cezası aldı. Çünkü CAF, "Takım danışmanı adı altında saha kenarında yamyamlar gibi dolaşan büyücüleri görmek istemiyoruz. Bize Üçüncü Dünya görüntüsü veriyor. İmaj her şeydir" diyerek turnuva öncesinde üfürükçüleri yasaklamıştı.

LİMON RENDELEMEK BÜYÜ BOZUYORMUŞ

Ancak iki ay sonra CAF, Nkono’nun cezasını kaldırdı. Çünkü dosya yeniden incelenmiş ve bir hata yapıldığı anlaşılmıştı. Nkono bizzat büyü yapmıyor, Mali üfürükçüsünün yaptığı büyüyü bozmak için kale dibine limon kabuğu rendeliyordu.

Afrikalı oyuncular Avrupa takımlarına transfer olduktan sonra büyülere inanmayı bırakıveriyorlar. Bu oyunculardan kurulu milli takımlar da büyücülerini başka kıtalara taşımaktan vazgeçiyor. Mesela 2002’deki Dünya Kupası’nda Kamerun, Nijerya ve Güney Afrika "Merak etmeyin büyü yok" diye diğer takımlara güvence verdi ve gruplarından da çıkamadı. Son umut Senegal’di. Ama malum, çeyrek finalde İlhan Mansız’ın 94’üncü dakikada attığı golle bize 1-0 yenildiler.
Yazının Devamını Oku

Partiye gelenlerin sadece ceketini değil cep telefonunu da alın

21 Ocak 2006
İki Alman fizikçi oturup şu konu üzerine kafa patlatmışlar: Büyük bir kentin çeşitli semtlerinde verilen ev partilerine giden gençler arasındaki telefon trafiği sonucu en eğlenceli partiye doğru bir zincirleme akış yaşanırsa ne olur? İhtimal hesaplarıyla bir matematik modeli geliştiren Steffen Trimper ve Marian Brandau’ya göre cep telefonu yüzünden bazı partilerin tamamen boşalması ve bir tanesinin de istiab haddini aşması ihtimali mevcut.

Haberi Der Spiegel’de okumuştum. Berlin’in Türk mahallesi Kreuzberg’de yaşayan Alman marangoz Tobi, küçük bir arkadaş grubu için parti veriyor. Ancak partinin daha ilk dakikalarında eğlencenin dozu öyle yükseliyor ki, partideki herkes cepten başka arkadaşlarını arayıp çağırıyor. O gelenler de "Kızlar çok güzel" diyerek başkalarını arıyorlar. Sonunda Tobi’nin küçücük dairesinde 120 kişi birikiyor. Cam çerçeve kırılıyor, eve üç kez polis geliyor. Partisinin aşırı başarılı olmasından yakınan Tobi, "Zincirleme nükleer reaksiyon gibiydi. Ortam kontrolden çıkmıştı" diyor./images/100/0x0/55ea7dfaf018fbb8f8837e80

Spiegel’deki yazı, gençlerin artık buluşmalarını önceden planlamayıp, cep telefonu sayesinde spontane ayarlamalar yapmasıyla ilgiliydi. Cep telefonu yüzünden parti vermek de riskli bir hal almaya başlamıştı. Çünkü iyi müzik ve şamata ivmesi yakalanamadığı takdirde konuklar ceple haberleşerek başka noktalara kayıyor, partiler boşalıyordu. Bu aynı zamanda bazı partilerin aşırı başarılı (!) olmasına da yol açıyordu.

Yazıyı, Almanya’nın Halle kentindeki Martin Luther Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Steffen Trimper ile Marian Brandau da okuyor ve sosyal yaşamdaki zincirleme reaksiyonlarla ilgili bir matematik modeli oluşturmak üzere çalışmaya başlıyorlar. Aslında kendilerine eğlenceli bir uğraş aradıkları anlaşılan iki fizikçi, yaptıkları çalışmanın çok daha ciddi alanlara ilişkin sonuçlar da verebileceğini ileri sürüyorlar. Örneğin yeni fikirlerin siyasi partilerin düşünce yapısına nasıl egemen olduğuna bu sayede ışık tutulabileceğini söylüyorlar. Trimper ve Brandau’ya göre, yeni bir ürünün kulaktan kulağa yayılan söylentilerle piyasaya nasıl hakim olabileceğini de bu modelle göstermek mümkün.

Benim matematik bilgim iki bilinmeyenli cebir denklemleriyle sınırlı olduğundan, Trimper ve Brandau’nun, grafikleriyle birlikte 14 sayfa tutan çalışmasını formüllerle aktarabilecek durumda değilim. Dileyen http://www.arxiv.org/abs/physics/0507179 adresinde formüller arasında kaybolabilir.

SOSYAL ŞEBEKELER

Trimper, Tobi’nin hikayesini okuyup "bir parti nasıl felakete dönüşebilir" diye düşünürken olaydan kız kardeşine de bahsediyor ve kendi iki kız yeğeninin de o partide olduğunu öğreniyor. Sonra doktora öğrencilerinden biri de o gece aynı partiye uğradığını anlatıyor. Böylece Trimper, bir adet "dünya küçüktür" fenomeniyle karşı karşıya olduğunu anlıyor ve Amerikalı sosyolog Stanley Milgram’ın 40 yıl önce yaptığı deneye dayanarak bir matematik modeli geliştirmeye başlıyor.

Milgram’ın deneyi ünlüdür; ABD’nin dört bir yanından rastgele seçtiği 300 kişiye mektuplar gönderir ve bu mektupların Massachusetts’teki hedef kişiye iletilmesini ister. Ancak hedef kişinin adresini vermez, sadece adını, mesleğini ve diğer bazı kişisel ayrıntıları belirtir. Milgram’dan mektup alan 300 kişinin, hedef kişiyi tanıması muhtemel bağlantıları değerlendirip ona göre iletişim kurmaları gerekir.

Sonuçta mektupların çoğu hedefe ulaşmaz, ancak yüzde 20’si beş-altı kez el değiştirdikten sonra Massachusetts’teki adrese ulaşır. Çünkü "dünya küçüktür." Böylece dünya üzerindeki herkesin beş-altı bağlantı üzerinden birbirini bulabileceği teorisi ortaya çıkar.

PARTİ AKIŞKANLIĞI

İşte iki Alman fizikçi de sosyal bağların cep telefonlu iletişim sayesinde partilerdeki konuk sayısını ne şekilde etkilediğini ortaya çıkarmaya çalışır. Soru şudur: Sosyal çevreler arasındaki bağlantılar sonucu bir partinin yapısının değişmesiyle, katı maddelerdeki moleküllerin harekete geçmesi sonucu maddenin yapısında meydana gelen değişim arasında bir paralellik mevcut mudur? Cep telefonunun sağladığı sürekli iletişim sayesinde bir partiden diğerine yaşanan akış ile buzun suya dönüşmesi arasında gözlenen benzerlik bir rastlantı mıdır?

Trimper ve Brandau bir bilgisayar simülasyonu oluştururlar. Bu simülasyona aynı gece 10 ayrı partiye giden 1000 kişiyi yerleştirir, ellerine de birer cep telefonu verirler. Bu kişilerin yabancılarla kaynaşma dereceleri de farklı farklıdır. Canayakından kendini beğenmiş burnu havadalara kadar bir skalaya yayılırlar. Bu 1000 kişi arasında aynı kliklere mensup kaç kişinin bulunduğu önemli rol oynar. Sonra herkes diğer bir partideki arkadaşını aramaya başlar. Oluşturulan modele göre, klik faktörü düşük olduğu takdirde, ne kadar yer değiştirme olursa olsun, bütün partilerde dağılım aşağı yukarı eşitleniyor. Ancak sosyal bağları güçlü bireylerin yer değiştirmeye başlaması sonucu kritik bir değere ulaşılıyor ve sonunda tek bir partide yığılma meydana geliyor.

Parti analizi yapan iki profesör sanal ortamda arkadaşlık derecelerine göre matematik modelleri oluşturmuşlar ama, ne yazık ki o 14 sayfalık çalışmada şu klik faktörünün nasıl anlaşılacağına açıklık getirememişler. Yani birilerini partiye davet ederken, onların ortamı terk edip etmeyeceklerini bilmenin bir formülü yok. Bu nedenle Prof. Trimper, New Scientist dergisinde şu tavsiyede bulunuyor:

"Konuklarınız geldiği zaman sadece ceketlerini değil, cep telefonlarını da alın."
Yazının Devamını Oku

Patlamış mısırdan arındırılmış sinema hayal mi?

14 Ocak 2006
Sinema salonu ekonomisi artık tamamen mısır-kola-mısır döngüsüne dayanıyor. Amerikalı sinema işletmecilerine göre mısıra ekstra tuz eklemek, böylelikle seyirciyi daha fazla kola içmeye sevk etmek ve sinema koltuklarına bardak çıkıntısı eklemek, sesli sinema kadar önemli icatlar. Salon sahiplerinin, stüdyolarla bazı seyircilerin sinirini bozan başka buluşları da var.

Kızımla artık sinemaya gitmiyoruz. Daha doğrusu gidemiyoruz. Çünkü, sinemaya gitmeme davranışı, özgür irademizle aldığımız bir karara dayanmıyor. Patlamış mısırları kıtlıktan çıkmış gibi ağızlarına tıkanların çıkardığı sese tahammül edemediğimiz için gidemiyoruz.

Sırma’nın mısır sesine karşı geliştirdiği obsesyon benimkini aşıyor ama, kavgalara beraber giriyoruz. Hemen iki koltuk ötemizde, patlamış mısırla boğuşan bir kadına "yavaş ye" diye bağırdığı ve kadının yanındaki kadının üzerime frigosunu attığı (ve benim de aynen geri fırlattığım) günden beri sinema salonlarına ayak basmış değiliz. Evde DVD seyretmekle yetiniyoruz.

Aynı sigarasız alanlar gibi, patlamış mısırdan arındırılmış tampon sinemalar oluşturulmasını bekliyoruz.

Ancak, Hollywood kökenli sinema ekonomisinin perde arkası, tampon bölge fikrinin tamamen bir ütopya olduğunu gösteriyor. "The Big Picture: The New Logic of Money and Power in Hollywood" adlı kitabın yazarı Edward Jay Epstein, sinema salonu ekonomisinin artık tamamen mısır-kola-mısır döngüsüne dayandığını yazıyor. Sinema salonlarını besleyen kanal, artık filmin kendisi değil. Salonlar biletten sağlanan gelirle değil, patlamış mısır ve kola satışlarıyla dönüyor.

O kadar ki, bir sinema işletmecisi koltuklara eklenen "kola koyma uzantısı"nı sesin icadından bu yana en büyük teknolojik buluş olarak tanımlıyor. Çünkü böylelikle sinemasever, kolasını koltuğunda bırakıp yeniden mısır almaya gidebiliyor. İnsanları daha fazla kola içmeye sevketmek için, mısıra ekstra tuz eklemeyi de dahiyane bir fikir sayıyor. Mısır-kola-mısır döngüsü böyle yürüyor.

MISIR SUSATINCA KOLA SU GİBİ AKIYOR

Bugünün sinema salonları artık üç ayrı iş alanında faaliyet gösteriyor.

Öncelikle, mısır ve kola ile diğer eğlencelikleri piyasadaki fiyattan kat kat pahalı satarak fast-food işi yapıyor ve bütün kárı, stüdyoya koklatmadan, olduğu gibi cebe indiriyorlar. Satılan her 1 dolarlık patlamış mısırdan 90 cent kár ediyorlar. Mısır aşırı derecede susattığı için yine yüksek kár marjı olan bir ürün devreye giriyor; kola.

Bizim sinemalardaki mısır yiyiciler, elindeki bittiğinde yenisini almak için antraktı bekler ya, ABD’de film arası verilmediğinden, mısır geliş gidişleri seans esnasında vuku buluyor. İşte bu nedenle sinema sahipleri, çok karmaşık entrikaları olan filmlerden pek hazzetmiyor; çünkü bu takdirde seyirciler koltuklara mıhlanıp mısır almaya gitmiyorlar. Salon sahipleri, fikir bazında komplo düzeyi düşük, bol aksiyon ve gürültülü filmleri ve yerinde duramayan, hareketli seyircileri tercih ediyor.

ÇOK SALONLA MAKİNİSTTEN TASARRUF

Sinema salonlarının faaliyet gösterdiği ikinci alan tabii ki film gösterimi. Gişe geliri stüdyolarla yarı yarıya paylaşılıyor. Ancak bu iş, mısır patlatmaya benzemiyor. Maliyeti çok yüksek. Yer göstericiden temizlik elemanlarına, projeksiyoncudan -ya da makinist diyelim- düzenli olarak değiştirilmesi gereken projeksiyon lambalarına, gösterinin devam etmesi için gerekli bütün harcamalar salon sahibinin cebinden çıkıyor. Tabii onlar da maliyeti düşürmek için bazı yollara başvuruyor. Örneğin her biri 1000 dolardan fazla olan projeksiyon ampullerini yeterince sık değiştirmiyorlar. Böylece perdedeki görüntü giderek matlaşıyor.

Sonra, her salonda oynayan film için ayrı makinist gerekiyor. Ancak sekiz salonu bulunan bir multipleks, tek makinist istihdam edip yedi kişiye daha ücret ödemekten kurtuluyor. O tek makinistin bir projeksiyon odasından diğerine koşup sekiz filmi birden idare etmesinin bazı bedelleri var. Makinist bir filmle ilgilenirken, diğer odadaki makara sıkıştığı takdirde lambanın filmi yakması gibi bir risk söz konusu. Bu nedenle makinistler, makarayla lamba arasındaki mesafeyi hafifçe açıyor. Ancak bu da filmin odağının kaymasına ve perdedeki görüntü kalitesinin bozulmasına yol açıyor.

Sinemaların üçüncü faaliyet alanı ise reklam işi. ABD’de 2004 yılında sinemalara verilen reklam hacmi 374 milyon dolar. Hemen hiç maliyeti olmadığı için, işin bu kısmına bayılan salon sahipleri, volümü sonuna kadar açarak seyircinin dikkatini çekmeye çalışıyorlar. Film stüdyoları ise durumdan şikayetçi. Çünkü sinema salonları, stüdyonun ürünü sayesinde reklam alıp para kazandığı gibi, reklamlara yer açmak için "gelecek program"lara ayrılan zamandan çalıyor. Fragmanlar bedava reklama girdiğinden, bunlara ayrılan zaman tamamen sinemanın iyi niyetine bağlı.

AMERİKALI NEDEN SİNEMADAN UZAKLAŞIYOR

Sinema salonu sahipleri, reklam işinin tıkırında yürümesi için filmlerin 128 dakikayı geçmesini de istemiyor. Çünkü film uzadığı takdirde reklama vakit kalmıyor, ya da yeterince reklam girebilmek için akşam seanslarını üçten ikiye indirmek gerekiyor. Seansların üçten ikiye inmesi de mısır-kola-mısır döngüsünün yüzde 33 oranında azalması anlamına geliyor.

Sinema salonları için ticari açıdan en iyi film, mısır ve kolada iyi gişe yapan film. Peki gerçek anlamda gişeler ne durumda? DVD’ler, korsan filmler, geniş ekranlı plazma TV’ler, iPod’lar ve yüksek bilet fiyatları yüzünden ABD’de sinema salonları giderek seyirci kaybediyor. Hollywood geçen yıl ABD çapında 1,4 milyar bilet sattı. Bu da bir önceki yıla oranla yüzde 7’lik düşüş anlamına geliyor. Toplam 8,945 milyar dolarlık gişe geliri de bir önceki yıla göre yüzde 5,2 oranında geride. Aslında bilet fiyatları zamlanmasa fark daha fazla olacaktı.

Amerikalının sinemadan uzaklaşmasının nedenleri ise şöyle sıralanıyor: Öncelikle bilet fiyatları pahalı geliyor. Ortalama 6 dolar olan bilet fiyatları, New York, Los Angeles ve Washington gibi büyük kentlerde yetişkinler için 10 dolar. USA Today’in yaptığı bir araştırmaya göre özellikle yetişkinler sinema ortamındaki kaba davranışlardan fena halde rahatsız oluyor; varil kadar büyük kutulardan yüksek volümde mısır yiyenler, bardağın dibinde kalan kolayı kamıştan höpürdeterek çekenler, cep telefonu çaldığı gibi bir de çağrıya cevap verenler, kendi aralarında yüksek sesle konuşanlar, 20 dakikayı bulabilen reklamlar... Ayrıca bilet fiyatını yüksek, filmleri kötü bulanlar ve eskisi kadar büyük yıldızlar bulunmamasından şikayet edenler var.

Ancak her şeye rağmen büyük perdenin büyüsünden vazgeçemeyen milyonlarca insan var.
Yazının Devamını Oku

Sakın borudan gaz çalmayın, çok tehlikeli

7 Ocak 2006
Rusya ile Ukrayna arasındaki gaz kavgasının anahtar sözcüklerinden biri şuydu: Çalmak. Parada anlaşamadığı için gazı kesilen Ukrayna, Türkiye ve Avrupa’ya giden transit borudan gaz çalarsa... Bu ihtimal alarm verilmesine yol açtı. Peki borudan gaz nasıl çalınır? Gayet basit. Valfı açar, gazı alırsınız. Tabii eğer devletin resmi gaz şirketiyseniz. Şahıslar için gaz çalmak dünyanın en tehlikeli hırsızlığı. Petrol boru hattından yakıt çalmak ise daha kolay. Boruya deliği açar, musluğunu takar kendi malın gibi kullanırsın. Ancak dikkat edilecek bir husus var; boruya zarar vermemek için musluk açarken mutlaka lastik çekiç kullanmak gerekiyor.

Kondulara elektrik çekmek uzmanlık alanımıza giriyor da, boru hattından doğalgaz çalma vakamız var mı, bilmiyorum. Dünyanın en tehlikeli hırsızlığı olsa da, böyle bir fenomen mevcut. Mesela Çin’de aynı petrol boru hattından olduğu gibi gaz hatlarından da hırsızlık yapılıyor./images/100/0x0/55eaef16f018fbb8f8a01135

Borudan yakıt hırsızlığı alanında Ukrayna, devleti ve milletiyle işin uzmanı.

Malum, geçen haftaki doğalgaz krizi sırasında, Moskova tarafından gazı kısıtlanan Ukrayna’nın transit gazı çalacağından çok endişe edildi. Neyse ki sonunda anlaşmaya vardılar.

Rusya doğalgaz piyasasına hükmediyor, ancak bir başka ülke transit borudan gaz çaldığı takdirde, Moskova’nın yapabileceği bir şey yok. Valfı açan gazı alıyor. Ukrayna, Rusya’dan alım yaptığı için, Gazprom’un boru hattına girebilecek altyapıya sahip. Moskova ise komşusunu, "Parasını ödediğin gazdan daha fazlasını çekiyorsun" diyerek hırsızlıkla suçlamaktan ileri gidemiyor. 2001 yılında Rus Gazprom şirketi, fazladan çekilen 1 milyar m3 gazın parasını tahsil edebilmek için dava açtı. Ukrayna ise gazı aldığını kabullenmekle birlikte, "çalmadığını", çekilen miktarın hesaba dahil olduğunu iddia etti.

PETROL HATTINDA 150 MUSLUK

Borudan yakıt çalmak için devletin resmi kurumu olmak gerekmiyor. Bireysel bazda hortumculuk da mümkün. 2004’ün ilk birkaç ayı içinde Ukrayna polisi, ülkenin petrol dağıtım şebekesinde tam 150 delik tespit etmişti. Delik dediysek, her birine musluk takılmış delikler. Kilometrelerce borunun her noktasına muhafız dikme imkanı olmadığı için, hatlarda kontrol dışı her bölge bu işe müsait. Önce hatta matkapla giriliyor, delinmesine ramak kala lastik çekiç devreye giriyor. Boruyu zedelemeden deliği açıyor, musluğu yerleştiriyor, bir tanker getirip hortumu musluğa takıyorlar. Bütün işlem 20 dakika kadar sürüyor.

Bu işlemin gaz versiyonu da mümkün. Ancak tabii ki gazın sevkıyatı, petrol kadar basit değil. Sayfadaki fotoğrafta, Çin işi çalıntı gaz sevkıyatının nasıl yapıldığını görüyorsunuz. Üç tekerlekli bisikletin arkasında şişme nesneyle. Üstelik her an patlama tehlikesi bulunan bu iş çocuklara yaptırılıyor. Çin’in orta kesimlerindeki Pucheng kenti ahalisi, bölgedeki doğalgaz sahasına dadanmış, gaz çalmak artık rutine binmiş.

Ancak bırakın gazı bu yöntemle çalmayı, bedava doğalgaz kullanmak için saatle oynamak bile tehlikeli bir eylem. ABD’de bu yolla doğalgaz hırsızlığının cezası beş yıla kadar hapis, ayrıca 5 bin dolar para cezası da kesiliyor.

BORU MÜFETTİŞİ ROBOTLAR

Amerika kıtasında petrol ve doğalgaz boru hatlarından hırsızlığa pek rastlanmıyor. Çünkü donanımın büyük bölümü yerin en az bir buçuk metre altında. Bununla birlikte yerin üstünde boylu boyunca uzanan kontrolsüz hatlar da mevcut. Ancak bu bölgeler, "pig" adı verilen ve hat boyunca teftiş görevi yapan robotlar tarafından gözlem altında tutuluyor.

Geçmiş dönemlerde ABD’de inanılmaz derecede sofistike yöntemlerle gerçekleştirilen hırsızlık vakaları meydana geldi. 1980’li yıllarda California’da bir çete, yerin altındaki boru hattına paralel bir boru hattı tesisatı döşeyerek, tam üç yıl boyunca 40 bin ton ham petrolü hortumladı. Petrol şirketi, boru hattındaki basıncın neden sürekli olarak düştüğünü ancak bu sürenin sonunda, ikinci boru hattını ortaya çıkarınca keşfedebildi.

Ancak boru hattı hırsızlıkları hiçbir ülkede Nijerya’daki boyuta ulaşamıyor. Dünyanın 11’inci büyük ihracatçısı olan ve günde 2,4 milyon varil petrol çıkaran Nijerya’da çalınan ham petrolün miktarı günde 100 bin varili bulabiliyor. Ülkenin bir numaralı petrol şirketi olan Shell, çalınan miktar 20 bin varile düştüğü zaman seviniyor.

Üstelik Nijerya’da çeteler tarafından yürütülen petrol hırsızlığı çok da kanlı geçiyor. Daha geçen 1 Ocak’ta Nijer Deltası’ndaki boru hattında bir çeteyi iş üstünde yakalayan Nijerya ordusu olaya müdahale ederek 12 hırsızı öldürdü ve dört tanker dolusu çalıntı petrolü kurtardı.

Ama, o günlük kurtardı. Uzaydan uyduyla bile gözetlenen petrol boru hattındaki hırsızlıkların bitmesini kimse beklemiyor. Çünkü büyük bir petrol zenginliğinin üzerinde oturmalarına rağmen açlık ve sefalet içinde yaşayan Nijer Deltası’nın 20 milyonluk ahalisinin petrolü çalmaktan başka çaresi bulunmuyor.
Yazının Devamını Oku