Ayşe Özek Karasu

FB kanaryayı atıp hindiyi takım sembolü yapsın

29 Nisan 2006
Hayvansever bir Galatasaraylı olarak hindili bindili sloganlarda bir sakınca görmüyorum; ancak hindinin gururuyla oynanmasına şiddetle itiraz ediyorum. Evrensel Hayvan Hakları Bildirgesi’ne göre hayvanlar, insanlarla paylaştıkları bu gezegende sadece yaşam hakkına değil, aynı zamanda "onurlu" yaşam hakkına da sahipler. O hindinin Saracoğlu’nda maruz kaldığı muamele ise tamamen gurur kırıcıdır ve şiddet içermektedir. Ancak hayvan hakları ihlalini bütünüyle Fener’in üzerine de yıkmak istemeyiz tabii. Aynı bildirgeye göre hayvanların acısız ve korku yaratmadan öldürülmesi gerekir ki, kuş gribi yüzünden zavallı tavukları yakarken bu ilkeyi topluca çiğnedik.

Hakkı Devrim beni affetsin, hayvanın ölüsüne "leş" demeye dilim varmıyor. Bunu neden söylüyorum?

15 Ekim 1978’de Paris’teki UNESCO Merkezi’nde ilan edilen Evrensel Hayvan Hakları Bildirgesi "Ölü hayvana saygı gösterilmelidir" diyor da ondan. Ölü hayvandan "leş" diye söz edemeyeceğim için de, peşinen özrümü diliyorum.

Sokak hayvanlarının zehirlenerek ortalık yerde bırakılmasını, ölülerin itilip kakılmasını yasaklayan bu bildirge doğal olarak hayvanların yaşam hakkını da güvence altına alıyor.

"Sinir sistemi" olan bütün hayvanlar biyolojik denge kavramı içinde insanlarla eşit biçimde var olma hakkına sahip kılınıyor. Ve hayvanlar sadece var olmayı değil, onurlu biçimde var olmayı da hak ediyor.

Bildirgenin 2. maddesi "Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir" diyor.

5. maddesinin 4. bendine göre de "Hayvanları içeren sergi, gösteri ve filmlerde hayvanların onuruna saygı gösterilmesi ve hiçbir şekilde şiddete meydan verilmemesi gerekiyor."

Fenerliler, Galatasaray derbisini "hayvan içeren bir gösteriye" dönüştürdüklerine göre hindinin onuruna saygı göstermek zorundaydılar. Hindinin binlerce kişi önünde düştüğü durum gurur kırıcıdır. Hayvana saygı kuralı hiçe sayılmıştır.

Hindinin kanatlarından tutulmak suretiyle sahada dolaştırılması da şiddet kapsamına girer. İnsan ve hayvanı, biyolojik denge kavramı içinde eşit varlıklar kabul ettiğimize; ve hiçbir Fenerli de bacaklarından kavranıp kepaze edilmeyi kabullenmeyeceğine göre bu hareket yanlıştır. Israr ediyorum, Fenerli hayvanseverler de bu hareketi kınamalıdır.

1989 yılında Hayvan Hakları Birliği tarafından tekrar düzenlenerek 1990 yılında uluslararası kamuoyuna açıklanan bildirgenin felsefesi, modern bilimin biyolojik etik kurallarına dayanır. Evrensel olarak bütün insan ırklarıyla birlikte bütün hayvan türleri de eşittir.

İnsanoğlu kendi haklarını evrensel bir beyannameyle (10 Aralık 1948) güvence altına alırken, bu gezegeni tek başına sahiplenemeyeceği ve "yaşam hakkı" da kendi tekelinde olmadığından, hayvan haklarını benzer kurallara bağlamıştır. Bütün canlıların ortak bir kökeni olduğuna göre, insanoğlu yaşamı diğer canlılarla eşit olarak paylaşmak durumundadır. Balıklar, kuşlar, memeliler, böcekler ve hatta bitkilerle...

Bazı ülkeler evrensel bildiriyi bir adım öteye taşıyıp hayvanları birey olarak kabul ettiler. Örneğin İsviçre’de 1992 yılında meclisten geçen yasaya göre hayvanlar felsefi anlamda "şey" değil, birer "varlık" kabul ediliyor. Almanya’da ise 2002 yılında anayasanın insan haklarıyla ilgili maddesine "ve hayvanların" diye bir ilave yapıldı. Buna göre devlet insanların "ve hayvanların" onurunu korumak ve onlara saygı göstermek zorunda.

GENETİK BİLİMİ, HİNDİ CİNSELLİĞİNİ BİTİRDİ

Kısacası Hayvan Hakları Bildirgesi, insanoğlunun evrenle uyumlu bir ilişki kurmasına yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır.

Saracoğlu’nda hindiye yapılan muamele ile ne yazık ki, bu uyumun yakalanamadığını göstermektedir.

Bu arada "hindinin binmesinden" kasıt, hayvanın cinsel gücüne gönderme yapmak ise, o konuda da bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Eskişehirsporlu Amigo Orhan "Bir baba hindi ... bindi" sloganını çıkardığından bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Hindiler, Amigo Orhan döneminin hindileri değil artık.

Genetik bilimi maalesef hindinin gücünü tüketmiş bulunuyor. Gen teknolojisindeki ilerlemelerle birlikte eti daha sulu ve lezzetli olsun, göğsü şöyle dolgun ve beyaz olsun diye hayvanla hayli oynandı ve üç temel ırkı olan hindiden alt türler yaratıldı. Kırk yıldır devam eden genetik seleksiyon sonucu hindiler irileşti. Göğüsleri haddinden fazla gelişen hindiler artık çiftleşmek için pozisyon alamaz hale geldiler. Hatta iri butlu olduğu için ayakta duramayan hindiler de var. İşte bu yüzden sadece yabani hindiler düzenli olarak üreyebiliyor. Kümes ortamında ise erkeğin spermi sağılıp sulandırılarak dişinin yumurta kanalına enjekte ediliyor. Bugün çiftlik ortamında 10 hindiden sadece biri doğal yollardan üreyebilecek fiziksel yapıya sahip.

İşte bu yüzden "Bir baba hindi ..." artık pratikte geçerliliğini yitirmiş, işlevsiz bir slogan.

EVRENSEL HAYVAN HAKLARI  BİLDİRGESİ’NDEN SEÇMELER

Şehirde yaşayanlar için davranış kılavuzu:

 Bütün hayvanlar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. 

Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. 

Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimce davranışlarda bulunulamaz. 

Eğer bir hayvanın öldürülmesi gerekiyorsa, bu bir anda, acısız ve korku yaratmaksızın yapılmalıdır. Ölü bir hayvana saygıyla davranılmalıdır. 

Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hiçbir koşul atında terk edilemez veya adil olmayan bir şekilde öldürülemezler. Hayvanları içeren sergiler, gösteriler ve filmler hayvanların onuruna saygı göstermek zorunda olup hiçbir şekilde şiddet içeremezler.

Amerika’nın sembolü olabilirdi

Hindi aslında Amerika’nın resmi kuşu olacaktı. 1776’da Bağımsızlık Bildirgesi’nin yayınlanmasından sonra ABD’nin kurucularından Benjamin Franklin, kıtanın yerlisi olan hindiyi sembol olarak önermiş, ancak bu unvan kel kartala kaptırılmıştı. Amerikalılar 19’uncu yüzyıldan beri her yıl Şükran Günü’nde hindi pişirip, hayvana yiyerek tapınıyorlar. Ve geleneksel olarak her Şükran Günü’nden önce ABD başkanı, Beyaz Saray’da düzenlenen törenle bir hindinin hayatını bağışlıyor.
Yazının Devamını Oku

Arap kadını seksi, Türk kadınından daha mı çok seviyor, yoksa sekste Arap erkeği Türk erkeğinden daha mı başarılı

22 Nisan 2006
Geçen hafta şu korkunç gerçekle yüzleştik: Seksten hoşlanan Türk kadınlarının oranı yüzde 25. Ortadoğu genelinde ise kadınların zevk alma oranı yüzde 37’ye çıkıyor. Bu haber geçen perşembe Hürriyet’in birinci sayfasında, "Arap kadını seksi, Türk kadınından daha çok seviyor" başlığıyla verildi. Peki araştırma sonuçlarına bakıp haberi verirken, "Sekste Arap erkeği Türk erkeğinden daha başarılı" başlığı atabilir miydik? Evet, haber rahatlıkla böyle verilebilirdi ama böyle bir başlık olsa olsa "çirkin feministlerin" kötü bir şakası olurdu! Ve zaten araştırma Türkiye’yi "erkek merkezli cinsel rejimler" kategorisine dahil etmişti. Bu başlıkta da erkek merkezli olmayan bakış açısı, seksi seviyorum diyen kadınların oranının ikiye, üçe katlanması kadar uzak bir hayaldi!

Haberi ilk gördüğümüzde Türk kadını ile erkeği arasındaki cinsel uçurum yüzünden çarpıldık. Erkeklerin yüzde 51’i "seks iyidir" derken, kadınların ancak yüzde 25’i cinselliğe "iyi" sıfatını yakıştırıyordu. Yani yaptığı seksi iyi bulan erkeklerin yarısı tek taraflı bir faaliyet içindeydi.

Ünlü Viagra’nın mucidi Pfizer firmasının finanse ettiği Chicago Üniversitesi araştırması 29 ülkede 27 bin 500 kadın ve erkek üzerinde yapılmıştı. Ve 40 yaş üstünü hedef aldığı için de türünün ilk örneğiydi. Bu önemli araştırmayla ilgili haber Hürriyet’in birinci sayfasında yerini buldu: "Arap kadını seksi, Türk kadınından çok seviyor." Çünkü Ortadoğu genelinde kadınların yüzde 37’si sekse "iyidir" demişti. Peki, Türk erkeklerinin yüzde 51’i seksi severken, Türk kadını neden geride kalıyordu? Nankör müydü? Soğuk muydu? Vajinismusu mu vardı? Neydi?/images/100/0x0/55eb4b18f018fbb8f8b7e340

Şimdi hem Pfizer araştırması ışığında, hem de konuyla ilgili diğer çalışmaları dikkate alarak Türk kadınındaki bu acayip durumun analizini yapalım.

1- KAFAN BATILI OLACAK

Bir kere, Chicago Üniversitesi araştırmasına göre cinsellikten zevk alabilmek için ille de gelişmiş, Batılı bir ülkede yaşamak gerekiyor. Kadın-erkek eşitliğinin ileri derecede olduğu bu ülkelerde her iki cinsin de seksten zevk alma oranı daha yüksek. Bu ülkeler de sırasıyla Avusturya, ABD, İspanya, Kanada ve Fransa oluyor. Sadece birinci ülkenin rakamlarını vereyim: Avusturya’da erkeklerin yüzde 80’i, kadınların ise yüzde 63’ü "seks iyidir" diyor.

2- ERKEK MERKEZLİ OLMAYACAKSIN

Kadın ve erkeğin seksi sevmesi için "gelişmiş ülke" kriteri yeterli değil. O ülkeye hakim kültürün çok fazla erkek merkezli olmaması gerekiyor. İşte bu yüzden Japonya’nın erkek egemen kültürü şu faciayı ortaya çıkarıyor: Erkeklerin yüzde 18’i, kadınların ise yüzde 10’u seksten hazzediyor. Türkiye bu araştırmada "Ortadoğu" kapsamında ve "erkek merkezli cinsel rejimler" arasında değerlendirilmiş.

Kadınların baskı altında tutulduğu, kadın cinselliğinin hiç önemsenmediği bu ülkelerde doğal olarak kadınların libido görüntüsü de düşük çıkıyor. Bu ülkeler de Asya’nın doğusu ve Ortadoğu’da yoğunlaşmış bulunuyor.

Kimse Türkiye’ye önyargılı davranıldığını düşünmesin, çünkü İtalya da erkek tarafı baskın ülkeler arasında. Mısır ve Cezayir gibi.

Ayrıca Türk kadınındaki bu hal ve gidişin Müslümanlıkla da ilgisi yok. Çünkü çoğunluğu Müslüman olan Malezya’da seksi seven kadınların oranı kapı gibi: Yüzde 50. Erkeklerinki de yüzde 46.

3- KADIN BEYNİYLE SEVİŞİYOR

Şimdi burada erkeklerin ille de cinselliklerinde kusur aramaları gerekmiyor. Çünkü Pfizer’ın sekiz yıl boyunca 3 bin kadın üzerinde yaptığı bir başka araştırmaya göre kadının cinsel uyarı alamaması, ya da tatmin olamaması, erkeklerinki gibi cinsel organ merkezli değil; beyin odaklı. Pfizer’ın araştırmacıları sekiz yıllık uğraştan sonra kadının en esaslı cinsel organının "beyin" olduğuna karar verdiler. İşte bu yüzden de erkeklerin mucize hapı Viagra’nın kadınlarda işe yaramayacağını anladılar ve kadının beynindeki kimyasallarını harekete geçirip sevişme isteği yaratacak ilacı geliştirmek üzere çalışmalarını başka yöne kaydırdılar.

Bu araştırmada baktılar ki, erkek çıplak kadın gördüğünde erekte oluyor. Eğer erekte olamıyorsa Viagra sayesinde kan akışı hızlanıyor ve sorun çözülüyor. Kadının cinsel tepki vermesi ise sadece erkek bedeniyle ilintili değil. Bedensel, duygusal ve ilişkinin seyriyle ilgili faktörler de cinsel uyanışta devreye giriyor.

4- SİGARA ERKEĞİ BOZUYOR

Chicago Üniversitesi’nin yaptığı araştırmada kurul üyesi olan Prof.Dr. Ferruh Şimşek’in Türk insanındaki cinsel işlev bozukluklarıyla ilgili önceki çalışmalarını da araştırdım.

Şimşek’e göre Türk erkeklerinde en çok sertleşme bozukluğu görülüyor. 40 yaşın üstündeki erkeklerde bu sorundan mustarip olanların oranı yüzde 60. Yani son araştırmada hedef kitle olan 40 yaş üstü erkekler! Üstelik yaş arttıkça oran da artıyor. Bu da ağır sigara içici bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor. İlaç, alkol kullanımı ve depresyon da sertleşme bozukluğuna yol açabiliyor. Prof. Dr. Şimşek Türkiye’deki erken boşalma probleminin de, ABD ve İngiltere’ye göre daha yüksek oranda olduğunu söylüyor. Bu da kültürel farklılıklardan kaynaklanıyor.

5- DERECE 3.7 DAKİKA

Türk erkeklerinin de dahil edildiği global araştırma çok. Mesela bir tanesinde Türk erkeklerinin adı en çabuk boşalanlar hanesinde yazılı. Hollanda, İspanya, Türkiye, İngiltere ve ABD’de yapılan bu araştırmada, ilişkileri en azından altı aydır devam eden 70-130 çift denek olarak alınıyor ve kronometre işliyor. Türk erkekleri 3.7 dakika ile en düşük performansı tutturuyor; İngilizler ise 7.6 dakika ile birinci geliyor. Bu araştırmaya dahil edilmedikleri için Araplarınki bilinmiyor.

Uçan sincapların seks hayatı

Chicago Üniversitesi-Pfizer araştırmasında seksten iyi not alan ilk beş ülke arasında yer alan Kanada kadın-erkek cinselliğinde bütün sorunlarını çözmüş olmalı ki, bu ülkede şimdi uçan sincapların seks hayatı araştırılıyor. Ontario eyaletindeki bir üniversitede yapılan "global ısınmanın uçan sincapların çiftleşme alışkanlıkları üzerindeki etkisi" başlıklı çalışma için yerel yönetim 150 bin dolarlık ödenek sağlamış. Ancak eyalet meclisindeki muhafazakar kesim, vatandaşın ödediği vergilerin böyle sudan bir araştırma için çarçur edilmesine şiddetle karşı çıkıyor. Hatta içlerinden biri "Sincapları bırakın, hemşirelere zam yapın" diyor. Araştırmayı yöneten ekolog Dr. Albrecht Schulte-Hostedde ise bu itirazlar karşısında şok geçirdiğini, kendisinin ciddi bir çalışma içinde olduğunu söylüyor. Doğal yaşamın, çevredeki değişimlere nasıl uyum sağladığını araştıran ekolog, sincaplardan sonra sineklerin seks hayatını inceleyecekmiş.
Yazının Devamını Oku

Anti-suşi araştırmasını kim finanse ediyor

15 Nisan 2006
Suşi pahalı bir yemek. Daha bir süre pahalı olmaya da devam edecek. Japonlar, suşinin acele bir şekilde atıştırılmasına ifrit olsa da, suşi ve avanesinin (saşimi vs.) 21. yüzyılın fast food’u olacağını söyleyenler var. Bu yönde zincirleşme çalışmaları devam ediyor. Mesela İngiltere merkezli Yo!Sushi, Amerika’da ilk etapta 300 restoran açarak genişleme hamlesine hazırlanıyor. Potansiyel hesabıyla hedeflenen rakam ise inanılmaz: 4 bin 500 lokanta. Markası lazım değil, fast food diye tıkınılan her şey obezite faili; pirinç ve çiğ balık hammaddeli suşi ise daha lezzetli, diri ve sağlıklı. Ancak ABD ve İngiltere’de yapılan araştırmalar öyle demiyor. Çiğ balık yiyenlerin azar azar zehirlenerek ölüme doğru sürüklendiğini iddia ediyorlar. Suşiciler tam zincirlenmeye hazırlanırken, bu araştırmayı kim finanse ediyor diye merak ediyor insan doğal olarak.

Madem suşi sanıldığı gibi sağlıklı değil, o halde nasıl oluyor da Japonlar bin yaşına kadar yaşıyor, Tokyo Hükümeti bu kadar insanı daracık adanın neresine sıkıştıracağız diye düşünüyor?

Suşinin hamburgerden daha musibet bir yemek olduğu iddia edildiğine göre, insanın aklına hemen bu soru geliyor.

Bilim de cevabını veriyor: "Siz Japonlara bakmayın, onların genetiği farklı. Onlar uzun yaşamaya programlanmış. Yediklerinden içtiklerinden değil. Suşi yiyerek uzun yaşamayı beklemeyin."

Bu cevap ciddi.

Hatta New York’taki Albany Üniversitesi’nden Prof. David Carpenter daha da ileri giderek şu iddiada bulunuyor: Yılda bir seferden fazla somonlu suşi yerseniz, kanser riskini artırmış olursunuz.

Londra’daki City Üniversitesi ile ABD’deki Cornell, Albany ve Indiana üniversitelerindeki araştırma ekipleri, Japon olmayanlar arasında giderek artan suşi tüketimini dikkate alarak yemeğin terkibini iyice incelemişler. 20’li ve 30’lu yaşlardakilerin çabuk yemek konseptine giren suşinin inanılmaz tehlikeleri konusunda şu uyarılarda bulunuyorlar. Bir kere insanı formda tutacak bir yiyecek değil, yağı ve tuzuyla feci kalori içeriyor. Pişirilmiş yengeç etine sarılmış, suşi pirinci, avokado ve mayonezden oluşan tek bir California roll’da 400 kalori ve 2 gram tuz var. Sonra bir dizi kimyasal, ağır metal ve zararlı ilacını barındırıyor ki, bunlar zekanın gerilemesine, doğurganlığın azalmasına ve hatta kansere yol açıyor. Ayrıca suşi tüketiminin artması, birçok balık türünün de soyunu tehdit ediyor.

Yani suşi yiyerek sağlıklı beslendiğini zannedenler aslında kendini zehirliyor. Londra’daki City Üniversitesi’nden Prof. Tim Lang, "Suşi İngilizlerin ulusal yemek kültürüne dahil olmaya başladığı için tehlike büyük" diyor. Özellikle Akdeniz’in kirli sularından gelen ton balığını, somonu çiğ yemek çok riskli. Ton balıklarındaki parazitler bağırsak problemlerine; alerjik reaksiyona yol açabiliyor. Dioksin gibi endüstriyel atıklar, cıva ve zararlı ilaçlar deniz suyundan somon ve ton balığına geçiyor. Bunlar insan vücudundan yıllarca atılamıyor, bağışıklık sistemini zayıflatıyor ve kanser için zemin hazırlıyor.

Dünyanın çeşitli denizlerinden alınan somon örneklerinde rastlanan zehirler, erkeklerde sperm sayısını düşürüyor, anormal doğumları artırıyor, testis ve meme kanserine yol açıyor. Ayrıca cinsiyeti de etkiliyor; erkek çocuklarını daha kadınsı, kız çocuklarını daha erkeksi yapıyor ki, bunun da ileri yıllarda cinsel tercihte sapmalara neden olabileceği söyleniyor.

DOĞAYA ÇIKAN FATURA

Peki ya balıkların içerdiği Omega 3 yağ asidi? Amerikan üniversitelerindeki araştırmacılara göre bunun yararına da aldırmamak gerekiyor, balıklarda cıvanın en öldürücü türüne rastladıkları için Omega 3’ün faydası eksik kalsın diyorlar.

İnsanların suşi aşkının doğaya çıkardığı bir fatura da var. Her yıl binlerce yunus, deniz kaplumbağası, köpekbalığı ve bilumum deniz kuşu, ton balığı avlamak için atılan ağlara takılıp heba oluyor. Ton balıklarının birçok türü de tükenme tehlikesiyle karşı karşıya.

Somon çiftlikleri de çevre sorunu yaratıyor. Çiftliklerin kimyasal atıkları denizlere karışıyor, somonları yemlemek için kullanılan küçük balıklar azaldıkça, denizlerdeki morina, ringa ve uskumrular açlığa mahkûm oluyor.

İşte bütün bu nedenlerle araştırmacılar suşi aşkının çok ama çok pahalıya mal olan bir zevk olduğu konusunda birleşiyorlar.

Peki suşi cephesinde neler oluyor?

Suşi’nin globalleşmesi, Yoşiaki Şiraişi’nin konveyör bant sistemli ilk lokantası Genroku Suşi’yi 1958 yılında açmasıyla başlıyor. Osaka’da işlettiği suşi barda müşteriye daha hızlı hizmetin formülünü ararken, bira fabrikasında gördüğü banttan esinlenerek bu sistemi devreye sokan Şiraişi birkaç yıl içinde 240 şube açıyor. Şiraişi, garsonları ortadan kaldırmak amacıyla suşi servisi yapan robot projesinde parasının büyük bölümünü yitirdikten sonra 2001 yılında hayata veda ediyor. Halen Japonya’da 2 bin 700 Genroku şubesi var.

Dönen bant sistemli suşi lokantaları ağır ağır dünyaya yayılmaya başlıyor, Avrupa’ya ise biraz gecikmeli ulaşıyor. Önce Pasifik’te Japonların yaşadığı bölgelere, Güney Amerika ve Avustralya’ya yayılıyor. Japon suşi zinciri Nobu, Lima’dan Buenos Aires’e, Los Angeles’dan Alaska’ya kadar uzanıyor. Şık ve prestijli formattaki Nobu’nun halen 15 restoranı var.

ASLINDA İŞÇİ YEMEĞİYDİ

Ancak Suşi piyasasında geleceğin McDonald’s’ı olmaya en yakın marka Yo!Sushi. İngiliz girişimci Simon Woodroffe, 1997 yılında kurduğu şirketin çoğunluk hissesini 2003 yılında 10 milyon sterline Primary Capital’e sattı. Yo!Sushi’nin İngiltere’de 21 lokantası; Fransa ve Dubai’de de şubeleri var. Yo!Sushi "category killer" denen türde bir şirket. Yani piyasadaki tüm rakiplerini silebilecek kapasitede.

Bantlı sistem sayesinde müşterinin lokantada geçirdiği süre 12 dakikaya kadar düşüyor. Bu arada müşteri ortalama 14 sterlin harcıyor. Bir pizzacıda bu kadar parayı harcamak için iki misli uzun zaman geçirmek gerekiyor. Bant olmadığı zaman ciro yüzde 35 oranında düşüyor.

Şirketin son derece ihtiraslı genişleme planları var. ABD’de ilk aşamada 300 restoran açılacak, 4 bin 500 restoran için potansiyel bulunduğu hesaplanıyor.

Yo!Sushi’nin İngiltere dışındaki zincirinin ilk halkalarını oluşturan Dubai’deki iki restoranı işleten Gourmet Gulf Company önümüzdeki beş yıl içinde, ilk etapta 40 milyon dolarlık bir yatırımla Ortadoğu bölgesinde genişlemeyi planlıyor. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan, Lübnan ve Mısır’da 100 restoran açılacak. Bölgedeki ekonomik büyümeyle birlikte insanlar yiyecek-içeceğe daha fazla para harcamaya başladığı için müthiş bir potansiyel mevcut.

İşte 1824 yılında Japon işçi sınıfı ayaküstü sokak tezgahlarında yesin diye icat edilen suşi zaman içinde evrim geçirip önce lüksleşiyor, sonra da kalori bombası ve kalp düşmanı fast foodlara karşı geleceğin alternatifi olarak yeni bir evrimin eşiğine geliyor.

Tıp alemi ise suşiyi tuzak olarak görüyor.
Yazının Devamını Oku

Kayıp kız çocukları

8 Nisan 2006
Ultrason teknolojisi insanlığın geleceğini tehdit ediyor olabilir mi? Hindistan’da yaşanan trajediye bakılırsa, pekala olabilir. The Lancet tıp dergisi geçen ocak ayında, Hindistan’ın bazı eyaletlerinde ortaya çıkan kadın-erkek nüfusundaki anormal dengesizlikle ilgili bir araştırma yayınladı. Buna göre son 20 yılda ultrasonla cinsiyet tespiti yüzünden 10 milyon kız çocuğu kürtaja kurban gitmişti. Bu kıyım sonucu, ileriki yıllarda daha da keskinleşecek kadın-erkek dengesizliği tüm insanlığı ilgilendiriyor olabilir mi? Amin Maalouf’un bilim-kurgu romanına bakarsanız, olabilir!

Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl, Amin Maalouf’un en bilinen romanı değil ama, en sarsıcılarından biri.

Yeni bulunan bir madde sayesinde Hindistan’ın Bombay kentinde sadece erkek çocukları dünyaya gelmeye başlıyor. Daha sonra maddenin mucidi Üçüncü Dünya ülkelerindeki küçük ilaç şirketlerini satın alıp, ilaç imalatına girişiyor ve piyasaya sürüyor. Hükümetler yaklaşan tehlikeyi umursamıyor. Batı’da bazı bilim çevreleri olayın farkına varsa da, açlık ve kıtlık çeken az gelişmiş ülkeler için bir çeşit aile planlaması olacağını düşünüyorlar.

Ancak o az gelişmiş ülkelerde ayaklanmalar patlak veriyor. Etnik gruplar, soykırım yapıldığı iddiasıyla sağlık ocaklarını basıyor.

Erkeklerin soylarını devam ettirme güdüsüyle bu ilacın Batı’da da kullanıldığı ortaya çıkıyor. Üstelik geri dönüşü de bulunmuyor. Kız çocuk isteyenler, artık kız doğuramıyor. Kadınlar ilaç şirketi aleyhinde dava açmaya başlıyor. Bazı ülkeler ilacı yasaklıyor ve etkilerini ortadan kaldıracak yeni bir ilaç geliştirmek üzere araştırmalar yapılıyor. Kız çocuğu olanlara vergi indirimi uygulanıyor.

Kadınlar değer kazanıyor, ancak onurlu anlamda değil. Kızlar, aşiretlerin en değerli malı haline geliyor, kadın pazarlıklarında kan dökülüyor. Kadınlar kaçırılma ve tecavüz korkusuyla sokağa çıkamıyor. Kız bebekler kaçırılıp satılmasın diye hastane kapılarında polisler nöbet tutuyor.

Soylarının tehlikeye girdiği gören etnik gruplar, hükümetlerle savaşmaya başlıyor. Batılı ülkeler elçiliklerini kapatıyor, yatırımlarını çekiyor. Dünya kuzey ve güney yarıküresiyle zıvanadan çıkıyor, şiddet her yere yayılıyor.

İngiliz tıp dergisi The Lancet, Hindistan’da 20 yıl içinde 10 milyon dişi fetüsün yok edildiğini yazdığında, hemen Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl geldi aklıma. Doğmamış kızların kitleler halinde yok edilişi, romanda da Hindistan’da başlıyordu. Maalouf, romanı 1998’de yayınlamıştı.

Hindistan 1994’te, seçici kürtajlardaki artış nedeniyle ultrasonla cinsiyet tespitini yasaklamıştı. Kürtaj ise serbestti. O günlerde kız bebek katliamının rakamsal verileri yoktu. Toronto Üniversitesi’nden Dr. Prabhat Jha ve ekibinin The Lancet’te yayınlanan araştırmasıyla o rakam da çıktı. Her yıl 500 bin bebek, sırf kız olduğu için doğmadan yok ediliyordu.

Peki nerelerde yok ediliyordu? Tarlada çalıştırmak için erkek çocuklarının tercih edildiği kırsal kesimde mi? Hayır. Onların ultrasondan yararlanma imkanı yok gibiydi. Ultrasonla bebeğin cinsiyetini öğrendikten sonra kürtaja başvuranlar orta ve üst kastlardan, eğitimli ve varlıklı ailelerdi. Yeni Delhi’nin en lüks semtinde her bin erkek çocuğuna 845 kız çocuğu düşüyordu. Ultrasonun devreye girmesinden sonra, 1978-1998 yılları arasında seçici kürtajlar nedeniyle nüfus dengesi 20 yıl içinde altüst olmuştu.

Varlıklı aileler kız çocuk istemiyordu, çünkü Hint geleneklerine göre kızların yüklüce miktarda drahoma sahibi olması, damat tarafındaki her akrabaya pahalı hediyeler verilmesi gerekiyordu. Hatta birçok klinik şu sloganı kullanıyordu: "İleride 100 bin rupi ödeyeceğine, şimdi bin rupi öde."

Daha mütevazı aileler de bir kız çocuk sahibi olduktan sonra ikincisini mutlaka erkek istiyordu. Çünkü kızlar çalışmayacak, evlenip mutfağı boylayacaktı.

The Lancet’teki araştırmanın yazarları şu uyarıda da bulunuyordu: Kadın-erkek nüfusundaki dengenin bozulması sonucu kız kaçırma ve tecavüzler artabilir, kadınların birden fazla erkekle evlendiği bir düzene geçilebilir. Ayrıca başta AIDS olmak üzere cinsel yolla bulaşan hastalıklarda artış olabilir.

Bu gidişi durdurmak için 2002 yılında "Kız Çocuklarını Kurtarma" kampanyası başlatıldı ve Hintli tenis yıldızı Sania Mirza gönüllü elçi oldu. Gazete ve TV’lere ilanlar verildi, ruhsatı olmayan ve gizlice cinsiyet teşhisi yapılan ultrason klinikleri kapatıldı. Ancak her kliniği denetim altında tutmak kolay değil, çünkü sayıları 27 bini buluyor.

Ve ilk kez geçen ay, Anil Sabsani adlı Hintli bir radyolog gizlice cinsiyet teşhisi yaptığı gerekçesiyle asistanıyla birlikte iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu doktor kız bebek bekleyen bir gizli ajan tarafından tuzağa düşürülmüştü. Doktor, cinsiyet tespiti için ilave para aldıktan sonra "Bebeğiniz kız ama, çaresine bakabiliriz" deyince yakayı ele vermişti.

Şimdi aynı yöntemle tuzağa düşürülen üç doktor daha yargı sırasını bekliyor.
Yazının Devamını Oku

B.B. mazide kaldı şimdi J-Lo var ve o kürk giyiyor

1 Nisan 2006
Çok hain bir cümle; "B.B. mazide kaldı, şimdi J-Lo var ve o kürk giyiyor." Bu sözler Yunanlı bir kürkçüye ait. Çağın anlayışını özetliyor. Artık modan geçtiği halde bir amaç uğruna mücadele ediyorsan sana arkaik bir kaçık gözüyle bakıyorlar. İhtiyar Bardot’nun Kanada’daki fok avını, ya da protez bacaklı Heather Mills’in Çin’de kedilerin diri diri yüzülmesini durdurmak için çırpınması kimsenin umurunda değil. Kanada Başbakanı da kendisiyle görüşmek isteyen Brigitte Bardot’ya randevu vermedi. Global kürk ticareti son yedi yıldır hızla tırmanarak geçen yıl 12,77 milyar dolara ulaştı. "Kaçıkların" eylemleri sayesinde dibe vurduğu da oluyor ama, rüzgar dindikten sonra kaldığı yerden yeniden ivme kazanıyor.

2005’in en hızlı yükselip düşen kağıtları hangileriydi, biliyor musunuz? 2005 koleksiyonlarında bol miktarda astragan, mink ve tavşan bulunduran Gucci, Prada ve Dolce & Gabbana’nın hisseleri.

Peki bu yükselişteki etken faktör neydi?

Jennifer Lopez ve Beyonce Knowles gibi piyasası yüksek güzellerin kürklü kürklü dolaşması.

Peki geçen yılki artış eğiliminin hız kestiği oldu mu?

Oldu. Eylül ayında hayvan hakları örgütü Peta, Julien MacDonald ve Roberto Cavalli’nin 2006 defilelerini basınca ve Paul McCartney’in hayvan hakları savunucusu model eşi Heather Mills, Jennifer Lopez marka kürklerin satıldığı mağaza önünde eylem yapınca; sonra ekim ayında, moda dünyasının en güçlü kadını olarak bilinen, Amerikan Vogue dergisinin yayın yönetmeni Anna Wintour, Chloe’nun Paris’teki defilesinde bir Peta eylemcisinden pasta yiyince, satışlardaki rüzgar durdu. Wintour hararetli bir kürk savunucusu olduğu için birkaç yıl önce de Peta militanları, kadının öğle yemeği yediği oteli basıp tabağına ölü rakun atmışlardı.

Ancak aralık ayı geldiğinde patlama devam etti. Uluslararası Kürk Ticareti Federasyonu’nun verilerine göre 2005’teki global kürk ticareti 12,77 milyar dolara ulaştı. Son yedi yıldır sürekli artış eğilimi gösteren kürk satışları, 2005’te de bir önceki yıla göre yüzde dokuz oranında arttı.

ARTIK GENÇ KUŞAK KÜRK ALIYOR

1980 ve 1990’lardaki durgunluktan sonra Avrupa’da kürk piyasası gittikçe hareketleniyor. Geçenlerde Frankfurt’ta kürk fuarı vardı. Fuara katılan firmalar, genç tüketicilerden gelen talep sonucu kürkün artık yan koleksiyon değil, doğrudan güncel modanın ayrılmaz parçası haline geldiğini söylüyordu. Asya kökenli üreticilerin ucuz modellerine karşılık Avrupalı firmalar daha kaliteli ürünlerle piyasada yükselmeye başladı. Çin ve Rusya ile büyük modaevlerinden gelen siparişler sayesinde sektör iyice canlanmış.

Genç ve modayı takip eden kuşağa hitap eden modeller küf yeşilinden parlak turuncuya kadar, ceket, şapka ve aksesuar şeklinde uzanıyor. Yamalı modeller de çok moda.

Kürk piyasasındaki bir başka sıcak nokta da Finlandiya. Geçen hafta Helsinki’deki kürk müzayedesinde tam üç milyon tilki ve mink kürkü satışa çıktı. Kanada’da fok avı sezonu başladığı için hayvan hakları savunucularından yükselen tepkiler nedeniyle müzayedeye ilginin düşük olmasından endişe ediliyordu ama, olmadı. İşte, o müzayedeye iki milyon dolarlık mal almak için gelen Yunanlı kürk taciri Dimitris Tsiouhadaris, "Brigitte Bardot mazide kaldı. Şimdi artık J-Lo var ve o kürk giyiyor" diyordu.

ÇİN’DE KATLİAM VAR

Müzayedeyi düzenleyen Finnish Fur Sales adlı firma tilki kürkü ticaretinde dünya lideri. Jennifer Lopez de buradan mal alıyor. Müşterilerin çoğu broker. Christian Lacroix, Jean-Paul Gaultier, Sonia Rykiel ve Louis Vuitton gibi dev modaevlerinden sipariş alan aracılar. Kürklerin parçası ortalama 50 Euro’dan gidiyor.

Tilki ve mink bildik kürkler. Peki kedi ve köpek kürküne ne dersiniz? Çin’deki çiftliklerde yılda tam iki milyon kedi ve köpek diri diri yüzülüyor. Heather Mills, Çin’den kürk alımını durdurmak için AB nezdinde lobi yapıyor. Geçenlerde, Çin’deki katliamı gösteren filmleri Avrupa Parlamentosu üyelerine seyrettirdi. Çek Cumhuriyeti ve Belçika’da da kedi kıyımı olduğunu iddia ediyor. İş öyle zıvanadan çıkmış ki, evlerden kedi bile çalıyorlarmış.

Heather Mills, Çin’deki kıyımı gösteren filmi, Sex and the City’nin yönetmeni Dennis Erdman’dan almış ve videonun 45’inci saniyesinde baygınlık geçirmiş. Şimdi AB’nin Çin’den kürk alımını durdurması için uğraşırken, kocasını da devreye sokuyor. Paul McCartney sırf bu yüzden Çin’den gelen konser tekliflerini reddetti.

Heather Mills de B.B. gibi "kaçık." Jennifer Lopez’in bir TV programında üzerindeki kürkün cinsini bilemeyip, "kürk konusunda biraz daha eğitim almam gerekiyor" dediğini işitince, Çin’de çekilen filmi alıp J-Lo’nun ofisinin kapısına dayanmış. Kadına eğitim vermek için! Gazete haberlerine göre güvenlik tarafından derdest edilip sokağa atılmış. Hatta arbede sırasında protez bacağı da adamların elinde kalmış.

Peta ve ABD İnsaniyet Vakfı gibi kuruluşlarla birlikte çalışan Mills, bir de Naomi Campbell’in kürküne bulaşmak istiyor. Çünkü kadın ikiyüzlü! Malum geçmişte Peta’nın "Kürk giyeceğime çıplak gezerim" kampanyasına katılmıştı. Şimdi ise kürk defilelerine çıkıyor.

PAMELA’NIN YÜREĞİ DE KOCAMAN

ABD’nin yerli terör örgütleri listesinde bulunan Hayvan Kurtuluş Cephesi ile bağlantısından ötürü son dört yıldır FBI tarafından sürekli takip altında tutulan Peta, Naomi Campbell’i kaybetti ama, bu kuruluş için çalışan başka ünlüler de var. Pamela Anderson, Alicia Silverstone, Alec Baldwin ve Drew Barrymore gibi. Onların desteği sayesinde örgüte her yıl milyonlarca dolarlık bağış yağıyor.

Hayvan hakları mücadelesinde ünlülerin desteği çok önemli. Örgütün kurucusu Ingrid Newkirk şöyle anlatıyor: "Ben çıkıp konuşsam pek az kişi kulak verir. Ancak Pamela Anderson’un bir çift sözü olduğunda herkes yediğini içtiğini bırakır onu dinler. Niyetleri sadece onunla seks yapmak olsa bile yine de dinlerler. Neticede mesajı bir şekilde beyinlerine ulaşır. Hep söylerim; memeleri çok büyük, ancak onların altında kocaman bir yürek yatıyor. O eylemcilerin en büyüğü."

Not: Foklar.gen.tr sitesi, Kanada’daki fok kıyımına karşı çıkanların mesajlarını bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Uzayda kalem sorunu

25 Mart 2006
NASA’nın, astronotlar yerçekimsiz ortamda yazabilsin diye 10 yılda 12 milyon dolarlık yatırımla değiştirilebilir kartuşlu tükenmez kalem yaptırdığını, buna karşılık Rus kozmonotların daha pratik davranıp adi kurşunkalem kullandığını ben yeni okudum. Meğerse bu geyik 40 yıldır dilden dile dolaşırmış. Geyik diyorum, çünkü doğru değilmiş. Daha doğrusu böyle bir kalem var ama, NASA buna 12 milyon dolar harcayacak kadar ahmak değilmiş. Ayrıca Fisher marka uzay kalemini Ruslar da kullanıyormuş.

Rusların Soyuz uzay araçları, buzdolabı veya düdüklü tencere gibi çok eski marka evladiyelik külüstürlere benzer. 60’lardan kalma Soyuzlar, o hantal görünümlerine rağmen bugün hálá uzay seferine çıkıyor, gümbür gümbür yere iniyorlar. Kimsenin de burnu kanamıyor.
/images/100/0x0/55eb4c64f018fbb8f8b839e7
Amerikalıların uzay mekikleri ise daha ileri teknoloji ürünü olmalarına, tekerlek üstü iniş yapabilmelerine rağmen dökülüyor. Challenger ve Columbia faciaları malum.

İşte babayani Soyuzlar ile fiyakalı uzay mekikleri arasındaki bu zıtlık, "Amerikalılar işlevsiz lükse para harcar, Ruslar ise köhne yöntemlerle işini görür" mesajı veren uzay kalemi efsanesine hayli katkıda bulunmuş.

NASA’nın, Ruslarla uzay yarışına girdiği 60’larda tam 10 yıl vakit harcayıp 12 milyon dolara Fisher marka kalemi ürettiği bilgisine birçok kaynakta rastlamak mümkün. Bürokratik ahmaklık yüzünden hükümet fonlarının çarçur edilmesine örnek gösterilen bir vaka olarak.

Ancak işin doğrusu şu: Fisher marka meşhur kalem Paul Fisher adlı Amerikalı mühendis tarafından icat ediliyor. Fisher’in, yaklaşık iki yıl içinde 2 milyon dolarlık harcamayla geliştirdiği bu kalem uzayda olduğu gibi su altında, eksi 45 dereceden 200 dereceye her ısıda, yağlı ve ıslak yüzeyde ya da yukarı doğru dik vaziyette de yazabiliyor, raf ömrü de 100 yıldan fazla.

Paul Fisher, 1940’larda icat ettiği bilye uçlu kalemi, basınçlı kartuşla mükemmelleştiriyor; mürekkep, yerçekimi olmasa da tungstenden imal edilmiş bilyeye akıyor. Mürekkebi de özel, yoğun kauçukumsu. Oysa sıradan tükenmezlerde mürekkebin bilyeye yürümesi için yerçekimi gerekiyor.

NASA yoğun testlerden sonra 1967 yılında Apollo uçuşları için bu kalemlerden almaya başlıyor. Fisher marka uzay kalemi, Walter Cunningham yönetimindeki Apollo 7’yle 1967 yılında ilk uzay seferine çıkıyor ve o tarihten bu yana her sefere eşlik ediyor.

KURŞUNKALEM DEYİP GEÇMEYİN

1967 öncesinde astronotlar, bilye uçlu tükenmez kalemlerin yerçekimsiz ortamda yazmadığını fark edince mecburen kurşunkalem kullanılıyor. Ancak kalem tozunun uzay kapsülü içinde etrafa saçılması ya da kalem ucunun kırılıp elektronik cihazlara zarar vermesi ihtimali de tedirginlik yaratıyor.

Üstelik kurşunkalemler pahalıya da mal oluyor. 1965 yılında Gemini Projesi için Tycam Engineering Manufacturing şirketinden birim başına 128.89 dolara 34 adet mekanik kurşunkalem aldığı için savurganlıkla suçlanan NASA kalem açmazını nasıl çözeceğini düşünürken Paul Fisher ortaya çıkıyor. NASA, iki yıl uzun uzadıya testler yapıp iyice ikna olduktan sonra birim başına altı dolar ödeyip 400 adet Fisher tükenmez kalemi alıyor

Sovyetler Birliği de, 1969 yılında Soyuz seferlerinde kullanmak üzere 100 adet tükenmez ve 1000 kartuş alıyor. Bugün artık ıskartaya çıkarılmış bulunan MİR uzay istasyonunda da kozmonotlar Fisher’le yazıyor.

Hatta Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra paraya sıkışan Ruslar MİR’in masraflarını karşılayabilmek için 1998 yılında Fisher’in reklamına bile çıkıyorlar. MİR’le bağlantı kurarak reklamı yayınlayan Amerikan QVC alışveriş kanalındaki senaryo şu: MİR komutanı Anatoli Solovyev ile uçuş mühendisi Pavel Vinogradov uzay kalemi üzerine muhabbete dalıyor, ancak teknik bir problem nedeniyle sesleri duyulmuyor. Bunun üzerine tahtaya Fisher’le "QVC" yazıyorlar, sorun çözülüyor.

HAYAT KURTARAN KALEM

Fisher’in hayat kurtardığına dair bir hikaye de var. Hem de uzayda en büyük adımın atıldığı Apollo 11’in ayda yürüyüş seferinde. Rivayete göre Neil Armstrong ve Edwin Aldrin dünyaya dönmek üzere ay modülüne binerken, astronotlardan birinin sırtındaki yaşam destek çantası modülün motorunu harekete geçiren plastik kola takılıp mekanizmayı kırıyor. İki astronotun ana uzay aracına geçebilmesi için modülün mutlaka çalışması gerekiyor. Aldrin telsizden "Houston bir sorunumuz var" deyince, bir NASA uzmanı çözüm üretmek üzere merkez üste bulunan modülün kopyasındaki kolu kırıyor ve çeşitli alternatifleri denemeye başlıyor. Kol yerine geçecek bir çubuğu nereden bulabilirler diye düşünürken aklına uzay kalemi geliyor. Astronotlar kırılan kol yerine kalemi takıp motoru çalıştırmayı başarıyorlar ve Apollo’ya ulaşıp dünyaya dönebiliyorlar.

Dünyaya dönen Armstrong ve Aldrin’le birlikte karantinaya giren NASA’nın halkla ilişkiler yetkilisi John McLeish, bu hikayeyi astronotlardan dinliyor ve sonra Paul Fisher’e aktarıyor. İşte o gün bugündür, Fisher şirketinin tanıtımlarında hep şu ifade yer alıyor: "Fisher uzay kalemi olmasaydı, belki bugün Armstrong ve Aldrin hálá ayda olacaktı."

UZAY KALEMİNİN MUCİDİ


Uzay kalemini yaratan Paul Fisher kamyon şoförlüğü, muhasebecilik ve rulman fabrikasında müdürlük gibi birçok iş yapmış. 1945 yılında, ürettiği tükenmezler mürekkep akıtıyor diye bir şirketin iş teklifini reddedip, 1948 yılında Fisher Pen’i kurmuş. Kendi tükenmezleri de önceleri akıtmış, 10 bin kalem çöpe gitmiş. "Bullet" (mermi) adı verilen o ilk tükenmezler bugün hálá çok satıyor. Şirketin bugün yıllık cirosu 8 milyon dolar. Uzay kalemlerinin fiyatı 3.50 ile 250 dolar arasında değişiyor. Titanyum-nitrat uçlu olanı 1000 dolar.
Yazının Devamını Oku

Oscar’da kim kiminle çıktı

11 Mart 2006
Bu bir terapi yazısı. Irak’taki intihar saldırılarından İran’ın nükleer yaygarasına, haftada 7 gün, günde 24 saat bastıran travmatik dış haberler yüzünden depresyona girmemek için geçen hafta kendimi Oscar dedikodularının iyileştirici etkisine bıraktım. İşte, kim kiminle dedikoduları. Oscar törenini kırmızı halı faslından kapanış jeneriğine kadar izledikten sonra artistik içerikle ilgili olmayan bir yığın soru üşüşüverdi.

Sandra Bullock ile Keanu Reeves neden el ele tutuşuyordu? George Clooney neden damsız gelmişti? Teri Hatcher’la çıktığı söylentileri doğru muydu, yoksa eski sevgilisi Krista Allen’e mi dönmüştü?

Jake Gyllenhaal da yalnızdı. Acaba Brokeback Mountain’in etkisiyle gay olmaya mı karar vermişti? Keira Knightley’le çıktığı dedikoduları doğru muydu?

Sonra Nicole Kidman, Charlize Theron ve Jennifer Aniston da yalnızdı. Üçü de sevgili sahibi olduğu halde, neden?

Tom Hanks ve John Travolta’nın saçları neden tuhaftı? Salma Hayek’in tuvaleti sol memeyi neden o kadar sıkıştırmıştı?

Jennifer Garner sunuş yapmak için sahneye çıkarken, Jennifer Lopez’in kem gözü değdiği için mi tökezlemişti? Kocası Ben Affleck neredeydi?

Jack Nicholson’un yanındaki kızın gençliği de neydi öyle?

Hollywood’un dedikodu sütunlarıyla bloglardaki gevezeliklerde hepsinin yanıtı var. Nicholson’la ilgili olanını hemen vereyim: Sevgililerinin yaşı giderek küçülmüyormuş. Yanındaki, Rebecca Broussard’dan olan 15 yaşındaki kızı Lorraine imiş.

Gecenin bir numaralı erkeği George Clooney’di kuşkusuz. Clark Gable tarzı eski Hollywood usulü gustosuyla kırmızı halıda görünür görünmez kadın çığlıkları yükseldi. Genel kanı şu: Clooney bekár geldi, bekár gider. Peki şu sıra hayatındaki kadın kim? Bazı dedikoducular, Clooney’in o geceyi çaresiz ev kadını Teri Hatcher’la tamamladığı iddiasında. Vanity Fair partisinde, kadının botoksa karşı büyük mücadele vererek yüzüne kondurduğu gülümsemeden öyle anlaşılıyormuş. Basın odasında "Teri ile birlikte misin?" sorusuna da Clooney, "Özel hayatımı konuşmak istemiyorum" diye yanıt vermiş. Eh, bu da doğrulama anlamına gelebilirmiş.

Daha inandırıcı olan rivayet ise Clooney’in, Emmanuelle dahil pornovari filmler çeviriyor diye ayrıldığı Krista Allen ile yeniden birleştiği şeklinde. Oscar ödülünü, Krista Allen, Madonna ve kocası Guy Ritchie, Mick Jagger, Nicollette Sheridan ve Michael Bolton, Rachel Weisz ve kocası Darren Aronofsky ile Dan Tana’s lokantasında başbaşa kutlamış. Bir eli Oscar heykelciğinde, diğeri Krista’daymış. İri bir bifteği mideye indirip, votkaları art arda yuvarladıktan sonra da, Guy Ritchie paparazzileri oyalarken lokantanın arka kapısından Krista ile sıvışmış Clooney.

Keanu Reeves ile Sandra Bullock’un el ele tutuşmasının nedeni de haziran ayında vizyona girecek The Lake House adlı yeni filmleriymiş. Aslında ikisi Speed’den beri arkadaş. Kırmızı halıda kocası Jesse James, Sandra’nın yanında Keanu kadar iyi durmaz diye düşünülmüş. Sandra daha sonra Vanity Fair partisinde kocasıyla buluşmuş.

Keanu ne yapmış bilen yok. Ayrıca şu sıra aktris Lynn Collins’le mi, yoksa Diane Keaton’la mı, o da bilinmiyor. Geçen yılın haberlerine göre, Something’s Gotta Give’de birlikte oynadığı, kendisinden 19 yaş büyük Diane Keaton uğruna Lynn’i terk etmişti.

Jennifer Aniston bence ışıltıdan yoksundu ve Brad Pitt’li sükseli yıllardan sonra yalnızlığı insana dokunuyordu. Ancak tören sonrası partide, salonun bir ucundan "bebeğim" diye bağırarak sevgilisi Vince Vaughn’un kollarına atılmış, uzun uzun öpüşmüşler. Jen, özel hayatını artık objektiflerden uzak yaşamak istediği için kırmızı halıya yalnız çıkmış.

Nicole Kidman’ın parmağındaki devasa pırlantadan ötürü bu ay sonunda evleneceği dedikoduları dolaşıyor; Keith Urban’la. Nicole, Tom Cruise’dan ayrıldığından beri kırmızı halılarda yalnızlığını çok vakur taşıyor. Partide sevgilisiyle buluşmuş. Masa altından el ele tutuşarak oturmuşlar.

Charlize Theron ile Stuart Townsend’in beraberliği devam ediyormuş ama, adamın bu yılki hiçbir törende görünmemesi, dedikodu yazarları tarafından kuşkuyla karşılanıyor. "Adam, 2006’nın her pazar gecesini çalışarak mı geçiriyor?" diye soruyorlar. Ama, gerçekten işi varmış. Vancouver’de film çekimindeymiş.

Geceye yalnız gelen Jennifer Garner, törende sunuş yapmaya çıkarken fena tökezledi, düşmekten son anda kurtuldu. Dayanışma alkışlarını gülücükle karşıladı. Seyirciler arasında kocası Ben Affleck’in eski sevgilisi Jennifer Lopez de vardı. Bizim TV’ler olsa herhalde, kameralar her iki Jennifer arasında gidip gelir, ağır gösterimler ve garip ses efektleri arasında bu sahneyi bir hafta seyrettirirlerdi. Bu arada Oprah Winfrey’e göre Ben, o gece evde bebek bakıyormuş.

En heyecanlı dedikodu Jake Gyllenhaal ile Keira Knightley arasındaki flörtle ilgiliydi. Jake geceye yalnız geldiği için bloglarda "Brokeback Mountain’de oynadı, sonunda gay oldu" lakırdıları hayli dolaştı. Geçen yıl Kirsten Dunst’tan ayrılalıberi de yalnızdı. Şimdi New York Post, iki genç yıldızın Oscar gecesinden önce sağda solda bir çift gibi birlikte görüldüğünü yazıyor. İkisi de Oscar’ı kaçırdığına göre belki daha da yakınlaşmışlardır.

People dergisi ise Keira’nın, şöhretini taşıyamayan model sevgilisi Jamie Dornan’dan ayrıldıktan sonra "Aşk ve Gurur"daki rol arkadaşlarından Rupert Friend’le birlikte olduğunu yazıyor. Bahama’da birlikte çekilmiş resimlerini de habere iliştirerek.

Matt Dillon da, Oscar adayı olduğu geceye neden yalnız geldiğini soranlara, "Getirirdim de, adını unuturum diye korktum" yanıtını vermiş.

Nicollette Sheridan ile Michael Bolton’un beraberliği Oscar gecesinde de devam etti. Ancak kameralar önünde fazla aşk gevezeliği yapmaları, Michael’ın Nic’e şarkılar filan döktürmesi pek sahte bulunuyor.

Joaquin Phoenix’in de iki kız arkadaşı birden varmış. Bu yüzden geceye annesi ve kız kardeşiyle gelmiş.

Tom Hanks’in tuhaf saçı! Da Vinci Şifresi’nde şifrebilimci Robert Langdon’un saç biçimi öyleymiş ve montaj aşamasında bazı yeni çekimler yapıldığından, o şekilde uzun kalması gerekiyormuş.

Travolta’nın yüzünü kabak gibi ortaya çıkaran üç numara tıraşı ile Salma Hayek’in biçimsiz tuvaletine ilişkin soruları cevapsız bıraktığımın farkındayım. Bulamadım. Her sakilliğin cevabı olmayabilir.
Yazının Devamını Oku

Taş sektirmenin altın açısı

4 Mart 2006
Kim derdi ki, taş sektirme alemi bu kadar zengin olsun. Amerika’da Taş Sektirme Federasyonu var, bunun dünya rekoru var, sonra Antik Yunan’dan beri taş sektirme yarışları yaptığına dair bilgiler var. Bir de fizikçilerin taş sektirme dinamiğinin esrarını çözmek için yaptığı araştırma var. Bir grup Fransız fizikçi, özel mancınık imal etmek suretiyle laboratuvar ortamında yapılan deneyler sonucu taş sektirmenin "altın açısı"nı bulmuş: 20 derece. Taşın yassı ve yuvarlak hatlı olması gerektiğini zaten biliyoruz. Şimdi başarılı bir atış için taşı, 20 derecelik bir açıyla suya çarpacak şekilde fırlatmak kalıyor.

Lyon Üniversitesi’nden fizik profesörü Lydric Bocquet, su üstünde ortalama 15 sayı yapan kendi halinde bir taş sektiriciyken, yedi yaşındaki oğlu, çocukların asla vazgeçemediği o yezit soruyu sorar: "Nasıl oluyor da, oluyor?"

Adam fizikçi; "Yassı bir taş alır, ufuk çizgisine paralel konuşlandıktan sonra kuvvetle fırlatırsın, o da senin becerine göre sekeceği kadar seker" diyemez tabii.

Fizikçi Bocquet ile taş kaydırma -Fransa’da ricochet diyorlarmış- arasındaki amatör ilişki, oğlunun o soruyu sormasıyla sona erer. Taşın hızı, kütlesi, biçimi, döngüsü, burgusu, açısı; suyun dinamiği, çarpanı biçeni derken artık fizik ne verdiyse Bocquet’nin kafasını kurcalamaya başlar.

Antik Yunan’dan beri taş ve istiridye kabuğu sektiren insanoğlu artık bunun federasyonunu kurmuş, dereceleri, rekorları kayıtlara geçirmeye başlamıştır. Zamanında "Ostrea edulis" cinsi istiridyeler, dışbükey kısmı aşağı gelecek şekilde sektirilerek yarışmalar yapılırmış. Ancak bugün en bilinen istiridye türü olan "Crassostrea gigas"lar sektirme oyunu için uygun değildir.

Kuzey Amerika Taş Sektirme Federasyonu’na göre, taş sektirme alanındaki dünya rekoru uzun süre Jerdone Coleman-McGhee’nin elinde kalır. 1994 yılında Teksas’taki Beyaz Nehir’de taşı tam 38 kez sektirerek rekoru kırmıştır. Ancak 2002 yılında Amerikalı Kurt Steiner, Pennsylvania’daki bir nehirde 40 sektirmeyle rekoru ele geçirir.

Bocquet’nin 2002 öncesinde yaptığı ilk çalışmaya göre, Coleman Mc-Ghee’nin 38 sektirme için taşı saatte en az 40 km hızla fırlatmış olması gerekir. Taşın sekmeye devam etmesi için hızla atılması gerektiğini biz de biliyoruz. Bocquet de hızın ve taşın attığı spinin, problemin anahtarı olduğunu bulur. Ancak hız faktörüyle ilgili bu bilgiye rağmen, 38 sayının kaça kadar çıkarılabileceği konusunda tahmin yürütemez.

PROFESYONEL TAŞ SEKTİRİCİLER

Bunun üzerine Marsilya’da denge deneyleriyle uğraşan araştırma enstitüsünden bir grupla birlikte daha iddialı bir denemeye girişir. Christophe Clanet liderliğindeki araştırma ekibi sırf bu iş için özel bir mancınık yapar. Bu alet sayesinde fırlattıkları alüminyum diskin hızını, rotasyonunu ve açısını değiştirebilirler.

Ve şu sonuca ulaşırlar: Taş sektirme dört faktörlü bir fazı içermektedir ve en kritik an, taşın suya değdiği andır. İlk iki faktör, taşın gidiş ve rotasyon hızı, üçüncüsü taşın fırlatma anındaki çıkış açısı, dördüncü de suya çarpma açısı. Clanet’in ekibi hızlı kamerayla her faktörü ayrı ayrı kaydeder. Fotoğraflara göre maksimum sekme elde etmek için, cismin suya çarpma anındaki optimal açısının 20 derece olması gerekir. Çünkü bu açıyla suya temas eden cisim enerjisini boşalttığı için zıplamaya devam eder. 45 dereceyi aştığınız an sekme mümkün değildir, taş suyun dibine iner. Beş santimlik bir diskin, altın açı olan 20 dereceyle suya çarpması için, saniyede en 2,5 metre hızla hareket etmesi ve saniyede 14 kez kendi etrafında dönmesi (rotasyon) gerekir.

Peki laboratuvar ortamında elde edilen bu sonuç doğadaki şartlara ne kadar uyuyor? Çünkü profesyonel taş sektiriciler durgun suda değil, coşkun nehirlerde, sert rüzgarlar altında yarışıyor. 1977 yılında 24 sektirmeyle rekor kıran John Kolar, "Açı da neymiş? Bu bir sanattır. Ama açı hesabı yeni başlayanların işine yarayabilir" diyor. Kolar’a göre durgun suda 20 derece formülü işe yarayabilir ama, azgın sularda, dalganın geliş yönü ve rüzgarı da dikkate alarak farklı yaklaşımlar gerekebilir.

ÖNGÖRÜLEMEZ SONUÇLAR

Bu arada Fransız fizikçilerin eğlence niyetine yaptığı bu masum deneyden, askeri alanda kullanılacak yeni bir süper torpil filan çıkmamasını da umut etmek gerekiyor.

Çünkü yıllar önce İngiliz mühendis ve mucit Barnes Wallis’in, evinin bahçesinde bir mancınık ve misketlerle yaptığı sektirme deneyi, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinde önemli faktörlerden biri olmuştu.

Wallis’in bahçedeki deneyi, baraj uçurmakta kullanıldığı için "Dambuster" adı verilen zıplayan bombaların icadıyla sonuçlanmıştı. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin uçakları 16 Mayıs 1943 günü, su üstünde seken bombalarla Ruhr Nehri’ndeki Möhne ve Eder barajlarını havaya uçurmuştu.

Almanya’nın sanayi gücünü mahveden bu operasyon, Nazi yenilgisinde önemli pay sahibi olmuştu.
Yazının Devamını Oku