30 Haziran 2004
Edmondo De Amicis. Bu ismi daha önce duymuş muydunuz? Eminim çoğunuzun kitaplığında ‘Çocuk Kalbi’ isimli kitap vardır ve okumaya yeni başlarken bu kitabı da okumuşsunuzdur. Ben okuma alışkanlığını ilk kez bu kitapla edindim. İlkokul ikinci sınıfa giderken, yaşadığımız kasabadan İstanbul’a bir iş için giden babam dönüşte bana bu kitabı hediye getirmişti. Her zamanki mesafeli tavrıyla kitabı bana uzatmış ve ‘Oku bakalım beğenecek misin’ demişti. Okuyup çok etkilendiğim bu kitaptan sonra, artık kendi kitaplarımı kendim seçmeye başlamıştım.
Sabahları hatta tatil günleri bile yataktan çok erken kalkardı babam, ama hiçkimseyi de uykusundan uyandırmazdı. Hani derler ya, ‘kedi gibi’ dolanırdı evin içinde. Güne çok erken başlayıp, çok erken bitirenlerdendi. Sabah kalkar kalkmaz gidip gazetesini alır, eve gelir, sonra da erkenden işine giderdi. Şimdi ben de çok erken kalkıyorum sabahları, hatta bazen soruyor patronum bana ‘Niye bu kadar erken geliyorsun işe’ diye...
***
Bana kitap okuma alışkanlığını ‘Çocuk Kalbi’ kitabıyla kazandıran babamı, elleri simsiyah olmuş bir şekilde hatırlarım hep. O zamanlar her gün Cumhuriyet gazetesini neredeyse ölüm ve satılık araba ilanlarına kadar okuyan babamın elleri, gazetenin mürekkebinden boyanırdı. Yani o ellerinin boyası, bedeniyle çalıştığı için değil, çok gazete okuduğu içindi.
Her yerde ve her şartta gazete okurdu; yemek masasında, sahilde, televizyonun karşısında ve hatta tuvalette bile. Şimdi ben de güne gazete okumadan başlayamıyorum nedense?
Pilli, ufacık bir radyosu vardı babamın, bej renginde. Evde ya da sahilde, nereye gitse yanında taşıdığı. Kulağını radyonun hoparlörüne yaklaştırıp, öğlen 13.00 ve akşam 19.00 ajansını, yurttan sesler korosunun konserini ve Sabite Tur Gülerman’ın şarkılarını dinlediği... Ve bana Pazar sabahları ‘Çocuk Radyosu’nu dinlettiği...
Her akşam aynı saatte gelirdi eve. Hani neredeyse onu evin kapısında görünce ‘saatinizi kurabilirdiniz’. Saat akşamüstü 19.30 oldu mu, evin kapısının önünde bizim emektar Anadol’un motor sesi duyulurdu. Babam büyük bir özenle arabasını kilitler, sonra kapılar kilitlenmiş mi diye kontrol eder, en sonunda da arabanın örtüsünü örter eve gelirdi. Eve gelir gelmezde televizyona koşardı. Çünkü o zamanların tek kanallı siyah beyaz televizyonlarında, genel olarak Aytaç Kardüz’le Zafer Celasun’un birlikte sundukları ana haber bülteni akşam tam saat 20.00’de başlardı. Babamın da hiç ama hiç kaçırmak istemediği bir şeydi bu. Haberleri seyretmeden günü bitirmezdi, şimdi ben de televizyonlardaki ana haber bültenlerini kaçırmadan seyrederim. Hatta bir ona bir öbürüne zaplayarak.
Hayata karşı hep fazlasıyla temkinliydi babam. Evde hiçbir erzağın bitmesine izin vermezdi. Hepsini yedekli olarak alır, eve yığardı. Hatta annem hep ‘Sanki savaş çıkacak, ne var bunları bu kadar dolduruyorsun eve’ derdi. O kadar temkinliydi ki, dört kişilik evimize her gece iki ekmek alırdı. Bayat ekmekler bitmeden taze ekmekleri yememize izin vermezdi. Şimdi ekmek bayat olmuş, taze olmuş hiç fark etmez benim için, üstelik yemesem bile eve ekmek alırım neredeyse her gece....
Çok az konuşurdu babam. Gerekmedikçe ağzını açıp bir şey söyleyenlerden değildi. Öyle gerekli gereksiz konuşmalara katılmaz, genel olarak konuşulanları dinlerdi. Zaten öyle kalabalıkları çok seven birisi de değildi. Yalnızlığı severdi daha çok, gazete okumayı, radyo dinlemeyi bir de televizyon yayınları başladıktan sonra televizyon seyretmeyi severdi. O zamanlar yayınlar yeteri kadar güçlü olmadığı için karlı (!) gösteren televizyonumuz, yayınları net göstersin diye neredeyse her gece, eve yeni bir elektronik aletle gelirdi. Her çıkan elektronik aleti takip eder ve hemen satın alırdı.
Hiç unutamadığım iki sevinci vardır babamın, birisi 1974 yılında dağa taşa Karaoğlan yazılan seçimde Bülent Ecevit’in seçimi kazanması, diğeri de kız kardeşimin düğünü. Kız kardeşimin düğününde babamdan beklenmeyecek kadar oynamış, çok gülmüş, çok eğlenmişti. Ama Almanya’da çalışan birisiyle evlenen kız kardeşimin Almanya’ya doğru yola çıktığı sabah, bu kez gözyaşlarını hiçbirimizden saklamadan, gözyaşlarından hiç ama hiç utanmadan bağıra bağıra ağlamıştı babam. Belki de bu yüzdendir benim gözyaşlarımdan hiç utanmamam...
Kemal Sunal fimlerine çok gülerdi babam. Hani ‘katıla katıla’ derler ya işte öyle gülerdi. Gülmekten gözlerinden yaş gelene kadar...
Dallas’ı , Kaçak’ı, Zengin ve Yoksul’u seyrederdi. Televizyonda o zamanlar neredeyse her gece, Hicaz faslını dinler, mırıl mırıl eşlik ederdi bütün şarkılara. Ama hiç ‘şarkı söyleme sesi’ni duymadık biz o şarkılara eşlik ederken... O hep mırıldandı şarkılarını...
Her yaz ailecek Erdek sahillerine tatile götürürdü bizi. Deniz yatağının üzerine yatmayı çok severdi. Haa, bir de gündüz uykusunu...
Babam şimdi 65 yaşına geldi. Yıllarca doktorların teşhis koyamadığı ama en sonunda geçen yıl Alzheimer dedikleri bir hastalığı var. Artık işe gitmiyor, satır satır gazete okumuyor, televizyonda katıla katıla gülerek Kemal Sunal filmlerini seyretmiyor. Ama hálá odasında televizyonunun başında haberleri takip ediyor. Bir de televizyona ben çıktığımda ya da herhangi bir yerde adım geçtiğinde ağlıyor, kimseye göstermemeye çalışarak. Sanırım gurur duyuyor benimle...
Ben de seninle çok gurur duyuyorum babacığım, artık çok geç olsa da...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken Cici Kızlar, Delisin’i söylerdi.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2004
ündelik hayatımızda çok kullandığımız bazı deyimler aslında gerçeği anlatmazlar biliyorsunuz. Hani anneler ve babaların çocuklarına çok kızdıklarında tehdit olarak sarıldıkları bir şey vardır: ‘Bak seni evlatlıktan reddederim’. Aslında Türk hukuk sisteminde yoktur böyle bir müessese (hukukçuyum ya, nasıl yapıştırdım müessese kelimesini burada!) Aslında söylenmek istenen şey ‘Seni mirasımdan mahrum ederim’dir ama, miras hukukunda bulunan ‘mahfuz hisse’ kuralından dolayı, ailenizin sizi bütün mirasından mahrum etmesi de mümkün değildir ne yazık ki.
Hukuk sistemi, ancak mirasın belli bir kısmından mahrum edilebileceğinizi söylüyor ki, bu da hukukun koruduğu hissenizi mutlaka alacaksınız anlamına gelir. (İyi ki hukukçusun, jüri üyeliğin bitti diye, hukuk bilgini konuşturmak için mi bu yazıyı yazıyorsun diye düşünenler için söyleyeyim; vallahi konuyu başka bir yere bağlayacağım!) Kısacası ‘evlatlıktan reddetmek’ diye bir şey yok. Ama hep kullanırız değil mi?
***
Bir de ‘mide fesadı’ denilen bir şey var ki, ben bunun da anneler tarafından, özene bezene pişirdikleri nadide yemekler ve pahalıya aldıkları tufanda meyveler çocuklar tarafından hemen yenmesin diye uydurulmuş bir şey sanırdım ama yanılmışım. ‘Seni evlatlıktan reddederim’ sözü ne kadar olmayacak bir şeyse, ‘mide fesadı’ o kadar olabilir bir şeymiş. Deneyle sabit. Başıma geldi de konuşuyorum, boş değil yani!
Ben 2.5 yıldır, ‘onu yemem fazla yağlı’, ‘bunu yemem çok kalorili’, ‘şundan zaten yemem glisemik endeksi yüksek’, ‘yemekten hemen sonra meyve yemem’ diye önüme her konan şeye burun kıvırıyorum ya, geçen pazar günü ‘mide fesadı’ geçirdim. Şaka yapmıyorum, bal gibi mide fesadı geçirdim işte.
Pazar günü arkadaşlarım bana yemeğe geldiler. Tabii pazar pazar bir koşuşturmaca, bir hazırlık... (Laf söyletmem kendime, Armağan’ın evine gittik, aman her şey pek kötüydü dedirtmem!)
Ben herkese ‘erkenden gelin, oturalım gece yarılarına kadar’ demişim, herkes tam vaktinde damladı tabii. Ben de ne kadar iyi bir ev sahibi olduğumu, onları ağırlamak için ne kadar hazırlandığımı göstereceğim ya, daha misafirler gelir gelmez, üzerlerindeki terler kurumadan hemen başladım yiyecek bir şeyler ikram etmeye. Efendim önce peynir tabakları, soslu cipsler, meyveler falan. Ne bulursam buzdolabında çıkartıyorum. Hazırlanmışım yani!
Ben de iki yıldır irade savaşı veriyorum yemek yemeyeceğim diye, ‘amaaan bir gün yemek yemekten de ölünmez ya’ deyip, önceden burun kıvırdığım her şeyden ölçüsüzce ve de şuursuzca yiyiyorum. (Düşündüğünüz gibi değil. Yani ne de güzel yapmışım her şeyi havasıyla yemedim vallahi!) Önce peynir, cips, meyve, arkasından mercimekli köfte, ondan sonra ızgara et, yanında pilav, arkasından kurabiye, çikolatalı pasta ve kabaklı börek yedikten sonra, günün finalini ızgara köftelerle yaptım.
Ama nasıl mutluyum, ‘Aferin kendime’ diyorum sürekli içimden. Bak kendini de kasmadın, başkalarını da kasmadın, böyle arada sırada yemek gerek, hayatın tadını çıkarmak lazım falan diye nasıl öğünüyorum kendimle görmeniz lazım. Akşam oldu, misafirler gitti, ben hálá kendimi aç hissediyorum. Bu kez koskocaman kase dolusu kirazı da mideye indirdikten sonra, midemde garip burulmalar hissetmeye başladım. Üzerime bir ağırlık çöktü. Nasıl bir uyku bastırmak, anlatılır gibi değil. Biraz daha vakit geçirdikten sonra, uyumak üzere yatağa yattım.
Asıl felaket de bu noktadan sonra başladı zaten. Mideme kramplar giriyor, midem bulanıyor, uyumam mümkün değil. Midem ağzımda sanki (Bu da gerçek değil sanırdım, ama varmış böyle bir şey!)
Bir aşamada zar zor uykuya dalmışım ama ne fayda, öyle bir uyandım ki koşturarak tuvalete yetişmem gerek. (Ne olduğunu tahmin etmişsinizdir. Şimdi yazdırmayın bana. Yazıyı sabah sabah okuyanların da mideleri ağızlarına gelmesin!) İlk aklıma gelen şey şu oldu: Eyvah dedim, etler bozuktu, hep beraber zehirlendik. (Zehirlenmeyi geçtim, rezil oldum diye düşünüyorum, şimdi ucuz diye kötü et almış diyecekler bana!) Tekrar uyumaya çalışıyorum, ama 15 dakikada bir yeni bir mide bulantısı taarruzu ile kendimi tuvalete atıyorum. Bu taarruzlar (panik atak gibi, mide atağı diye de bir şey var mıdır acaba?) sık aralıklarla devam etti.
Yarı yatakta uyumaya çalışarak, ama çoğu zamanı tuvalette geçirerek sabahı ettim. Ama ne fayda, ayakta duracak halim yok. Dizlerim, ellerim titriyor, midem çok kötü, ishalim ve acayip halsizim. Hemen arkadaşlarımı aradım, bakalım benden başka kaç kişi daha zehirlenmiş diye. Ama yok. Bir tek ben. Herkes sapasağlam maşallah...
İşte o zaman anladım ki ben ‘mide fesadı’ geçirdim. Yani mide fesadına yakalandım. (Bu ne biçim laf yahu, ince hastalığa yakalandım der gibi? Ama şu sebepten bu kelimeyi kullandım. Yakalanmak olunca, suçlusu siz olmuyorsunuz, gelip sizi o bulmuş gibi oluyor...)
***
Pazar günüden sonra, tam iki gün yattım. Sürekli uyudum ve mecburen ve de hızla tuvalete koştum. Ancak iki günün sonunda ayağa kalkabildim. ‘İfrata kaçmak kötüdür’ deyiminin de ne kadar doğru olduğunu ‘mide fesadına’ yakalanınca (!) anladım tabii ki.
Her şeyin ortasını bulmak gerek değil mi ama? Kilo almayacağım diye aç da gezmemek lazım, kıtlıktan çıkmışlar gibi yemek yiyip mide fesadı da geçirmemek lazım. (Ama kime söylüyorsun? Ders çıkartır mıyım bu durumdan dersiniz?)
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken evde her tavuk yendiğinde ‘lades’ tutuşulurdu.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2004
Bu sabah yataktan çok heyecanlı kalktım. Hem de çok. Hatta dün geceden başladım heyecanlanmaya. Çünkü bu gece sekiz aydır ilk kez kendime yapacak bir şey bulmam gerekiyor. Canlı yayın yok! Karşımda şarkı söyleyen yarışmacı yok! Diğer jüri üyeleriyle ters düşme riski yok! (Niye risk olsun ki, hep oluyordu) Hayatımda bir boşluk hisseder miyim acaba? Jüri üyeliği bağımlılık yapan bir şey midir?
Bir yarışmanın daha sonuna geldik. On üç hafta boyunca şarkı sözlerini unutan, (hatta o kadar unutkan ki, yarışmanın birincisi seçildiği anda söylediği şarkının sözlerini bile unuttu), yüzünden on üç hafta hiçbir duygu ifadesi geçmeyen, üzül(e)meyen, sevin(e)meyen, kız(a)mayan, başı sıkıştıkça Karadeniz’lilerden oy almak için vira Karadeniz türküleri söyleyen bir popidolümüz oldu!
Geçen haftaki canlı yayında da bu konudaki fikirlerimi söyledim. Oy verenlerin yanlış bir oy verme sistemleri var. Jüri, ’Şarkının sözünü unuttun‘ dedi hadiii o adaya oy ver... Jüri, ‘Şişmansın senden popidol olmaz’ dedi, o zaman bu adaya oy ver. Peki sen bu oy verdiğin adayı, haftaya da dinlemek istiyor musun? Haftaya da bu adayı ekranda görmek istiyor musun? Ve en önemlisi, her hafta geçtikçe yanlışlarının düzeldiğini, yol kat ettiğini düşünüp oy verdiğin yarışmacıdan bir popidol olabileceğini düşünüyor musun? Hayır! Sadece tek bir şey düşünülüyor: ‘Jüri bu yarışmacıyı eziyor, ben de bu hadsiz jüriye haddini bildireyim, oy atayım bu yarışmacıya da görsün gününü’. Yani oyu yarışmacı değil, jüri alıyor aslında. Gördüğün yanlışları söylemek, oy alma sebebi oluyor. Yarışmacı bal gibi de şarkının sözlerini unutuyor, hem de her hafta, ben bunu söylüyorum (Sanki yalan?)... Haydaaa yağdır oyları, şarkı sözünü unutan yarışmacıya!
Siz mutlu oldunuz mu bu serinin finalinden? Finale kalan iki yarışmacı da, sizin popidol kriterlerinize uyuyor muydu? Açıkcası benim kriterlerime uymuyordu ikisi de. Ama şimdi Emrah’a ve Simge’ye oy verenlerin sorumluluğu çok daha büyük bence. Çünkü oy verenler onlara sahip çıkmak zorunda. Eğer bana ya da jüri üyelerinden herhangi birisine kızıp inanmadığınız birisine oy verdiyseniz eğer, bence ona yapılabilecek en kötü şeyi yaptınız. Müzik hayatları boyunca siz onların kasetlerini alın, konserlerine gidin diye, ben ya da başka jüri üyeleri eleştiri yapamazlar ki!
Bu serinin finali ile birlikte, benim de ‘bir televizyon programı içindeki’ ekran maceram da sona erdi. Üçüncü Türkstar yarışmasında jüri üyesi olarak yer almayacağım. Bence jüriye de taze kan gerekli.
Popstar ve Türkstar yarışmaları boyunca belki de bir daha hayatım boyunca elde edemeyeceğim bir ‘hayat deneyimi’ elde ettim. Seçmeler sırasında Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş, birbirinden çok değişik hayatlar yaşayan, fikirleri farklı, hayat duruşları farklı binlerce insanla karşılaşıp, kısacık da olsa sohbet etme ve tanışma imkanı buldum. Hayatın neresinde olduğumu ya da olmadığımı anladım. Ben Türkiye’yi ve Türk insanını bu yarışmayla çok daha iyi tanıdım...
Bu yarışmalar sayesinde bir televizyoncu olarak popüler olmanın ne demek olduğunu, popüler insanın neler hissettiğini öğrendim. Televizyoncu olarak yaşanması çok güç, bir deneyim elde ettim.
Bana bu yarışmalar sırasında göstermiş olduğunuz ilgi ve sevgi için çok teşekkür ederim.
Her şey için sağolun...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, kolonya şişeleri bitince, doldurtulurdu.
POPÜLER KÜLTÜR MANTARI...
Geçen hafta oradan oraya gezmekten yorgun düşen popüler kültür mantarınız, bu hafta tembellik yaptı aslında. Mantar olmayı bu haftalık pek de hak etmedim doğrusu! Evvelki hafta o kadar gezentilik yaptığım için hala aynı romanı okuyorum mesela. Tembellikten değil vallahi, çok gezmekten (Tamam cezamı verin, tek ayak üzerinde sırtım okuyuculara dönük olarak kaç dakika dikilmem gerekiyorsa dikilirim. Söz!)
Geçtiğimiz hafta çarşamba akşamı, Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’ndaki Sezen Aksu konserini izlemeye gittim (Konser izlemeye mi gidilir? Dinlemeye mi gidilir?) Konserin ilk yarısından çok keyif aldım. Hepimizin hayatında çok önemli yerler tutan klasikleşmiş Sezen Aksu şarkıları vardı ilk bölümün repertuarında...
Hala bıkmadan ve usanmadan Nazan Öncel dinliyor olmama rağmen, yeni bir gözdem daha var: Söz vermiş şarkılar cd’si. Sözlerini Murathan Mungan’ın yazdığı şarkıları çeşitli sanatçılar seslendirmişler. Nükhet Duru’nun ‘Aşk Yeniden’deki, Müslüm Gürses’in ‘Olmasa Mektubun’ şarkısındaki ve Ajda Pekkan’ın ‘Hançer’deki yorumlarını çok beğeniyorum...
Sigarayı bırakma çalışmalarım (!) devam ediyor. En azından günde üç paketten, on dört- on beş adete düşmüş durumdayım. Gelişmelerden sizleri de haberdar edeceğim, başarısız olsam bile... (Sinirli değilim, yani öyle bağırıp çağırmıyorum ama çok başım ağrıyor!)
Geçen hafta en güzel anlarımdan birisi, Eminönü’ndeki Hamdi Restorant’da kebap yemekti. Galata Köprüsü ve Eminönü’ne manzaralı terasta, dünyanın en lezzetli kebaplarını tatmanızı tavsiye ederim. Sakın rezervasyon yaptırmadan gitmeyin, yer bulmak zor çünkü.
Biliyorum sizi kesmedi bu haftaki mantarlığım, haklısınız beni de kesmedi. Ama söz bir dahaki hafta dersime daha çok çalışacağım...
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2004
Cumartesi akşamı Türkstar Yarışması’nın final bölümü vardı biliyorsunuz. Aslında iki finali birlikte yaptım ben. Hem Türkstar’ın finalini, hem de bir program dahilinde ekranda olmanın finalini. Türkstar 3’ün jüri üyesi olmayacağım ama kamera arkasındaki görevim yine devam edecek.
***
Cumartesi sabahı, geçen hafta çarşamba günü yazdığım yazının aksine yataktan korkuyla kalktım. Haziran ayının son günlerine yaklaşmamıza rağmen, kulakları sağır edercesine bir gökgürültüsüyle birlikte fırladım yataktan. Eyvah dedim, finali(mi) göremiyorum çünkü deprem oluyor!
Yataktan gökgürültüsü sesleri ile fırladıktan sonra, aldı mı beni akşama ne giyeceğim telaşı. Canlı yayınlar başladığından beri ilk kez bu gece için ne giyeceğime önceden karar vermemiştim. Tabii daha kahvaltı bile etmeden geçtim gardırobun başına, ona baktım buna baktım hiçbirisi içime sinmiyor. Bir de final ya, biraz ciddi bir şeyler giymeli diye düşünüyorum. Ama yok ki benim gardrobumda ciddi bir şey! (Neye göre ve kime göre ciddiyet, siz karar verin!) Mesela yazlık bir ceketim bile yok... Bu durumda ne yapmalıyım? Tabii ki hemen yazlık beyaz bir ceket almalıyım...
Hayatım boyunca sadece Türkstar’ın Final gecesi giyip, muhtemelen bir daha üzerime hiç geçirmeyeceğim yazlık beyaz ceketi almak üzere kendimi bir alışveriş merkezine attım. Bu arada da saat 16.00’da dans provası için yarışmanın yapılacağı salonda olmam gerekiyor. Hemen kendime beyaz bir ceket buldum, fakat en küçük bedeni olmasına karşın bana büyük geliyor. Emaneten birisinden almışım gibi... Omuzlar aşağıda, hani ceketin içine benden başka bir ben daha girecek neredeyse...
Ama taktım bir kere, beyaz ceket giyeceğim! Üstelik bu ceketi çok beğendim, ama büyük... Ne yapmalıyım? Ceketi daralttırmalıyım tabii ki! Ama saat 14.00 ve ben ceketi o gece giymek istiyorum... Ölçüler alındı, akşama kadar yetişir dediler, ben de dans provasına gitmek üzere yola çıktım.
Stüdyoya doğru gidiyoruz, daha doğrusu gitmeye çalışıyoruz. Çünkü yağan şiddetli yağmurdan dolayı İstanbul trafiği felç. Hangi yola girsek, trafik kilitleniyor ve kıpırdamıyor. Önce E-5’ten ulaşmaya çalıştık, olmadı. Oradan TEM yoluna döndük, orası da kilit. TEM yolunun bir yerinden daldık şehir içine, aklımızca ara sokaklardan daha çabuk gideceğiz. (Oysa ki unuttuğumuz bir şey var ki, İstanbul trafiğinde açık göz olmayan şoför yok ki!)
Tabii herkes dalmış ara sokaklara, oralar da kilit! Geriliyorum, sinirleniyorum ama, içimden de sürekli kendimi telkin ediyorum...
Bağcılar’da bir ara sokakta yaklaşık yarım saat bekledikten sonra, trafik açıldı. Açıldı dedimse sanmayın ki 30 kilometre hızla falan gidiyoruz. Sadece bir araba boyu gidip, beş dakika daha bekliyoruz, sonra bir araba boyu daha gidiyoruz. Yani az gidiyoruz, uz gidiyoruz, dere tepe yol gidemiyoruzzzzzz...
Bağcılar’da mahsur (!) kaldığımız ara sokaktan, kan ter içinde kalarak kurtulduktan sonra, şehir içinde bir ana yola çıkmayı başardık. Ama ne fayda orası da tıkalı! Şoför sürekli ara sokaklara sapıyor, o sokaktan o sokağa girip duruyoruz. Yetişmem gereken prova var. Bir yerde Şirinevler’i gösteren ok görünce içim rahatladı.
‘Oh be doğru yoldayız demek ki’ dedim, çünkü nerede olduğumuza dair en ufak bir fikrim yok. Şirinevler tabelalarını takip etmeye devam ediyoruz. Ama en son Şirinevler tabelasının bulunduğu yerde yolun önünde bir barikat var ve barikatın önünde de şöyle bir yazı: ‘Büyükşehir Belediyesi’nin burada yaptığı kavşak çalışması mahkeme kararı ile durdurulmuştur. Bağcılar Belediyesi’
Kavşak çalışması durdurulmuş, ama yol açılmış mıdır? Hayır...
Önünde tabela olan ve ‘trafiğe kapalı’ yazan yola bizim önümüzden bir araba girince, biz de daldık hemen arabanın arkasından o yola. Araba gidiyor, biz de peşinden, ama bir süre sonra yol bitti. Ve önümüzde ki araba, çeşitli tepeleri aşarak ara yollara girip çıkmaya başladı. Biz de arabayı takip ediyoruz. Yolu biliyordur mutlaka diye düşünerek. Bir baktım arabanın plakası 07, İstanbul’un ara sokaklarını bilme ihtimali az, ama bizim de başka umudumuz yok...
***
Bir ara sokakta araba durdu, sağa çekti ve park etti. İnanamıyorum... Adam meğerse evine gidiyormuş. Aldı mı beni bir sinir gülmesi, kaldık mı İstanbul’un bilmediğimiz bir semtinde ve hiç bilmediğimiz bir ara sokağında...
O sokaktan öteki sokağa gire çıka yine bir ana yola geldik. Şirinevler tabelaları tekrar gözüktü.
‘Tamam dedim, işte bu yolda E-5’e çıkıp, varacağız salona’. Ama hayır! Yol tekrar tıkandı. Ve işte olanlar ondan sonra oldu. Birden araba, keskin bir dönüş yaptı ve bir ara sokağa daldık... Önümüzde bir traktör gidiyor. (Vallahi traktör. İstanbul’un göbeğinde! Kasası soğan ve patates yüklü bir traktör, üzerine bağlanmış bir hopörlörden de birisi bağırıyor ‘Patateessss soğan geldiiiie hanım’ diye.)
Bu traktörden kurtulmak için, başka ara sokağa saptık. Sokak daracık. Birbirine yaslanmış apartmanlar. İnsan buraların ‘taşı toprağı altın’ denilen İstanbul olduğuna inanmak istemiyor... Bu daracık sokağın bir tarafına park edilmiş arabalar... Veee başka bir traktör, bu kez meyve satıyor. Traktörün başına üşüşmüş kadınlar alışveriş yapıyorlar.
Karşıdan başka bir araba da gelince, bizim tretuvarın üzerinden geçip, yandaki boş araziye girmemiz gerekti. Bunu da atlattıktan sonra, bilinmeyen bir yöne doğru yolculuğumuz devam etti. Ben artık provaya yetişmem gerektiğini falan unutup, camdan dışarıyı seyrediyorum, burası neresi? İstanbul mu?
***
Saate batım, tam iki buçuk saattir yoldayız. Şehirlerarası yolculuk falan yapmıyoruz, normalde otuz dakikalık mesafedeki bir yere gitmeye çalışıyoruz. Hálá beni dehşete düşüren, sokaklara girip çıkıyoruz. (Gerçekten bu şehirde deprem için acil önlemler alınması gerekiyor.)
Birden bire karşımızda yarışmanın yapılacağı salon belirdi. Buraya nasıl geldik, nereden geldik, eminim şoförün de hiçbir fikri yok.
Sonunda finalin yapılacağı salona vardık ve provaya yetiştik de, siz de beni o muhteşem (!) dansı yaparken seyrettiniz. Dans dedikleri şey de 16 adım yürümeymiş meğerse! 8 adım Firdevs’e doğru, 8 adım da öne doğru. Muhteşem dans...
Ya yetişemeseydim, ne yapardınız siz?
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, isim- şehir-hayvan-bitki oyunu oynardık.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2004
Bir film seyredip hayatınızın değiştiği oldu mu hiç? <B>‘Hayatınızın değiştiği oldu mu’ </B>demek belki biraz iddialı olabilir ama, hayatınıza yeni hırsların yeni hedeflerin girdiği oldu mu hiç? Benim oldu da...
Geçen haftalarda da söz etmiştim, Truva filmini seyrettim ve nur topu gibi yeni bir obsesyonum oldu. Vatana, millete, bana ve çevremdekilere hayırlı olsun... (Hayırlı olsun diyorum, çünkü obsesyonlu bir insanla yaşamak zordur. Şimdi bu yazıyı okuyan arkadaşlarım, ‘Eyvah bulduk yine belayı’ diyorlardır eminim.)
***
Doğal olarak düşünüyorsunuz değil mi? Truva filmi ‘normal’ bir insanda, ne gibi bir obsesyon yaratabilir diye. Yok tahmin ettiğiniz gibi tarih kitapları okumaya merak salmadım. (Hadi itiraf edeyim, bir dönem böyle bir obsesyonum da oldu ama geçti!)
İşimle bağlantılı olarak yönetmen olmaya heveslendiğimi düşünüyorsanız o da değil, haddimi biliyorum Allah’a şükür.
Sıkı durun yeni takıntımı açıklıyorum: ‘Brad Pitt gibi bir vücudum olsun istiyorum.’ Şaka yapmıyorum. Gerçek. Biliyorsunuz yaklaşık beş senedir, neredeyse haftanın altı sabahı, sabahın köründe yataktan kalkarak (Sanki siz kaldırıyorsunuz, ya da siz gidin diyormuşsunuz gibi, niye acındırmaya çalışıyorsam kendimi!) spor yapmaya gidiyorum. Bazı sabahlar gym, yani ağırlık çalışması yapıyorum. (Ben bu ağırlık çalışmasına yeni bir isim koydum. Mahmutpaşa hamallığı diyorum. Sürekli ağırlıkları indir kaldır, ordan oraya taşı!)
Gençliğimde bir pazar filesini bile taşımaya üşenen ben, şimdi onca ağırlığı kaldırıp indiriyorum. Üstelik bunu haftanın üç günü yapıyorum.
Beş buçuk senedir, haftanın üç günü ağırlık çalışması, iki günü tenis, bir ya da iki günü ‘pilates’ ve neredeyse her gün otuz dakika koşu bandının üzerinde olan ben, Truva filminde Brad Pitt’in dokuz ayda yaptığı vücudu görünce doğal olarak komplekse girdim. Film boyunca orasında da kas var, burasında da kas var, nasıl olmuş, bende niye yok, niye olmuyor diye söylenip durdum. Tahmin edebileceğiniz gibi, hemen eve gidip aynanın karşısına geçerek, bütün vücudumdaki kasları kontrol ettim. Ama nafile! Çok kilo vermekten dolayı sarkık bir karın, cılız kol kasları, incecik bacaklar...
Ertesi sabah olan, spor salonundaki hocalara ve arkadaşlarıma oldu. Sabahın köründe başladım söylenmeye, ‘Benim niye hálá karnım sarkık? O adam dokuz ayda öyle bir vücuda sahip olmuş, ben niye öyle olamıyorum’.
Tabii onlar bana bir sürü şey söylüyorlar. Sonra arkadaşlarımın başının etini yemeye başladım; ‘Yapmayacağım artık spor, boşu boşuna geliyoruz buralara sabahın köründe. Bak karnım hala sarkık, adam dokuz ayda nasıl olmuş’ diye söylenip duruyorum. Her bak karnım hálá sarkık dediğimde de tişörtümü sıyırıp karnımı gösteriyorum hiç utanmadan. Sanki çok meraklılarmış görmeye gibi!
Ben bu mevzuya bu kadar sardırmışken, obsesyonumun daha da azmasını isteyenler tarafından sanırım, spor salonunun ilan tahtalarında benimle dalga geçer gibi bir ilan belirdi. Şaka gibi, ama belirdi vallahi: ‘Brad Pitt’i Truva filmine hazırlayan, eğitmen Yuimy Lee spor salonumuzda’.
Nasıl yani? Kan kusturur musun hocalara ve arkadaşlarına, sardırıyorlar beni kesin dedim. Tabii ben o ilanları hiç görmemiş gibi davranıyorum. Sardırıyor ya herkes beni. (Kendimi de nasıl önemsemekse... Sanki koskocaman spor salonunun işi gücü yok beni sardıracak.)
Ben bu paranoyalar içinde, acılarla kıvranırken, bir arkadaşım yanıma geldi ve dedi ki, ‘Hadi gözün aydın, Brad Pitt’in hocası geliyormuş salona. Sorarsın nasıl olmuş o vücut dokuz ayda diye’.
Ben hiç duymamış gibi yapıp konuyu değiştiriyorum, en sonunda bağırdı: ‘Yahu manyak mısın. Üç haftadır kafamızı ütülüyorsun, neden bende öyle vücut olmuyor diye. Sana bir şey söylüyoruz sen laf karıştırıyorsun’. O an anladım ki kadın gerçekten geliyor...
Bir gün yine ben koşu bandının üzerinde kan ter içinde koşarken, bir baktım dokuz ayda harikalar yaratan kadın, yanımdan geçiyor. Hemen koşu bandından inip sorularımı sordum ve kafam daha çok karışmış bir halde tekrar indiğim yere geri dönmek zorunda kaldım... Koşmaya da devam ettim tabii ki!
Ama sanmayın ki, ‘Brad Pitt vücudu’ yapmaktan vazgeçtim. Kadının gelmesi ve onunla yaptığım konuşmadan sonra obsesyonum daha da azdı... Artık tek bir hedef var, ‘Brad Pitt’ vücuduna sahip olmak...
***
Bunun için de ilk adımları attım. Beni evde de çalıştırması için kendime bir tane ‘özel spor hocası’ buldum. Ama ilk görüşmemizde beni yıkan, kahreden, umutsuzluğa sevk eden soruyu sordu maalesef. Olay aynen şöyle gelişti:
‘Özel spor eğitmeni tutarken amacınız nedir Armağan Bey?’
‘Truva filmindeki Brad Pitt’in vücudu gibi bir vücuda sahip olmak istiyorum.’ (Hocanın yüzündeki şaşkın ifadeyi anlatmama gerek yok sanırım...)
‘Peki, bu iş azim işidir biliyorsunuz. Brad Pitt o vücuda sahip olmak için sigarayı bıraktı. Sizin de bırakmanız gerekli!’ (Yahu bu sigara kasların gelişmesini de engelliyormuş meğerse. Üfff!)
Bir an sustum, durdum, düşündüm. Çünkü sigarayı bırakmak, hiçbir zaman aklımdan geçmeyen bir şey. Ama obsesif olmak da yabana atılacak şey değil. Cevap verdim:
‘Peki bırakacağım.’
Hemen beraber gittik, eve ağırlıklar, çeşitli spor alet edavatları aldık. Sigarayı bırakabilmem için de özel bir hastaneden randevu. (Ben bilmiyordum, bazı özel hastanelerin sigarayı bıraktırma klinikleri varmış meğer!)
Bu sabahtan itibaren ‘özel hoca’ ile çalışmaya başladım. Sigarayı bırakma çalışmaları da, (en azından azaltma) başladı tabii ki. Yahu bir gün obsesyonumun böyle hayırlı bir şeye vesile olacağı hiç aklıma gelmezdi. Eğer bir gün beni Brad Pitt vücudu yapmış olarak görürseniz, işte o zaman bilin ki sigarayı bırakmayı başardım.
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken cebimizde kumaş mendil taşırdık.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2004
Güne nasıl başlayanlardansınız?.. Malumunuz üzere her insan farklı başlıyor. Mesela ben yataktan herhangi bir duyguyla kalkanlardan değilim, ne mutlu ne de mutsuz denebilir benim için. Gergin ya da sinirli de olmam. Gece kaçta yatarsam yatayım, çalar saatin zili çaldığı anda fırlarım yataktan.
Sabahları gergin olmak için bahane bulanlara da sinir olurum. Vardır öyle insanlar. Siz bütün şirinliğinizle bir şeyler söylersiniz, karşıdan hiç bir cevap gelmez. Karşınızda duran bir adet ‘mahkeme duvarıdır’, yılmazsınız bir daha denersiniz. Bu kez daha öfkeli cevap verir; ‘Nasıl canın istiyor sabah sabah böyle konuşmayı. Bir sus, daha afyonum patlamadı yahu. Sus çayını iç işte... Zaten sabahın köründe kalkmışım.’
Haydaaaa. Sanki ben kaldırdım. Kalkmasaydın! Zıbar uyu bütün gün...
***
Tabii bir de bunun tersi durumlar var: Güne milli piyangodan büyük ikramiye çıkmış gibi başlayanlar. Anlatacak ve konuşacak ne çok şeyleri vardır sabah sabah. 7-8 saat uykusunda konuşamadı diye, hırsını kahvaltı sofrasında sizden alanlar. Genellikle boş konuşurlar, konuştukları konu çoğunlukla da ‘bugünün ne güzel bir gün olduğudur’ ki, zaten tamamı ile boş bir konudur. Sana göre güzel olan bir günün, bana göre de güzel olması mı gerekir?
Bir de uykudan uyanamayanlar vardır, bu tipler anlamakta en zorlandığım insan tipleridir. Okulda olurdu hatırlarsınız. Öğrencinin biri sınıfa geç gelir, kapıyı çalar, tedirgindir. Öğretmen sorar, ‘Nerede kaldın? Okula bu saatte mi gelinir!’. Öğrenciden cevap, ‘Saat çalmış duymamışız öğretmenim.’
İşte bunu anlamam mümkün değil. Yahu tepende bir saat çalıyor. Gürültü, zırıltı, ama sen duymuyorsun. İşin en enteresan tarafı, bu sabah saatleri duymayan tiplerin, geceleri en ufak bir gürültüde uykuya dalamamalarıdır. Hani başlarındaki saatin ‘tik tak’ları onların uyumasına engel olur. Ama sabah zırıl zırıl çalan saati duymazlar.
Ben yataktan herhangi bir duyguyla kalkanlardan değilim. (Depresyonda değilsem eğer! Bakın işte o zaman yeni bir güne başlamak zor oluyor vallahi...)
Görev bilincim orada da devreye giriyor sanırım: ‘Kalkmam gerekiyor, demek ki kalkmalıyım’ der, zıpkın gibi kalkarım yataktan. Benim için sabah saatlerinin günün herhangi bir anından farkı yoktur. Tek bir özelliği ve önemi vardır benim için sabahların: Gazete okumak.
Yıllardır, sabahları işe gelir gelmez, hemen gazeteleri elime alırım. Bu sabah da aynen öyle yaptım. Sabah hiçbir duygu değişikliği olmaksızın yataktan kalktım, spordan sonra işe geldim ve gazeteleri elime aldım. Manşetlerde hep aynı haberler. Ahmet Piriştina’nın hepimizi çok üzen ani ölümü, Tayyip Erdoğan’la DEP’li milletvekilleri arasındaki gerginlik, AKP’deki DEP gerginliği... (Hala mı?)
Tüm bunları okuduktan sonra gözüm bir gazetenin kıyısında, köşesinde kalan başka bir habere ilişti. Haber çok eğlenceli geldi bana. Sonra oturdum neredeyse tüm gazeteleri kıyı köşe okuyup, kenarda kalan haberleri incelemeye başladım. Valla çok zevkliymiş. Güne kötü başlayanlar, size de tavsiye ederim, iyi geliyor insana. İşte beni eğlendiren haberler:
İneklerin kentte başıboş dolaşmalarını engellemek isteyen Siirt Belediye Başkanı ALO 185 İNEK HATTI’nı kurdu. İli sokakta sahipsiz dolaşan ineklerden kurtarmakta kararlı olduklarını söyleyen belediye başkanı, ‘İnekler trafiği aksatıyor. Vatandaşlarımızdan yardımcı olmalarını istiyoruz’ dedi.
(Yahu inekler için de hat kurulduğuna inanmak istemiyor insan. Sayın belediye başkanım, trafik probleminiz daha çok sürücülerden ya da yayalardan kaynaklanıyor olmasın?)
İngiltere’de yeni yapılan bir araştırmaya göre uzun bacaklı kadınlar, kısa bacaklı kadınlara oranla daha uzun yaşıyorlarmış. (Bence bu araştırmayı yapan doktor, uzun bacaklı kadın güzeldir sloganının çok etkisinde kalmış. Zaten kendisi de beğenirmiş belli ki uzun bacaklı kadınları ve onlarla daha fazla zaman geçirebilmek için bu konuda bir araştırma yapmış...)
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Ankara’da karne dağıtırken, karne verdiği öğrenciye ‘Büyüyünce ne olacaksın?’ diye sorunca, ilginç bir cevap almış: Şarkıcı. (Bu durumda benim de bir katkım var mıdır diye düşünmedim değil!)
Newsweek dergisi 10 ülkede depresyonun nüfusu etkileme oranıyla ilgili bir araştırma yayınlamış. Sıralamada Türkiye yüzde 4 ile en iyi durumda olan ülke imiş. (Mutsuzluk ve sıkıntı Türk insanının normal hali olduğundan dolayı, depresyona girdiğimizi anlamıyoruz bence.)
Marc Anthony 10 günlük eşi Jennifer Lopez’e yirmi dört bin (Rakamla 24.000) dolar değerinde altın bir sandalet hediye etmiş. (Lopez’in eski nişanlısı Ben Afflect de, Jennifer’a elmas kaplı bir klozet ve kadife tuvalet kağıtları hediye etmişti. Garip değil mi? Tevekkeli kadın habire ayrılıyor sevgililerinden. Adam gibi bir hediye alamadığından belli ki! Ama ben Afflect’in hediyelerini beğenmiştim. Poponla ünlü olursan, onu korumaya ve hoş tutmaya yönelik hediye almanda bir gariplik yok değil mi?)
Bu kıyıda köşede kalan haberler beni çok eğlendirdi. Sabah uyanamayanlara, güne mutsuz başlayanlara ve afyonu geç patlayanlara tavsiye olunur...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, davul fırınlar vardı.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2004
Aşkı yaşama biçimleri de zaman ve mekana göre değişen bir şeymiş meğerse. Oysa insan, bunun hiç değişmeyeceğini her yerde ve her zaman aynı kalacağını sanıyor, değil mi? Ama öyle değilmiş.... Ben - artık o hepinizin bildiği kasabamda- büyürken, aşklar çok farklı yaşanıyordu. Kimin kime aşık olduğunu ya da kimin kimle flört(!) ettiğini anlamak, şimdiye göre çok daha kolaydı o zamanlar. Nasıl anlaşılırdı biliyor musunuz? Arka arkaya yürümelerinden. Benim gözümün önünde o sahne var, ama sizin gözünüzde de canlandırabileceğiniz kadar başarılı anlatabilecek miyim bilmiyorum.
Aynen şöyle olurdu: Kızlar birkaç arkadaşlarıyla birlikte akşamüstleri, ellerine çekirdeklerini de alarak sahilde yürüyüşe çıkarlardı. Bu yürüyüşe çıkmanın amacı da sevdiğini gör(ebilmek) mekti. Bunun için annelere binbir türde yalan söylenirdi. Kızın en yakın arkadaşı eve gelir ve kızı sahile yürüyüşe çıkmak üzere ikna etmeye çalışırdı. Esas kız önce biraz nazlanır, sonra da sırf arkadaşının hatırı için hiç istemediği(!) bu yürüyüşe çıkmak zorunda kalırdı. Kızlar daha evlerinin kapısından çıkıp beş on adım atar atmaz, hemen arkalarında (Kızlardan 10-15 adım arkada) iki ya da üç tane delikanlı da kol kola girerek kızları takip etmeye başlarlardı.
* * *
Kızlar önde, delikanlılar arkada bir yürüyüş başlardı. Sanmayın ki bu yürüyüşün herhangi bir aşamasında kızlarla erkekler konuşurdu! Hiç öyle bir şey olmazdı, sadece yürürlerdi arka arkaya... Delikanlılar kendi aralarındaki konuşmalarıyla kızlara mesajlar vermeye çalışırlar, kızlar da yine kendi aralarında konuşmalarıyla delikanlılara cevap verirlerdi. İki taraf da bu ‘konuşmama’ durumuna çok dikkat ederdi. Kızlar sahilde birkaç kez turladıktan sonra, etrafın dikkatini daha çok çekmemek amacıyla, en tenha buldukları çay bahçesine otururlardı. Tabii hemen delikanlılar da kızların oturduğu masayı gören, başka bir masaya çöreklenirler, sandalyelerini onlara göre mevzilendirirlerdi.
Esas kız yüzü denize dönük oturur (denizi seyredecek romantik kız!), esas oğlan da hiç romantik olmadığı için (!) sırtını denize, yüzünü esas kıza çevirerek otururdu. İşte bu andan sonrası seyretmeyi en sevdiğim bölümdü... Esas kız kaçamak bakışlarla esas oğlana bakardı, esas oğlanın gözleri ise zaten hep sevgilisinin üzerindeydi... Bu sırada tarafların yanlarındaki arkadaşları da, çay bahçesine gelmesi muhtemel olan esas kızın babası ya da ağabeyinin gelip gelmediğini görmek için erketeye yatarlardı!
* * *
Sonra ‘Akşam ezanı’ okunurdu. Bu ezan kıza artık zamanının dolduğunu gösteren bir çalar saat gibiydi. Ezan okunur, esas kız evinin yolunu tutardı, tabii ki beş on adım arkasında sevgilisiyle beraber... Delikanlılar, kızın oturduğu sokağın başına kadar, yine beş on adım arkadan eşlik ederler, herkes evine giderdi. Akşam yemekleri yenir, yemekten sonra balkon ya da cam sefası başlardı. Kız balkonda oturur, ya da kollarının altına koyduğu bir mindere yaslanarak gelen geçene bakmaya cama çıkardı. (Bu cama çıkmak meselesi, babadan ya da ağabeyden gizli olarak yapılırdı. Çünkü fazlaca cama çıkmak, kızlar için çok makbul bir şey değildi!) Kız cama çıktığı anda, esas oğlan aynı arkadaşları ile beraber, bu kez camın önünden yetmişli yıllarda yürüyerek seksenli yıllarda da Şahin marka arabasıyla geçmeye başlardı. Arabanın teybinde de son sesine kadar açılmış bir aşk şarkısı çalardı. Kız camda durduğu sürece, esas oğlanın resmi geçiti hiç bitmezdi.
Ta ki esas kıza annesi artık ‘Eve girmesi gerektiğini’ hatırlatana kadar. Çünkü yatsı ezanı okunmuştu. Bu kadar bakışmanın üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra artık sadece bakışmanın kesmediği esas oğlan sabırsızlanır ve sevdiğine daha yakın olup en azından konuşmak isterdi... Hakkıydı da...(O dönemlerde cep telefonu ile mesaj çekme teknolojisinin henüz geliştirilmemiş olmasına ne kadar üzülüyorlardır şimdilerde o dönemin çilekeş aşıkları....) Telefonla da konuşamazlardı. Çünkü telefonu santraldan bir telefon memuresine bağlatmanız gerekirdi, üstelik telefonunuzun o memure ya da memur tarafından dinlenmesi ihtimali de kuvvetle muhtemeldi.
* * *
Hemen kızın ve oğlanın arkadaşları ile bir plan yaparlar, esas kızın annesi ve özellikle babasından izin alarak sevgilileri buluşturmak için şehre giderlerdi. Şehirdeki bir pastanede ilk buluşma gerçekleşirdi. Bu buluşma, en fazla 15 dakika sadece masum bir konuşmadan ibaretti. Çünkü kasabadan birisinin her an o pastaneye girme riski vardı, ve bu sebeple de zaten pastanenin en kuytu ve en karanlık köşesinde oturulurdu. Pastanenin en kuytu ve en karanlık köşesinde bir delikanlı ile konuşurken görülen kızın da namusundan zaten şüphe etmek gerekirdi(!) İşte bu ilk konuşma artık aşkın ölümsüzleştiğinin işaretiydi. Konuşmuşlardı bile! En sonunda kasabadaki çoğu kişi durumu anlar ve bu aşkı konuşmaya başlardı.
Bu dedikodular kızın ağabeyinin kulağına gidince, bir gece ağabey tarafından uydurulan bambaşka bir sebepten ötürü, ağabeyin arkadaşları ile esas oğlanın arkadaşları yumruk yumruğa kavga ederler ve esas oğlanı bir güzel döverlerdi. Hırsını alamayan ağabey bu kavgadan sonra direkt eve gider, bu kez de kardeşini döverdi. Çünkü bu aşk bitmeliydi... Niyesini, nedenini bilmenize imkan yok, kasabada yaşanan her aşk bitmesi gereken bir aşktır! Artık yapılması gereken tek şey evlenmektir. Ama ağabeyle esas oğlan kavga bile etmiştir, ve evlenmek imkansızdır. Ağabey kardeşinin kötü adamla evlenmesini istememektedir!
* * *
Bütün kasaba bu olayı konuşur. Kimisi o ikiliyi birbirine çok yakıştırır, kimisi hiç yakıştırmaz. Artık ‘Kasaba ana haber bülteninin protokol sırasına göre ilk haberi’ bu aşktaki gelişmelerdir. Esas oğlan hayata küser, daha çok içmeye başlar, esas kız artık eve hapsedilmiş ve arkadaşlarıyla dahi görüştürülmemektedir. Durum üzücüdür, hem de çok üzücü. Aradan yaklaşık bir ay geçtiğinde bir gün kasaba bomba! bir haberle çalkalanır: Esas kızla, esas oğlan kaçmıştır.Esas oğlan her şeye rağmen sevdiğini alıp götürmüştür. Esas kız her şeye rağmen sevdiğiyle gitmiştir. Bu haber her zaman benim en sevdiğim haber olmuştur. Yani sanmayın ki Türk filmleri gerçek değil....!
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, gazyağları bakkalda satılırdı...
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2004
‘Anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı? ‘<br><br>‘İkisini de eşit seviyorum’ (Tabii ki yalan. Hem de en kuyruklusundan) ‘Kardeşini seviyor musun?‘
‘Evet’ (Aslında doğrusu şöyle olmalıdır: Çoğunlukla evet. Ama ilgi çok ona kaydığında hayır!)
‘Öğretmenini seviyor musun?’
‘Evet’ (Sanki hayır dese alıp başka bir okula götürecek!)
‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun?‘
‘Doktor‘ (Her Türk çocuğu gibi)
Bu soruları okumak bile, eminim sizleri çocukluğunuza götürmüştür. Peki siz de sinir olur muydunuz bu sorular sorulduğunda. Üstelik soruları soran, alacağı cevapları o kadar iyi biliyordur ki, soruyu sormanın hiçbir manası yoktur. Bu soruları çocuklara sormanın ne amacı olabilir? Tek amaç, ‘Bak küçük, ben seninle ilgileniyorum’ demek sanırım. (Eee ilgileniyorsun ama beni yalan söylemek zorunda bırakıyorsun. Hem ilgi böyle mi olur? Bildiğin en iyi ilgilenme biçimi bu mu?)
Bana en çok, ‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun’ sorusu sorulurdu nedense? Çalışkan bir öğrenci olduğumdandır belki de. İlkokul yıllarımda dedem ve annemle ilgili olarak sanırım, ‘Öğretmen olmak istiyorum’ derdim bu soruya cevap olarak.
Ortaokul yıllarında bu soru bana ne zaman sorulsa, idealist olmaktan vazgeçip, materyalist olmaya karar verdiğim için ‘Doktor olmak istiyorum’ dedim. Belki de doktor olmak isteğimde, o yıllarda olduğum menisküs ameliyatının rolü vardır. (Beni ameliyat eden doktor çok havalı yürürdü koridorlarda. Hastalar neredeyse cumhurbaşkanıyla konuşur gibi konuşurlardı onunla. Tabii o zamanlar bunun sadece ‘Aman bir tatsızlık çıkmasın, işimiz görülsün. Şimdi saygıda kusur edersek, doktor bizimle ilgilenmez’ mantığıyla yapıldığını anlamıyordum.)
Lise yıllarımda doktor olmaktan vazgeçip, psikoloji okumak istedim. Hatta ÖSS sınavına girerken ilk tercih olarak ‘Psikoloji’ bölümünü yazacaktım. Bu kez de babamın materyalist yaklaşımlarından dolayı en son tercihim oldu İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü.
Psikoloji bölümünde okumayı çok istememe rağmen ben hukuk fakültesini kazanıp avukat oldum. Avukat olmak, bir hukuk adamı olmak hayatımın hiç bir döneminde aklımdan geçmeyen bir şeydi. Hiç düşünmemiştim ve bana sorulan ‘Büyüyünce ne olacaksın’ sorusuna hiçbir zaman ‘Avukat’ diye cevap vermemiştim.
Avukat oldum ama o mesleği yaptığım herhangi bir anda hiç mutlu olmadım. İşini yaparken elleri kopan işçilere şirketin daha az tazminat ödemesi için elimden geleni yapmak ya da ticaret yapan kocası borcunu öde(ye)mediği için bir kadının ve çocuklarının gözyaşları arasında mallarını haczetmek hiç iyi gelmedi bana. Bıraktım...
Sonra çoğunuzun bildiği gibi tesadüfen televizyonculukla tanıştım ve bugün hasbelkader buralardayım.
Ben ne kolejlerde, ne Anadolu liselerinde okudum, ne de özel hocalarım oldu. Devlet lisesini bitirdim, ata binmedim, çocukken tenis dersi almadım, piyano çalmıyorum, eskrim hiç öğrenmedim, yüzme kurslarına gitmedim, başımda devamlı ‘ders çalışsana’ diyen annem babam da hiç olmadı. Ama şu an yaptığım işten de, kazandığım paradan da çok mutluyum.
Şimdi çevremde çocuğu olan arkadaşlarıma bakıyorum da çoğunda aynı hırs var. Çocuğum özel okula gitmeli, tenis oynamalı, piyano çalmalı, yüzme ihtisasta yüzmeli, özel hocalardan ders almalı... Çünkü benim çocuğum ‘özel’ olmalı... İçim acıyor o çocukları gördükçe. Onların yerine ben bunalıyorum. Anne babalar kendi yapamadıklarını çocukları yapsın istiyorlar çünkü. Ben tenis oynayamadım sen oyna, ben ata binemedim sen bin, ben kolejlerde okuyamadım sen oku diyorlar!
Bir arkadaşımın daha on yaşındaki çocuğunun neredeyse başını kaşıyacak vakti yok. Benden beter! Oradan oraya koşturup duruyor daha bu yaşında. Piyano dersinden, eskrim dersine kadar almadığı ders kalmadı nerdeyse. Çocuk her yeni şeyden sıkıldığında da ona yapacak yepyeni bir şey bulmalarında da üstlerine yok maşallah!
‘Ata binmekten sıkıldın mı çocuğum? Tamam binme o zaman, seni eskrim kursuna yollayalım’
‘Piyanodan da mı sıkıldın, tamam o zaman yarın hemen lir kurslarına başla’ dediğini duyduğumda gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yahu niye sen karar veriyorsun çocuğun hangi sporu yapacağına, hangi enstrümanı çalacağına. Bırak, isterse yapar, istemezse yapmaz, isterse çalar istemezse çalmaz. Bir enstrüman çalarsa tabii ki iyi de, çalmazsa ne kaybeder? Mesela lir çalmayı bilmezse hayatından ne eksilir?
Peki hiç düşünüyor musunuz bu çocuklar büyüyünce ne yapacaklar? Sıkılmayacaklar mı? Hayatta ki zevkleri yalayıp yutmuş, amaçsız, hissetmeyecekler mi kendilerini? Bence hissedecekler. Hem de çok. Onlara da kendi hayatlarını kendilerinin renklendirmeleri için fırsat vermemiz gerekmiyor mu?
Sevgili anne ve babam, iyi ki bu kadar hırslı değilmişsiniz de bana otuz sekiz yaşımda hala hayatın keşfedilecek yönlerini kendi kendime keşfetme imkanı bırakmışsınız. Oh be!
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, şişe satıp kazandığım parayla sinemaya giderdim.
Yazının Devamını Oku