Aşkı yaşama biçimleri de zaman ve mekana göre değişen bir şeymiş meğerse. Oysa insan, bunun hiç değişmeyeceğini her yerde ve her zaman aynı kalacağını sanıyor, değil mi? Ama öyle değilmiş....
Ben - artık o hepinizin bildiği kasabamda- büyürken, aşklar çok farklı yaşanıyordu. Kimin kime aşık olduğunu ya da kimin kimle flört(!) ettiğini anlamak, şimdiye göre çok daha kolaydı o zamanlar. Nasıl anlaşılırdı biliyor musunuz? Arka arkaya yürümelerinden. Benim gözümün önünde o sahne var, ama sizin gözünüzde de canlandırabileceğiniz kadar başarılı anlatabilecek miyim bilmiyorum.
Aynen şöyle olurdu: Kızlar birkaç arkadaşlarıyla birlikte akşamüstleri, ellerine çekirdeklerini de alarak sahilde yürüyüşe çıkarlardı. Bu yürüyüşe çıkmanın amacı da sevdiğini gör(ebilmek) mekti. Bunun için annelere binbir türde yalan söylenirdi. Kızın en yakın arkadaşı eve gelir ve kızı sahile yürüyüşe çıkmak üzere ikna etmeye çalışırdı. Esas kız önce biraz nazlanır, sonra da sırf arkadaşının hatırı için hiç istemediği(!) bu yürüyüşe çıkmak zorunda kalırdı. Kızlar daha evlerinin kapısından çıkıp beş on adım atar atmaz, hemen arkalarında (Kızlardan 10-15 adım arkada) iki ya da üç tane delikanlı da kol kola girerek kızları takip etmeye başlarlardı.
* * *
Kızlar önde, delikanlılar arkada bir yürüyüş başlardı. Sanmayın ki bu yürüyüşün herhangi bir aşamasında kızlarla erkekler konuşurdu! Hiç öyle bir şey olmazdı, sadece yürürlerdi arka arkaya... Delikanlılar kendi aralarındaki konuşmalarıyla kızlara mesajlar vermeye çalışırlar, kızlar da yine kendi aralarında konuşmalarıyla delikanlılara cevap verirlerdi. İki taraf da bu ‘konuşmama’ durumuna çok dikkat ederdi. Kızlar sahilde birkaç kez turladıktan sonra, etrafın dikkatini daha çok çekmemek amacıyla, en tenha buldukları çay bahçesine otururlardı. Tabii hemen delikanlılar da kızların oturduğu masayı gören, başka bir masaya çöreklenirler, sandalyelerini onlara göre mevzilendirirlerdi.
Esas kız yüzü denize dönük oturur (denizi seyredecek romantik kız!), esas oğlan da hiç romantik olmadığı için (!) sırtını denize, yüzünü esas kıza çevirerek otururdu. İşte bu andan sonrası seyretmeyi en sevdiğim bölümdü... Esas kız kaçamak bakışlarla esas oğlana bakardı, esas oğlanın gözleri ise zaten hep sevgilisinin üzerindeydi... Bu sırada tarafların yanlarındaki arkadaşları da, çay bahçesine gelmesi muhtemel olan esas kızın babası ya da ağabeyinin gelip gelmediğini görmek için erketeye yatarlardı!
* * *
Sonra ‘Akşam ezanı’ okunurdu. Bu ezan kıza artık zamanının dolduğunu gösteren bir çalar saat gibiydi. Ezan okunur, esas kız evinin yolunu tutardı, tabii ki beş on adım arkasında sevgilisiyle beraber... Delikanlılar, kızın oturduğu sokağın başına kadar, yine beş on adım arkadan eşlik ederler, herkes evine giderdi. Akşam yemekleri yenir, yemekten sonra balkon ya da cam sefası başlardı. Kız balkonda oturur, ya da kollarının altına koyduğu bir mindere yaslanarak gelen geçene bakmaya cama çıkardı. (Bu cama çıkmak meselesi, babadan ya da ağabeyden gizli olarak yapılırdı. Çünkü fazlaca cama çıkmak, kızlar için çok makbul bir şey değildi!) Kız cama çıktığı anda, esas oğlan aynı arkadaşları ile beraber, bu kez camın önünden yetmişli yıllarda yürüyerek seksenli yıllarda da Şahin marka arabasıyla geçmeye başlardı. Arabanın teybinde de son sesine kadar açılmış bir aşk şarkısı çalardı. Kız camda durduğu sürece, esas oğlanın resmi geçiti hiç bitmezdi.
Ta ki esas kıza annesi artık ‘Eve girmesi gerektiğini’ hatırlatana kadar. Çünkü yatsı ezanı okunmuştu. Bu kadar bakışmanın üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra artık sadece bakışmanın kesmediği esas oğlan sabırsızlanır ve sevdiğine daha yakın olup en azından konuşmak isterdi... Hakkıydı da...(O dönemlerde cep telefonu ile mesaj çekme teknolojisinin henüz geliştirilmemiş olmasına ne kadar üzülüyorlardır şimdilerde o dönemin çilekeş aşıkları....) Telefonla da konuşamazlardı. Çünkü telefonu santraldan bir telefon memuresine bağlatmanız gerekirdi, üstelik telefonunuzun o memure ya da memur tarafından dinlenmesi ihtimali de kuvvetle muhtemeldi.
* * *
Hemen kızın ve oğlanın arkadaşları ile bir plan yaparlar, esas kızın annesi ve özellikle babasından izin alarak sevgilileri buluşturmak için şehre giderlerdi. Şehirdeki bir pastanede ilk buluşma gerçekleşirdi. Bu buluşma, en fazla 15 dakika sadece masum bir konuşmadan ibaretti. Çünkü kasabadan birisinin her an o pastaneye girme riski vardı, ve bu sebeple de zaten pastanenin en kuytu ve en karanlık köşesinde oturulurdu. Pastanenin en kuytu ve en karanlık köşesinde bir delikanlı ile konuşurken görülen kızın da namusundan zaten şüphe etmek gerekirdi(!) İşte bu ilk konuşma artık aşkın ölümsüzleştiğinin işaretiydi. Konuşmuşlardı bile! En sonunda kasabadaki çoğu kişi durumu anlar ve bu aşkı konuşmaya başlardı.
Bu dedikodular kızın ağabeyinin kulağına gidince, bir gece ağabey tarafından uydurulan bambaşka bir sebepten ötürü, ağabeyin arkadaşları ile esas oğlanın arkadaşları yumruk yumruğa kavga ederler ve esas oğlanı bir güzel döverlerdi. Hırsını alamayan ağabey bu kavgadan sonra direkt eve gider, bu kez de kardeşini döverdi. Çünkü bu aşk bitmeliydi... Niyesini, nedenini bilmenize imkan yok, kasabada yaşanan her aşk bitmesi gereken bir aşktır! Artık yapılması gereken tek şey evlenmektir. Ama ağabeyle esas oğlan kavga bile etmiştir, ve evlenmek imkansızdır. Ağabey kardeşinin kötü adamla evlenmesini istememektedir!
* * *
Bütün kasaba bu olayı konuşur. Kimisi o ikiliyi birbirine çok yakıştırır, kimisi hiç yakıştırmaz. Artık ‘Kasaba ana haber bülteninin protokol sırasına göre ilk haberi’ bu aşktaki gelişmelerdir. Esas oğlan hayata küser, daha çok içmeye başlar, esas kız artık eve hapsedilmiş ve arkadaşlarıyla dahi görüştürülmemektedir. Durum üzücüdür, hem de çok üzücü. Aradan yaklaşık bir ay geçtiğinde bir gün kasaba bomba! bir haberle çalkalanır: Esas kızla, esas oğlan kaçmıştır.Esas oğlan her şeye rağmen sevdiğini alıp götürmüştür. Esas kız her şeye rağmen sevdiğiyle gitmiştir. Bu haber her zaman benim en sevdiğim haber olmuştur. Yani sanmayın ki Türk filmleri gerçek değil....!