Armağan Çağlayan

Bir televizyoncunun gözüyle Eurovision değerlendirmesi

19 Mayıs 2004
Bu seneki Eurovision Şarkı Yarışması, geçen yıl Sertab Erener’in elde ettiği birincilikten sonra ve de yarışmanın bu yıl İstanbul’da yapılması sebebiyle yeniden ilgimizi çekmeyi başardı. Gazetelerin magazin sayfaları ve televizyonların ana haber bültenlerinde bir hafta boyunca tıpkı eskiden olduğu gibi yine Eurovision haberleri vardı. Tabii hiçbirimiz kayıtsız kalamadık bu duruma...



***

Cumartesi gecesi Türkstar’ın canlı yayını biter bitmez, Eurovision’un İstanbul’da yapılması şerefine ufak çaplı bir Eurovision partisi veren bir arkadaşımın evine gittim. Yemeklerimizi yedikten sonra, hep beraber ekranın karşısına kurulup, nefeslerimizi tutarak canlı yayını izlemeye başladık. İtiraf etmeliyim ki, ‘Acaba yayının neresinde teknik bir aksaklık olacak’ duygusuyla geçtim ekran başına, ama gerçekten çok başarılı ve göz alıcı bir organizasyondu. Emeği geçen herkesi tebrik etmek gerek.

Ama hani ben de bir şarkı yarışmasında jüri üyesiyim ya (zaten sanırım beni de o partiye, ben dangul dungul konuşayım onlar da gülsünler diye çağırdılar!) bazı şeyler gözüme batmadı değil!.. Canlı yayın başladığı sırada, kamera genel planda tüm salonu tararken, orada bulunan hemen hemen bütün seyirciler coşkulu bir şekilde tezahürat yaparken ve alkışlarken Abdi İpekçi Spor Salonu’nda dalgalanan ‘Karşıyaka Spor’ ve ‘Üç yıldızlı Fenerbahçe’ bayraklarını anlayamadım doğrusu. Hem de yanlış görmediysem eğer, ‘Karşıyaka seni çok seviyoruz’ yazılı kaşkol protokol sıralarında sallanıyordu.

Sonra ikinci şok dalgası geldi. Sertab Erener’in saçları! Neydi o platin sarısı saçlar öyle? Saçlar, onu olduğundan daha yaşlı ve asabi göstermiş. Ama Evita Peron rolünü oynamaya hazırlanıyorsa ona bir diyeceğim yok tabii ki! ‘İkinci saç modeli şokunu’ da Meltem Cumbul’un saçlarıyla yaşadık ev halkı olarak. Hatta ahaliden bir ses geldi ‘Aaaa, aynı Esra Ceyhan’a benzemiş’ diye. Baktım, haksız da değil bu benzetmeyi yapan arkadaşım.

Neyse bu şok dalgalarını atlattıktan sonra, finale kalan ülkeler tek tek performanslarını sergilemeye başladılar. Hepimiz her ülke hakkında bağıra çağıra yorumlarda bulunuyoruz. Fark ettim ki yıllardır değişmeyen tek şey, Eurovision’a katılan gruplardaki dans ve şov tutkusu. Hiçbir şey yapmasalar alıyorlar arkalarına üç dört tane vokal, vokalistler de bir sağa bir sola sallanarak şarkıya ve şova (!) gerekli katkıyı yapıyorlar. Allah’tan Eurovision kurallarına göre sahnede en çok altı kişi bulunabiliyor, bu kural da olmasa neredeyse göz doldurmak için yirmişer kişi çıkacaklar sahneye. 24 finalist ülke gösterilerini bitirdiğinde hemen hemen bütün ev halkının üzerinde görüş birliğine vardığı 4 favorisi vardı: Yunanistan, Sırbistan Karadağ, Türkiye ve Ukrayna.



***

Sırbistan Karadağ’ın şarkısının çalıntı olduğu iddialarının onların birinciliğini engellediğini düşünüyorum! (Ben beğendim ya şarkıyı, onlar da birinci olamadılar ya, hemen bir kulp bulmam lazım)

Ukrayna sahneye çıktığında ‘Ukraynalı Zeyna’, pardon Ruslana, hepimizi ekrana kilitledi. Güzel bir şovdu. Yunanistan’ı temsil eden Sakis sahneye çıkmadan önce, yine yırtık kot giyip giymeyeceği aramızda ufak bir tartışma konusu oldu ama, Sakis’i görür görmez gardrobunda yaklaşık yüz adet yırtık kot olduğuna karar verdik. Sirtakiyle başlayıp neredeyse striptiz ile biten şovunu seyredip Sakis’in performansından da etkilendik.

Athena’nın şarkısını ilk dinlediğimde sevmemiş olmama rağmen, itiraf etmeliyim ki sahnede çok etkileyiciydiler. Fakat, şarkının sonunda birden bire üzerinde ‘Turkish delight’ yazılı tişörtüyle ortaya çıkan dansçı kızın nasıl ve de neden sahneye geldiğini anlamamıştım. Meğerse kızcağız sahnenin bir köşesinde oturmuş ritim çalarmış ve sırası geldiğinde de üzerini çıkartıp dans etmeye başlamış. Bu da bize yönetmen kazığı oldu sanırım. Ritim çalan o kızı ne gördük, ne duyduk. Seyrettiğimiz şey birden bire sahnede bitiveren, özenti bir dansçı kızdı sadece...

Oylamayı beklerken sahneye çıkan ‘Anadolu Ateşi’ grubunun İrlanda kökenli dansına hiçbirimiz bir mana veremeyerek, oylamayı seyretmeye başladık. Oylama kısmında Meltem Cumbul’un tek sunucu olmasının sebebini ve Korhan Abay’ın niye ağzını hiç açmadığını anlayamadık. Ama Meltem Cumbul’un bu bölümdeki ve tüm geceki performansı alkışa değerdi doğrusu.

Bir ara hepimiz Türkiye’nin bu yıl da birinciliği alacağı hissine şiddetle kapıldık ama yine ‘komşunun tavuğu komşuya kaz görününce’ birincilik hayallerimiz yıkıldı. Türkiye’nin birinci olamayacağı anlaşılınca, ben Yunanistan birinci olsun istedim ama gece ‘Ukrayna’lı Zeyna’nın gecesiydi.

Final kısmında ‘Zeyna’nın bir türlü sahneye gelemeyişi ve Sertab Erener’in ‘Sinderella’ gibi ayakkabısını sahnede bırakışı, hepimiz için gecenin sürprizleri oldu.



***

Yarışma bittikten sonra, partide bulunan arkadaşlardan bir tanesi Eurovision hadisesi ile ilgili olarak en doğru yorumu yaptı sanırım. Arkadaşım aynen şöyle dedi: ‘Artık Avrupalılar bu işi ciddiye almıyorlar, bu yarışmayı ciddiye alanlar Avrupalı olmak için uğraşanlar’. Bence haklılık payı var bu yorumun, siz ne dersiniz?

Böylesine görkemli bir organizasyonu hepimize gururla seyrettiren TRT’ye ve emeği geçen herkese teşekkür ederken, TRT yöneticilerine bir şey sormak istiyorum. Eurovision gecesinin davetiyeleri neye göre dağıtıldı? Geçen yılki birincilikte Sertab Erener’le birlikte büyük payı olan Yücel Yener’e niye davetiye gitmedi? Eurovision’da Türkiye’ye Sertab Erener’den sonra en başarılı sonucu getiren Şebnem Paker’e bile davetiye yollanmadığı doğru mu? Medya kuruluşlarının çoğuna ve özel televizyon kanallarına davetiye niye yollanmadı? Ben çok merak ettim kime, neye göre dağıtıldı bu Eurovision davetiyeleri?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, her evde elektrik süpürgesi yoktu. Üzerine dantel örtüler serilen ‘gırgır’ süpürgeleri vardı.
Yazının Devamını Oku

İnanır mısınız, ben hiç Bodrum’a gitmedim

17 Mayıs 2004
Geçtiğimiz çarşamba Türkiye’de yaşamayı niye çok sevdiğimi yazmıştım. Hani bazı manzaraları görmeden yaşayamam diye. Yazıyı okuduktan sonra, Türkiye’de yaşamama rağmen çoğu Türk insanının yaptığı bazı şeyleri hiç yapmadığımı fark ettim. Hatırlarsınız, ilkokula giderken beslenme saatleri vardı, herkes o saatte yiyeceklerini evden ‘beslenme çantası’nın içine koyup okula getirirdi. Hatta, pahalı ve az bulunan yiyeceklerin o çantanın içine konulmaması gerektiği de öğretmenler tarafından kafamıza vurula vurula öğretilirdi. Ama benim hiç beslenme çantam olmadı mesela.



***

Ortaokul ve lise yıllarında 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini hatırlamayanınız yoktur sanırım. Benim ortaokul yıllarımda erkekler siyah şort, beyaz atlet, ayaklarına beyaz ‘kes’ denilen spor ayakkabılar giyerler, kızlar da beyaz mini etek, kırmızı tişört ve ayaklarındaki (büyük olasılıkla tören sonunda baş parmaklarının dışarıya çıktığı) ‘pisipisi’lerle gösteri yaparlardı. Hatta bütün bir yıl beden eğitimi derslerinde bu gösteri için çalışılır, kan ter içinde kalınırdı. Hareketleri ezberleyeceksin, hangi hareketten sonra ne geldiğini bileceksin ve ritmi tutturmaya çalışacaksın. Hele bir de herkesin birbirinin sırtına çıkıp, en yukardaki öğrencinin ‘Türk Bayrağı’ çıkardığı ve hepimizin ezbere bilmemize rağmen bayrak çıkar çıkmaz alkışladığı ‘eşli hareketleri’ hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Maalesef ben bu 19 Mayıs törenlerine hiç katılamadım. Yeteneksizliğimden dolayı, hep sahanın kenarından, yapılan kuleyi ve atletinin içinden ‘bayrak’ çıkartanları aman şimdi düşecekler diye heyecanla izlemek zorunda kaldım...

Türkiye’nin hiçbir yerindeki herhangi bir betonda, benim adım soyadım ya da ayağımın, elimin izi yoktur mesela. Demek ki hiç yeni atılmış bir beton rastlamamış bana... Çeşitli ağaç gövdelerinde ya da parklardaki banklarda da yazılı değildir adım.

Dedem sabah kahvaltılarında sık sık hatta çoğu zaman çorba içerdi. Ben de o zaman ki aklımla belli bir yaşa geldiğimde kendimin de kahvaltılarda çorba içeceğini düşünürdüm. Ama sabah kahvaltılarında bugüne kadar hiç çorba içmedim.

Açık hava sinemalarında çok Türk filmi seyrettim, ama itiraf etmeliyim ki, Cüneyt Arkın filmin sonunda Bizans Ordusu’na esir düşmüş olan esas kızı kurtarmaya geldiğinde hiç alkışlamadım. Ya da birlikte sinemaya gidip, aynı filmi seyrettiğim arkadaşıma sinemadan çıkınca filmi bir kez de ben anlatmadım.

Arabam olduktan sonra arabamın arka camına ya da tamponuna bir yazı yazdırmak istedim hep. Önce ‘Hereke’li’ yazdırayım diye düşündüm, ama hiç yaratıcı gelmedi. Sonra ‘Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım’ yazayım dedim ancak bunu da beğenmedim vazgeçtim. En son ‘Gönlünde yer yoksa bana güzelim, fark etmez ben ayakta da giderim’ yazmaya karar vermiştim ki, arabamı değiştirdim. Arabamın arkasına hiç yazı da yazamadım.

Mesela her Türk genci hayatının bir döneminde tatil için mutlaka Bodrum’a gider değil mi? Hatta arkadaşlarınıza ‘tatile gidiyorum’ dediğinizde çoğu zaman ‘nereye’ diye sormazlar, çünkü biliyorlardır ki siz tatile Bodrum’a gidiyorsunuzdur zaten. Ama ben hayatımda hiç Bodrum’a gitmedim. Evet yanlış okumadınız ya da ben yanlış yazmadım; ben hiç Bodrum’u görmedim. Niye bilmem, merak da etmedim.



***

Bu yukarıda saydıklarımla belki Türk olma özelliğimi biraz kaybediyorum ama, ben de arkadaşlarımın yaptığı kardan adamları tekme atıp bozdum, kumsalda deve güreşi yaptım, inek bir öğrenci oldum, kar yağdığında hiç yemeyeceğimi bile bile eve yaklaşık 10 ekmek aldım, takım elbise giydiğimde elimi hemen cebime soktum, gazetelerdeki resimlere sakal bıyık ve saç yaptım, tiki olan arkadaşlarımın tikleriyle uğraştım...

Demek ki ne yapılacak, bu yaz tatile Bodrum’a gidilecek, Truva filminde Brad Pitt alkışlanacak, arabanın arkasına ‘Gözlerinin hastasıyım’ yazısı derhal yazdırılacak, sabah kahvaltıda mercimek çorbası içilecek ve herhangi bir televizyon dekorunun görünmeyen bir yerine adımın soyadımın baş harfleri eklenecek.

Eksikler hemen tamamlansın...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken en meşhur Sezen Aksu şarkısı ‘Altın gümüş pırlanta/ zümrüt sedef yakutla/ kim mutlu olmuş dünyada’ idi.
Yazının Devamını Oku

Orhan Baba TRT’ye çıktığında kasabamda yollar boşalırdı

14 Mayıs 2004
Ben çocukken, o zamanın tek kanallı ve siyah-beyaz TRT ekranına bir bayram gecesi Orhan Gencebay’ın çıkacağı haberi gazetelerde sanki ‘Üçüncü Dünya Savaşı çıkmış’ gibi büyük puntolarla yer almıştı. Üstelik bu hepimize TRT tarafından yapılan bir lütuftu. TRT lütfetmiş ve dinleyicileri ile Orhan Gencebay’ı buluşturmaya karar vermişti! Hepimiz Baba’nın ekrana çıkacağı gece, siyah-beyaz ekranlarımızın karşısına geçmiş ve TRT ekranından Orhan Gencebay’ı izlemenin keyfini çıkarmıştık.

***

Aynı şey bir de yılbaşı gecelerinde olurdu. TRT Denetleme Kurulu lütfeder ve hepimize ekranda dansöz izleme zevkini yaşatırdı. O zamanlar adetti, saatler gece yarısını gösterdikten hemen sonra Nesrin Topkapı ekranda belirir, o çok kıvrak, o estetik göbek dansıyla hepimizi ekranlara yapıştırırdı. Hatta bir yılbaşı gecesi Nesrin Topkapı’nın elinde asasıyla yaptığı dans hálá belleğimde.

TRT’nin bizlere bir ‘jest’ yapıp ekranlara çıkardığı Orhan Baba ve dansözler bir sonraki haftanın konularını da belirledi. Hepimiz sonraki gün ve devamında Orhan Baba’dan ve özellikle Nesrin Topkapı’nın dansından konuşur, kaçırdığımız ayrıntıları başkalarından yakalamaya çalışır, devamlı bu konulardan söz ederek çok merak ettiğimiz bu kişileri televizyonda seyretmenin keyfini daha da uzatırdık.

Onları seyretmek neredeyse bir ayindi hepimiz için. Gazetelerde ekrana çıkacakları haberini okuduktan sonra, hemen çevremize bu müjdeyi yetiştirir, daha sonrada yapılan çekim haberlerini adım adım gazetelerden takip ederdik.

Çekim ne zaman yapılmış? Ne giymişler? Hangi şarkıları söyleyecekler? Çekimleri kaç saat sürmüş? Bütün bunları okur, sonra da sabırsızlıkla yayın gecesini beklerdik. Yayın gecesi geldiğinde, bütün ev halkı televizyonun karşısına geçer, onun ekranda belirmesini beklerdik. Onları seyrettiğimiz sürece de neredeyse nefeslerimizi tutar, etrafımızda olan biten hiçbir şeyle ilgilenmezdik. Hatırlıyorum bir bayram gecesi Orhan Baba televizyona çıktığında yaşadığım kasabanın sokakları bomboştu...

O zamanlar televizyon tek kanallı olduğu ve ekranda magazin programı olmadığı, gazeteler de magazin haberlerine şimdiki kadar yer vermediği için belki de, sanatçılar hepimizin şimdikinden çok daha fazla ilgisini çekerdi. Gazetelerdeki haberler, eğlence programları, konserler, özel gecelerdeki şarkıcı konserleri hiçbirimizin kaçırmak istemediği şeylerdi. Bu kadar sınırlı haberini okuduğumuz, kendisini ekranda birilerinin bizlere lütfettiği zamanlarda gördüğümüz sanatçıların hepimiz için gizemi vardı o zamanlar. Hani adım atsalar olay oluyordu!

***

Şimdi öyle mi ya... Orhan Baba neredeyse her eğlence programına ya da talk-show’a çıkıp kasetinin promosyonunu yapıyor. Müslüm Baba deseniz, neredeyse dakika başı ekranda. Hatta terlik reklamına çıkıyor. Zaten dansözler desen vaka-i adiyeden, gündüz programlarında bile varlar.

Geçen akşam zapping yaparken ekranda birden Orhan Baba göründü. O davudi sesiyle yeni kasetinden bir şarkı söylüyordu. Birden paniğe kapıldım. ‘Eyvah’ dedim, ‘Kaçırdım, seyredemedim, neler oldu acaba programın başında?’ Sonra birden fark ettim ki bu gün olmazsa yarın, ya da on beş gün sonra başka bir programda seyredebilirim Orhan Baba’yı. Bunu düşününce başka bir kanala geçtim.

Türkstar turneleri sırasında Ahmet San’la bu konuda çeşitli sohbetlerimiz oldu. O zaman Ahmet Bey önemli bir şey söylemişti: ‘Şarkıcı ya da sanatçı dokunulabilir olduğu anda gizemini kaybediyor’ demişti. Ahmet Bey için en önemli şey, onun deyimiyle, ‘touchbilite’ seviyesiydi. (Ne de olsa Fransız okulu mezunu!) Ahmet San’a göre dokunulabilirlik bir sanatçının star olup olmadığını belirleyen önemli etkenlerden birisi. Dokunulabilirlikten kastettiği şey de şu; ortalarda çok görünmek, çok göz önünde olmak, gerekli gereksiz haber olup her fırsatta ekranlara çıkmak. Ama bu belirleme ters orantılı ona göre; yani ne kadar dokunulabilirsen, o kadar az starsın!

Tabii günümüzde ki rekabet ve ‘promosyon’ denen illet, bütün gizemi yok ediyor. Şimdiki düşünce Ahmet San’ın söylediğinin tam tersi. Ne kadar çok haberin çıkarsa, ne kadar çok televizyonda gözükürsen, ne kadar çok kapak olursan, o kadar starsın! Belli bir süre için bu doğru olabilir. Ama şu da bir gerçek değil mi, hayatımıza tam ortasından balıklama girip, ona dokunabileceğimizi fark ettiğimiz anda, bir sürüsünü de hayatımızdan çıkartıp başka bir köşeye koyuvermiyor muyuz?

Orhan Baba hálá büyük bir star. Ama ben yine onun ekrana çıkacağı günü, hatta anı, iple çektiğim, seyrettikten sonra herkesle konuşup tartıştığım günleri özlüyorum. Çok mu eskilerde kalmışım ben? Ya da çok mu demodeyim?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken tek kanallı televizyonda yayın kesildiğinde, ‘Necefli Maşrapa’ görüntüsü verilirdi. Bu cumartesi gecesi Eurovision gecesi...

Bu cumartesi gecesi Eurovision gecesi...

Yarın gece Eurovision Şarkı Yarışması’nın finali var. Yıllar sonra Eurovision tekrar hayatımıza girdi. Ben çocukken hepimiz için neredeyse bir ‘Milli onur ve gurur meselesi’ydi. Her sene yeni baştan hırslanır, ama tekrar hezimete uğrardık. Sonra da ‘Bu işe politika bulaşıyor’ diye kendimizi avuturduk. Sonra baktık ki bir türlü istediğimiz sonucu elde edemiyoruz, unutturduk kendimize Eurovision’u. Sadece bir takım Eurovision fanatiklerinin kurduğu kulüpler ilgilendi bu şarkı yarışmasıyla, OGAE TÜRKİYE (Organisation Generale des Amateurs Del Eurovision) gibi. Yani Amatör Eurovision Organizasyonu. Ta ki geçen yıl Sertab Erener’in birinciliğine kadar.

Sertab Erener’in birinciliğinden sonra tekrar hayatımıza giren Eurovision bu yıl İstanbul’da yapılıyor. Athena birçok ülkede yapılan anketlere göre yarışmanın favorilerinden birisi. Ben şarkıyı birkaç kez dinledim. Ama Sertab’ın şarkısı kadar ısındığımı söyleyemeyeceğim. Belki de bu durum ska müziğine çok ilgi duymamamdan kaynaklanıyor olabilir.

Ama yine de cumartesi gecesi, tıpkı çocukluğumdaki gibi büyük bir heyecanla oylama sonuçlarının bitmesini ve Athena’nın ilk üçe girmesini bekleyeceğim.

Uff yine aynı tatlı heyecan, ROYAUME-UNI (İngiltere), un (bir) puan. PAYS-BAS (Hollanda) deux (iki) puan...
Yazının Devamını Oku

Başka ülkeye gitmekten vazgeçiren manzaralar

12 Mayıs 2004
Pazar günü ‘anneler günü’ olması sebebiyle, ben de ‘iyi bir evlat olarak’ annemi kahvaltıya götürdüm. Tam kahvaltı da denemez ya! Hani son dönemlerde moda olan deyimle ‘brunch’a gittik. Kahvaltıyla (İngilizce’de breakfast) öğlen yemeği (lunch) arası bir şey yani. Türkçesi ‘kahvöğl’ oluyor galiba... Hiç benim damak tadıma uygun bir şey değil aslına bakarsanız. İnsan kahvaltıda peynir, zeytin, reçel, sucuk falan yemek istiyor. Ama yok öyle şeyler pek. Sabah sabah, Çin yemekleri, suşi, balık falan çekmiyor benim canım vallahi. Şöyle güzel bir omletin yanında, demli bir çay çok daha güzel bana kalırsa...

***

Pazar günü İstanbul’da hava çok güzeldi. Kahvaltıdan çıkıp eve dönerken, yol kenarlarındaki parklarda, ya da park haline gelememiş ve gelemeyecek olan çimenlerde yayılmış, piknik yapan bir sürü insan gördüm. Üzerlerine rahat kıyafetlerini giymişler, kilimlerini sermişler, tüplerini yanlarında getirmişler, çok büyük bir keyifle piknik yapıyorlardı, otoban manzaralı, muhtemelen sabah erkenden gelerek kaptıkları ‘piknik köşelerinde’.

Zaman zaman, çok sıkıldığınızda size de ‘Gitsem bu ülkeden, başka bir yerde yaşasam’ duygusu gelmiştir. Ya da arkadaş sohbetlerinde, ‘Yaşanmaz bu ülkede, bak Avrupalılar’a’ diye konuşmuşsunuzdur. Ben de söyledim, ya da düşündüm böyle şeyleri. Türkiye’den gidip başka bir ülkede yaşamayı falan. (Şimdi ‘beyin göçü’ diyeceğim. Ne kadar kendini beğenmiş diyeceksiniz! Hangi beyin diyeceksiniz? O yüzden demiyorum vallahi!)

İşte Pazar günü, o güzel havada eve dönerken arabanın camından gıpta ile seyrettiğim piknikçiler, bana başka bir ülkede yaşayamayacağımı bir kez daha hatırlattılar. Düşünsenize, Avrupa’nın hangi ülkesinde bu manzarayı görebilirsiniz? Hiçbir ülkesinde tabii ki. Ne kadar bize özgü, ne kadar umursamaz bir tavır bu.

***

Ben, otoban kenarında piknik yapan, ağaçlara çocuklarının sallanması için salıncaklar kuran ama önce kendisi sallanan babaları, villasının önünde hortumla araba yıkayan pijamalı insanları, tıka basa doldurduğu filelerle pazardan dönen kadınları, sevgilisiyle buluşmaya giderken ona kırmızı bir gül götüren ama gülü taşımaktan dolayı çok utanan, bu durumu kendine yakıştıramayan ve gülü götürdüğüne götüreceğine bir milyon kere pişman olan delikanlıları, babasının kucağında araba kullanan çocukları, sevgilisiyle buluşurken mini etek giyip sonra da durmadan aşağıya çekiştiren genç kızları, pencerelerin önündeki yoğurt kabında büyüyen sardunyaları, brunch’ta (!) bile birbirini süzen insanları görmeden yaşayamam sanırım. Mümkün değil yaşayamam!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken öğretmenimiz her pazartesi tırnak kontrolü yapardı.

Popüler kültür mantarı haftayı boş geçirmedi

Bir popüler kültür mantarı olarak her hafta neler yaptığımı yazıyorum biliyorsunuz, geçen hafta yazmadım diye mantarlıktan istifa ettiğimi sanmayın.

* Şu anda Benjamin Lebert’in Can Yayınları’ndan çıkan ‘Çılgın’ isimli romanını okuyorum. Yatılı bir okulda okuyan ergenlik çağındaki altı gencin hikayesini anlatıyor kitapta Lebert. Kitap Almanya’da 400 bin baskı yapmış ve yazarına büyük bir ün kazandırmış.

* Bu aralar bıkmadan, usanmadan ve büyük bir zevkle Nazan Öncel’in yeni çıkan ‘Yan Yana Fotoğraf Çektirelim’ isimli albümünü dinliyorum. Albümdeki, Hay hay, Hokka, Otomobil ve daha önceleri Ayşegül Aldinç’den dinlediğimiz Beni Hatırla şarkılarını çok seviyorum. Bütün albüm çok başarılı.

* Hasbelkader Fenerbahçeli’yim, tuttuğum takım şampiyon oldu ya, sevindim tabii ki. Bütün Fenerbahçeliler’i kutlarım.

* Geçen hafta Cuma günü ‘iş başvurusu’ yazım sebebiyle bir çok mail aldım. Maillerde beni popüler kültür çığırtkanlığı yapmakla suçlayıp, özetle şöyle diyorlar: ‘Popüler kültür bilinç düzeyini yükseltmez’. Demek ki yaşadığımız ülkede ne olup bittiğiyle ilgilenmemek bilinç düzeyini yükseltir öyle mi? Üstelik ben o yazıda sadece şunu söylemek istedim, popüler kültürün tam göbeğinde bir iş yapmak isteyip de, onunla ilgilenmemek ne demek oluyor?

* Türkstar’ın son eleme gecesinde gördüğünüz gibi ağlayarak, karizmayı çizdirdim yine! Çok üzüldüm Emrah’la Meltem’in elenmesine, ne yapayım?

* Televizyonda bu aralar en çok ‘Avrupa Yakası’nı severek izliyorum. ‘Oha falan oluyorum’ yani seyrederken.

* Unutmadan Çarşamba günü Kocaeli Üniversitesi’nin Hereke Kampüsü’ndeki Sefarad konserine gideceğim. Bütün Sefarad konserleri gibi çok keyifli olacağından eminim.

Anlayacağınız mantarlığa bu hafta da devam...
Yazının Devamını Oku

Hıdrellez dilekleri...

10 Mayıs 2004
Yaz mevsiminin başlangıcı olarak kabul edilen 6 Mayıs gecesini ‘Hıdrellez’ olarak kutladık ve tahmin edebileceğiniz gibi ben de bir kağıda dileklerimi yazıp gül ağacının dibine koydum. Ama sadece kendim için değil, bir çok kişi için dilekte bulundum. Bakın neler diledim:

GÜLDAL AKŞİT: Hızır Aleyhisselam, bana ‘kadına pozitif ayırımcılık ilkesinin’ Anayasaya konulması önergesinin görüşmeleri sırasında, önergeye ‘evet’ diyebilecek gücü ver.

STAR YARIŞMASI ADAYLARI: Hızır Aleyhisselam, Türk televizyonlarında başımıza ’her şeyi bilen’ kesilen bütün jüri üyelerinden bizleri kurtar.

HÜLYA AVŞAR: Hızır Aleyhisselam, yeni dizim lütfen ama lütfen çok seyredilsin. Yapacağım kaset bir milyon satsın. Beni sinema oyuncusu olarak seyretmek isteyen fanatiklerim için, karavanlı, sadece sekiz saat çalışılan, tenis kortlu, İngilizce hocamı yanımda götürebileceğim, ferah, temiz setlerde çalışma imkanı ver.

GÜLBEN ERGEN: Hızır Aleyhisselam, lütfen ama lütfen ‘Uçur beni’.

ATHENA: Hızır Aleyhisselam, Eurovision’da Sertab’tan sonra bizi rezil etme. En azından ilk üçe girelim.

YALIN: Hızır Aleyhisselam, şarkımı ‘Yalın pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım ‘ tekerlemesine benzetenleri ıslah et, beni Kenan Doğulu’ya daha fazla benzemekten koru.

MUZAFFER KUŞHAN: Hızır Aleyhisselam, daha çok, daha çok, daha çok insanı şişmanlat lütfen. Hatta Mc Donalds, 8.000 kalorilik, ama çok lezzetli hamburgerler icat etsin.

AJDA PEKKAN: Hızır Aleyhisselam, estetik ’surgery ‘ konusunda, bilim adamlarının ufkunu aç.

RAUF DENKTAŞ: Hızır Aleyhisselam, geçen Hıdırellez’deki dileğimi kabul edip, Kıbrıs Rum Kesiminden ‘hayır’ oyu çıkmasını sağladığın için çok teşekkürler. Bana daha uzun yıllar KKTC’nin cumhurbaşkanı olma imkanını ver lütfen.

ÖZCAN DENİZ: Hızır Aleyhisselam, seyirci sayım bu sene beş milyona ulaşsın lütfen.

TRT: Hızır Alehisselam, Ukrayna ekibi final gecesi sahnede bu kadar dans edip tepinmesin, onlar yüzünden sahne çöküp ele güne rezil olmayalım.

MEDYAPIM’A İŞ BAŞVURUSU YAPAN ADAY: Hızır Aleyhisselam, bu sefer arabesk, diziler, Türk pop müziği hepsini çalıştım, beni işe alsınlar lütfen.

ARMAĞAN ÇAĞLAYAN: Kendim için de bir dilek tuttum tabi ki. O kadar merak ediyorsanız işte bu da benimki: Hızır Aleyhisselam, beni renk körü yap, şişmanlat, bunat, kekeme yap, sonra da Türkstar yarışmasına yarışmacı yap ki, herkes benden hırsını alsın.

Sen annem olmasaydın eğer...

Öğretmen olarak çalıştığın ve bana bebekken bakamadığın için, bana anneannem bakmayacak ve ben onu bu kadar yakından tanımayacaktım...

Çocukken bıkmadan usanmadan ördüğün hırkaları, kaşkolleri, kazakları, başlıkları giyemeyecektim...

Anneannemler İstanbul’a taşındığında bana bakacak kimse olmadığından beni daha beş buçuk yaşımda okulla tanıştırmayacak ve bana okuma yazmayı sen öğretemeyecektin...

Anne sevgisini öğrenmeyecektim...

Her Anneler Günü’nde hediye almak için tam beş ay boyunca para biriktirmeyecektim...

Halk oyunları oynamayacaktım...

Kendi işimi kendim görmeyi bu kadar kolay öğrenemeyecektim... Anneyle gurur duymak ne demek bilmeyecektim...

Ortaokulda Fen Bilgisi hocası bana kafayı taktığında, sen benim yanımda durmasaydın ‘hayatta yalnız değilim’ duygusunu öğrenemeyecektim...

Üniversiteye hazırlanırken, İstanbul’a gitmek üzere İzmit’ten bindiğim tren Hereke’de durduğunda, sen hafta sonu giyeceklerimi trenin kapısından bana her hafta vermeseydin eğer ‘fedakarlık’ duygusunu öğrenemeyecektim...

Arkadaşlık duygusunun ne kadar önemli olduğunu bilmeyecektim....

Herkesin işine koşup yardım ettiğin için, ‘kara gün dostu’ ne demek anlamayacaktım...

Üniversitede okurken en çok ‘evi‘ özlemeyecektim... Her sabah erkenden işinin başına koştuğun ve işini çok severek yaptığın için, ‘iş ahlakı’ ne demek belki de hiç bilmeyecektim...

Üniversiteyi bitirdiğimde bağırarak ağlamasaydın, sevinç gözyaşı ne demek hiç öğrenemeyecektim...

Trafik kazası geçirdiğinde acil servisin kapısında beklerken endişe, kaygı ve ‘anneyi kaybetme korkusu’ ne demek hissetmeyecektim...

Kardeşim evlenip uzaklara gittiğinde, gözlerinden aynı anda okunan mutluluk, gurur ve hüzün duygularını görmeyecektim...

Kısacası anneciğim, sen annem olmasaydın eğer, ben bu ben olmayacaktım...

Anneler günün kutlu olsun...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, samanlı kağıttan yapılan sarı defterler vardı.
Yazının Devamını Oku

Caner’le Tülin’i tanımıyorum televizyoncu olmak istiyorum

7 Mayıs 2004
Pazartesi günü iş arama ve işyerlerine özgeçmiş yollama maceramı yazdıktan sonra şu anda iş arayan birçok arkadaştan mail aldım. Gelen maillerde genellikle şöyle deniyordu; ‘Oh be içimiz rahatladı, demek ki bu durumda kalan yalnız ben değilmişim.’ Ama çoğu hálá umutsuz...

İş arama maceramı yazarken iş arayan birisinin gözüyle yazdım. Şu anda bildiğiniz gibi Med Yapım’ın genel müdür yardımcısıyım (Peh çok havalı duruyor vallahi!). Yani iş görüşmesi yapan insan pozisyonuna getirdi iş hayatı beni.

Yaptığımız iş gereği genel olarak iletişim fakültelerini bitiren, televizyoncu olmak isteyen gençler iş görüşmelerine geliyorlar. Tabii bütün bu yazıyı okurken benim zaman zaman, hatta çoğu zaman, nemrut, suratsız, mesafeli ve itici olan tavrımı da lütfen göz önünde bulundurun. İş görüşmesine gelenler belki de benim tavırlarım yüzünden, biraz, hatta fazlasıyla çekingen, konuşmakta zorlanan adaylar oluyorlar. Ses tonlarına daha kibar ve bilgili görünmek amacıyla sanırım, garip bir tını yerleştiriyorlar. (Ben de yapardım bunu, ama inanın bu taraftan bakınca çok sevimsiz duruyor. Benden size tavsiye, yapmayın sakın!)


***

İlk soru genel olarak onlardan geliyor: ‘Oturabilir miyim?’ (Oturabilirsin tabii ki. Ne yapacaksın, bütün bir görüşme boyunca ayakta mı dikileceksin?) Elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen, bakışlarını genel olarak başka taraflara kaçıran adaylar heyecanla sorulacak olan ilk soruyu beklerken, benden ilk salvo geliyor:

-Televizyon seyreder misiniz?

-Evet.

-Hangi kanalları seyrediyorsunuz?

-Technology TV, National Geographic, Discovery Channel, Animal Planet, CNN Türk.

-Hiç başka kanal seyretmez misiniz?

-Bir de yabancı kanallar işte. TV5, RAI falan.

-Türkiye’de mi televizyoncu olmak istiyorsunuz?

-Evet

-Hiç Türk televizyon kanalı seyretmez misiniz?

-Çok nadir. Seyrettiğim zamanlarda da sadece yabancı filmleri seyrediyorum.

-Yerli dizileri ya da eğlence programlarını falan seyretmiyor musunuz? Mesela Asmalı Konak, Kurtlar Vadisi, Bir İstanbul Masalı?

-Yok hiç seyretmedim ben o dizileri.

-Duymadınızda mı? Bu diziler çok seyrediliyor, hakkında köşe yazıları yazılıyor. İletişim fakültesi bitirmiş bir televizyoncu adayı olarak, merak edip bakmadınız mı?

-Yok hiç bakmadım?

-Türkstar’ı seyrediyor musunuz?

-Yok hiç seyretmedim. Etrafımda insanlar Bayhan mıydı ismi, birisinden bahsediyorlardı bir kez meraktan baktım herkesin bu kadar bahsettiği program neymiş diye. Ama hoşuma gitmedi.

-Bir Sevda Masalı, onu da mı duymadınız? Caner, Tülin falan?

-Yok duymadım...

***

Eeee nasıl olacak şimdi? Türk televizyonlarında çalışmak istiyorsun, ortalık birbirine giriyor, bütün gazeteler, köşe yazarları, dergiler bu dizilerden, programlardan bahsediyor sen ilgilenmiyorsun, bir tane bile Türk televizyon kanalını seyretmeye değer bulmuyorsun, televizyonu neredeyse ‘sadece yabancı film yayınlayan bir alet’ olarak tanımlıyorsun, yerli yazar okumuyorsun, Türkçe pop dinlemiyorsun, bir tane bile türkü bilmiyorsun ve bu ülke insanının seyretmesi için program yapmaya talipsin! Olur mu? Bence olmaz...

Ama bütün yukarıdaki dizileri, televizyon programlarını seyrettiğine eminim. Hatta dizilerdeki bütün karakterleri dahi sayabilir gözü kapalı. Ama iş görüşmesi yaparken adayların tek bir kaygıları var ‘Entelektüel gözükmek’... (Ben de ne çok yaptım bu hataları!) Tabii ki CNN Türk’ü de, National Geographic kanalını da izlemek gerek, ama bu ülkede yaşayan insanlara program yapmak için, hangi programın niye tutup, hangi programın niye tutmadığını anlamak için o programları izlemek gerekmez mi? Popüler kültürle ilgilenmek, popüler kültürün içinde yaşamak bu kadar kötü bir şey mi? Eğer bu kadar kötüyse niye iletişim fakültesi okudun?

Ama suç bu öğrencilerde değil. Ben de hukuk fakültesini bitirip avukatlık stajına başladığımda, hiçbir şey bilmediğimi fark etmiştim. Ama okulu bitirip diplomamı aldığımda sanmıştım ki artık avukatım ben!

Popüler kültürden niye bu kadar çok korkuyoruz? Çok mu ayıp popüler kültürle ilgilenmek? Çok mu ayıp Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Orhan Pamuk, Buket Uzuner okumak? Çok mu ayıp Kibariye, İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy dinlemek? Çok mu ayıp hálá Türk filmi seyretmek...



***

Aslında televizyoncu olmak isteyen iletişim fakültesi mezunu gençlere bu kadar da kızmamak lazım. Popstar yarışmasının ilk serisi yapılırken, televizyonda ‘Popstar’ konulu bir tartışma izlemiştim. Tartışmaya katılan iletişim fakültesi ‘öğretim üyesi’, hem Popstar’ı tartışıyor, hem de programı hiç izlemediğini söylüyordu... Nasıl yani?
Yazının Devamını Oku

Kahve ister gibi kitap istedik...

5 Mayıs 2004
Cuma günkü yazımda Ephraim Kishon kitaplarını bulamadığımı yazmış ve elinde bulunanlardan kitapları ödünç olarak istemiştim. Yollamış olduğunuz kitaplara çok teşekkür ederim. Şimdi elimde bir Ephraim Kishon külliyatı var. Hepsini zevkle okuyacağım. Tek korkum, evde yalnız başıma kitapları okuyup, gülme krizine girdiğimde yan komşumun ‘Yine delirdi Armağan’ diye düşünmesi. Umarım komşum bu yazıyı okur da, ben de zan altında kalmam. Bu kitap isteme meselesiyle ilgili olarak son bir şey daha yazmak istiyorum. Cuma günü yazı yayınlandıktan sonra bir arkadaşım aradı ve ‘Bunu da yaptığına inanamıyorum. Gazeteye yazarak kitap istenir mi yahu’ dedi. Hatta bu konuyla ilgili bana ‘Yuhhh’ çeken okuyucu mailleri de geldi. Maillerde kısaca ‘Artık işin suyunu çıkardınız, kendi göbeğinizi kendiniz kesmelisiniz. Çıkın arayın kitabınızı. Bu kadar da işin cılkı çıkartılmaz ki yuhhhh, yuhhhh’ deniyordu. Ben hadiseye böyle bakmıyorum. Ben küçükken eve aniden misafir geldiğinde annem elime ufak bir kahve fincanı verip ‘Evde kahve kalmamış, git Tülin teyzenden biraz kahve iste, gel’ derdi. Ya da, evde ekmek olmadığında başka bir komşuya beni, ‘Fazla ekmeğiniz var mı?’ diye yollardı. (Tabii şimdi siz bunlar ailecek hampacıymış diye de düşünüyor olabilirsiniz!) Ben kasabada yaşarken arkadaşlarımdan okuyup geri vermek üzere çok kitap ödünç almışımdır. Bunların çok insani ilişkiler olduğunu düşünüyorum. Hálá komşumdan kahve isteyebiliyorsam eğer, beni okuyanlardan da ödünç kitap istemek hakkına sahip olduğumu düşünüyorum. Yoksa ilişkimizin sadece ‘yazan’ ve ‘okuyan’ olarak kalmasını hiç istemem. Ama korkmayın şımarmam. Hani ‘Bir gün gelir otomobil de ister bu’ diye düşünmeyin sakın! Ölçümü bilirim anlayacağınız.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken en iyi şarkı sözü yazarı Fecri Ebcioğlu’ydu.

Son model sinemalar!

Son üç-dört yıldır İstanbul’da çok modern sinema kompleksleri yapılıyor biliyorsunuz. Koltuk aralarının bilmem kaç santimetre olduğu, ayaklarınızı rahatça uzatabileceğiniz, yanınızda oturan kişiyle ‘Kolunu önce kim koyacak’ diye yarışmadığınız, serin, kısaca rahat rahat film izleyeceğiniz sinema kompleksleri. Tamam salonda rahat rahat film izliyorsunuz da, hani film arasına çıkıyorsunuz ya, işte o sırada felaket başlıyor. Filmin ikinci yarısının başlayacağını belirten can hıraş bir çığlık duyuyorsunuz orada çalışan gençlerden: ‘2 numaralı salondan araya çıkanlar, filminiz başlamak üzereeee!’ İnsan bir irkiliyor bu çığlığı duyunca! Yahu bu kadar para harcıyorsunuz, modern, rahat sinema kompleksleri yapıyorsunuz, ama bu çığırtkanlık sistemine bir çözüm bulamıyor musunuz? Her film arasından sonra yüreğimizi ağzımıza getiren bir çığlık duymak zorunda mıyız?

Yarın bunları hatırlamak istemiyorum

Bu yıl bir türlü baharın gelememesi sebebiyle pazar günü ‘50 İlk Öpücük’ filmini izlemek için sinemaya gittim. Geçirdiği trafik kazasında travma geçiren Lucy (Drew Barrymore) beynine yeni bilgiler yükleyemiyor. En son hatırladığı an, trafik kazasını geçirdiği gün. Her sabah bir önceki günü beyninden silerek güne başlıyor. Eğlenceli bir romantik komedi. Ama sadece eğlenceli.

Sinemadan çıkarken, bu durumun bazen insan için avantaj olabileceğini düşündüm. Sonra bu sabah gazeteleri açtığımda, yarın sabah hatırlamadan uyanmak istediğim haberler gördüm. Mesela, Muhsin Ertuğrul’u ölümünün 25. yılında anma törenine sadece yedi kişinin gittiğini, Şile’de alarmlı tabut satışının başlamasını, bir İngiliz askerini Iraklı esirin üzerine idrarını yaparken gösteren fotoğrafı...

Bitmedi... TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP’li Burhan Kuzu’nun siyasetin kadınlar için hálá zor olduğunu ve kadınların erkeğin parasına ihtiyacı olduğunu savunarak, milletvekili kadınlara Meclis’ten eve geç gittiklerinde farklı gözle bakıldığını iddia edip, ‘Sabahın 02.00’sinde, 03.00’ünde evine giden kadına her yerde aynı bakılmıyor. Nereden geliyor bunlar denir’ diye verdiği demeci, Cindy Jackson ve Miles Kendal adlı iki İngiliz’in, yüzbinlerce dolar harcayıp, defalarca bıçak altına yatarak kendilerini hayran oldukları ünlü oyuncak bebekler Barbie ve Ken’in birer kopyası haline getirmelerini...

Unutsam fena mı olur?
Yazının Devamını Oku

Remayözcü aranıyor ilanına başvurmama ramak kalmıştı

3 Mayıs 2004
rtık bilmeyeniniz kalmamıştır, aslında avukatım ve beş yıl boyunca bir şirkette avukatlık yaptıktan sonra, ani bir kararla İstanbul’a göçmeye karar verdim. Meğerse İstanbul’a göçmekle her şey bitmiyormuş, bir de yaşamak için iş bulmak gerekiyormuş. Avukatlık stajımı yapar yapmaz hemen bir işe başladığım için, o zamanlar nasıl iş aranır pek de bilmiyorum doğrusu. Hukuk fakültesini bitirip, üstüne de uluslararası ilişkiler master’ı yaptım ya, sanıyorum ki işe almak için herkes beni kapıda bekliyor, hatta ‘ben kılımı kıpırdatmayacağım, şirketler mümkünse eve kadar bir adamlarını yollayıp benden ricacı olacaklar işe girmem için’ diye düşünüyorum.

Bu bekleme döneminde baktım ki hiçbir şirket bırakın çalışanlarını yollayıp ricacı olmayı, bir ‘davet mektubu’ bile yollamıyor, artık benim iş aramam gerektiğine karar verdim. (Bazen zararın neresinden dönersen kardır tabii!) Onlar beni bulamıyorlarsa, ben onlara kendimi buldurturum!

***

Artık iş aramam gerektiği gerçeğini algılayabildikten sonra, kendimi öve öve bitiremediğim bir CV hazırladım. (CV’nin açılımı Curriculum Vitae imiş. Latince’de hayat müfredatı gibi bir anlama geliyormuş. Niye bunun adına da CV denmiş ki, özgeçmiş işte!) Bu CV’den 5-6 adet kadar kopya çıkartıp, gazetelerin insan kaynakları sayfasının başına oturup, iş ilanlarına bakmaya başladım. Her sabah kalkıp iş ilanlarına bakıyorum ve aranan elemanın özellikleriyle, benim niteliklerimin birbirine uyduğuna karar verirsem, (Ne demekse? Sanki bunun kararını ben veriyormuşum gibi!) ilana bir adet CV’mi hemen postalıyorum. Her posta yeni bir umut demek tabii ki!

Birkaç CV yolladıktan sonra artık, beni işe alacaklarından o kadar eminim ki, ‘Benden iyisini mi bulacaklar’ diye düşünüyorum. Hatta o işe girersem, işyerine nasıl gideceğimi filan düşünüyor, takım elbiselerimi nereden alacağıma falan karar vermeye çalışıyorum.

Aradan 1 ay geçti ne arayan var ne soran. Kimse ‘Gel işe başla’ demiyor. Bir aksilik var bu işte ama ne? Hazırladığım CV’lerin kopyaları da bitmiş. O zaman anladım ki bunlardan 5-6 adet değil, yaklaşık 500 adet falan kopya çıkarmam gerekiyor! Üstelik işyerinden gelecek ‘görüşmeye çağrı’ telefonunu da evde beklemem lazım. Nereden bulacaklar ki beni? Ben CV yolluyorum, atıyorum kendimi sokaklara, o sinema senin, bu tiyatro benim geziyorum. Yok öyle yağma! Yolladıysan başvuru mektuplarını, oturup bekleyeceksin evde, ha çaldı ha çalacak telefon diye.

Artık iş ilanlarından iş seçmeyi bırakıp (Hayat ne çok şey öğretiyor insana!), neredeyse her ilana göndermeye başladım CV’lerimi. (Yok vallahi, hiç remayözcü aranıyor ilanına göndermedim, ama ramak kalmıştı.)

Artık postaneye gidip kendim bile yollamıyorum başvuruları ki, o arada telefon edip iş görüşmesine çağırırlar falan diye. Tam bu günlerin birinde, telefon çaldı; karşımda bir bayan sesi:

‘Armağan Çağlayan’la görüşebilir miyim?’

‘Buyrun benim.’

‘Sizi .... şirketinden arıyorum. Bize bir iş başvurusunda bulunmuşsunuz. Personel müdürümüz, interview (PEH!) yapmak üzere sizi pazartesi günü saat 10.00’da bekliyor.’ (Niye görüşme değil de interview, niye prezantabl eleman?)

Nasıl yani? Ne görüşmesi? Beni CV’me bakıp işe almadıkları gibi, bir de görüşmeye mi çağırıyorlar? Beni?

O zaman bir acı gerçekle daha karşılaştım, CV yollamakla iş bitmiyor, bir de görüşmeye gidip, kendini beğendirmeye çalışacaksın. Sorulan sorulara cevaplar vereceksin. Ama sana sorulan sorular CV’de yazdıklarının neredeyse aynısı olacak.

O zamanlar en sinir olduğum soru şuydu: ‘Niye bizimle çalışmak istiyorsunuz?’ Ne diyim ki şimdi ben bu soruya? İlk iş görüşmelerimden birinde ‘Siz niye benle çalışmak istiyorsunuz’ diye sorulunca, üç dakika içinde görüşme bitiverdi zaten! Ve o zamanlar en çok duyduğum cümleyi tekrar duydum ‘Biz sizi ararız’...

***

İnsan iş görüşmesine giderken garip davranış biçimleri edinmeye başlıyor kendi kendine. Entelektüel gözükeceksin, bilmesen de cümlelerin arasına İngilizce sözcükler karıştıracaksın, takım elbise giyip kravat takmadığın halde, bunları da giyeceksin, saçlarını kestireceksin, ayakkabılarını boyatacaksın, seninle iş görüşmesi yapanın gözlerinin içine bakmayacaksın, mümkün olduğu kadar saygılı ama bir o kadar da ezik olacaksın... Ve en önemlisi, size verilen formda yazan ‘Ne kadar ücret istiyorsunuz?’ sorusuna, (On bin dolar istiyorum, verecek misiniz?) bir miktar değil, ‘Siz ne kadar uygun görürseniz’ yazacaksın!

İş arayıp da bulamadığım (ve aramaktan çok usandığım) dönemlerde, o kadar çok görüşmeye gittim ki, sayısını ben bile hatırlamıyorum. Ama bir tanesi çok aklımda kalmış. Bir peynir firması için ‘avukat’ arıyorlardı. Bütün adaylara bir psikolojik danışma merkezinde, psikologlar tarafından kişilik testi uygulanıyor, bu testin sonucuna göre de, sizin ‘yöneticilerle’ görüşüp görüşmeyeceğinize karar veriyorlardı. Tahmin edebileceğiniz gibi ben psikolojik test aşamasını geçemedim!

Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca CV yolladım (Sanırım 500 kadar vardır), interview için telefon bekledim, görüşmeye gittim, kişilik testi yaptırdım, bankaların ‘denetim elemanı’ ve ‘müfettiş’ ararken yaptığı ÖSS benzeri sınavlara girdim, görüşmeye gittiğimde ilkokulu hangi yıl bitirdiğimi hesapladım, başvuru formlarındaki ‘Ne kadar ücret istiyorsunuz?’ sorularını belki de yüzlerce defa boş bıraktım... Ama iş bulamadım...

***

Ve fark ettim ki, ‘insan kaynakları’ denen bilim dalı (!), insanın kendisine olan güvenini sarsmak üzerine kurulmuş. Ne kadar çok iş görüşmesi yapıp, ‘Biz sizi ararız’ cümlesini ne kadar çok duyarsanız, kendinize olan güveniniz o kadar azalıyor!

Allah’tan Medyapım beni işe aldı da, kendime olan güvenim tekrar yerine geldi. Yoksa kendimi çok işe yaramaz hissediyordum...

Tam bu yazıyı yazarken, şirketteki mail adresime, iş başvurusu yapan bir arkadaşın mail’i geldi. Hayat bazen ne kadar ironik!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, her pazar CenkKoray ekranda izleyenlerle ‘Tele Kutu’ oynardı.
Yazının Devamını Oku