ündelik hayatımızda çok kullandığımız bazı deyimler aslında gerçeği anlatmazlar biliyorsunuz.
Hani anneler ve babaların çocuklarına çok kızdıklarında tehdit olarak sarıldıkları bir şey vardır: ‘Bak seni evlatlıktan reddederim’. Aslında Türk hukuk sisteminde yoktur böyle bir müessese (hukukçuyum ya, nasıl yapıştırdım müessese kelimesini burada!) Aslında söylenmek istenen şey ‘Seni mirasımdan mahrum ederim’dir ama, miras hukukunda bulunan ‘mahfuz hisse’ kuralından dolayı, ailenizin sizi bütün mirasından mahrum etmesi de mümkün değildir ne yazık ki.
Hukuk sistemi, ancak mirasın belli bir kısmından mahrum edilebileceğinizi söylüyor ki, bu da hukukun koruduğu hissenizi mutlaka alacaksınız anlamına gelir. (İyi ki hukukçusun, jüri üyeliğin bitti diye, hukuk bilgini konuşturmak için mi bu yazıyı yazıyorsun diye düşünenler için söyleyeyim; vallahi konuyu başka bir yere bağlayacağım!) Kısacası ‘evlatlıktan reddetmek’ diye bir şey yok. Ama hep kullanırız değil mi?
***
Bir de ‘mide fesadı’ denilen bir şey var ki, ben bunun da anneler tarafından, özene bezene pişirdikleri nadide yemekler ve pahalıya aldıkları tufanda meyveler çocuklar tarafından hemen yenmesin diye uydurulmuş bir şey sanırdım ama yanılmışım. ‘Seni evlatlıktan reddederim’ sözü ne kadar olmayacak bir şeyse, ‘mide fesadı’ o kadar olabilir bir şeymiş. Deneyle sabit. Başıma geldi de konuşuyorum, boş değil yani!
Ben 2.5 yıldır, ‘onu yemem fazla yağlı’, ‘bunu yemem çok kalorili’, ‘şundan zaten yemem glisemik endeksi yüksek’, ‘yemekten hemen sonra meyve yemem’ diye önüme her konan şeye burun kıvırıyorum ya, geçen pazar günü ‘mide fesadı’ geçirdim. Şaka yapmıyorum, bal gibi mide fesadı geçirdim işte.
Pazar günü arkadaşlarım bana yemeğe geldiler. Tabii pazar pazar bir koşuşturmaca, bir hazırlık... (Laf söyletmem kendime, Armağan’ın evine gittik, aman her şey pek kötüydü dedirtmem!)
Ben herkese ‘erkenden gelin, oturalım gece yarılarına kadar’ demişim, herkes tam vaktinde damladı tabii. Ben de ne kadar iyi bir ev sahibi olduğumu, onları ağırlamak için ne kadar hazırlandığımı göstereceğim ya, daha misafirler gelir gelmez, üzerlerindeki terler kurumadan hemen başladım yiyecek bir şeyler ikram etmeye. Efendim önce peynir tabakları, soslu cipsler, meyveler falan. Ne bulursam buzdolabında çıkartıyorum. Hazırlanmışım yani!
Ben de iki yıldır irade savaşı veriyorum yemek yemeyeceğim diye, ‘amaaan bir gün yemek yemekten de ölünmez ya’deyip, önceden burun kıvırdığım her şeyden ölçüsüzce ve de şuursuzca yiyiyorum. (Düşündüğünüz gibi değil. Yani ne de güzel yapmışım her şeyi havasıyla yemedim vallahi!) Önce peynir, cips, meyve, arkasından mercimekli köfte, ondan sonra ızgara et, yanında pilav, arkasından kurabiye, çikolatalı pasta ve kabaklı börek yedikten sonra, günün finalini ızgara köftelerle yaptım.
Ama nasıl mutluyum, ‘Aferin kendime’ diyorum sürekli içimden. Bak kendini de kasmadın, başkalarını da kasmadın, böyle arada sırada yemek gerek, hayatın tadını çıkarmak lazım falan diye nasıl öğünüyorum kendimle görmeniz lazım. Akşam oldu, misafirler gitti, ben hálá kendimi aç hissediyorum. Bu kez koskocaman kase dolusu kirazı da mideye indirdikten sonra, midemde garip burulmalar hissetmeye başladım. Üzerime bir ağırlık çöktü. Nasıl bir uyku bastırmak, anlatılır gibi değil. Biraz daha vakit geçirdikten sonra, uyumak üzere yatağa yattım.
Asıl felaket de bu noktadan sonra başladı zaten. Mideme kramplar giriyor, midem bulanıyor, uyumam mümkün değil. Midem ağzımda sanki (Bu da gerçek değil sanırdım, ama varmış böyle bir şey!)
Bir aşamada zar zor uykuya dalmışım ama ne fayda, öyle bir uyandım ki koşturarak tuvalete yetişmem gerek. (Ne olduğunu tahmin etmişsinizdir. Şimdi yazdırmayın bana. Yazıyı sabah sabah okuyanların da mideleri ağızlarına gelmesin!) İlk aklıma gelen şey şu oldu: Eyvah dedim, etler bozuktu, hep beraber zehirlendik. (Zehirlenmeyi geçtim, rezil oldum diye düşünüyorum, şimdi ucuz diye kötü et almış diyecekler bana!) Tekrar uyumaya çalışıyorum, ama 15 dakikada bir yeni bir mide bulantısı taarruzu ile kendimi tuvalete atıyorum. Bu taarruzlar (panik atak gibi, mide atağı diye de bir şey var mıdır acaba?) sık aralıklarla devam etti.
Yarı yatakta uyumaya çalışarak, ama çoğu zamanı tuvalette geçirerek sabahı ettim. Ama ne fayda, ayakta duracak halim yok. Dizlerim, ellerim titriyor, midem çok kötü, ishalim ve acayip halsizim. Hemen arkadaşlarımı aradım, bakalım benden başka kaç kişi daha zehirlenmiş diye. Ama yok. Bir tek ben. Herkes sapasağlam maşallah...
İşte o zaman anladım ki ben ‘mide fesadı’ geçirdim. Yani mide fesadına yakalandım. (Bu ne biçim laf yahu, ince hastalığa yakalandım der gibi? Ama şu sebepten bu kelimeyi kullandım. Yakalanmak olunca, suçlusu siz olmuyorsunuz, gelip sizi o bulmuş gibi oluyor...)
***
Pazar günüden sonra, tam iki gün yattım. Sürekli uyudum ve mecburen ve de hızla tuvalete koştum. Ancak iki günün sonunda ayağa kalkabildim. ‘İfrata kaçmak kötüdür’ deyiminin de ne kadar doğru olduğunu ‘mide fesadına’ yakalanınca (!) anladım tabii ki.
Her şeyin ortasını bulmak gerek değil mi ama? Kilo almayacağım diye aç da gezmemek lazım, kıtlıktan çıkmışlar gibi yemek yiyip mide fesadı da geçirmemek lazım. (Ama kime söylüyorsun? Ders çıkartır mıyım bu durumdan dersiniz?)
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken evde her tavuk yendiğinde ‘lades’ tutuşulurdu.