Armağan Çağlayan

79 sayısının sırrı

11 Haziran 2004
Hiç hayatınızda herhangi bir insanın suratına baktığınızda aklınıza bir sayı, ya da bir rakam geldi mi? Benim geldi... Şu insan beyni ne tuhaf bir şey. Salı akşamı ‘Tatlı Hayat’ dizisinin bitmesi nedeniyle Caliante’de verilen bir yemeğe katıldım. Dizinin bütün ekibi orada. Hepsinin gözlerinin gerisinde dizinin bitmesi nedeniyle bir burukluk seziliyordu. Yemeğe en son Türkan Şoray geldi, yerine oturdu. Türkan Hanım’la göz göze geldik, selamlaştık, yerimden kalkıp hemen yanına gittim ve konuşmaya başladık. (Heyecanlandığımı itiraf etmeliyim, çünkü insanın o kadar derin ve manalı bakan gözlere karşı konuşması biraz zor oluyor.)

***

Türkan Hanım’la konuştuğum sürece zihnimde 79 sayısı takılı kaldı duruyor. Şimdi diyorum nerden aklıma geldi bu 79. Sayıyı aklımdan çıkarmaya, kovmaya çalışıyorum, arada tekrar gözlerim Türkan Hanım’a takılıyor, yine aklıma gelen şey aynı. 79! Haydaaa nedir bu 79? Nerden çıktı? Ne alakası var?

Yemekten sonra, restoranın açık hava kısmına geçtik. Müzik güzel, herkes çakır keyif, dans ediyor. Türkan Şoray bütün ihtişamı ve zarafeti ile bir köşede oturup, hafif hafif omuzlarını oynatarak müziğin ritmine uyuyor.

Bu sahneyi görünce aklıma iki şey geldi: Birincisi starlık insanın hamurunda olmalı, ikincisi tahmin edin ne? Evet 79!

Gece benim için neredeyse bir eziyete dönüşmek üzere. Hani Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir şiiri vardır ya Ayten diye. Aynı öyle oldum. Aklımda sürekli aynı sayı, nereye baksam onu görüyorum: 79. Hatta artık aklımdan şüphe etmeye başlayıp, psikiyatristimi tekrar aramaya falan karar verdim. İnsan böyle panikleyince durum daha da vahim hale geliyor. 79 aklımdan hiç çıkmıyor!

Türkan Hanım’ın hemen yanında Çolpan İlhan var. Sohbet ediyorlar. Ben de hemen sohbete katıldım. Konuşuyoruz. Zihnime hálá aynı şey gidip geliyor.

Engel olamıyorum o sayının aklıma gelmesine. Bir ara ben ‘Türkan Hanım, Ferhat Göçer’in Türk Filmi Ezgileri isimli gösterisini seyrettiniz mi?’ diye sordum ve gösterinin nasıl olduğunu anlatmaya başladım. İşte duvara siyah beyaz Türk filmlerini veriyorlar, o sırada da Ferhat o filmin şarkılarını söylüyor falan diye anlatıyorum. Hatta dedim sizin de Zeki Müren ve Ajda Pekkan’la birlikte çevirdiğiniz filmden şarkılar söylüyorlar. (Bu film Türk sinema tarihinde önemlidir, çünkü bu üç star bir daha hiç yan yana gelmemişlerdir.)

Ve işte o anda aklımda bir ampül yandı(!)... Yaşasın buldum 79’un ne olduğunu!

***

Ben çocukken Hereke’nin tek sineması olan Sümerbank Sineması’nda cumartesi günleri saat 15.00’te bir matine olurdu. Bu matinede Türk filmleri gösterilirdi. Ve ben her hafta, ama her hafta, (Taa ki Sümerbank Sineması yıkılana kadar. Ne kadar üzülmüştüm yıkıldığında...) aynı numaralı koltukta oturur o filmleri seyrederdim. 79 numaralı koltukta. Sabahın köründe kalkar, o koltuğu satın almak için erkenden gider, biletimi alırdım. Ne çok güldüm, ne çok ağladım, ne çok heyecanlandım o koltukta. Ve beni 79 numaralı koltukta bu hezeyanlara sürükleyenlerin en başında gelen isimlerden bir tanesi de Türkan Şoray’dı tabii ki.

Buymuş 79’un sırrı meğerse!

Bakın taaa o zamanlardan obsesifmişim demek ki! Hayatta en tutarlı olduğum konu obsesifliğim...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken sinemada ya film kopar, ya ses gider, ya da elektrikler kesilirdi.

Popüler kültür mantarınız neredeyse zehirleniyordu

Şu anda Zülfü Livaneli’nin Mutluluk isimli kitabını okuyorum. Günümüz Türkiye’sinde geçiyor roman. Van Gölü kıyısında tecavüze uğramış Meryem, İstanbul’un tanınmış profesörlerinden İrfan Kurudal ve Gabar dağlarında askerliğini yapan Cemal’i anlatıyor. Hayat, farklı yerlerdeki bu üç kişiyi bir rastlantıyla birleştiriyor.

Pazar günü uzunca bir süredir yapmadığım bir şeyi yaptım ve iki filme üst üste gittim. Önce ‘Yarından Sonra’yı seyrettim. Çok fazla sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Bu filmin üstüne, ‘Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’nı seyrettim. Serisinin üçüncü filmini ilk ikisi kadar sevmedim. Yönetmenin değişmesinden midir, oyuncuların ergenlik çağına gelip eski sevimliliklerini kaybetmelerinden midir, yoksa en kötü kitabın üçüncüsü olmasından mıdır bilemem, keyif alamadım.

Pazartesi akşamı Rumelihisarı Tiyatro Buluşmaları’nda Süheyl ve Behzat Uygur’un oyunu ‘Güldüren Şüphe’ye gittim. Çok hoş bir iki saat geçirdim. Ama bu yıl yaz bir türlü gelemediği için, oyunu seyrederken birazcık dondum o kadar. O gecenin sürprizlerinden birisi de ilk Popstar’daki hemen hemen bütün yarışmacıların o gece orada olmalarıydı. Özlemişim hepsini...

Salı akşamı Haldun abinin daveti üzerine Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ndeki öğrencilerinin oynadığı ve Haldun Dormen’in sahneye koyduğu ‘Karmakarışık’ isimli oyunu seyrettim. Yeni yetişen yetenekli oyuncuların olduğunu görmek beni keyiflendirdi açıkçası.

Çarşamba günü de Tepe Natillius Alışveriş Merkezi’nde Nepal Türkiye Fahri Konsolosluğu’nun açtığı sergiye gittim. Görmenizi tavsiye ederim.

Popüler kültür öldürmez değil mi?
Yazının Devamını Oku

Zeynep... Seni seviyorum!

4 Haziran 2004
Yalnız yaşamaya başladıktan sonra, hep bir kedim olsun istedim ama kedi edinmek için de bir türlü cesaretimi toplayamadım. Sadece zaman zaman ‘Ben bir kedi alacağım’ dedim, ama hep dediğimle kaldım, bu cesareti hiç gösteremedim. Belki de bendeki bu hayvan edinme merakı, sadece olması gerektiği içindi. Yani şunu demek istiyorum, hani öyledir ya, işiniz olur, iyi kötü paranız vardır, eviniz fena değildir, eh eğitiminiz de iyidir, şimdi ‘İstanbul entelektüel camiası’nda kabul görmek için yapılması gereken tek şey kalmıştır: Bir hayvan edinmek. Arkadaşlarınızla ettiğiniz sohbetlerde, konu bir şekilde dönüp dolaşıp, evcil hayvan mevzuuna gelir: ‘Sen ne besliyorsun?’

Ya da daha direkt bir soru: ‘Senin köpeğinin ismi ne?’

Yani köpeğin olduğuna karar vermiş de ismini merak ediyor...

Belki de bir kedi edinmek istememde bu duygu zaman zaman ön plana çıkmış olabilir, bilemiyorum. Hani ‘özgür ruhlu, sevecen, ayakları üstünde durabilen, hayvansever, çağdaş insan’ tanımlamasının içine girebilmek için istemişimdir belki de.

***

Hep derler ya, ‘Hayvan sevmeyen, insan sevmez’ diye, belki de bu korkutmuştur beni. Kim bilir? Çünkü ben öyle doğuştan hayvansever olanlardan değilim. Çocukken hiç hayvanım olmadı, ya da sokak kedilerini, köpeklerini de beslemedim. Ama eziyet de etmedim tabii ki. Hayvanlarla iyi ya da kötü bir ilişkim olmadı demek daha doğru olur sanırım.

Marmara Depremi’nden sonra uzunca bir süre sokaklarda, arabalarda ve arkadaşlarımın tek katlı, ‘depreme dayanıklı’ olduğunu düşündüğüm evlerinde yatıp kalktıktan sonra, nihayet yerleşik hayata geri dönme alıştırmaları yapıyorum. Bir yandan da bilimadamlarının evcil hayvanların depremi önceden haber verdikleri yolundaki konuşmalarına kulak kabartıp, ‘Ulan Armağan edinsen ya bir tane evcil hayvan’ diyorum kendi kendime. Ama deprem korkum bile bir kedi edinmemi sağlamıyor. O cesaret bir türlü gelmiyor üzerime. Sadece dilimde sürekli ‘Bir kedim olsun istiyorum’ cümlesi var. Ama icraat yok!

Bir gün işten eve dönüyorum, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin önünde yolun yarısına kadar geçmiş, ama diğer yarısını geçemeyen bir kedi yavrusu duruyor. Trafik ışıkları kırmızı. Arabalar duruyor. Yavru kedi korku dolu gözlerle arabalara bakıyor, bir türlü karşıdan karşıya geçemiyor ve sürekli miyavlıyor. Tam hamle yapıyor, bir korna... Sonra bir daha hamle yapıyor, bir motor gürültüsü... Yok. Bir türlü beceremiyor. Ezilecek! Benim gözüm kedi yavrusunda. Bir bakıyorum, bir kaçırıyorum gözlerimi. Sürekli aklımdan geçen cümle şu, ‘İn al şu kedi yavrusunu işte’. İşte tam o anda bir kedim oldu. İndim ve arabaya aldım yavru kediyi.

Belki de bir hayvanla kurduğum ilk iletişim buydu. Ufacık bir kedi, insan tutmaya korkuyor, daha doğrusu ben korkuyorum, yanlış bir yerinden tutar canını acıtır mıyım diye. Aldım koydum arabaya. Önce bir tedirginlik geçirdi. Ama bu kez araba kullanmak ne mümkün. Fren ve debriyaj pedallarının arasına giriyor, ordan çıkıp kucağıma geliyor, kucağımdan torpido gözünün üzerinde zıplayıp oralarda dolanmaya başlıyor. Neyse güç bela eve vardık. (Nihayet, çoğul konuşabildim! Demek ki, hayvan sevgisi böyle bir şeymiş!)

Ama ben hayvan beslemek, ve evcil hayvan bakımı konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyorum. Ne yapmalıyım şimdi?

Hemen arkadaşlarımı aradım, neler yapmam gerektiğini öğrendim. Eve bir arkadaşımı çağırdım. İlk sorun, ismi ne olacak? Allah’tan o kadar sorun olmadı, ben hemen ismini koydum: ‘Zeynep’

Zeynep’le geçirdiğim ilk gece tedirgin olmadım dersem yalan olur. Sanki üzerime atlayacak, yüzümü tırmalayacak falan gibi geliyor bana. Yatağın üzerine çıkıyor. Ayaklarımı yalıyor. Ben huzursuz oluyorum doğal olarak. Yavru kedi, enerji dolu ne de olsa. Bir oraya zıplıyor, bir bu tarafa zıplıyor. Bende uyku falan yok. Garip bir tedirginlik var içimde sadece!

Ertesi gün bütün gerekli alışverişleri yaptıktan sonra, yemeğini yedi mi, çişini yaptı mı gibi garip meraklarım baş göstermeye başladı. İkide bir gidip mama kabına bakıyorum yemeğini yemiş mi diye. Ve evde bırakıp işe geldim. İşte kaldığım sürece, sürekli aklım Zeynep’te. ‘Yalnız başına ne yapıyordur acaba’ diye. Ve birden fark ettim ki, akşam olsun da eve gideyim, Zeynep’i göreyim diye sabırsızlanıyorum. Özlüyorum Zeynep’i... Seviyorum Zeynep’i...

Tabii o zamanlar ki cehaletimle bir kedinin eğitilebileceğini sanıyordum. Ama şimdi öğrendim ki kediler bizi eğitiyorlar.

Artık hayatımın en önemli parçalarından bir tanesi Zeynep. Eve girdiğimde, kapının önüne sırtüstü yatıp ‘Benimle oynar mısın?’ demezse, ben televizyon seyrederken gelip, elime ufak ısırıklar kondurup ‘İlgilen benimle’ demezse, yemek yerken ayaklarıma sürtünüp ‘Ben de değişik bir şeyler yemek istiyorum, benim de canım var’ demezse, ben evdeki bilgisayarın başında otururken, tam ekranın önüne geçip kuyruğunu yukarıya dikerek bana bakıp ‘Sadece benimle ilgilen’ demezse, koltuğumun altına kafasını sokup beni koklamazsa, uyuyacağımı anlayıp benden önce yatağa gidip yatağın üzerine kurularak bana ‘Ben de varım, yalnız değilsin’ demezse, kendimi çok kötü hissederim.

Zeynep bana hayvan sevgisini öğretti. Zeynep bana karşılıksız sevgiyi öğretti.

***

Zeynep’le birlikte yaşamaya başladıktan sonra, hayatımdaki en kötü şey ne oldu biliyor musunuz? Tatile gitmek. Kediler mekanlara bağımlı hayvanlar. Tatile gittiğimde birkaç kez arkadaşlarıma bıraktım Zeynep’i. Ama huzursuz, tedirgin oldu. Onu rahat ettiği ve güvendiği bir mekandan, kendi keyfim için ayırıyor olmak bu kez de beni çok huzursuz etti. Artık tatile gitmek benim için en zor kararlardan bir tanesi. Sanırım ben her tatile gidişimde en çok annemle babam kızıyorlar bana. Çünkü, Zeynep rahat etsin diye, annemle babam benim evime geliyorlar.

Ortak yaşamın kuralları işte. Her halükarda zor! Ama Zeynep için değer...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Gelincik, Bahar, Yenice ve Harman sigaraları vardı.
Yazının Devamını Oku

Niye sevmezmişim ben bu ‘Pazar’ları

2 Haziran 2004
Hem annem hem de babam çalıştıkları için, hafta içlerinde sabahları ev benim olurdu. İstediğim kadar sesini açıp müzik dinler, istediğim televizyon kanalını seyreder (zaten topu topu üç kanal vardı), istediğim saatte yataktan kalkıp kahvaltımı ederdim.

Ama Pazar günleri bütün ev halkı evde olduğundan, ortak yaşamın kurallarına uymak zorunda kalmak beni pek de mutlu etmezdi.

Pazar sabahları ‘Hadi kalk artık kahvaltı hazır’ ya da ‘Yeter uyuduğun, seni mi bekleyeceğiz.. Öldük açlıktan’, ‘Bütün gün uyumayacaksın değil mi’ cümlelerinden bir tanesini duyarak yataktan kalkmak zorunda olmak hiç de hoş değildi. Pazar günleri temizlik günü olması sebebiyle kahvaltıdan hemen sonra evde neredeyse sıkıyönetim ilan edilirdi.

***

Hangi odaya gitsem yaklaşık yarım saat sonra annem o odayı temizlemeye gelir ve sürekli olarak ‘ordan kalk, şuraya otur’, ‘Marleyleri yeni sildim dolaşma, ayak izi oluyor’, ‘Ayaklarını topla, süpüreceğim’ gibi şeyler söyler ve çoğu kişi için özlenen bir tatil günü olan pazar günlerini eziyete çevirmeye devam ederdi. Bir yandan büyük bir gürültüyle çalışan elektrik süpürgesi, diğer yandan çamaşır makinesinin sesi zaten günü yeteri kadar çekilmez hale getirirdi.

Hele bahar aylarında neredeyse nefret ederdim pazar günlerinden. Genellikle ertesi gün bilmem ne dersinin son yazılısı olur, o yazılıdan bir alsam bile ortalamamın geçer not olacağı o sınava niyeyse hálá kendimi çalışmak zorunda hissederdim. (Bugünkü aklım olsa asla çalışmam!)

O zamanlar insanların pazar günlerini niye çok sevdiklerini hiç anlamazdım. Bunu anlayabilmem için, çalışmaya başlamam ve yaşımın otuzlu yaşlara gelmesi gerekti. Artık pazar günlerini çok seviyorum. Hatta yapmak istediğim şeylerin bir güne sığmadığını görüp, ertesi gün de pazar olsun istiyorum! Gün yetmiyor anlayacağınız.

Bu pazar sabahı kalkar kalkmaz, televizyonu açıp aylak aylak ekrana bakmaya başladım. Ne kadar magazin ve çocuk programı varsa hepsini seyrettim. Bu hafta magazin konusunda çok donanımlıyım anlayacağınız.

Öğlenden sonra nihayet ‘Truva’ filmine gidebildim. Nihayet diyorum, neredeyse seyretmeyen bir ben kalmıştım filmi. Son günlerde her eş dost sohbetinde, ya da her gazete makalesinde konu dönüp dolaşıp Truva’ya gelince insan kendini kötü hissediyor. Hele benim gibi bir popüler kültür mantarına bu kadar geri kalmak hiç yakışmıyor.

Uzun zamandır bu kadar keyifle, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir film seyretmemiştim. (Nihayet ben de ‘Truva’yı yazanlar kervanına katılmış oldum böylece!)

Sinemadan çıkıp, patronumun verdiği ‘yaza merhaba’ partisine gittim. Valla yaz geldiği için mi verdi bu partiyi, yoksa canı istediği için mi bilmem ama nedense bu ismi uygun gördüm. Partide kendimi sık sık bir Türk filminin setindeymişim gibi hissettim. Hani o eski filmlerde olur ya, ellerinde içki kadehleriyle eğlenen ‘çılgın gençler’, onlardan birisiymişim gibi geldi bana nedense? Herhangi bir aşamada merdivenlerden Lale Belkıs ya da Suzan Avcı inecek diye bekledim ama gelen giden olmadı.

***

Artık günlerden pazar ve tatil günü ya, çekilmedik kapının ipi kalmasın düşüncesiyle oradan çıkıp, bu kez başka bir arkadaşımın ‘Ege Yemekleri’ yaptığı akşam yemeğine gittim. Enginar dolması, deniz börülcesi, pazı, hodan ve daha ismini bilmediğim bir sürü ot. Sevmeyeniniz var mı bilmem ama ben bayılıyorum Ege Yemekleri’ne... Belki de otobur olduğum için seviyorumdur!

Tabii bu kadar ‘gezenti’ olup kapı kapı gezdikten sonra, ‘dinlenme günü’ olan pazar gününü yeteri kadar yorularak ama çok da eğlenerek bitirdim. Eskiden niye sevmezmişim bu pazar günlerini bilmem?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken mektuplara ‘Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperek’ başlanırdı.

Popüler kültür mantarı bu hafta neler yaptı

Şu günlerde Dan Brown’un ‘Da Vinci Şifresi’ni okuyorum. Sürükleyici ve enteresan bilgilerin olduğu bir kitap.

Nazan Öncel dinlemeye devam ediyorum. Sanırım uzunca bir süre daha da sıkılmadan dinleyeceğim.

Yukarıda da yazdığım gibi ‘Truva’ ve ‘21 Gram’ filmlerini seyrettim.

Çıragan Sarayı’ndaki Q Jazz Bar’da Ferhat Göçer’in Türk filmlerinin şarkılarını seslendirdiği dinletiye gittim. Çocukluğumun siyah beyaz filmlerini, barkovizyondan verilen görüntülerden seyrederken bir yandan da o filmlerin şarkılarını Ferhat Göçer’in olağanüstü sesinden dinlemek inanılmaz keyifliydi. İmkanınız varsa kaçırmayın, mutlaka gidin derim. Umarım sevgili Ferhat bu gösteriyi herkesin ulaşabileceği ve gidebileceği bir mekana taşır. Mesela Rumelihisarı’nda bir gece çok keyifli olur.

Türkstar’da iki favori adayım Abedin ve Faruk Emre elendi. Şimdi kendime yeni bir favori bulmalıyım! Eminim yarışmacılar benim favorim olmamak için uğraşacaklardır. Çünkü favorim kim olsa eleniyor!

Popüler kültür mantarınızın bu haftaki serüveni de işte böyleydi...
Yazının Devamını Oku

Tatil bitti, mailler birikti

31 Mayıs 2004
Tunus’a tatile gittiğimi duymayan kalmadı sanırım. <B>Magic Life</B>’ın <B>Hamamet</B>’te ki Africana tatil köyünde çok güzel beş gün geçirdim. Güneşlendim, havuza girdim, kalori hesabı yapmadan yemek yedim, spor yapmak için sabahın köründe kalkmadım, tatile giderken kendime söz verdiğim için maillerime bakmadım, iş yerine telefon etmedim. Kısacası her şeyden uzak bir beş gün geçirdim.

Döner dönmez Türk- star’ın canlı yayınına çıktım, akşam eve gider gitmez de Kelebek’teki mail adresime gelen elektronik postalara baktım. Çok ilginç mailler geliyor, okuması da, cevap vermesi de eğlenceli oluyor. Şimdi eminim sizde merak ettiniz bu elektronik postaları, işte bazıları (Maillere kendimce rumuzlar verdim, belki yollayanlar isimlerinin yayınlanmasından hoşlanmazlar diye düşünerek.)

Rumuz : Jiggy

‘Armağan abi, geçenlerde bir yazını okudum, her sabah 07.00’de spor salonuna gidiyormuşsun, bunun için en iyi ihtimalle sabah 06.00’da kalkman lazım. İğrennçç (Aynen böyle yazıyor). Delirdin mi Armağan?’

- Sevgili Jiggy, Sanırım henüz delirmedim, ama bu hiçbir zaman delirmeyeceğim anlamına gelmez.

Rumuz: Özdenes

‘Bu gün darallardayım... Bu bahar mı, yaz mı, kişilik mi, her ne haltsa ben huzur istiyorum’

- Sevgili Özdenes, farklı bir şey istediğimizi sanmıyorum. Ben de huzur istiyorum! Ne yapabiliriz senin için?

Rumuz: Denlet

‘Hemen sonuna bakma, önce bir düşün, yapıp yapamadığını da itiraf et... Bakalım göründüğün kadar zeki misin?

Eğer,

1=5

2=25

3=125

4=625 ise,

5= ?’

- Sevgili Denlet, cevabı buldum. Fena değilim demek ki! (Merak edenler için cevap: 1... 1=5 demişti ya!)

Rumuz: Kanat

‘Yaa süper mutluyum yaaa. Sanırım geçtim, yani emin değilim. Yaaa accounting hocası C vermiş yaaa inanmıyorum yaaa süper ben D bekliyordum notumu. Allahım süper mutluyum. Yaaaa senle paylaşmak istedim bunu. Öptüüüüm bye.’

- Sevgili Kanat, ben de çok mutlu oldum da, anlayamadım yaaaa, geçtin mi kaldın mı yaaaaa? Anlayınca haber ver bana olur mu? Bak çok merak ederim, yaaaaaa!

Rumuz: Nur

‘Popüler kültür geçicidir. Bazen de kalıcıdır. Popüler kültürü tanıtmak güzeldir. Ama bunu kullanarak ‘kendini beğenmişlik’ yapmamak lazım’

- Sevgili Nur, bir de popüler kültürü cümle içinde kullanalım: ‘Ben popüler kültür gördüm’.

Aslında bu elektronik postaları bu köşede yayınlayarak, ‘Bu mailleri okuyan asistanınız size iletir umarım’, ‘Okuduğunuzu anlayacağım en ufak bir işaret verin’, ‘Şimdi siz nasıl olsa okumazsınız ama ben yine de yazayım’ türünden tarafıma yazılan sitemlere cevap vermiş oldum böylece.

Yani, mailleri asistanım değil, ben okuyorum (zaten özel işlerime bakan bir asistanım yok, olsun da istemiyorum!), gelen maillerin hepsini okumaya çalışıyorum, maillerinizi de bekliyorum.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Gripin, Aspirin, Optolidon gibi ilaçlar bakkallarda satılırdı.
Yazının Devamını Oku

Soup opera hayatı yaşayan neden hep yorgun oluyor

28 Mayıs 2004
Siz bu satırları okuduğunuz sırada, ben THY’nin rötar yapmayacağını umduğum uçağı ile Türkstar canlı yayınına yetişmek üzere Tunus’tan İstanbul’a dönüyor olacağım. Eğer canlı yayın başladığında ekranlardaysam bilin ki uçak rötar yapmadı, ekranda yoksam eğer mutlaka yoldayımdır, bekleyin. (Malum bu aralar THY rötarlarıyla ün yaptı!)

‘O zaman gitmeseydin kardeşim, iş sorumluluğu her şeyden önce gelir, niye bu mevsimde tatile gidiyorsun ki’ dediğinizi duyar gibiyim. Belki haklı olabilirsiniz. Geçmişte ben de çok karşıydım böyle zamanlı zamansız yapılan şeylere! Ama artık değilim! Sadece ekim ayından beri yaşadığım ‘soap opera’ hayatına alıştım o kadar.

***


Evet yanlış yazmadım ya da yanlış okumadınız, birazcık ünlü olunca hayatınız tam ‘soap opera’ dizilerinde gördüklerinize dönüyor. Tıpkı benimki gibi. Bir ilahi adalet var sanırım. Eskiden neyle dalga geçtiysem hepsi başıma geliyor tek tek...

Neler mi? Saymakla bitmez, bir sürü!..

Bir kere fark ettim ki ünlü birisi olunca hep yapacak bir işiniz oluyor (Çoğu boş işler ama olsun). Hep bir yerlerden bir yerlere koşturuyorsun, ama akşam olunca şöyle bir düşünüyorsun bugün ne yaptım diye, aklına hiçbir şey gelmiyor. Yorgunluğu da cabası.

Ama şimdi hakkını teslim etmek lazım, senin yerine hep ne yapacağını düşünen ve yapman gerekenleri yapan insanlar da yer alıyor hayatında. Hatta o kadar ki, bir süre sonra yaşamı ‘bir otel odasında tatil yapıyorum’ gibi algılamanıza bile yol açıyor bu durum. Öyle ev için falan alışverişe çıkmak yok, ekmek almak yok, gazete almak yok, araba kullanmak yok. (Sırası gelmişken aradan bunu da çıkartayım... Trafikteki karmaşanın taksi şoförlerinden sonra ikinci sebebinin özel şoförler olduğunu da anlamış bulunuyorum. Çünkü onlar arabadaki insana neredeyse başbakan muamelesi yapıp, sanki arabadaki trafik sıkışıklığında beklerse bir şeyi eksilirmiş gibi, ne kadar girilmeyecek yol varsa giriyor, ne kadar ara sokak varsa oralardan gidiyor ve trafik karmaşasına sebep oluyorlar.) Ve aklıma gelmeyen bir sürü şeyi yapmak yok. Bütün bunları sizin için yapan insanlar var sadece hayatınızda.

Siz hayatın tam da kendisiyle ilgili bir sürü durumda ‘hayata teğet geçerken’ sadece şunları düşündüğünüzü fark ediyorsunuz: Bu kıyafeti daha önce giymişmiydim? Acaba beğendiler mi? Ya beğenmezlerse? Haklıyım ama değil mi? Bu saç bana yakıştı mı acaba? Ekran insanı normalden kaç kilo fazla gösterir? İmajıma ters düşen bir durum yok ortada sanırım...

Sonra herkesin bildiği şeyleri bilmediğinizi, ama bilmediği ve bilmesi de gerekmeyen saçma şeyleri çok iyi öğrendiğinizi fark ediyorsunuz. Bir ekmek kaç lira bilmiyorsunuz, ama bu yıl hangi renkler moda biliyorsunuz, bir paket makarna kaç lira bilmiyorsunuz ama en iyi yakan solaryum makinesi nerede biliyorsunuz. (Bütün bunlar neden gerekliyse!)

***

Bütün bunları düşünmekten başka bir şey yapmadığınız ve yapamadığınız için de size hayat çok yorucu gelmeye başlıyor. Sonunda yorulduğunuzu hissedip, bir tatile ihtiyaç duyuyorsunuz. Ve tabii bu tatili Türkiye sınırları içerisinde geçiremeyeceğiniz için de, bavulunuzu toparlayıp kendinizi Afrika’nın sıcak güneşine ve Akdeniz’in tuzlu sularına bırakmak üzere Tunus’a gidiyorsunuz.

Şimdi anladınız mı ‘soap opera’ hayatı yaşayanların neden hep yorgun olduklarını...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken en küçük para birimi beş kuruştu.
Yazının Devamını Oku

12 Eylül de neyin nesi 11 Eylül’le karıştırdın

26 Mayıs 2004
Neredeyse haftanın 5 sabahı spor salonuna gidiyorum. Ve beş yıldır aynı spor salonuna gittiğim için de, inanmayacaksınız ama, artık selamlaştığım, konuştuğum, hatta arada akşam yemeklerine çıktığım arkadaşlarım var. (Hoş bu arkadaşları edinmem 5 yılımı aldı ama olsun, sonuç önemli!) Zaten artık gelenlerin çoğu tanıdık geliyor bana. Neredeyse haftanın her günü sabah 07.00’de karşılaşıyoruz onlarla.

Tabii arkadaş olurken genel olarak aynı yaş grubu insanlar birbirini buluyor. Benim arkadaşlarım da doğal olarak, kırklı yaşlarda ya da kırklı yaşlara merdiven dayamış insanlar. (Şimdi aralarından bir tanesi bana çok kızacak, yaşım kırk dedim diye!)


***

Geçen gün bu gruptan bir arkadaşımızın doğum günüydü... Sabahın köründe spor salonunda büyük bir gürültüyle doğum günü şamatası yapıyoruz, koşu bantlarının üzerinde. (Obsesif olmak bazen hoş şey!) Bu şamatayı duyan, spor akademisinden yeni mezun olmuş eğitmenlerden birisi yanımıza geldi. O da bizimle birlikte kutlamaya katıldı. Tabii böyle durumlarda adet olduğu üzere hemen yaş muhabbeti açıldı. (Kendisi genç ya, muhabbeti o açtı tabii ki!)

Biz de tabii bu gazla hemen eski günleri konuşmaya başladık. Bir yandan koşu bandının üzerinde kan ter içinde koşuyoruz (Yoksa hálá ne kadar genç olduğumuzu kendimize ispatlama çabası mı bu?), bir yandan da nostaljik takılıyoruz. Eğitmen arkadaş da yanımızda dikilip, konuşmaya kulak kabartıyor.

‘Hatırlıyor musunuz? Biz gençken Michael Jackson siyahtı’ dedim. Arkadaşlarım doğal olarak hatırladıklarını söylediler. (Eğitmende şaşkın bir yüz ifadesi!)

O sırada tam karşımıza, koşu bandının üzerinde koşarken ne kadar sıkıcı bir şey yaptığımızı unutup vakit geçirebilelim diye koydukları televizyonlardan bir tanesinde Türk filmi gösteriliyor. Başrolünde de Ajda Pekkan var. Daha bu kadar değişmemiş. Ben nefes nefese bağırdım, ‘Ajda Pekkan’a bakın’ diye. Eğitmen çocuk, ‘Hangisi Ajda Pekkan’ diye tutturdu. ‘Yahu işte bak şu sarışın olan’ diyorum. Tanımıyor. ‘Benle kafa buluyorsunuz, bırakın ya’ diyor. ‘Vallahi o Ajda Pekkan’ diyoruz. Ama ne yaptıysak inandıramadık.

O sırada karşımızdaki diğer televizyonlardan bir tanesinde de haber kanalı açık. Kenan Evren’in resimleriyle ilgili bir haber yayınlanıyor. Kenan Evren muhabire resimlerini anlatıyor. Eğitmen çocuk, ‘Bu bey, tanınmış bir ressam mı?’ dedi. Hepimiz inanmaz gözlerle ona baktık ve Kenan Evren’in aslında ressam olmadığını, eski Genelkurmay Başkanı, üstelik 12 Eylül Askeri darbesini yapan kişi olduğunu söyledik. Bu kez eğitmen, ‘12 Eylül ne ya? Siz 11 Eylül’le karıştırıyor olabilir misiniz’ demez mi... Hınk!

Tabii spor salonu büyük. Koşu bantlarının karşısındaki televizyon sayısı da ona göre. Diğer televizyonda bir Arap kanalı açık, ‘Charlie’nin Melekleri’ dizisi var ekranda. Hepimiz başladık bu dizi hakkında konuşmaya. Farah Fawcett falan diyoruz. Eğitmen ekrana baktı baktı; ‘Yahu’ dedi, ‘Şunun Charlie’nin Melekleri’yle ne alakası var, hem o dizi değil ki... Film!’

Ben ve arkadaşlarım artık tahammül edemeyip, sinirle çocuğa döndük ve başladık saymaya:

- Soğuk Savaş nedir biliyor musun?

Evet. Bir bilgisayar oyunu...

- Peki Görevimiz Tehlike ne?

Başrolünde, Tom Cruise’un oynadığı film.

- Küçük Emrah kim?

Emrah’ın gayrımeşru oğlu.

- Dallas ne?

NBA maçlarının yapıldığı yerlerden bir tanesi.

- Amiga, Commodore 64?..

Playstation oyunu herhalde onlar...

- Flamingo Yolu? Şahin Tepesi?

Bizim mahalledeki bar ve cafeleri nereden biliyorsunuz siz yahu!..


***

Birden hepimiz sustuk. Eğitmene sinirle döndüm, ‘Kaç doğumlusun sen’ dedim. Cevap geldi, ‘1983’ 21. yaşında henüz. Olamaz. Şimdi kendimi genç hissetmek için haftanın beş günü çıktığım koşu bandının üzerinde hatırlatılacak şey mi bu? Bir de hálá kot, spor giyinmek ayakları falan...

Ama gülmeyin. Eğer siz de yukarıda yazılanlara (konuşulanlara) gülümseyip, hatırladıysanız hepsini, sizin de benden aşağı kalır yanınız yok yani!

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken evlerin zeminleri ‘marley’ olurdu.
Yazının Devamını Oku

Kapılar açıldı, hücum! Pardon... Yanlış alarm

24 Mayıs 2004
Pazartesi akşamı bir arkadaşımın davetlisi olarak 14. İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılış gösterisi olan <B>Metapolis </B>adlı dans gösterisini seyretmeye gittim. Biletler numarasız olduğu için, ‘dans gösterisini önlerden seyredersek güzel olur’ düşüncesiyle, kendimizi erkenden AKM’nin fuayesine attık tabii ki. (Böyle zamanlarda geriliyorum nedense. Hani oraya kadar gittim ya, illa güzel bir yerden seyretmeliyim gösteriyi. Saçma bir hırs işte!)

Uzunca bir aradan sonra ilk kez Beyoğlu’nda yemek yemişim. Keyfim yerinde. Arkadaşımın ve benim canımız nasıl sigara içmek istiyor anlatamam. Ama her tarafta kocaman tabelalar var, ‘Burada sigara içmenin cezası bilmem kaç milyondur’ yazıyor. (Nasılsa yasak bir yerde sigara içip cezayı ödemeyeceğim için, kaç lira yazdığını da tutmuyorum aklımda!)

Arkadaşım sürekli ‘Sigara içelim’ diyor. Benimse içeri gireceğimiz kapının önünden, değil bir kilometre, yüz metre bile uzaklaşmaya niyetim yok. Azimliyim, bu kadar erken geldim, iyi bir yerden seyredeceğim gösteriyi! (Nedir şimdi bu?)

Kapıya en çok yüz metre uzaklıkta bir yer bulup oturuyoruz, tabii benim yüzüm kapıya dönük. Çünkü kapı açılır açılmaz atacağım kendimi salona, iyi bir yer kapacağım! (Yer kapmak? En son ne zaman kullanmıştım acaba bu kelimeyi! Hatta utanmasam, sırtımdaki kazağımı çıkartıp, yanımdaki boş koltuğa koyacağım, belki tanıdık bir arkadaşım gelir de ona veririz yeri diye. Sonra koltuğun üzerinde kazak olduğunu görmesine rağmen, birisi gelip soracak: ‘Boş mu?’ Ben tabii çok utandığım halde, ama yine de kasabalı ruhuma engel olamayarak kendimi tutamayıp yaptığım cevap vereceğim: ‘Hayır gelen var.’

Ama bu telaşımı arkadaşıma da fazla hissettirmemeye çalışıyorum. Ne de olsa serde ünlü olmak var ya! Ünlüler yapmaz böyle şeyler. Hele Tiyatro Festivali’nde hiç yapmazlar!

Kapıların açılmasını beklerken etrafıma bakmayı akıl ediyorum. Az şey mi, kimlerle yarışacağımı görmem lazım! Bakalım yaşlılar mı, gençler mi, ittirip kaktırırsam ayıp olur mu, belli etmediğim(i sandığım) ‘yer kapma telaşımı’ anlarlarsa, kendimi kötü hisseder miyim? Ne de olsa rakipleri tanımak gerek! Bir baktım bizimle birlikte çaktırmadan yer kapma telaşına girenlere, amanın kimler yok ki? Türk tiyatrosunun duayenleri orada. Oyunculuğunu çok sevdiğim ‘tiyatronun cadısı’ sayın Macide Tanır, Türk sinemasının unutulmaz karakter oyuncusu Lale Belkıs, yine başarılı oyunculardan Zafer Ergin rakiplerim(iz) arasında...

Tam o sırada kapı açılıyor, kalabalık kapıya doğru yöneliyor, tabii hemen ben de arkadaşımı kolundan kaptığım gibi, çaktırmadan ama adımlarımı sıklaştırarak kapıya doğru yürüyorum. Kapının önü birden kalabalıklaşıyor. Hafiften, ama ölçülü, bir itiş kakış hadisesi yaşanırmış gibi oluyor. Bazıları salona girmeyi başarıyor. Ben çaktırmadan ayaklarımın ucunda dikilip, içeriye doğru bir göz atıyorum, öteki kapılar da açılmış mı diye. Tabii ben hemen, huzursuzlanıyorum. Adımımı tam salona atıp, iyi bir yeri gözüme kestirip oraya doğru hamle yapmaya hazırlanırken, bir el hissediyorum sırtımda...

‘Daha kapılar açılmadı, beyefendi. Yarım saat sonra, saat sekizde açılacak. Dışarı çıkar mısınız lütfen.’

Olabilecek en kötü şey oluyor. Fedakarlık yapıp, erkenden salonun kapısında kuyruğa girmiş, yer kapma meraklısı erkenciler, salondan dışarıya alınıyorlar. Hep beraber karizmayı fena çizdiriyoruz... Hatta bu arada Macide Hanım’ın birilerine şaka yollu ‘senin yüzünden’ diye söylendiğini duyuyorum.

Hepimiz sanki hiçbir şey olmamış gibi yerlerimize dönerken, hiç kimse birbirine bakmamaya çalışıyor tabii. Tam tekrar yerime otururken Lale Belkıs’la göz göze geliyoruz. Simsiyah, hafif dekolte, ama çok şık bir takım giymiş. Aynı filmlerindeki gibi. Cüneyt Arkın’la Hülya Koçyiğit evlenirken, merdivenlerden salınarak, gururla ve mağrur bir ifadeyle inecek ve ‘Bu nikah kıyılamaz’ diyecekmiş gibi. (Lale Hanım’la ilk kez karşılaşıyorum. Neden bilmem heyecanlandırıyor bu karşılaşma beni. Seviniyorum.)

Ben bütün bunları düşünürken, Lale Hanım bana doğru yürüyor, iyice heyecanlanıyorum. Elini uzatıyor: ‘Merhaba. Siz ne tatlı bir sivrisiniz’ diyor bana.

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Utanıyorum. (Allah’ım nerden tutuyor kasabalılığım böyle olur olmaz yerlerde, yer kapmaya çalıştığımı anladı tabii kadın!) Sadece teşekkür edebiliyorum. Başka bir şey söyleyemiyorum. (Bazen benim de dilimin tutulduğu anlar oluyor tabii.) Bana konulan onlarca sıfattan sonra, belki de benim için en anlamlı olanı... Gülümsüyorum.

Tam o sırada kapı tekrar açılıyor. Utancımdan yerin dibine geçmişim. Hiç acele etmiyorum. Yavaşça salona doğru yürüyorum. Ortalarda bir yerlerde (ama tabii sıranın tam ortasına) oturuyoruz. Lale Hanım ve Macide Hanım yerlerine yerleşiyorlar. Türk sinema ve tiyatrosunun iki büyük oyuncusuna bakıyorum. Çocukluğum geliyor aklıma. Sadece gülümsüyorum. Yer kapma telaşıma!

Bir kitap, bir hayat

Batman’ın Sason ilçesinin Erdemli İlköğretim Okulu’nda okuyan öğrenciler ‘Bir kitapla bir hayat da sen bağışla’ ismiyle bir kitap kampanyası başlatmışlar. Bana Ephraim Kishon kitapları yollayan okuyucuların, bu kampanyaya da ilgisiz kalmayacaklarını umuyorum. Kitapları, ‘Erdemli İlköğretim Okulu, Sason/Batman’ adresine yollayabilirsiniz.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken duvarlara ‘ağlayan çocuk’ tablosu asılırdı.
Yazının Devamını Oku

Niye Yunanistan’ı Sakis temsil etmiş, duydunuz mu

21 Mayıs 2004
Eurovision Finali’nde sahneye Yunanistan’ı temsil etmek üzere <B>Sakis Rauvas </B>geldiği sırada <B>Bülent Özveren</B>’e eşlik eden diğer sunucu <B>Didem Tolunay</B>’ın söyledikleri dikkatinizi çekti mi? Didem, Yunanistan’ı niye Sakis’in temsil ettiğini şöyle anlattı: ‘Yunanistan aslında bu yıl Eurovision’a, resmi kanalında düzenlediği Popidol tarzı ‘Eurostar’ yarışmasının birincisini göndermeye karar vermişti. Ancak yarışmanın birincisinin kilolu olması sebebiyle, iyi bir derece getirmeyeceği düşünülerek şarkıyı son anda Sakis’in söylemesine karar verildi.’

Kısaca, sahne şovunun aynı zamanda görsel bir olay da olduğu düşünülerek, Yunanistan’ı Sakis’in temsil etmesine karar verilmiş. Ondan önce Eurovision’a katılmayı hak eden yarışmacı da sahnede Sakis’e vokal yapmış.

Yunanistan’ın ‘Eurostar’ yarışması birincisini tanımıyorum. Ama Sakis Rauvas’ın yaptığı şovun ne kadar etkileyici olduğunu ekranda hep beraber gördük. Yunanistan yarışmanın favorileri arasında gösterildi. Ayrıca Sakis Türkiye’de bulunduğu sırada hemen hemen bütün televizyon şovlarına konuk olarak da katıldı, başarılı bir promosyon çalışması yapıldı. Bunda Sakis’in düzgün fiziğinin hiç önemi yok mu?

Ben ‘Popidol olmak sadece iyi şarkı söylemek demek değildir. Popidol kendisine, vücuduna özen göstermelidir’ dediğimde Türkiye’de kıyamet kopuyor. Popidol olmak için yarışan yarışmacıların ve yarışmacılara oy verenlerin tek amacı adaylarını birinci yapmak olmamalı. Yarışmanın sonrası da var değil mi? Biraz da sonrası düşünülmeli. Adı üstünde ‘POPİDOL’ işte...

Fatih Akın ne diyorAbidin ne diyor...

Evde televizyondan ya da DVD’den film seyretmeyi sevmiyorum. Film ne kadar iyi olursa olsun, ortalarında bir yerlerde filme karşı olan ilgim dağılmaya başlıyor.

Tuvalete gidiyorum, içecek bir şeyler almaya kalkıyorum, başka şeylerle ilgilenmeye başlıyorum... Anlayacağınız filmi katlediyorum.

Ama salı gecesi Digitürk’ün Primemax kanalında Fatih Akın’ın ‘Temmuz’da’ isimli filmini seyrettim. Sırılsıklam aşık olduğu kızı, bir gün daha fazla görebilmek için, Almanya’dan Türkiye’ye kadar meşakkatli ve maceralı bir yolculuk yapan bir genci anlatıyor film.

İnsan aşık olduğunu nasıl anlar? Onun için her şeyi, her şartta yapabileceğini anladığı, ona sürprizler yapıp şaşırtmak istediği, görmek için saatleri hatta dakikaları saydığı, onunla vakit geçirmek için her yolu denediği, onu aklından hiç çıkaramadığı, (Adını mıh gibi aklımda tutuyorum...), her şartta, her haliyle, her zaman, her yerde görmek istediği, herkesle onu paylaşıp sadece onu konuşmak istediğin an aşıksındır işte. Bunu hissettiğimiz anda hayatımızın merkezi sadece odur ve o, hayatımızın en önemli nesnesi haline gelir. Hayat onun için, onunla vardır, onsuz hayatın anlamı da yoktur! Bir çok şeyden vazgeçmeyi göze alabiliyorsak eğer, işte aşk budur.

Eğer ona kızmana rağmen onu görmek istemiyorsan, kavga ettiğinde arkanı döner dönmez pişmanlık duymuyorsan, ‘Bitti bu iş’ dediğin an içine derin bir sıkıntı çökmüyorsa, ayrıldığınızı sandığın an onu aramamak için yaptığın her şeyi boşuna yaptığını fark etmiyorsan, şarkılardan fal tutmuyorsan, önce o arasın diye inatlaşıp yenilmiyorsan, aşık değilsin zaten!

Salı gecesi ‘Temmuz’da’ filmindeki aşkı hayranlıkla izledikten sonra, Çarşamba günü bizim Popstar yarışmasının birincisi Abidin’in söylediklerini okuyunca şaşırdım. Dünya zıtlıklarla dolu. Abidin şöyle demiş: ‘İşimde daha yolun başındayım. Böyle bir konumdayken bir aşk ilişkisini sürdürmek kolay değil. Her şeyden arınıp işime konsantre olmalıyım. Mantığımız doğrultusunda davranıp ilişkimizi noktaladık’.

Eeee yani? Aslında şunu demek istiyor Abidin: ‘İşimi, hayranlarımı aşkıma tercih ettim. Firdevs’le daha çok gözükürsem bayan hayranlarımı kaybederim. İşim Firdevs’le aşkımdan çok daha önemli’.

Yahu niye yürümüyor ki bu işle aşk birarada? Hem popüler bir şarkıcı olup, hem de aşık olamaz mı insan? Olur. Ama cesaret gerek.

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, çamaşır maddalları pilastik değil, tahdaydı.

Mantar hadisesi!

Popüler kültür mantarı bu hafta neler yaptı, merak ediyor musunuz?

Doğan Kitap’tan çıkan Atıf Yılmaz’ın ‘Bir Sinemacının Anıları’ isimli kitabını okuyorum. Biliyorum çok oldu çıkalı, ama ancak okuyabiliyorum. Yeşilçam’la ilgili rengarenk bir yolculuk... Eğer Türk sinemasına ilginiz varsa tavsiye ederim.

Pazartesi gecesi 14. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılış gösterisinde ‘Metapolis’ adlı dans gösterisini izledim.

Gösteriden önce uzunca bir aradan sonra, Beyoğlu’nda Zencefil’de yemek yedim. Zencefil’in yeni yeri, bahçesi ve yemekleri çok keyifli.

Bu arada size kendimle ilgili bir haber vereyim: ‘Psikoterapiden mezun oldum’. 5 bin iş günüm doldu yani...
Yazının Devamını Oku