Sabaha karşı saat beş, evde annem, babam ve teyzem var. Cep telefonum çaldı. Ben gayet sakin açtım, konuştum ve kapattım telefonu. Sonra da tekrar uyumak üzere yatağıma yattım. (Zaten telefonla konuşmak için yataktan çıkmamıştım bile.)
Annem ve teyzem korku dolu gözlerle koşa koşa odaya gelip, gözlerinden dehşet ışıkları saçarak ‘Ne oldu?’ diye sordular. Ben de ‘Yok bir şey’ dedim ve uyumaya devam ettim. Çünkü benim cep telefonum neredeyse günün her saatinde çala(bili)r, sabaha karşı ikide de, sabah saat beşte de. Üstelik diğer insanlardan farklı olarak benden hiç tepki gelmez. Zaten o saatlerde telefonun çalması çok da ‘normal’ bir şeydir benim için. Yanımda bulunan insanlar çok şaşırıyorlar bu duruma (Nedense?).
***
‘Normal’ insanlar için değildir bu durum, onların telefonları mesela gece saat 11’den sonra çaldığında olağanüstü bir durum var demektir. Ya birisi hastaneye kaldırıldı, ya da birisinin başına çok kötü bir şey geldi demektir... Oysa biz televizyoncular için çok sıradan bir olaydır bu!
Size olur mu bilmem ama bizim gibi ‘anormal’ insanların sık başına gelen şeylerden bir tanesi de, ‘yok’, ‘hayır’ veya ‘kalmadı’ sözüne aşırı sinirlenmektir. Mesela geceyarısı bir mekanda çekim yapıyorsunuz ve diyelim ki gecenin o saatinde meyve lazım oldu. Normal insanlar ne yaparlar böyle bir durumda, ‘çekim tatil, artık yarın devam ederiz’ derler değil mi? Oysa biz ne yaparız? Önce çekim yapılan mahallenin manavını ya da varsa marketini buluruz, gider bir bakarız önce açık mı diye. Kapalıdır. (Bak şimdi! Bu saatte dükkan kapatılır mı?)
Kapalı olmasına çok sinirleniriz. Çünkü bize meyve lazım ve manav kapalı! (Ne hakla kapatır evine gider ki gecenin saat 02.00’sinde. Niye yani? Zaten o yüzden bir türlü ilerlemiyor Türkiye ekonomisi. İnsanlar tembel! Otur dükkanında müşteri bekle!) Hem bilmesi gerekir ki bize meyve lazım olacak. Tabii sinir içinde, içimizden hatta çoğu zaman dışımızdan manava gecenin bu erken (!) saatinde dükkanını kapattığı için sevgilerimizi (!) yollayarak, mahallenin muhtarını buluruz. Ne için? Manavın evini bulup, dükkanı açtırmak için, doğal olarak. O saatte her evin zili rahat rahat çalınabileceği için, gönül rahatlığıyla muhtarın evinin zilini çalarız. Kapıya neredeyse nefes nefese ve korku dolu gözlerle, üstelik pijamalarıyla (Nedense?) koşan bütün ev halkına, kapı açılır açılmaz, hemen sorarız: ‘Manavın evi nerede acaba?’Hani gecenin bu saatinde adamın kapısını çaldın, yüreğini ağzına getirdin. Önce bir özür dile, sonra konuya geç değil mi... Olmaz tabii ki. Set bekliyor. Hemen sorun çözülmeli. Adam tatlı uykusundan uyanmış, uyanmamış ne önemi var, şu anda en önemli şey meyveyi bulmak.
Muhtardan öğrendiğiniz manavın evine gider, kapıyı çalarız ve ilk olarak şunu söyleriz: ‘Bize bir kilo karışık meyve lazım. Dükkana gidelim!’.
Öyle ‘gidebilir miyiz’, ‘dükkanı açabilir misiniz’ falan gibi kibar cümlelere gerek yok! Kısa ve net: ‘Gidelim’. Adam mecbur!
Manav şaşkındır, ancak gecenin bu normal (!) saatinde adamın şaşkın olmasına biz daha çok şaşırıp hemen ekleriz: ‘Biraz acele edebilir misiniz?’
Hatta zavallı adamcağız acele etmezse bir de azarlarız, ‘Hadi çabuk ama...’
Kısacası biz ‘anormal’ insanlar grubu, iş yaparken ve hatta çoğu zaman ‘dünyanın merkezini’ kendimiz sanırız...
Zaman kavramımız da çok gelişmiştir bizim. Diyelim ki yarın çekim var ve yüz metrekarelik bir alanın pleksi kaplanması ve onun üzerine de, seyirci tribünlerinin yapılması gerekiyor. Hemen ustayı çağırır sorarız: ‘Bu işler ne zaman biter?’
Usta biraz düşünür ve cevap verir: ‘5, bilemedin 6 gün sürer.’
Bizim cevabımız adamın suratını ‘Çarşamba Pazarı’na çevirir: ‘Tamam, şimdi hemen gidiyorsun ve tüm bunları yarına yetiştiriyorsun... Sakın yetiştiremem deme, anlamam, yetişecek!’
***
Adam şaşkındır. Ama vallahi de billahi de ertesi güne yetişir o iş.
Ne televizyon ne de film seyrederken birlikte seyrettiğimiz insanlara hiç tat vermeyiz. Sürekli konuşur, o ‘işin’ olmadığını ve ne kadar farklı yapılabileceğini anlatır, herkesin iki gramlık film ve televizyon seyretme zevkini kursağında bırakırız. Zaten bizim yaptığımız işlerden başka her iş kötüdür ya, o da ayrı mesele!
Zaman zaman bunları yaşadıktan sonra düşününce çok utanıyorum kendimden. Ama ne değişiyor derseniz aslında hiçbir şey, bir dahaki çekimde aynı şeyleri en yeni baştan bir daha yaşıyoruz.
Ama sanmayın ki mesleki deformasyon sadece televizyoncularda var. Bir düşünün mutlaka sizde de vardır!