Dikkaat! Çekiyorum ‘peynir’ deyin...

Şu anda okuduğunuz yazı Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde yayınlanan yazılarımın kırksekizincisi.

(Bunu hava atmak için falan yazmadım, yazıya başlamak için bir girizgah işte. Hem neyin havasını atacağım ki!) Ellinci yazıya az kalmış olmasına rağmen dayanamayıp, söylemek istediklerimi söyleyeceğim. (Kendi kendime ellinci yazıya kadar Kelebek yönetimi tarafından kapris diye nitelendirilebilecek hiçbir istekte bulunmayacağıma söz vermiştim ama bir hafta daha dayanamayacağım sanırım!)

***

Şimdi kafanızı yukarıya kaldırıp şu anda okumakta olduğunuz köşenin sol tarafında size doğru sırıtan ‘Sınıf öğretmeni’ yazısının solundaki resme bir bakın Allah aşkına... Neye benziyor bu resim? Ya da soruyu şöyle sorayım, bu resmi görseniz bu köşenin ne köşesi olduğunu sanırsınız?

Köşe için çekilen bu resmi bana ilk gösterdiklerinde güzel bulmuştum. Hoş kendimi resimlerde hiçbir zaman fotojenik bulmam ama olsun! Aslında ben resim çektirmekten haz etmeyen nadir insanlardanım. Hani o ellerinden fotoğraf makinesi hiç düşmeyen tipler vardır ya, onlara da sinir olurum ayrıca!

Bu makineleriyle, yapışık olarak gezenlerin kökenlerinin Japonya’ya kadar uzandığını bile düşünürüm çoğu zaman. (Tanıdığım fotoğraf çekmeye meraklı tüm kişiler kısa boylu nedense!) Bu tiplerle herhangi bir geziye, yemeğe ya da düğün gibi özel bir yere gitmek, birden bire eziyete dönüşür. Hele yurtdışı seyahatine falan gittiyseniz zaten yandınız demektir. Gittiğiniz ülkenin, gezdiğiniz her yerinde, kapının, bacanın, taşın, toprağın, köprünün ve daha sayamadığım birçok yerin önünde, yanında, sağında ve solunda, güneşi kendinize kerterez alarak dikilip, fotoğraf makinesinin objektifinin tam içine bakarak, suratınıza gayet yapay bir sırıtış ekleyip resim çektirmek zorunda bırakılırsınız. Hatta objektife bakarak gülmezseniz bir de azar işitirsiniz: ‘Dikkaaat çekiyorum, gülün! Gülsene yahu.’

Bu fotoğraf çekme çılgını tipler, fotoğraf çektirmeden ve çekmeden yaşayamıyorlar sanırım. Hani bizim yaşamak için nasıl havaya, suya ihtiyacımız varsa onların da flaşa ve objektife bakma ihtiyaçları var! Ellerinde sürekli bir fotoğraf makinesi, kaç film kaldı, kaç poz daha çekebilirim, makinenin pili var mı, güneş burdan gelirse karanlık çıkar mı, bu açıdan çektiğimde arkadaki manzara çıkıyor mu gibi sorularla geziyi hem size hem de kendilerine zehir ederler.

Bu tiplerin bir de şu huyları vardır ki beni en sinir eden şey de budur... Çekilen her resmin içinde onlar da bulunacaklar! (E niye?)

Diyelim ki dört kişi gittiğiniz bir gezide toplu fotoğraf çektirmek istiyorlar. (Toplu fotoğraf olmazsa sanki kimle o geziye gittiklerini hatırlamayacaklar ve bunun illa ki belgelenmesi gerekiyormuş gibi!) Eyvah işte o an geldi. Şimdi hiç tanımadığı birisine gidip, suratına yapıştırdığı en şirin gülümsemesiyle, ‘Rica etsem resmimizi çekebilirmisiniz’ diyecek.

Bu anlarda ben çok geriliyorum nedense? Sanki o rica ettikleri insan, bağırıp çağırıp bunları kovalayacakmış gibi geliyor. (Sanırım benden ‘resmimizi çekebilir misiniz?’ diye rica edenlere yapmak isteyip de yapamadığım şeyi başkası yapacakmış gibi geldiği için geriliyorum...)

E zaten elalemin adamı, niye çeksin resmini yahu? O karede de sen olmayıver, ne olur? Neyin eksilir? Yok illa olacak, o da olacak, flaşsız yaşayamaz maazallah!

Bir de son zamanlarda yeni bir şey çıkardılar, resim çekerken gülümseyin demek yerine garip garip sesler çıkartıyorlar. ‘Cheeseee’, ‘otuzüç’ ‘prensessss’, ‘peynirrr’.

İlk önce ne dediklerini, niye bunları söylediklerini anlamadım. Sonra bir baktım, fotoğraf makinesini elinde tutan bu kelimelerden birisini söyleyince, herkes birden bire o kelimeyi tekrar edip objektife bakıyor. Neden? Çünkü fotoğraf çektirirken bu kelimeleri söyleyerek objektife bakarsanız daha neşeli ve daha seksi çıkıyormuşsunuz! (Çocukluğumda Ajda Pekkan’ın fotoğraf çektirirken hep otuz üç dediği söylenirdi. Doğru mu acaba?)

Bunlar, fotoğraflarını çekmesi için başka bir insan aramaktan sıkıldıklarında, kurulan fotoğraf makineleri alıyorlar. Bu bence en komiği zaten. Hepiniz bir yere yerleşiyor, pozunuzu veriyorsunuz. (Kısalar öne, uzunlar arkaya, yanındakinin koluna gir ya da sarıl, ama mutlaka dokun, hatta iki elini birden arkadaşlarının omzuna at... Mutlu arkadaşlar tatilde pozu hazır!) Ve karşına konulup, 20 saniye sonra çekmesi için kurulan fotoğraf makinesine çeksin resmini diye aval aval ve dahi sırıtarak bakmaya başla. Allahım bak bak çekmez! O 20 saniye dolup, flaş suratında patlayana kadar, sen bak dur!

Tabii bir de makineyi kurup, resmi çekeceği yere yerleştiren, sonra da resim çekilmeden hızla yanınızdaki yerini almak için kan ter içinde koşan, fotoğraf makinesi çılgını arkadaşınızın durumu var ki o sizinkinden de saçma!

***

Bu kadar resim çektirme geyiği yaptıktan sonra, nişan, düğün, doğum günü, sünnet, askerlik resimlerini unuttum sanmayın. Onlar başlı başına ayrı bir yazının konusu olur ve hatta bu yazıdan daha da eğlenceli olur!

Ben, gittim gördüm, o anı yaşadım, hafızama kaydettim ya, artık benim için mutlaka bir belge bulunması gerekmez. Sevmiyorum öyle, sebilhane bardakları gibi yan yana dizilip resim çektirmeyi, zorla mı...

Lafı ne kadar dolandırdım değil mi? Alt tarafı diyeceğim şu: Ben bu köşedeki resmimi sevmiyorum. ‘Jinekolog doktor derdinize çare buluyor’ ya da ‘Avukatınız diyor ki...’ köşesinin resmi gibi. Vallaha bu sefer sıkılmadan bakacağım objektife. Değiştirebilir miyiz şu resmi lütfen Emre Bey?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken Güzin ile Baha ikilisi çok meşhurdu.
Yazarın Tüm Yazıları