Ah o eski sinemalar

Son birkaç yıldır büyük şehirlerde yeni bir moda başladı, biliyorsunuz. Belki de gitmişliğiniz bile vardır açık hava sinemalarına. Ben birkaç yıl önce büyük bir hevesle İstanbul’da açılanlardan bir tanesine gitmiştim.

Nasıl bir lüks, nasıl bir ihtişam, görmeniz lazım. İster yerlerdeki koskocaman pufidik minderlere uzanarak seyredin filminizi, isterseniz masaya geçin, içkinizi yudumlayarak seyredin. Ya da hizmetinize sunulmuş bulunan şezlonglarda uzanarak da seyredebilirsiniz... Üstelik bütün servisi garsonlar yapıyor. Gak diyorsunuz, içkiniz geliyor, guk diyorsunuz tatlı, patlamış mısırınız... Nasıl bir ihtişam, nasıl bir lüks, görmelere değer doğrusu.

Eskiden yaz aylarını açık havada film seyredebileceğim için (de) severdim. Benim büyüdüğüm kasabada, açık hava sinemasının film göstermeye başlaması demek, artık yaz geldi demekti aynı zamanda. Her hafta çarşamba ve cumartesi günleri film değişirdi. Cumartesiden çarşambaya kadar Türk filmi, çarşambadan cumartesiye kadarda ecnebi(!) film oynardı. Ben tahmin edebileceğiniz gibi o zamanlar en çok Türk filmlerini seyretmeyi severdim.

Kasabalardaki yaz gecelerinin en önemli sosyal aktivitelerinden birisi olan yazlık sinemamız, denizin tam kıyısındaydı. Filmi seyrederken çok sıkılırsanız eğer, mehtabı, yıldızları, dalgaların duvara çarparken çıkardığı sesleri dinleyebilirdiniz. Daha da sıkılırsanız, içinizden bir dilek tutup yıldız kaymasını yakalamayı bekleyebilir ya da Büyük Ayı ile Küçük Ayı’yı bulmaya çalışabilirdiniz. Anlayacağınız bizim yazlık sinemanın hizmette sınırı yoktu...

Film başlamadan evvel, en kötüsünden florasan lambalarla aydınlatılmış (İnsanı nasıl hortlak gibi gösterirler inanamazsınız. Üstelik o florasan lambaların etrafında ismini hiç bilmediğim ve bir daha hiçbir yerde de görmediğim garip yaratıklar uçarlardı devamlı) sinemaya girer, numarasız olan mavi tahta sandalyelerden en beğendiğimize oturur, filmin başlamasını beklerdik. Ama bu arada yazlık sinemamızda hizmette sınır olmadığı için, kırkbeşlik plaklardan günün en popüler şarkıları çalardı: ‘Kimbilir’, ‘Kaderimin Oyunu’, ‘Lades’, ‘Son Verdim Kalbimin İşine’ ve daha bir sürüsü... O zamanlar eğer film başlamadan evvel bir şarkı sinemada çalıyorsa, bilin ki tutmuş bir şarkıydı.

Esas film(!) başlamadan evvel perdede ‘pek yakında’ yazısı görünür, onbeş gün sonra gelecek olan filmin fragmanı gösterilir, ‘gelecek program’ yazısından sonra da haftaya gösterilecek olan filmin fragmanı verilirdi. Bu sırada siz de o filmlere mutlaka ama mutlaka gelmeniz gerektiğine karar verirdiniz (Ama bu gelecek olan filmlere de gitme kararınızda, gösterilen fragmanın hiç ama hiç etkisi yoktu. Simsiyah bir perde de gösterseler, siz filmin değiştiği ilk gün mutlaka gidecektiniz nasıl olsa!)...

Filmin ilk yarısında eğer film sizi sarmazsa (ki bu ihtimal pek düşüktür), sinemanın size sunmuş olduğu diğer hizmetlerden yararlanabilirdiniz. Deniz kıyısında olması sebebiyle, beleş olarak filmi izlemek isteyen sandal sahipleri, sandallarını sinemanın kıyısına yanaştırarak filmi seyrederlerdi. Siz de isterseniz filmi seyretmek yerine ha düştüler, ha düşecekler diye onları seyredebilirdiniz (Cinema Paradiso filmini ne çok sevmiştim ben bu yüzden)...

Film arası olup sizi çok ama çok kötü gösteren florasanlar bir kez daha yandığında yapılacak tek şey, önünde uzun kuyrukların olduğu büfeden gazoz ve sarı leblebi almak için sıraya girmekti. Sarı leblebiler gazozun içine atılacak, gazoz öyle içilecekti, ama bütün leblebileri gazozun içine atmayıp, bir kısmını da film başladığında ön sıralarda oturanların kafasına atmak için saklamayı ihmal etmemek gerekiyordu tabii ki!

Yazlık sinemada filmler her zaman mutlaka kopar, sesleri kesilir ve bu durumu protesto eden ‘makinist’ çığlıkları ile ıslıklar arasında, ışıklar tekrar yanar, makinist de filmi bir an önce tekrar başlatmak için elinden geleni yapmaya çalışırdı. Bu durum kötü kopyaların Anadolu kasabalarına gelmesi ile ilgiliydi sanırım.

Filmin sonlarına doğru ıslıklar bu kez kopan film için değil, filmin esas kızını kurtarmayı başaran esas oğlan için çalınırdı. Mutlu sonla biten filmlerde de alkış tutardı bütün sinema. O zamanlar alkışlamaz, alkışlayanlara da çok kızardım. Sinemada alkışlamak benim gözümde ‘doğru’ bir şey değildi. Kasabalılıktı! Yıllar sonra ilk kez gittiğim İstanbul Film Festivali’ndeki bir filmin sonunda alkış kopunca çok şaşırmıştım... Şimdi her beğendiğim filmin sonunda içimden hep alkışlamak gelir, ama hálá tutarım kendimi nedense...

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, cumartesi günleri, yarım gün okula gidilirdi...
Yazarın Tüm Yazıları