22 Ekim 2004
Geçen hafta Milliyet gazetesinde Sayın Mehmet Ali Yılmaz dünya televizyonlarında yayınlanmakta olan yeni ‘reality’ programlarından söz ediyor ve soruyordu, ‘Acaba bunlardan hangileri Türk televizyonlarında yayınlanacak’ diye. Söz ettiği programlardan ilki eş-anne değiştirme programlarıydı. Bu programlarda iki farklı kültürden ailenin hanımları ya da çocukları birbirlerinin evlerinde yaşayarak, o farklı kültüre uyum sağlamaya çalışıyorlar. Mehmet Ali Yılmaz’ın diğer söz ettiği program da ‘Fear Factor’ isimli, reality show. Bu programda da yarışmacıların yaptırılan iğrençliklere karşı ‘dayanıklılıkları’ test ediliyor, midesi ve sinirleri en sağlam olan da kazanıyor. Aynı hafta içinde Vatan gazetesinde ‘Bir rezalet öyküsü’ başlıklı yazısıyla Ruhat Mengi, Türk televizyonlarındaki ‘reality’ show’ları da örnek göstererek, medyadaki ve özellikle televizyonlardaki yozlaşmadan söz ediyordu. Şu anda dünya ve Türk televizyonlarında ‘reality show’ dediğimiz, oyuncu olmayan, yaşamın içinden gerçek insanların ‘başrolde’ olduğu, seyircinin de onları gözetlediği program formatları, izlenilirlik oranlarında en üst sıralarda yer alıyorlar.
Üstelik bu programlar en üst sıralarda yer almakla kalmayıp, programların ‘başrol oyuncuları’ neredeyse ‘toplumsal fenomenler’ haline geliyorlar. Gündelik hayatımızda iki, üç kişi yan yana geldiğimizde onlardan söz ediyoruz.
Gazetelere manşet oluyorlar, haklarında neredeyse tefrikalara varan köşe yazıları yazılıyor, internette çeşitli portallar onlarla ilgili konularda tartışma başlıkları açıyorlar...
Hatta Popstar’ın ilk yarışması sırasında iki yakın arkadaşın, farklı adayları destekledikleri için, birbirleriyle kavga edip küstüklerine bile şahit oldum!!!
Bu durumda televizyoncuların bir sorumluluğu var mıdır? Bir noktaya kadar evet. Ama özel televizyonlar reklamlarla ayakta kalan ve para kazanan kurumlar. Ne kadar çok izlenilirlik payı, o kadar çok reklam, o kadar çok da para demek. Yani bir özel televizyon sadece eğitim ve kültür programları ya da belirli bir ‘seviye’nin üzerinde programlar yayınladığında ne izlenilirlik payı oluyor, dolayısı ile ne de reklamı. Bu rekabet ortamında da hiçbir kanal en az seyredilen kanal olmak istemiyor doğal olarak.Yani bu bir arz talep dengesi. Bir televizyoncu olarak bu noktada benim dikkatimi çeken en önemli şey şu oluyor. Programın içinde ne kadar çok ‘şiddet’, ne kadar çok ‘kavga’ varsa o programı o kadar çok izliyor olduğumuz. Üstelik dikkatimi çeken ikinci şey, içinde şiddetin olduğu programlara tepkimizi daha çok ‘şiddet’ göstererek belirtiyoruz. Bu programlar hakkındaki köşe yazılarında, bu programların aktörlerine neredeyse hakarete varan laflar ediyor, kavga edeni, tartışanı, diğer yarışmacılara hakaret edeni, haftanın birincisi seçiyor, daha çok bağıranı, daha çok sorun çıkartanı daha çok cinsiyetçilik, daha çok ayrımcılık yapanı oradaki herkesten daha ‘popüler’ yapıp neredeyse bir star haline getiriyoruz.
Bir internet portalında ‘Gelinim olur musun?’ programıyla ilgili açılan bir tartışmaya katılanlar ‘şiddet’ ve ‘kavga’ yüzünden seyrettikleri bir programa karşı yorumlarını yaparken içlerindeki ‘şiddete’ engel olamayarak , ‘Böyle bir insanı yok etmek için 20 yılı göze alır, ya Allah der, alnının orta yerine sıkardım’, ‘Kendisini balkondan aşağıya atardım’, ‘Bakırköy’e tıktırırdım’, ‘Benzin olayı en güzeli, dökeceksin ve kibriti çakacaksın. Süper olur vallahi’ye varan yorumlar yazmışlar.
Bu programların daha çok seyredilmesini Sayın Ruhat Mengi eğitimsizliğe bağlamış. Ben daha başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Daha acımasız, daha kavgacı, daha ayrımcı, daha şiddetten yana bir toplum mu oluyoruz? Şiddeti, kavgayı, ağlatanı, hıçkırarak ağlayanı seyretmek niye bu kadar zevk veriyor bize? İçimizde yenemediğimiz gizli şiddeti, hayata, ezilmeye, ezenlere karşı olan intikam duygularımızı böyle mi açığa çıkarıyoruz acaba?
Bu konuda sosyologların ve psikiyatrların yapacağı bir araştırmanın sonucunu ben de bir televizyoncu olarak merakla bekliyorum.
Üstelik bu tarz programlar sadece Türkiye’de değil bütün dünyada çok izleniyorlar. Hani klasik tabirle insanın sorası geliyor: İnsanlık nereye gidiyor diye?
Bundan üç yıl önceydi sanırım. İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğim bir film beni çok etkilemiş, ‘Yok canım bu kadarı da olmaz’ dedirtmişti bana. Filmde yedi genci, ıssız bir ormanda bir kulübeye yerleştiriyorlar. Gençler evin kameralarla donatılmış ve yaşadıklarının seyredildiğinin farkında değiller. Gençlerin aralarından bir tanesi, program yapımcısının adamı, görevi de evdeki herkesi öldürmek....Üstelik ne kadar çok kişiyi öldürürse o kadar para kazanacak.
Bu noktaya varmaz (!) işler değil mi? Varmaz deyin lütfen. Artık bu kadarını da seyretmeyiz deyin lütfen...
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2004
Çocukluğumdan beri kaynana-gelin ikilisinin bitmek tükenmek bilmez hikayelerini, gereksiz yere gelininden saygı bekleyen kaynanaları, kaynana dırdırından yakınan gelinleri ve karısıyla annesi arasında kalan eşleri (erkek çocuklarını) hep duyarım. Hele küçük bir kasabada büyüdüyseniz, dedikoduların vazgeçilmezleri hatta en çok prim yapanları arasında birinci sırada gelin-kaynana çekişmeleri vardır. Bilirsiniz gelin-kaynana anlaşmazlığı yüzünden ayrılan çiftler ‘dedikodu top 10’unun ilk sıralarını aylarca hiç kimselere kaptırmazlar.
‘Gelinim Olur musun’ yarışmasını (karşı konulmaz bir merak ve gözetleme duygusu içinde) seyretmeyen yok sanırım. Hiç seyretmeyenler bile etraflarında konuşulanlara duydukları merak nedeniyle, bir kez takıldıkları zaman, bir daha da kurtulamıyorlar diye düşünüyorum. Takılıp, bakmadan duramayanlardan bir tanesi de benim zira...
Cumartesi akşamı, sinemadan eve dönerken, şöyle meyveler, çerezler eşliğinde DVD’den korku filmi izlemeye karar verdim. Eve gelince yerimden kalkmadan filmi seyretmek için her türlü şeyi hazırlayıp, kuruldum televizyonun karşısına. Film DVD’nin içinde, ‘play’ tuşuna basınca başlayacak. İşte tam o sırada ‘Gelinim Olur musun’ yarışmasında, dillere destan kaynana Semra Hanım ile oğlu Ata konuşuyordu ekranda.
Semra Hanım, Ata’ya soruyor; ‘Beni üzer misin, üzmez misin oğlum?’
Annesine çok düşkün (!) ve kendisinden büyük bir ego şişkinliği ile Ata diye söz eden oğul cevap veriyor, ‘Seni hiç üzer miyim anne?’
O güne kadar oğlunu paylaşacağı (!) gelin adayı, Sinem’e her türlü yıldırma, bıktırma ve hatta hayattan bezdirme operasyonunu başarıyla uygulamakta olan Semra Hanım, artık son ve öldürücü darbeyi vurmak üzeredir: ‘O kız bize yakışmaz Ata!’
Bu arada oğlunun jöleden kaskatı olmuş, bir tek teli bile kıpırdamayan saçlarını okşamak, ağlamaya çalışıp, zorla gözlerinde iki damla yaş biriktirmek, oğlunun elini bir daha hiç ama hiç bırakmak istemiyormuş gibi tutmak, hatta Ata’nın elini öpücüklere boğmak gibi her türlü etkileme atraksiyonlarını denemektedir Semra Hanım.
Tam bu sırada Ata, ‘Anne beni kemiriyorsunuz’ der ve en doğru lafı eder, ama bu an çok kısa sürecektir. Hemen bu cümlenin ardından da daha doğru bir laf eder ve kendisi için daha gerçek bir durumu açıklar: ‘Anne, o zaman beraber yaşlanacağız.’
Zaten görünen odur ki, Ata’nın hayatta başka seçeneği yoktur, olmayacaktır ve zaten olmamalıdır da... Yazıktır elin gariban kızlarına! Ama Semra Hanım hemen cevabı yapıştırır; ‘Okuyarak yaşlan!’ Haydaaaa!
Tam bunları söylerken Ata’nın gözünde iki damla yaş belirir. Aşk acısı kolay mı? Ata üzülür. Ama Semra Hanım oğlunun kendisinden başka herhangi bir genç, yaşlı, çocuk, güzel, çirkin bir kadın için gözyaşı dökmesine asla ve asla tahammül edemediği için ‘Dimdik dur. Sakın ağlama. Ben seni erkek doğurdum, erkek gibi yetiştirdim. Sakın ağlama, tut kendini. Değer mi bir kız için, sil o gözlerini bakayım. Sakın Ata’ der. Ata kıyabilir mi annesine, hemen gözyaşlarını içine akıtır ve cevap verir: ‘Anne bana senden başkası yalan zaten, seni beş milyar insana değişmem. Ben anamı değişmem kimseye, sen benim anamsın ya. Bir kız için seni asla üzmem.’
Hayatına, annesi hariç hiçbir kadını sokmamakta kararlı belli ki Ata. Sokmaya çalışsa da zaten boşa çaba. İzin vermez ki Semra Hanım, paylaşamaz ki oğlunu hiç kimseyle. Hastalıklı bir sevgi bu... Hem Ata’nınki, hem Semra Hanım’ınki... Gerçekten beraber yaşlanmaktan başka çareleri yok...
Ata, birisiyle flört edip ya da evlenip ne kendine ne de kıza yazık etmesin zaten.
Farkında mısınız, gizliden gizliye nasıl bir şiddet barındırıyor içinde bu kaynana adayı!
Anlaşılan o ki, anne bağımlılığından kurtulamayan erkekler, oğlunu başka herhangi bir kadınla paylaşmaya dayanamayan, evlenmesine rağmen oğlunu sadece kendi sevgi nesnesi olarak gören anneler olduğu sürece bitmeyecek bu gelin-kaynana tantanaları...
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2004
Sanırım giderek daha şekilci bir toplum oluyoruz. Ya da eskiden de böyleydik de, çok belli etmiyorduk, ama artık daha çok ön plana çıkartır olduk şekilciliğimizi. Bu şekilciliğimizde, ana babalarımızın, Türkiye’deki eğitim kurumlarının, sosyal hayatın ve en önemlisi kendi ikiyüzlülüğümüzün çok önemli payı var.
Annem, beni beş-altı yaşlarındayken dini bayramlarda elimden tutup büyüklere el öpmeye götürürken, bana 30-40 yaşında adamlar gibi takım elbise giydirip kravat takardı. İlkokula başladığımda öğretmenimin her pazartesi sabahı, sıralarımızın üzerine önce mendillerimizi koydurup, üzerine de ellerimizi uzattırıp tırnak kontrolü yaptığını hatırlıyorum.
Hálá öyle midir bilmiyorum ama ortaokul ve lise yıllarında, erkek öğrenciler için kravat ve saçın, kız öğrenciler için ise çorap rengi ve forma boyunun en büyük sorunlar olduğunu anımsıyorum. Her pazartesi sabahı, okul müdürünün nöbetçi öğretmenle birlikte oluşturduğu jürinin önünden kurbanlık koyunlar gibi geçer, jüri üyelerinin insanın içini delen, insanı okuduğuna okuyacağına pişman eden bakışlarına maruz kalırdık.
Şekilsel kontrolün olduğu anlaşıldığında, koskoca lisenin bahçesinde bir dalgalanma olur, herkes birbirini süzmeye ve kimlerin sol tarafa ayrılacağına kendince karar vermeye çalışırdı. ‘Şekil şartlarını’ fazlasıyla yerine getirmekte olan, genellikle ‘çalışkan ve memur çocuğu’ öğrenciler, otoriteye karşı direnen öğrencilere bir kez daha ‘gururla’ bir bakış fırlatırlardı.
Jürinin önünden geçerken, jüri üyelerinden birinin metalik, ruhsuz ve otoritenin tadını sonuna kadar çıkaran ‘Sen kenara geç’ komutuyla, ikiye ayrılırdık.
Saçı uzun, sakalı uzamış, kravatsız, ceketsiz, beyaz gömlek giymemiş erkek öğrenciler ile, ten rengi çorap giymiş, forma boyu kısa, saçında kurdelesi olmayan, saçlarını iki örgü yapmamış kız öğrenciler, otoriteye karşı gelmenin keyfi ile, utanma(ma)k arasında duygularla başımıza ne geleceğini beklerdik.
Genel olarak da derslere alınmaz berbere saç kestirmeye (Böyle zamanlarda müdürün hep berberle ortak çalıştığını düşünürdüm, ki bu da Türklerdeki komplo teorilerine fazlaca çalışan kafanın bende de bulunduğunun işareti demek ki!) eve kıyafet değiştirmeye yollanır, ‘Hocam sınavım var girmem lazım’ yalvarmalarına, hocadan en duygusuz suratla ‘Önce adam olmayı öğren, git saçını başını kestir’ salvosu gelir, biz de bir tarafımıza baka baka gider, saçlarımızı kestirirdik.
Bir de kestirmekle ya da üzerimizi değiştirmekle kalmaz, sol tarafa ayrıldığımızda ‘günah defterine’ kayıt edilen numaralarımızı sildirmek için, müdürün huzuruna bir kez daha çıkar, yeni cicilerimizi (!) beğendirmeye çalışırdık.
* * *
O zamanlar şekilciliğin sembolü, öğretmenler ve müdürlerdi....
Sonraları akraba düğünleri, komşu çocuğu sünnetleri, yeğen nikahları, büyüklerin ölümleri geldi sırayla. Hepsinde aynı şey başa ‘belaydı’... Uygun şeyler giyeceksin... Bulunduğun yere, bulunacağın yere...
Kurallar aşağı yukarı belli: Jean pantolon giyilmez, bakıldığında ağır başlı görünülecek şeyler giyilecek, kravat takılacak, kumaş pantolon giyilecek. Hatta bu konuda aile baskısı had safhaya çıkar, zaman zaman yapılan tartışmalarla iş düğünden, nikahtan yırtmaya kadar varırdı.
Bu dönemlerin şekilcilik sembolleri de, ‘otoritesinin son zamanlarını kullanmanın keyfini yaşayan’ anne ve babalardır. Ki onların sorumluluğu da niyeyse toplumsaldır (!!!)
Sonra iş hayatı başladığında, devlet dairelerinde çalışıyorsanız zaten yandınız. ‘Kılık kıyafet yönetmeliğine’ uymak zorundasınız. Ne ‘hatlarınızı belli edecek’ pantolon, ne de sadece gömlekle işe gidebilirsiniz.
Allahtan yaz geldiğinde belli bir tarihten itibaren sadece gömlekle gidebiliyorsunuz işe. Her işyerinin ve yaptığınız her işin belirli kılık kıyafet mecburiyetleri var. Yine bu dönemlerin şekilcilik despotları da, işyerlerinin en tepesindeki otorite, hatta devlet.
Artık biraz paranız oldu, gece şöyle bir dışarıya çıkıp eğlenmek, felekten bir gece çalmak istiyorsunuz. Bu kez de gittiğiniz mekana göre giyinmek zorundasınız. Yoksa kapıdaki ‘güvenlik elemanları’ tarafından gittiğiniz bara, diskoya ya da ne bileyim lokantaya uygun giyinmediğiniz düşünülerek içeriye alınmıyorsunuz. Sebep: ‘Giyiminiz uygun değil....!!!’
Bu kez de otorite ‘security‘ (!)......
Alın daha iki-üç yıl öncesine kadar yere göğe koyamadığımız İlhan Mansız, bir şef garson tarafından İstanbul’un nadide lokantalarından birisinde atletle oturduğu için dışarıya çıkartılmış. Olacak iş değil! Ama hangimize sorsalar şekilciliğe karşıyım deriz, değil mi?
Hadi canım siz de!
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2004
Reikiymiş, meditasyonmuş, kozmik enerjiymiş gibi çeşitli metafizik olaylara inanan bir arkadaşım var. Bu artık neredeyse onun için bir yaşama biçimi haline geldi. Bu sabah o arkadaşımdan ‘Hastalıkların nedenleri’ni anlatan bir elektronik posta aldım. Bu iletide neredeyse tüm hastalıkların psikolojik bir nedene bağlı olduğu ve bu nedenlerin neler olduğu anlatılıyor. Listeyi elime aldığımda, ‘Artık bu kadar da olmaz, her şey de psikolojik sorunlara bağlanamaz ki’ dedim. Size bu elektronik postadan bazı örnekler verdiğimde bana hak vereceksiniz :
Apandist: Korku, yaşam korkusu, iyi şeylerin akışını engellemek.
Astım: Nefes almaya hak duymamak, boğulmuşluk duygusu ve bastırılmış gözyaşı.
Astım Nöbeti: Hayata güvenmemek, çocukluğa takılıp kalmak.
Nefes kokması: Kızgınlık ve intikam dolu düşünceler.
Geğirme: Korku, hayatı çabucak yutmaya çalışmak.
Kemik kırılması: Otoriteye karşı tepki.
Tümör: Yanlış programlanmış inançlar.
Koma: Kaçış
Kolit: Aşırı derecede katı ana babalar. Eziyet çekme ve yenilgi duygusu, şefkate duyulan ihtiyaç.
Kabızlık: Eski düşüncelerden vazgeçmeyi reddetmek. Geçmişe saplanmak. Bazen cimrilik.
Şeker hastalığı: Geçmişteki seçimlerden pişmanlık duymak. Hayatı kontrol altına alma ihtiyacı. Derin üzüntü, hayattan tat almamak.
İshal: Korku, reddetme, kaçma
Egzama: Aşırı muhalefet, düşmanlık, zihinsel feveran.
Gastrit: Uzun süren kararsızlık.
Migren: Köşede sıkışıp kalma duygusu. Cinsel korkular.
Fıtık: Zedelenmiş ilişkiler, gerginlik, yanlış yönlendirilmiş yaratıcılık.
Bunama: Çocukluğun güven dolu sanılan dünyasına geri dönmek. Bakım ve ilgi talep etmek. Etrafındakileri bir çeşit kontrol etme yolu, kaçış.
Horlama: Kalıplaşmış düşüncelerden kurtulmayı inatçı bir reddediş.
Tüberküloz: Bencillikle kendi kendini yok etmek. Hükmedici sadist düşünceler, öç alma ihtiyacı.
Yirmi yaş dişi: Sağlam bir temel yaratmak için gereken zihinsel hazırlığı yapmamak.
***
Bu liste daha uzayıp gidiyor. Ama şimdi buraya yazarken fark ettim ki, bazıları sanki doğru gibi geldi bana ve ‘Aaaa ne kadar doğruymuş’ bile dedim. Ben şu listeyi bir kez daha inceleyeyim. Gelecekte kendime hangi hastalıkları yaratacağım acaba. Demek ki insanın kendisine yaptığını, başka hiçbir şey yapamıyor gerçekten!
Not: Yaptığım araştırmada bu elektronik postanın Louise L. Hay tarafından yazılan, ‘Düşünce Gücüyle Tedavi’ kitabından oluşturulduğunu öğrendim.
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken, Özay Gönlüm’ün ‘Yaren’ adında sazı vardı.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2004
Etrafımdaki gençlerin çoğu, üniversiteyi kazanabilmek için büyük çaba sarfediyorlar. Gecelerini gündüzlerine katıp, hafta içleri okulda, hafta sonları kurslarda, hatta özel hocalarla ‘gençliklerinden’ vazgeçip, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne kapağı atmaya çalışıyorlar.
Yıllar önce aynı telaşı ben de yaşamıştım. Eee, ne de olsa ‘ekmek aslanın ağzındaydı’ ve mutlaka üniversiteyi kazanmam gerektiğini düşünüyordum.
Bu sebeple tam iki yıl boyunca, lise ikinci sınıftan başlayarak, her hafta sonu ve iki yıl bütün bir yaz Hereke’den İstanbul’a üniversiteye hazırlık kurslarına geldim. Arkadaşlarımla görüşmedim, bildiğiniz inekledim.
Üniversiteyi kazanmak benim için sadece ‘altın bilezik’ sahibi olmak değil, aynı zamanda yaşadığım kasabadan kurtulup, büyük şehirde kalabalığa karışıp biraz daha rahat yaşamak anlamına geliyordu. Şimdilerde değerini anladığım kasabamdan kurtulabilmek için, o zamanlar can atıyordum.
Üniversite sınav sonucunun geldiği zarfı açarken, kazanamazsam ne yaparım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zarfı açıp İstanbul Üniversitesi’ni kazandığımı görür görmez de herkesi telefonla arayıp havamı attıktan sonra, kasabada da ‘küçük dağları ben yarattım’ turu attığımı hatırlıyorum.
* * *
Hele Beyazıt Meydanı’na bakan İstanbul Üniversitesi’nin o görkemli kapısından ilk girdiğimde yaşadığım ‘manasız gururu’ hatırladığımda sadece gülümseyebiliyorum. O zamanlar üniversiteye gittiğimde yaşama biçimimin, hayatımda çok şeyin değişeceğini düşünüyordum.
Okulun açıldığı ilk gün, hukuk fakültesinin devasa büyüklükteki, arkadaşını kaybetsen bulmakta zorlanacağın, bin beş yüz kişilik bir numaralı amfisine girdiğimde, dünya başıma yıkıldı sandım.
Bir sandalyeye oturup şaşkın ve bir o kadar da ürkek etrafıma bakarken, ilk ders başladı. Çok yukarılardayım, kürsüde yaşlı bir profesör ders anlatıyor. Ama sesini duymak ne mümkün. Anlattı, anlattı, anlattı ve gitti. Bu duruma daha çok şaşırdım. Alışmışım kasaba lisesine tabii!
* * *
İlk bir hafta şaşırmayacağınız üzere hiç kimseyle konuşmadan gittim geldim o amfiye. İkinci haftanın başında, derste yanıma oturan iki kişiyle sohbete başladım.
O iki kişiyle ve onların arkadaşlarıyla, arkadaş oldum. Baktım, aynı şeylerden zevk alıyoruz. Aynı değer yargılarına sahibiz.
‘Aman ne kadar şanslıyım, ne güzel arkadaşlar buldum’ diyorum. Bir mutluluk, bir keyif değmeyin gitsin! İşte tam o sırada fark ettim ki, bulduğum bütün arkadaşlarım da benim gibi kasabalı.
Yani gittim koskocaman şehirde kendime başka bir ‘kasaba’ kurmayı başardım. Nereye gitsem ‘kasabalılığımı’ da peşimden sürüklüyordum.
Yıllar sonra psikoterapiye giderken, terapistim ‘insan travmalarını tekrarlar’ dediğinde, ‘Aman ne saçma! Travma dediğin şey gelir geçer’ diye düşünmüştüm. Ama doğru söylüyormuş adam. Aynı üniversitede yaptığım şeyi, şimdi hasbelkader ‘ünlü’ olup bütün Türkiye’yi ‘yaşadığım kasabaya’ çevirerek yaptım aslında. Herkesin birbirini tanıdığı ve attığı her adıma dikkat ettiği bir yerde yaşadığım için, rahat hareket edememekten yakınan ben, şimdi yine aynı durumdayım... İnsan hakikaten travmalarını tekrarlıyormuş.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2004
Sizin o 40- 45 saniye, hadi diyelim en uzununu bir dakika (Zor, çünkü reklam ne kadar uzunsa, yayınlatmak o kadar çok para demek) seyrettiğiniz reklam filmlerinin çekimi neredeyse günler sürüyor. Üstelik kılı kırk yaran bir ekiple çalışmaya çalışıyorsunuz! Ürünün ve de reklam filminde oynayanların güzel gözükmesi için, ellerinden geleni yapıyorlar. Nasıl bir detaycılık var anlatmak mümkün değil. Işığından, mekan seçimine, oyuncu seçiminden, makyajına kadar inanılmaz özen gösteriliyor. Hani hepimizin mesleki deformasyonları var ya, iş dışındaki hayatımızda da bizi rahatsız eden, bu reklamcılarınki had safhalara ulaşmıştır büyük ihtimalle. O kadar detaycılığın sonunun iyi olmadığı, tarafımdan deneyle sabit! (Demek ki benden iyi reklamcı olurmuş!)
Şu anda yayınlanmakta olan benim oynadığım Avea reklamını seyrettiniz mi bilmiyorum. Bu filmin senaryosu elime geldiğinde, bu kadar zahmetli bir iş olacağı aklıma gelmemişti.
Senaryoda filmin ikinci yarısında, benim Avea bayisine tanınmamak için bambaşka bir kılıkla gideceğim yazıyordu sadece. Prodüksiyon şirketinde yapılan toplantı sırasında dört tane farklı tip önerdiler. Birisi hippi, (ki benim o kılığa girmem hiç enteresan değildi) diğeri yaşlı bir dede (e bunu da Türk star sırasında yapmıştık) bir diğeri, bıyıklı, fötr şapkalı, dedektif Clouseau, hani Pembe Panter’deki dedektif, (ben ve dedektif, çok alakasız değil mi?), en sonuncusu da şu anda kullandığımız Japon tipi.
Tartışmalar sonucunda Japon olmama (!) karar verildi. Bana da bu tip en sevimlisi gibi gelmişti. Ama bu plastik makyaj denilen şeyin bu kadar zor, bu kadar insanı canından bezdiren bir şey olduğunu o zaman bilmiyordum tabii ki....Çekimin yapıldığı mekana sabahın köründe beni çağırdılar. Sabah saat 8.30 gibi makyaja başladık. Ben de ilk kez bir plastik makyajın yapılmasını yakından, üstelik kendi üzerimde göreceğim için heyecanlıyım. Neyse, ben sanıyorum ki bu iş kolay! Önce saçlarımı neredeyse iki kutu jöle kullanarak tamamen arkaya, ve üstlere doğru taradılar. Sonra suratıma garip bir pat sürdüler. Gözlerimi hafif çekik olsun diye, saçlarımı çekiştirdikçe, çekiştirdiler. Sonra peruk kafama takıldı, önden ve arkadan yapıştırıldı. Sonra sakallar ve bıyık yapıştırıldı. Bütün bu işlem yaklaşık iki saat kadar sürdü. Aynaya bakınca, ben bile kendimi tanıyamadım doğrusu! Bana herkes sette bir ‘iyi davranmak’ anlatamam. Meğer bu iyiliğin sebebi başkaymış. O makyajla saatlerce durmak, bir eziyetmiş de ondan o kadar iyi davranıyorlarmış!
Hava sıcaklığı bir yandan, saçlarımda kuruyan ve giderek kafa derimi iyice geren jöleler bir yandan, suratımda bulunan yaklaşık bir kutu yapıştırıcının, yüzümün her tarafını gerim gerim germesi bir yandan, öğlenden sonra canım iyice acımaya başladı tabii ki! Kafam terledikçe, yüzüme doğru sızan terin yapıştırıcılardan dolayı, cildimi yakması iyice canımı acıtıyor. Tabii ben çekim hemen bitsin de, makyajı çıkartalım istiyorum. Ama tüm gün bu halde durmam gerektiğini fark ettiğimde, dünya başıma yıkıldı!
Tabii bu kadar canı acıyan oyuncu ne yapar? Cevabı çok basit. Ekibin de canını yakmak için, kapris yapaaaar... Ben de aynen öyle yaptım. İnsan yazarken ve düşünürken bile utanıyor ama, yaptım vallahi. Üstelik bunca yıl bu piyasanın içinde çalışmış, ve işinin bir parçası da kapris çekmek olan ben, utanmadan aynı şeyi yaptım yani! Sette nasıl bir terör estiriyorum, nasıl utanç verici davranıyorum, nasıl nem acı çekiyorum herkes çeksin diye düşünüyorum görmelere seza. ‘Arap çocuğu’ gibi söylendim durdum bütün gün. Çekim bitip, yapımcı ‘İşiniz bitti Armağan Bey’ der demez. Kafamdaki peruğu ve suratımdaki sakal ile bıyığı yolmaya başladım. Meğerse bu makyajı yapmak ayrı dert, makyajla yaşamak ayrı dert, çıkarmak bambaşka bir dertmiş. İnsan böyle zamanlarda, gerçek oyunculara bir kez daha hayran oluyor. Nasıl bir sabır. Nasıl bir azim. Bende olmayan şeylerden birisi de sabırmış, onu da bu çekimlerde anladım. Sabırsızlığımdan dolayı ‘kök söktürdüğüm’, ‘ şımarıklık’ yaptığım bütün ekipten özür diliyorum. Hiç profesyonel değilmişim meğerse !
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2004
Ankara’da yaşayanların ya da okuyan öğrencilerin her zaman söyledikleri bir cümle vardır: ‘Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönmektir’ derler. Bence Ankara’ya haksızlık ediyorlar. Dün iş için Ankara’ya gittim. Başkente, bürokrasinin ve siyasetin merkezine gittiğinizi daha uçakta anlıyorsunuz aslında. Koskoca uçakta neredeyse benden başka jean pantolon giyen yoktu.
Neredeyse bütün baylar lacileri çekmiş, baktığınızda ayna yerine kullanıp saçınızı bile tarayabileceğiniz şekilde ayakkabılarını parlatmış, ellerinde bond çantaları, kollarında pahalı saatleri, yüzlerinde aceleleri varmış da bir görüşmeyi kaçırıyorlarmış tedirginliği ile bindiler uçağa.
Bayanlar ise tayyörleri, tayyörlerinin içine giyip yakalarını dışarıya çıkarttıkları gömlekleri, sarıya boyatılıp, birkaç gün önce kuaförde fön çekilmiş, ama akşam saçlar bozulmasın diye özenle yatılıp, ayna karşısında birazcık fönle yeniden hava katılmış saçları, siyah yüksek topuklu ayakkabıları, aynı renkten de kol çantalarıyla bindiler uçağa. Neden bilmem, bayanların yüzünde birazcık Ankara’ya gidiyor olmanın gururu da vardı sanki..
* * *
Benim kuruntumdan mıdır nedir bilmem, Ankara uçağındaki hosteslerle pilotlar daha bir kibarlar gibi geldi bana. E, ne de olsa kime servis yaptığını bilmiyorsun, şimdi ufacık bir terslenmede ‘yer hostesliğine’ ya da ‘call center’a sürülme, pardon terfi etme ihtimali var!
Daha Esenboğa Havalimanı’na ayak basar basmaz, biraz asık suratlı, çoğu insanın ellerinde evrak çantalarıyla oradan oraya koşuşturduğu (Hızlı hızlı yürürken ya da taksinin içinde sürekli saatine bakan lacili amcalar dikkatimi çekti sürekli) nüfusun yüzde elliden fazlasının memur, kalan kısmının yarısının da öğrenci olduğu, ama bir o kadar da düzenli bir bürokrasi kentine geldiğinizi fark ediyorsunuz.
Havalimanından Kızılay’a giderken, trafikte kurallara gösterilen özen, yayaların sürekli birbirinin sağından karşıdan karşıya geçmesi gibi kurallara uyan insanlar ve sürücüler bir İstanbullu olarak şaşırttı beni doğrusu.
İşimizi halledip (Yok vallahi herhangi bir devlet dairesine evrak takibi ya da herhangi bir lacili amca görmeye gitmedik. Bizimkisi popüler kültür işi. Lacili amcaların, tayyörlü teyzelerin işi olmaz bizimle) İstanbul’a dönmek için daha vaktimiz olduğunuz fark ettiğimizde, ben hemen atladım tabii duruma ‘Bir yemek yiyelim, sonra da şu meşhur Karum alışverişi merkezine gidelim’ diye.
* * *
Tabii genel müdür yardımcısı olunca hiç kimse yaptığınız öneriye itiraz edemediği için(!) (Ne kadar adaletsiz bir durum değil mi?) yemek yemek üzere Arjantin Caddesi’ndeki (Ankara’nın Nispetiye Caddesi’ymiş öyle dediler) yan yana dizilmiş, birbirinden şık kafelere gittik. Hani o kadar Ankara’nın Nispetiye Caddesi’ne gittik ama, o saatte gerçek Nispetiye Caddesi’ne çıksanız, bir insanla çarpışmadan yürüyemez, herhangi bir kafede yemek yemek için dakikalarca ayakta masa bekler, oturduğunuzda da aynı masada mı, yoksa başka masalarda mı oturduğunuzu anlayamadığınız ‘masa komşularınız’la beraber yemek yersiniz.
Ve bu yemek hakikaten yan masayla beraber yenir. Masalar, arasından 40 kilo ağırlığındaki bir garsonun bile geçemeyeceği şekilde yan yana konulmuştur. Herhangi özel bir şeyi bu tür ‘trendy’ (!) kafelerde konuşmanız mümkün değildir. Müessese çok tuttu, müşteri gani diye, doldurdukça doldururlar masayı dükkanın içine. Yemek mi yediniz, ruhunuz mu daraldı, anlamadan çıkarsınız oradan. Ama Ankara’da yollar sakin, kafeler huzurlu, nasıl keyifle yemek yedik, anlatamam. Ne zamandır ‘popüler bir mekanda’ bu kadar huzurlu bir yemek yememiştim.
Ankara’nın Akmerkez’i dedikleri Karum’a gittiğimizde de buradaki tenhalık şaşırttı beni. O saatte Akmerkez’e gitsen hayatın kaydı demektir!
* * *
Ankara’da insanların suratında İstanbul’a göre daha çok ‘huzur’ gördüm sanki. Hani aynı gün içinde Ankara’ya gidip gelmeme rağmen döndüğümde kendimi yorgun değil, dinlenmiş hissettim. Hatta bir ara uçakta İstanbul’a dönerken ‘Bürokrasi şehri mehri ama tam yaşlanınca yaşanacak şehir. Nasıl huzurlu bir kent’ diye düşündüm. Ha belki çok uzun süre yaşayınca basıyordur insana, işte onu bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, insana basmayan bir kent yok!
Niyeyse(!) Kavafis’in şiiri geldi aklıma:
‘Yeni bir ülke bulamazsın
Bu şehir arkandan gelecektir
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın
Aynı mahallede kocayacaksın
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda
Başka bir şey umma
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok
Ömrünü nasıl tükettiysen burada bu köşecikte
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de...’
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2004
Hep merak ettiğim, ama nedense yapmadığım, ertelediğim bir şey de Tarabya’daki tavernalara gidip, eğlenmektir. Önlerinden her geçtiğimde, içerideki eğlence beni hep çok imrendirir. Dört beş saatliğine de olsa, her şeyi evde bırakıp, loş kırmızı, mavi ışıkların altında, en özenli giysileri giyip, sadece dans edip, oynamaya programlanmış birisi olmak çok güzel bir duygu olsa gerek diye düşünürüm. Cumartesi gecesi Tarabya’ya değil (Fakat mutlaka bir gün gideceğim) ama Bakırköy sahil yolunda Tarabya’yı aratmayan bir mekana gittim. Herhalde ne kadar eğlendiğimi, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığımı tahmin edebiliyorsunuzdur. Gardıroplarında sadece bir akrabanın nişanı, düğünü ya da komşunun oğlunun sünnet töreni gibi çok özel günler için sakladıkları özenli kılıklarını giyip felekten bir gece çalmaya gelenler, gece boyunca dans edip, göbek atıp başka bir boyuta geçtiler.
Çoğu masada ya birisinin doğum günü, ya bir nişan töreni ya da evlilik yıldönümü kutlanıyordu. (Niyeyse ‘sebepsiz yere’, kendimizi bırakıp, eğlenemiyoruz bir türlü, eğlenebilmek için mutlaka bir sebebe ihtiyacımız var) Gecenin başında, daha çok diğer masadaki biraz sonra rekabete girişecekleri rakiplerinin ‘dış görünümü’ ve ‘ne giydikleri’ ile ilgili olan ahali, şen kahkahalarla eğlenceli bir gece geçeceğinin müjdesini verdi bize. Zaten gece ilerleyip, içilenler ‘şişede durduğu gibi durmayınca’ da genci, yaşlısı, kadını erkeği attı kendini piste tabii ki!
* * *
Gecenin başında Türk sanat müziğinin en zor, en nağmeli ve en unutulmuş şarkılarını, ses tesisatının inanılmaz kötülüğüne ve her türlü azizliğine rağmen, kulakları okşayan nağmelerle söyleyen sanatçı genç herkesi dansa davet ettiğinde, önce kimse piste çıkmaya cesaret edemedi ama, ikinci daveti de kimse kırmadı! Piste önce, üzerindeki pırıltılı bluzu ve özenle kuaföre tarattığı saçlarıyla yaşlıca bir teyze ile bir amca çıktı. (Eskilerin medeni cesareti beni her zaman etkilemiştir) Birbirlerinin gözlerinin içine bakarak tıpkı eskiden olduğu gibi vals yaptılar. Teyze, masada oturup onları seyretmekte olan kendi yaşlarındaki arkadaşlarına ‘Siz oturuyorsunuz, ama ben eşimle vals yapıyorum’ duygusunun gururu ile pistte kelebek gibi uçarken, amca ise yine aynı masada oturan arkadaşlarından mümkün olduğunca bakışlarını kaçırıyordu. Sanırım o da onlar gibi ‘ağır abi’ olmayı isterdi ama, eşinin evdeki muhtemel ‘Bir gece eğlenmeye gittik, onu da burnumdan getirdin, kazık gibi oturdun, kalkıp dans bile etmedin benimle, bari evde oturup gelin kaynana yarışmasını seyretseydik daha iyiydi’ dırdırından kurtulmak için çıkmıştı piste. Yaklaşık otuz yıllık evliliklerinin en romantik, en keyifli dakikalarını o gece tekrar yaşayan teyze ile, kimbilir kaçıncı kez bu eziyete katlanan amcadan gözlerimi alamadım doğrusu.
* * *
Slow parçalar yavaş yavaş hızlanmaya başlayınca, teyzenin gözündeki ‘Yaşasın oyun havaları geliyor’ coşkusu, giderek hissedilmeye başladı. Kavalyesini oyun havalarına kadar yerine oturtmamayı başarmak için elinden geleni de ardına koymadı. Oyun havalarının başlamasıyla beraber (Vallahi darbukanın ritminin değişmesiyle aynı anda oldu bütün bunlar) teyzenin elleri ‘tel sarar, tel sarar’ kıvamında yana açıldı ama, amcanın yılların deneyimi ile edindiği tecrübeyi unutmuştu. Amca bir ‘el ense ile’ teyzeyi boynundan tutup öptüğü gibi, en nazik kavalye hareketi olan, ‘eli damının sırtına kibarca koyup sandalyesine kadar kendisine eşlik etme’ hareketiyle teyzeyi pistten aldığı gibi masasına oturttu. Ama slow dansta boş olan pist, oyun havaları ile beraber, Mahmutpaşa yokuşunun okullar açılmadan önceki kalabalıklığına büründü derhal. Bu nasıl oynamak, nasıl kurtlarını dökmek, inanılmaz. Kimse kimsenin umuru değil. Bir eğlenmek ki anlatılmaz yaşanır, görmek gerek. Biraz önce sandalyesine zoraki bir el enseyle oturtulan teyzenin suratından kızgınlık ve öfke okunuyor. Ama teyze ancak üç şarkı dayanabildi. Masadaki bardağı kafasına dikip bitirdiği gibi, eşinin şaşkın bakışları arasında pistteki yerini alıp, başladı oynamaya.
Bütün gece teyzeyi seyrettim. İstediğini yapmıştı. Aynı masayı paylaştığı komşuları, akrabalarına rağmen... Eşine rağmen... Her şeye rağmen... İstemişti, çok istemişti. Ve kalktı kimseyi umursamadan oynadı, göbek attı, eğlendi. O anın tadını çıkarttı. Üstelik evde bütün olacakları göze alarak. Ama ben bütün gece yerimde oturdum. Canım istemedi mi? İstedi. Hem de çok! Oynayabildim mi? Hayır!
Yazının Devamını Oku