Oh be kafa dinledim

Çocukken, yani 1970’li yıllarda şimdikinden daha ilkel ve sıradan şartlarda yaşardık.

Ne bileyim, ne cep telefonu vardı o zamanlar, ne de internet. Hatta televizyon siyah beyazdı, sadece haftanın üç gecesi, o da belirli saatlerde yayın yapardı.

Siyah beyaz televizyonlar yeni çıktığında, babam elektronik meraklısı birisi olarak hemen eve ‘AGA’ marka bir televizyon almıştı.

Yaşadığımız kasaba dağların ortasında bir çukurda olduğu için yayın bir türlü net olmaz, neredeyse yayının olduğu her gece babam çatıya çıkıp yayını daha net hale getirmek için anteni sürekli başka yönlere çevirir, biz de yarı belimize kadar sarktığımız camdan ‘tamam oldu’, ‘yok çok karlı, olmadı’ diye bağırır dururduk.

Televizyonu net seyredemiyoruz diye sinirlenir, ama bunun yanında elimizdekiyle de yetinmesini bilir, sislerin arkasından ancak bir silüet halinde gözüken haber spikerini gözümüzü kırpmadan seyrederdik.

Yayının olduğu her gece İstiklal Marşı’yla televizyon kapanana kadar da karşısından kalkmadan izlerdik. O zamanlar program da seçmezdik. ‘Kımıl zararlılarının bitkilere verdiği zararları’ anlatan bir belgeseli bile gözümü kırpmadan seyrettiğimi hatırlıyorum.



* * *

O yıllardaki tek eğlencemiz televizyonken, gıda alışverişimizi yaptığımız tek yer de pazarlardı. O zamanlar bamyadan, ıspanaktan, pırasadan, taze fasulyeden her çocuk gibi hiç hoşlanmaz, yememek için seksen sekiz takla atardım.

Annemle babamın pazardan taze taze aldıkları sebzeleri iştahla yemelerine de çocuk aklımla hiçbir anlam veremezdim. O zamanın ekonomik şartlarında et yemek şimdiki gibi pahalı bir şeydi.

Ama her çocuk gibi ben de evde köfte ile patatesin kızartıldığı akşam yemeklerini heyecanla beklerdim.

O yıllarda iletişim de şimdiki gibi değildi. Telefonlar santrallere bağlıydı. Manyöteli telefonlarla önce santrali arar, görüşmek istediğiniz numarayı söyler ve memurun sizi o numaraya bağlamasını beklerdiniz.

Şehirlerarası bir telefon görüşmesi yapmak için neredeyse bir tam gün beklemek gerekirdi.

Mektup ve telgraf hayatımızın en önemli iletişim araçlarından. Bir mektubun Ankara’dan İstanbul’a gelmesi yaklaşık üç dört gün sürer, bazen de mektuplar postada kaybolurdu.

Büyükler hayat şartlarından, iletişimden hiç şikayet etmezler ama çok da mutsuz gözükmezlerdi.

Ama çevremde kulak kabarttığım konuşmalar, çoğu zaman Hollywood filmlerden görülen daha konforlu, daha lüks, daha modern yaşam şartlarına imrenildiğini anlatan konuşmalardı.



* * *

Aradan yaklaşık otuz yıllık bir zaman geçti. Şimdilerde durum o yıllara oranla çok daha farklı. Artık iletişim çağında yaşıyoruz.

Elektronik postalar, internet, cep telefonları, neredeyse yüzlerce kanallı televizyon ve radyo yayınları, onlarca gazete ve dergi var hayatımızda.

Artık her canımız istediği zaman semt pazarlarına çıkıp, taptaze sebzeler ve meyveler alamıyoruz. Çoğu ya hormonlu ya da serada yetişmişler zaten. Ama eskiden özlem duyduğumuz her şey, elimizin altında.

Eskiye oranla çok daha lüks, çok daha rahat bir hayat yaşıyoruz. Ama bu kez de eskiyi özlüyoruz. Doğal beslenmeye çalışıyoruz, eskiden büyükannelerimizin bitkilerden yaptığı ilaçları içerken onları küçümsediğimizi, dalga geçtiğimizi unutup aktarlara koşuyoruz.

‘Uykusuzum aktar amca, otlardan beni deliksiz uyutacak bir karışım yap’ diyoruz.

O zamanlar çok şikayet ettiğimiz iletişim sorununu bu kez fazla, iletiştiğimiz için yaşıyoruz. ‘Bu pazar günü cep telefonumu hiç açmayacağım’ diyoruz. Kendi kendimize bir süreliğine televizyon seyretmeme molaları vermeye çalışıyoruz. (Becerebiliyor muyuz o ayrı konu!)

Tatillerimizi doğal hayatın içinde geçirmek için çabalıyoruz.....

Ve daha bir sürü şey!

Niye yazdım tüm bunları biliyor musunuz? Pazar günümü İstanbul yakınlarında ki İshaklı köyünde bulunan Saklıköy’de geçirdim. Bir arkadaşımın daveti üzerine, arkadaşımı kırmamak için sadece sabah kahvaltısı etmek üzere gittiğim Saklıköy’de gece yarısına kadar kaldım.

Kahvaltı ettim, havuzun kenarında yemyeşil çimenlerin üzerinde güneşlendim, Kastamonu’dan özel olarak getirtilip burada monte edilen Kastamonu evinin içinde dinledim, sadece doğanın sesini dinledim.

Bundan on yıl önce böyle bir günün beni çok ama çok mutlu edeceğini söyleselerdi ‘Haydi.... git başımdan, deli misin nesin sen’ derdim.

Ama iletişim çağı ve teknoloji insanı ne hallere getiriyor. Doğal hayat ve zaman zaman iletişememek güzel şeymiş doğrusu.

Oh be kafa dinledim. Herkese tavsiye ederim!
Yazarın Tüm Yazıları