Armağan Çağlayan

Terk edeni taciz etmeyen var mı

10 Kasım 2004
İbrahim Tatlıses, ‘Onu seviyorum, o benim namusum’ diyordu ATV Ana Haber Bülteni’nde. Eski sevgilisi ağladığı için canlı yayına telefonla bağlanıp, en kırık dökük sesiyle, ağlamamak için kendini güç tutarak ‘Sen ağlama, dayanamam’ diyordu. O hep aynı İbrahim Tatlıses. Ama bu kez ‘aşk yorgun.’

Milyonların önünde, çıkıp sevgilisi için ağlayabiliyor.

Günlerdir, hepimiz soluk soluğa bir aşk ilişkisinin bitme/ bitememe sürecini birlikte izliyoruz. Olayın taraflarının fazlası ile medyatik olması ve taraflardan birisinin ısrarla medyayı alet etmesiyle, yaşananların boyutu giderek daha çok büyüyor. Gün geçmiyor ki herhangi bir ana haber bülteninde bu ilişkinin son gelişmelerini seyretmeyelim.

Asena, İbrahim Tatlıses’ten ayrılmak istediğini televizyon ekranlarına çıkıp söylediğinde, İbrahim Tatlıses ondan hep duymaya alışkın olduğumuz biçimiyle, ‘O benim namusum’ dedi. Tatlıses bunu hep söylüyordu. O zamanlar ‘Maço erkek işte, sevgisini böyle ifade ediyor’ diye düşündük. Hatta çoğu zaman bu durumu komik bulduk, eğlendik. Yeni bir şey değildi ki bu!

Asena aşk ilişkisini bitirmek istediğini, yine ekranlara çıkıp söylediğinde, ilişkinin diğer tarafı çıkıp dedi ki ‘Ben bitti demeden bitmez. Benim için bitmemiştir. ’

Eee ne var bunda? Aşk ilişkisi tam da böyle bir şey değil midir? Bir taraf ilişkiyi bitirir, diğer taraf için ilişki hala taze ve diridir. İlişkiler, tek kişinin kararıyla sonlandığında, terk edilen böyle bir cümle kurmaz mı? Ama Tatlıses böyle bir cümle kurduğunda , ‘Bu cümle tehdittir, en azından psikolojik baskıdır, devletin savcısı hakimi yok mu? Kadın dermekleri harekete geçmeli!!!’ diye ortalık toz duman oldu.

Peki hangimiz terk edildiğimizde eski sevgilisinin telefonunu çaldırıp konuşmadan kapatmadı? Hangimiz sarhoş olup terk eden sevgilinin kapısına dayanmadı? Hangimiz terk eden sevgilinin evinin önünden tesadüfen geçiyormuş gibi yapıp, yan gözlerle evin pencerelerine bakmadı?

Hangimiz cep telefonunu görünmez numara yapıp, terk eden sevgiliyi günde on kez arayıp taciz etmedi? Hangimiz ‘Seni hala çok seviyorum’ diye sms mesajları atmadı?

İbrahim Tatlıses ‘Asena benim sevgimin altında ezilecektir’ diyerek, Asena’yı sevmeye hala devam edeceğini kendi kelimeleriyle anlatmaya çalıştığında, kadın dernekleri dahil hepimiz ayağa kalkıp, ‘Bu tehdittir, psikolojik baskıdır’ diye ortalığı ayağa kaldırdık.

Çünkü ‘ezilecektir’ kelimesinin içini kendi algılarımızla, yargılarımızla, geçmiş bilgilerimizle istediğimiz gibi doldurduk.

Tatlıses’in ne anlatmaya çalıştığını düşünmeden, ne yaşadığını bilmeden vurduk abalıya.

İbrahim Tatlıses biraz da geçmişindeki ‘kadın dövme’ ya da adının karıştığı çeşitli kurşunlanma olaylarından dolayı bu ilişkinin bitme sürecinde ‘potansiyel suçlu’ muamelesi görüp, bugüne kadar Türk toplumunda şiddet gösteren bütün erkekleri temsil eden bir konuma getirildi. Tabii onun karşısına da ‘mazlum, taciz edilen’ kadın kontenjanından Asena oturtuldu.

Peki niye kimse Asena’nın kanal kanal, ana haber bültenlerini gezip, iki kişi arasında yaşanan bir aşk ilişkisini bu kadar ‘malzeme’ haline getirmesine ses çıkarmıyor?

Asena’nın gözardı ettiği İbrahim Tatlıses’in kişilik hakları ne olacak?

Asena’nın kanal kanal gezerek, hakkında konuştuğu Tatlıses’i taciz etmesi ne olacak? Diyelim ki İbrahim Tatlıses’in yaptığı taciz, peki Asena’nın yaptığı ne?

Tatlıses’in yaptığı ‘geleneksel kalıplar’ içindeki tacize karşılık, Asena’nın ‘medyayı gereğinden fazla kullanarak’ tacize getirdiği çağdaş boyut ve gizli şiddet daha çok tartışılmayı hak etmiyor mu?

Niye sosyolojik anlamda bu kadar ağır yükler yükledik onların omuzlarına. Niye ezen erkeklerin sembolü Tatlıses, ezilenlerin sembolü Asena oldu? Sanırım suçları, bu kadar medyatik olup aşklarını medyanın önünde bitirmeye çalışmaları. Ama unuttuğumuz bir şey var ki o da, aşkın, terk edilmenin doğasında şiddetin var olduğu.

Hepimiz terk edildiğimizde aşk acısıyla, bilinçdışı bir güdüyle acı vermeye çalışmıyor muyuz terk edene?

Taciz etmiyor muyuz öyle ya da böyle terk edeni?

NASIL BÜYÜDÜM

Ben büyürken, tüp çikolatalar vardı.
Yazının Devamını Oku

Geleceğin sinemacıları

8 Kasım 2004
Nerede kalmıştık? Salı günü özel bir üniversitedeki ‘ahkam kesme’ turlarından bahsediyordum, ama yer yetmeyince Brezilya dizileri gibi ‘arkası pazartesi günü’ deyip, devamını bu güne bırakmıştım değil mi? Oh, hem de pazartesiye de yazı konum hazır, ne yazacağım diye düşünmeyerek, şöyle en derininden bir Ohhhhh çekip, şapkayı da havaya fırlatmıştım... Ama tam olarak nerede kaldığımı ‘ukalalıklarımı’ anlatmaya nereden devam edeceğimi, zor hatırlıyorum. Hafta sonu, kendi kendime verdiğim ödevi gerektiği gibi yapmayınca, beynimin sağ tarafını yeteri kadar geliştirememişim demek ki!!!

O halde, ben beynimin sol tarafıyla anlatmaya çalışayım.

Beşiktaş sahilindeki ‘yalı’ üniversitenin, sinema ve televizyon bölümü son sınıf öğrencilerinin karşısına geçtim oturdum. ‘Öyle deneyim falan anlatmayacağım, siz sorun ben cevap vereyim’ diyerek, mevzuya bodoslama bir giriş yapıp, soruları beklemeye başladım. Sınıfta tıs yok! Öğrencilerle karşılıklı bakışıp duruyoruz birbirimize. Ben böyle zamanlarda ‘güç denemesi’ yapar gibi birilerinin gözlerine sürekli bakmaktan rahatsız olurum. Şimdi burada öğrencilerin bana soru sormamaları için iki neden olabilir, bu nedenlerden biri ‘Sen de kimsin ki? Neyinin deneyimi için sana soru soralım? Alt tarafı bir yarışmanın başımıza bela ettiği bir adamsın’ demek istiyor, ya da ‘Aman tanıyoruz biz bu geçimsiz, agresif adamı, şimdi soru sorup üzerimize sıçratmayalım’ demek istiyorlardır. Ben sebep hangisidir bilemedim. ‘Aman, ikisi birdendir’ deyip geçtim.

Baktım sınıfta ‘çıt yok’, ben de buraya kadar gelmişim, ‘la bile demeden’ torlanıp toparlanıp... Hem 10 dakika içinde sınıftan geri çıkınca ne diyeceğim insanlara? ‘Kimse beni soru sormaya değer bulmadı ben de çıktım’ mı diyeceğim yani? Yakışır mı bana ? Durumu ve kendimi kurtaracağım ya, hemen ben yapıştırdım soruyu... ‘Neler seyrediyorsunuz televizyonda? Neler okuyup neler dinliyorsunuz?’ E sınıfta yine ses yok, yine birbirimize bakıp duruyoruz.



* * *

Neyse ki bir sınıf dolusu öğrenciden birisine, bir anda küşayiş geldi de, birisi konuştu. Konuştu konuşmasına ama, verdiği cevaplar beni hayal kırıklığına uğrattı. Sinema ve televizyon bölümünde geleceğin, sinemacıları ve televizyoncuları olmak için ‘ eğitilen ve öğretilen’ öğrenciler, tek bir şeyden uzak duruyorlar, hatta nefret ediyorlardı ki, o da ‘popüler kültür’ dü.

Televizyonda, haber kanallarını belgeselleri seyrediyorlar, ama ‘Gelinim Olur musun’dan da niyeyse nefretle söz ediyorlar, kitap okumuyorlar, Kemalettin Tuğcu’yu, Muazzez Tahsin’i, Tuna Kiremitçi’yi, İnci Aral’ı bilmiyorlar. Hatta aralarından birisi, ben, ‘Ne okuyorsunuz’ diye sorduğumda gülerek söyle cevap verdi, ‘Ne okuyorsunuz diye sormayın, en son ne zaman bir kitapçıya girdiniz diye sorun!’ Sonra da aramızda, gizliden gizliye, iki tarafında ‘niyeyse’ çok da açığa çıkartmak istemediği, ‘popüler kültür iyi midir? Tu kaka mıdır?’ tartışması başladı. Ama öyle açık açık değil. Gizli gizli.

Tartışma ve konuşma ilerledikçe anladım ki, Türkiye’deki özel bir üniversitenin sinema ve televizyon bölümündeki eğitimin bir sonucu bu durum. Çocuklar o okula, ‘iyi bir sinemacı ya da iyi bir televizyoncu olmak için eğitilmek üzere gidiyorlar.’ Popüler kültürden uzak ya da korunarak, eğitimini aldıkları meslekte hiç gerekmeyecek ve kullanmayacakları teorik bilgilerle kafaları doldurularak yada boşaltılarak eğitiliyorlar! Eğitim sistemi onların iyi ve başarılı bir sinemacı ve televizyoncu olmaması üzerine kurulmuş ne yazık ki!

Televizyon bir popüler kültür aracıdır. Hem de ‘Allahına’ kadar. Yaptığınız işler ne çok insana ulaşırsa, siz o kadar başarılı bir televizyoncusunuzdur. Bence sinemada öyle. Yaptığınız filmi ne kadar çok insan seyrederse, o derece başarılısınız demektir. Tabii eğer televizyon programını ya da sinema filmini çok az insana ulaşmayı hedefleyerek, mesela sadece evde arkadaşlarınızın arasında seyretmek amacıyla yapmıyorsanız!

Peki, başarılı bir televizyoncu ve sinemacı olmanın yolu nereden geçiyor? Popüler kültürü iyi tanımaktan, yaşadığımız ülkenin kültürünü, beğenilerini, değer yargılarını kavrayıp, bunları sindirip, başarıyla uygulamaktan geçmiyor mu? E peki, niye o zaman bir üniversitenin sinema ve televizyon sektöründe, yani popüler kültürün tam da göbeğinde çalışacak öğrencilerine popüler kültürün ‘Tuuuuu kaka’ olduğunu öğretiyor? Başarılı olamasınlar diye mi? Şimdi bu eğitim sistemi doğru mudur? Çin yeni dalga sinemasını bilen bir öğrencinin, Türk sineması ve televizyonu hakkında ‘kafa yormaya’ yöneltilmemesi doğru bir şey midir? Burada bir yanlışlık yok mu? Bu çocuklar para kazanamasınlar diye mi böyle eğitiliyor? Yazık değil mi?

Yazı yazmaya yeni başladığım zamanlarda, ‘iş bulmak ve aramakla’ ilgili yine bir yazı yazmış ve sinema televizyon alanında iş arayan gençleri televizyon seyretmedikleri, sinemayla ilgilenmedikleri, kısacası popüler kültüre ilgi duymadıkları için suçlamıştım. Şimdi onların hepsinden özür diliyorum. Meğerse suç onlarda değil, eğitim sistemindeymiş.

Konuşmanın sonunda çocukların niye konuş(a)madıklarını da anlamış oldum böylece. Çocuklar ‘popüler kültüre ve mantarlarına’ karşılarmış meğerse. Tevekkeli, bana pis pis bakıyorlardı, öcü görmüş gibi!!!!
Yazının Devamını Oku

Üniversite mi dediniz

5 Kasım 2004
Özel bir üniversitenin sinema-televizyon bölümüne ‘konuşmacı’ olarak davet edildim. Ben pek sevmiyorum, gidip orada burada yaptığım işle ilgili ‘ahkám kesmeleri’, ‘aman da ne kadar başarılıyım, siz de oturun karşımda başarı öykümü dinleyin’, ‘Bu işin okulunu okuyorsunuz, ağzınızın suyu aksın’ demeleri... Ama daveti yapan öğretim üyesi çok sevdiğim ve kıramayacağım birisi olunca, mecburen ‘Olur’ dedim. Hoş ‘Olur’ dediğimde daha bir ay vardı ama ay dediğin ne ki, su gibi akıp gidiyor maşallah (Anneanne ruhun şad olsun!!!)

Salı sabahı fark ettim ki, o gün büyük gün, ‘ahkám kesme günü’!!! Gerçekten gelip çatmış işte!

Bir kere benim (bizim) zamanımızdan ne kadar farklı hale gelmiş üniversiteler. Ben üniversiteye giderken Kenan Evren Paşamız ‘Siyaset yuvası, pislik üretme yeri’ diye okulun içindeki bütün kantinleri, çay ocaklarını, öğrenci derneklerini, kısaca iki kişinin yanyana gelebilme olasılığı olan her yeri kapattırmıştı. O kadar sinmiştik ki o zamanlar birkaç arkadaş bahçede yan yana yürümeye bile çekinirdik. (Bu da bizim ödlekliğimiz, o da ayrı mevzuu)

Hatta binbeş yüz kişilik (Sade bir şey yani. Eğitim veriyorlardı o amfide!) sınıfta, bazı öğrencilerin sivil polis olduğu yolunda dedikodular çıkar, herkes sivil polis olduğundan şüphelendiği birileri yanına oturunca bir bahane ile sıvışırdı yanlarından (Ödleklik mevzusuna ikinci örnek!)

Okuduğumuz romanların yazarları görünmesin diye gazetelerle kaplardık ama, hangi gazeteyle kapladığımıza da dikkat ederdik tabii. O zamanlar attığı sürmanşetlerle meşhur TAN gazetesi vardı. Bizim de en büyük eğlencelerimizden biri, sabahları Tan Gazetesi’nin manşetine bakmaktı. Bu sebeple en zararsız gazete olan Tan Gazetesi ile kaplardık okuduğumuz kitapları...

O gün baktım, Beşiktaş sahilinde ‘yalı’ gibi bir üniversite... İçeriye giriyorsunuz, hemen gözünüz tam ortadaki kalabalığa takılıyor. Gençler kantinde oturmuş bir muhabbet bir gırgır... Siz benim kantin dediğime bakmayın, üzerinde koskocaman, kırmızı, hortumlu(!) neon ışığıyla ‘Cici Cafe’ yazıyor (Sanırım cipcici suya sabuna dokunmayan öğrencileri olsun diye koymuşlar bu ismi!!!) Hatta o ışık yanıp sönüyor bile... Güzel mi? Bilemedim. Şaşırdım mı? Evet çok!

Kantinden doğal olarak son günlerin en ‘trendy’ en ‘cool’, ve en ‘havalı’ şarkıları yükseliyor. Gülşen bir ‘Offf’ çekiyor, o off çektiği anda, jöleli saçlı, keçi sakallı, üzerinde ‘too busy too fuck’ yazan tişörtüyle bir çocuk da, bol paça düşük bel jeanli (hatta beli olmayan pantolonlu bile denebilir!) ayağında sivri burun çizmeleri olan, boya sarısı kıza bakıp gözlerini süze süze ‘Offf off kömür gibi yanıyorum’ diyor. Ama en içteninden... Nazan Öncel ‘köfte dudaklarını, hokka gibi ağzını’ dediği anda, öteki masada oturan çocuk, hemen yan masadaki kıza içi eriyerek söylüyor bu şarkıyı da...

Bizim zamanımızda nerede böyle ulu orta şarkılar söylemek, dinlemek... ne dinlesen, ne söylesen başın belaya girerdi! Cem Karaca dinlesen dert, Edip Akbayram dinlesen ayrı bir dert, Zülfü Livaneli’yi söylemeye zaten gerek bile yok. Hele saz çalıp halk oyunları oynuyorsan zaten başın beladan hiç kurtulmaz.

Yukarı katlara çıkınca yan ana sınıfları görüyorsunuz. Nerede bizim hangar gibi amfiler, nerede bu sınıflar... Yahu ben ilkokulda bile bu kadar az sayıda öğrenciyle eğitilmedim. Belki de bu yüzden havuz problemlerini çözebilmeye başlamam el almıştır. Bugün gazetede okudum, artık okullarda havuz yaş ve hız problemleri çözdürülmeyecekmiş. Yeni programla, artık çocukların beyinlerinin tamamını kullanmaları sağlanacakmış. Meğerse bizi sadece matematiksel düşünmenin baskın olduğu beynimizin sol tarafını kullanmak üzere eğitmişler!

Bundan sonra yaratıcılığın merkezi olan sağ tarafta kullandırılacakmışşş. Bak bak!..

Vallahi öyle benim bildiğim üniversiteler gibi değildi gördüğüm. Canı isteyen dersin ortasında, pattadanak dalıveriyor sınıfa, bir beş on dakika oturuyor, etrafı kolaçan ediyor, bugün diğer arkadaşları neler giymiş, kesilmeye, ilgilenilmeye, beğeniye mazhar birileri var mı?.. Biraz konuşulanlarla ilgileniyor, yok o da sarmayınca, haydi bir daha dışarıya çıkılıyor. Hem öyle çıkarken, kapıyı falan da kapatmak yok!

Yahu ben ne anlatacaktım konu nerelere geldi. Yazının tuttuğu yeri hesap edemedim. Beynimin sol tarafını gereği gibi kullanmayı öğretememişler bana. Sağ taraf desen zaten Allahlık Ali Bey!

Neyse yazacağım mevzuu pazartesiye kaldı. Kendime hafta sonu için ev ödevi veriyorum.

Beynin hem sağ tarafı hem de sol tarafı çalıştırılacak!..
Yazının Devamını Oku

100’üncü yazım

3 Kasım 2004
Cumartesi günü aldığım narkoz sebebiyle hayatı geçici bir süre için askıya aldım. Ama ne zor o narkozdan tam anlamıyla kurtulmak! İnsan kendine gelirken, her şeyi kopuk kopuk hatırlıyor. Galiba biraz işine gelenleri hatırlıyor da, işine gelmeyenleri de unutuveriyor.

Ama hasta olmak bazen güzel şey!!!.

Hele ayağından hasta olmak daha da güzel bir şey. Bütün sevdiğin insanlar etrafında pervane. Gak diyorsun ayağına su, guk diyorsun yemeğin geliyor. Gakkada gukbak diyorsun, en sevdiğin yemek yapılıyor, sürekli herkes birkaç defa ‘İstediğin bir şey var mı?’ diye soruyor.

Daha çok ilgi görmek, daha çok günün ‘yıldızı’ olmak fırsatını kaçırmamak için, ne kadar sevdiğim arkadaşım varsa ‘Yetişin menüsküsüm kilitlendi, bana narkoz bile verdiler’ diye telefonlar edip, herkesleri başıma topladım. Bulmuşum fırsatını kaçırır mıyım?

Şöyle televizyonu ‘locadan’ gören evin en güzel köşesine yaptırdım kendime bir yatak. Yattım karşısına. Aldım elime de uzaktan kumanda aletini. Hiç kimseye vermiyorum. Biraz narkoz sersemiyim, gözlerimin üzerinde bir dünya ağırlık var, gözlerim kapanıyor, dalıyorum ama hemen uyanıyorum çünkü uyumamak için direniyorum.

Herkes ‘Biraz uyusan’ diyor. Ama yok uyumayacağım. Niye? Çünkü Gelinim Olur musun? yarışmasında dünürler yüzleşecekler ya, kaçırır mıyım bu olayı?

Baktım ‘Gelinim Olur musun?’ başlayana kadar dayanamayacağım, arada sırada göz kapaklarımın ağırlığına daha fazla karşı koyamıyorum, gözlerim kapanıyor. Ama panik halinde gözlerimi açıp hemen ekrana bakıyorum, başlamış mı? Bir şey kaçırmış mıyım? diye.. Baktım olacak gibi değil, ‘Kendilerini her dediğimi yapmaya mecbur hisseden’ arkadaşlarıma talimatı verdim ‘Gelinim olur musun? başladığında uyuyor olursam beni mutlaka uyandırın.’

Tabii şerrimden korkarlar, bu konularda da ne kadar edepsiz olduğumu yakından bilirler hepsi. Uyandırmazlar ise, sabah ben uyandığımda başlarına ne geleceğini bildikleri için, ‘Başladııııı, uyaaaaan’ çığlıkları ile uyandım.

En baştan söyleyeyim, narkoz yada herhangi bir şey sebebiyle bu bölümü kaçırsaymışım vallahi de billahi de çok üzülürmüşüm.....

* * *

Dilek’in annesinin, kızının müstakbel kayınvalidesine getirdiği ve ‘Çiçekler ölür, ama bizim dünürlüğümüz çiçekler gibi ölmesin, alın kızımı, alın kızımı’ demeye getirdiği çiçeklerle yaptığı ‘Halkla ilişkiler uzmanlığını’ kaçırsanız, Dilek’in Ferhat’ın annesi ve kendisinin müstakbel kayınvalidesinin yatağına güller dökerek, annesinden daha iyi bir halkla ilişkiler uzmanlığı yaptığını kaçırsaydınız, evdeki neredeyse bütün kızların annelerine sarılırken ‘Aşkıııımmmm’ (sahi niye anneye babaya ya da arkadaşa aşkıııım diye sesleniyor yahu bu yeni nesil???) nidalarıyla sarıldığını görmemiş ve duymamış olsanız, Ali Kıran başkesen Pınar’ın ‘Akrabalarımın başını öne eğersem benim başım kopar’ özlü sözünü duymamış olsaydınız, Semra Hanım’ın Sinem’in annesinin karşısında ‘Ana haber bülteni’ spikerini andıran edalarla göz süzüp, gerdan kırmalar eşliğinde ‘Sağ olun efendim, çok sağ olun’ dediğini duymamış olsaydınız, Semra Hanım’ın bunca haftaya rağmen hala ısrarla Ata’nın takım elbisesinin tozunu almasını kaçırsaydınız, Ata’nın ‘Ata yaka’ gömleğinin yakalarını bunca haftaya rağmen hala düzeltmeyi beceremediğini ve elini bir türlü ‘Ata yakalarından’ alamadığını görmediyseniz, evdeki bütün damat adaylarının anneleriyle Sarayburnu Çay Bahçesi’nde çay içen sevgili edalarıyla ele ele oturmasını görmemiş olsaydınız, Hale’nin Ahmet’i, ‘Ben evliliğe hazır değilmişim, ille de annem, ille de ablam, bir adım öte gidemem’ diyerek ne yarışmasında olduğunu ve o evde bulunma sebebini unuttuğunu göz yaşları ve tısssslamalar eşliğinde anlatışını duymamış olsaydınız, reddedilen Ahmet’in hırsını nasıl duvarlardan çıkardığını görememiş olsaydınız, ve en önemlisi ‘Benim kalbim yap boz, bozdum mu bir daha yanyana koyamam’ ,’O zaman kafama sıkarım’ gibi ATAsözlerinden mahrum kalsaydınız, emin olun siz de çok ama çok üzülürdünüz.....

Yahu bakın yüzüncü yazı ‘Gelinim Olur musun’a kısmet oldu. Popüler kültür mantarı olarak köşe kaptık, yüzüncü yazının konusu da Türkiye’nin son zamanlardaki en önemli popüler kültür hadisesi oldu tesadüfen.. EEE kader kısmet işte! Ne demişler insan yedisinde ne kadar mantarsa, yetmişinde de o kadar mantar!!!
Yazının Devamını Oku

Menüsküs kilitlenmesi ameliyatla son buldu

1 Kasım 2004
Cumartesi sabahı dizimde bir ağrıyla uyandım. Aklımca gidip spor yapacağım. Yüzümü yıkamak üzere yataktan kalkmaya çalışmamla beraber, yere iki seksen uzanmam bir oldu. Hemen menüsküsümün kitlenmiş olabileceği aklıma geldi. Ne de olsa geçmişten antremanlıyım menüsküs kilitlenmelerine karşı. Bu yaşadığım üçüncü kilitlenme!. Bundan yirmi yıl önce de yaşamıştım.

Yerden kalkma denemelerim birkaç kez başarısızlıkla sonuçlanınca, telefonla anneme, teyzem ya da evime yakın oturan birkaç arkadaşıma ulaşmam gerektiğine karar verdim ki, beni bu sürüngen durumumdan kurtarsınlar. (Bazen ne kötü şey bu yalnızlık!!!) Aksilik bu ya hiçbir telefon yatak odamda değil. Ellerimle, popomun üzerinde, kilitli ayağımı kazık gibi öne uzatarak, sürüne sürüne telefona ulaştım. Bütün akrabalarımı ve arkadaşlarımı, ‘Yetişin çok kötüyüm, mahvoldum, öldüm, bittim’ diyerek başıma topladım. (Fırsat bu fırsat, kaçırır mıyım bu kadar ilgi ve alaka görme durumunu!!)

Beni arabaya attıkları gibi İstanbul Cerrahi Hastanesi’nin yolunu tuttular. Arabadan iner inmez beni bir tekerlekli sandalyeye oturtup, hemen ortopedi servisine çıkarttılar. Yolda beni sağ dizim kazık gibi tekerlekli sandalyede otururken görenler önce şaşkın şaşkın bana bakıyorlar, sonra da kendilerini toparlayıp soruyu yapıştırıyorlar: ‘Nasılsınız Armağan Bey? İyi misiniz? Haydaaa! Benden cevap, ‘Gördüğünüz gibi gayet iyiyim. Ya siz?!!!’

İlk muayene sonucunda sağ dizimde dış menüsküs yırtılması teşhisi konuldu. Doktor Selim Bey, ‘MR çektirelim’ dedi. Beni uzay gibi bir odaya aldılar. Hemşire yanıma gelip, ‘Şimdi garip sesler duyacaksınız, korkmayın. Hiçbir yerinizi onbeş dakika boyunca kıpırdatmayın, yoksa her şeye yeni baştan başlamak zorunda kalırız’ dedi!

Hastaneleri ve böyle hiç bilmediğim şeyleri sevmem. Ama başa gelince çekiliyor. Kapladı mı içimi bir korku! Ne gelecek burada benim başıma diye. Ama hemşirenin uyardığı kadar varmış. Hayatımda duymadığım kadar sesi ve gürültüyü onbeş dakika boyunca dinledim maşallah!

MR sonucumla beraber tekrar doktorun yanına çıktığımda, doktor bey MR’a bakarak, ‘Ufak bir operasyonla menüsküsünüzü açmamız gerekecek’ dedi. Nasıl olacak bu operasyon deyince de, ‘Bayıltacağız sizi ve kilitlenmiş dizinizi, birkaç hareketle açacağız’ dedi. Çok basit bir işlem. Ama tabii ben bayıltılma kısmına takıldım.

‘Kaç dakika baygın kalacağım?’

‘En fazla iki-üç dakika.’

‘O zaman tamam.’

Hayatım hep benim kontrolüm altında olmalı. Baygın kalacağım zaman ne kadar az olursa o kadar iyi. Kontrol edemediğim, kontrolümün dışına çıkan hiçbir andan hoşlanmıyorum!!!

Bir hanım geldi, önüme birkaç evrak koydu ve ‘Lütfen bunları imzalar mısınız Armağan Bey?’ dedi. E bir okudum evrakları. Yok hasta kendisi bu operasyonu ve tedavi yöntemini kabul etmiştir, herhangi bir aksilik durumunda yakınlarından hastanın belirlediği kişiye haber verilecektir, yok sorumluluk tamamen hastaya aittir. Hayda, ne oluyor yahu. Hani çok basit bir şeydi bu? Tabii benim gerilim ve sinir katsayım giderek artıyor.

‘Tam ben ne oluyor’ diye düşünürken, elinde iğneyle başka bir hemşire içeri girdi. ‘Elinizin üzerinden, bu iğneyi takacağım ki, rahat narkoz ve serum verebilelim size demez mi!’ E ama bu ne şimdi? Hemşire iğneyi takarken, başımda narkozitör doktor belirdi, çeşitli sorular sormaya başladı. Tabii ben narkozitörü bulmuşum kaçırır mıyım?

Beni kaç dakika bayıltacaksınız?

Hayatımı kaç dakika kontrol edemeyeceğim?

Ne kadar sürede ayılırım?

Ne kadar sürede her şeyin farkında olurum? gibi soruları ardı ardına sıraladım.

Hemşireler şaşkın, narkozitör şaşkın, ben hepsinden daha şaşkın ameliyathanenin yolunu tuttuk. Elimin üzerinden bayıltıcı etkisi olduğunu sandığım iğneyi yapmaya başladılar. Önce vücudumun her bir noktası yavaş yavaş karıncalanmaya başladı. Karıncalanma giderek arttı, ama yok bir türlü bayılamıyorum. Üstelik bir de sürekli konuşuyorum. Kaç dakika sürecek bu baygınlık? Bak görüyor musunuz bayılmıyorum bir türlü falan derken.

‘Armağan Bey’ sesiyle kendime geldim. Rüyamda Ünlüler Çiftliği’ni görüyordum. Kontrolsüz dakikalar bitmiş, tekrar hayat kontrolümün altına girmişti işte. Oh be! Bu kadar kontrol manyağı olmak da kötü şey.
Yazının Devamını Oku

Yatırım uzmanlarının söylediklerini anlayana bravo!!!

29 Ekim 2004
Birisine bir soru sorarsınız, sorarsınız çünkü soruyu yönelttiğiniz kişinin o konuda bilgi, deneyim, görgü sahibi olduğunu düşünmektesinizdir. Üstelik sorduğunuz sorunun cevabı sizin için önemlidir. Ama siz o kişiden cevabı beklerken, karşınızda ki konuşur, konuşur, konuşur, bir araba laf eder. Sorunun öznesi olan konu hakkında lafı dolandırır, dolandırır, ama size hala sorduğunuz sorunun cevabını vermemiştir. Siz hala beklemektesinizdir, bir şey söylesin, bende ona göre hareket edeyim diye. Ama o yüzünüze bakmakta, ya da sizden cevap vermek için başka bir soru beklemektedir. Çünkü o bir önceki sorunuzu cevaplamıştır!

Bu duruma beni şimdiye kadar çoğunlukla patronlarım, hukuk fakültesinde ki bazı hocalarım, ben çömez bir avukatken, ‘Bu dava nasıl açılır? Ne davası açmam gerekir? Hangi mahkemede açmalıyım?’ gibi sorular sorduğum benden daha deneyimli avukat arkadaşlarım düşürürdü. Ama bu iş son zamanlarda, deprem uzmanları ve televizyonlarda ekonomi yorumu yapan ekonomistler, bankaların bireysel müşteri temsilcileri ile doruk noktasına varmış bulunuyor!!!

Ekonomik kriz sırasında -o yıllarda çok param olduğu için değil- sadece hepimiz depresyonda olduğumuzdan, bir umut ışığı varmı duygusuyla, her sabah düzenli olarak çeşitli haber kanallarındaki, ekonomi yorumlarını seyretmeye başladım. O zamanlar tasarruf ettiğim birkaç kuruş param var, o da heba olup gitsin istemiyorum. Oldu mu bu para başa bela? Her sabah başka bir ekonomist ya da yatırım uzmanı bambaşka şeyler söylüyor, ertesi sabah söylediği bir önceki günü tutmadığı gibi, evvelsi günle zaten hiç tutmuyor.

Elimde uzaktan kumanda aleti, sürekli kanal değiştirip, yeni bir şey söyleyen varmı diye gezinip duruyorum. Ama yok hep yuvarlak cümleler, bilmem ne olursa, bilmem ne olabilir, ama bilmem ne olmazsa bilmem ne olmayabilir, ama bilmem ne gerçekleşebilir gibi olursa da bilmem ne olur!!! Buyurun burdan yakın!

O zamanlar çareyi onları hiç dinlememekte ve ne derlerse tersini yapmakta bulmuştum. Ne yalan söyleyeyim, vallahi karlı çıktım onların dediklerinin tersini yapmaktan.

Şu günlerde gözüm bazen haber kanallarının yatırım uzmanları ile yaptıkları ‘teknik analizlere’ takılıyor. Spiker yatırım uzmanına soruyor: ‘Borsa ne olur?’

Teknik uzmandan el cevap:

‘AB’den Türkiye’nin üyeliğine ilişkin çatlak sesler çıkmaya devam EDERSE, petrol fiyatları biraz aşağıya DÜŞERSE, Sosyal Güvenlik Reformu Bakanlar Kurulu’ndan GEÇERSE, bilmem kim açıklama YAPARSA, bu açıklamanın etkisiyle borsa açılışta YÜKSELEBİLİR, hacim artışı OLMAZSA, piyasanın bilmem ne bandını koruma İHTİMALİ KUVVETLE MUHTEMEL GÖZÜKÜYOR.’

Ne dedi şimdi? Ben mi anlayamıyorum acaba?

Birde bankaların Milenyum çağına ayak uydurabilmek, daha afilli, müşterisinin parasına daha çok özenen, müşterisine daha çok ilgi gösteren banka olabilmek için yarattıkları bir pozisyon var. Yatırım danışmanı! Elinizde ki üç beş kuruş parayla bu danışmanların karşısına gittiğinizde, ne söylediklerini anlayana, size ne tavsiye ettiklerini anlayana bravo!!! Elinizdeki para için size bir öneriler yapıp, uzun bir tirat atıyorlar ki, bütün bunları anlamanız için zaten iç, dış ve uluslar arası politikayı bilmeniz gerektiği gibi, ayrıca Amerika ve AB ülkelerinin iç ve dış politikalarını bilmeniz ve hatta IMF Türkiye Masası Şefi Rıza Mogdaham ile kahvaltılı iş toplantısında bir araya gelmeniz gerekir!

Birde bu kadar bilmediğiniz şeyi anlatıyor, anlatıyor ve sizden bir karar vermenizi bekliyorlar ya, ona uyuzum işte!

Kurdukları cümlelerde özellikle, OLURSA, YAPILIRSA, DÜŞERSE, GEÇERSE, OLMAZSA, OLABİLİRSE , İHTİMALİ VAR, BEKLENİRSE gibi kelimeler kullanıyorlar. Başınıza bir hal geldiğinde size diyecekler ki, ‘Biz size ihtimallerden söz ettik, kararı siz verdiniz!!!’

Tabii doğru, haklı OLABİLİRSİNİZ!

Tamam kabul, ekonomi kaygan bir zemin, kesin şeyler söylenemez, ama hiçbir zaman mı söylenemez?Hiçbir an ve hiçbir gün mü söylenemez? Yazık değil mi bize? Dinle dinle sonuç yok! Yahu saat bile günde bir kez 12.00’yi vuruyor!
Yazının Devamını Oku

Zeynep kimin kedisi

27 Ekim 2004
Zeynep isminde bir kedim olduğundan daha önce de söz etmiştim size. Zeynep eve geldikten sonra, kediler hakkında kitaplar okumaya ve bilgi toplamaya başladım. Ve o zamana kadar herhangi bir hayvanla ilişkim olmadığı için bilmediğim pek çok şey öğrendim ve birdenbire fark ettim ki, Zeynep’in ve benim sağlığım için kedimi veterinere götürüp aşılarını yaptırmam gerek.

İlk veterinere götürüşümde Zeynep el kadar olduğu için hiçbir sorun çıkmadı. Fakat o gece Zeynep mutsuz, ellerimi ısırmayan bir kedi oldu. Sadece uyuyor ve miyavlıyordu.

Hemen veterinere telefon ettim, veteriner de, ‘Korkulacak bir şey yok, aşılardan’ dedi. Ben de rahatladım.

Fakat Zeynep büyüdükçe, onu veterinere götürmek büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Birkaç denememin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, bir seferinde taşıma kabının içine oyuncaklar, Zeynep’in ve bütün hayvanların çok sevdiği yaş mamalar koyarak, taşıma kabının içine sokmayı başardım. Sokar sokmaz Zeynep’in miyavlayarak söylediği, ‘Bu evden bir adım bile dışarı gitmek istemiyorum’ itirazlarına, ‘Bu senin iyiliğin ve sağlığın için’ deyip kulaklarımı tıkayarak, doğru veterinerin yolunu tuttum.

Fakat veterinerde Zeynep’e aşı yapmak ne mümkün. Veteriner birkaç arkadaşını daha yardıma çağırdı, hepsi ellerine eldivenleri taktı ve Zeynep’i yakalayıp aşı yapma operasyonu başladı. Fakat ben dayanamıyorum Zeynep’in bu kadar eziyet çekmesine. Eskiden eniştem, kızı öksürünce odadan dışarı çıkardı, ben de ‘Ne saçma alt tarafı öksürüyor çocuk işte’ der, adamı kınardım.

Şimdi aynı şey bir kedi için benim başımda. Eee alma mazlumun ahını....

Odadan tangır tungur sesler ve Zeynep’in miyavlamaları geldikçe, bu kez ben kendimi kliniğin dışına atıp, kulaklarımı tıkadım ki duymayayım miyavlamaları. Çünkü etimden et kopuyormuş gibi canım yanıyor o miyavladıkça.

Yıllarca kedimi veterinere götürmek hem benim hem de onun için bir eziyet haline geldi.

Ben bahçeli bir eve taşındıktan sonra, ‘Özgürlük Zeynep’in de hakkı’ diyerek, Zeynep’i arada bahçeye bırakmaya başladım.

Başladım ama hayvana köpek muamelesi yapıyorum. Hani utanmasam tasma bağlayacağım kediye, öyle dolandıracağım bahçede. Hayvan alıştı bir kez bahçenin tadına. Bırakmayınca bahçeye, bu kez yalvarma miyavlamaları başlıyor ki onlar daha dayanılmaz. Geçen hafta yeni taşındığım semtteki veterinere giderek, ‘Benim kedim çok agresif. Ne taşıma kabına sokabiliyorum, ne de buraya gelse aşı yapabiliriz’ dedim. Adam da bana kediler için sakinleştirici bir hap verdi ve ‘Yaş mamanın içine bunun yarısını karıştırın, o sersemleyecek, sonra koyar getirirsiniz, biz de aşılarını yaparız’ dedi.

Cumartesi günü hemen hapı ikiye bölüp mamanın içine koydum, Zeynep afiyetle mamasını ve uyuşturucu hapı yedi, aradan 45 dakika geçti Zeynep’te tık yok! Hálá cin... Hemen veterineri aradım, çocuk dedi ki, ‘Belli ki kediniz çok agresif, diğer yarısını da verin.’

Ben hemen denileni yaptım ve yine beklemeye başladım. Yaklaşık bir saat daha geçtikten sonra, elime taşıma kabını alıp Zeynep’e yaklaşmamla beraber tırmığı yedim... Sersemlemek ne kelime... O kadar sakinleştirici hap içen Zeynep bir de sinek kovalamaya başlamaz mı?

Hemen veterineri aradım ve dedim ki, ‘Zeynep sinek kovalıyor.’ Adam şaşırdı. ‘Nasıl olur yahu’ bile dedi. Bana da uyku ilaçları falan hiç kar etmez. ‘Uyumayacağım’ dediysem uyumam. Zeynep kimin kedisi? Tabii kül yutmadı. Ne uyuştu. Ne de aşıya gitti. Ama bu durumda da dışarıya çıkamıyor ve daha çok eziyet çekiyor.

Var mı bana bu konuda bir önerisi olan?

NASIL BÜYÜDÜM

Annem apartman topuklu ayakkabı giyerdi.
Yazının Devamını Oku

Evlere jüri servisi yapılır

25 Ekim 2004
Perşembe günü bende bir heyecan, bir heyecan görmeniz lazımdı. Bütün gün boyunca yüreğim pır pır etti durdu. Akşamüstü artık heyecanımı saklayamaz hale gelmiştim. Şirkettekiler, ‘Ne oldu sana böyle, bugün neyin var’ diye sordular. Tabii açık verir miyim hiç, hemen bahanem hazır: ‘Ünlüler Çiftliği ile ilgili gerginim biraz’ dedim.

Bir bahane bulup kendimi erkenden işyerinden dışarı attım. Yolda eve gelirken birkaç arkadaşımı arayıp, ’Hadi akşam bana yemeğe gelin’ dedim. Eve varır varmaz daldım mutfağa, nasıl özenle yemekler yaptım, nasıl özenli sofralar hazırladım anlatamam. Neyse, arkadaşlarım geldiler. Sofraya kurulduk. Ben sofraya oturmadan önce gittim alelacele televizyonu açtım ve televizyonu tam karşıdan gören bir sandalye kapıp oturdum.

Misafirlerim arasında televizyon seyretmekten hiç haz etmeyen bir arkadaşım var. Bana sürekli sen ‘aptal kutuna’ işler yap dur diyerek takılır. Tabii hemen ondan itiraz geldi, ‘Televizyon seyredeceksen bizi niye çağırdın yemeğe? Yalnız başına oturup seyretseydin‘ diye. İşte tam o sırada ‘Bir Yıldız Doğuyor’ programının jeneriği başladı.

Haldun Dormen ekranda belirdi, jüri üyelerini tek tek seyircilere tanıttı. Aman ne garip bir duyguymuş bu. Ekranda ‘star’ yarışması yapılıyor, üstelik canlı yayın ve ben evimden, yemek masasının başından seyrediyorum.

* * *

İlk aday çıktı. Daha çocuk sahneye çıkar çıkmaz ben yüzümü buruşturmuşum, arkadaşlarım öyle anlatıyorlar. Neyse çocuğun şarkısı bitti, jürinin karşısına geldi, jüri yorum yapmaya başladı. Önce Muazzez Abacı, arkasından İlhan Şeşen, Koral Sarıtaş ve Mine Aksoy tek tek yorumlarını yaptılar. Eeeee benim düşündüklerimi hiç kimse söylemedi.

Ama hiç sesimi çıkartmıyorum, fakat her çıkan yarışmacıyı da gözümü bile kırpmadan ve hiç kimseyi konuşturmadan ‘Susun biraz ya!’ çığlıkları ile dinliyorum. Yok hiçbir yarışmacı hakkında benim düşündüklerimi söyleyen birisi jüride! Tabii artık kendime hakim olamamaya başladım. Giderek çenem açılmaya başladı.

Bir anda kendimi yemek sofrasından kalkmış, televizyonun karşısındaki koltukta jüri üyesi edasıyla oturup, her yarışmacıdan sonra yorum yapar vaziyette buldum. Kiminin saçına, kiminin kıyafetine, kiminin şarkı sözlerini unutmasına, kiminin jüriye sürekli ‘efendim’ aşağı, ‘efendim’ yukarı demesine sallayıp duruyorum.

Bir anda o televizyon seyretmeyi hiç sevmeyen arkadaşımın gülme krizi ile kendime gelip, dünyaya geri döndüm. Ne oluyor diye şöyle bir etrafıma bakındım. Birde ne göreyim, ben televizyonu seyrediyorum, onlar da beni seyredip eğleniyorlar, televizyona bakan bile yok.

İşte o anda kararımı verdim. Artık ek iş yapacağım. Evet. Kendime yeni bir gelir kaynağı buldum. Şimdi mesela siz evinizde Bir Yıldız Doğuyor, ya da Anadolu Ateşi yarışmalarını seyredeceksiniz değil mi? Arıyorsunuz beni, ben belli bir ücret karşılığında evinize geliyorum. Oturuyorum koltuğa ve her yarışmacının performansından sonra ‘Size özel’ yorum yapıyorum. Ücrette anlaşırız merak etmeyin!!!!

Ama şimdi Hürriyet Seri İlanlar sayfasına vereceğim ilan metnini hazırlamam gerekiyor:

‘Hayatınıza yeni bir renk katmak istemez misiniz?

O halde arayın bizi. Hayatınıza yepyeni bir renk katalım.

Star yarışmalarında jüriyi evinize getiriyoruz.

Sahibinden, az kullanılmış, deneyimli, münhal jüri üyesi.’

Nasıl fikir ama? Kötü mü? Bir kez daha ekmeğimi taştan çıkartacağıma inandım. Madem bu mesleki deformasyonları yaşıyoruz, bari bir işe yarasın değil mi ama?
Yazının Devamını Oku