Hepimizin ya da çoğumuzun çevresinde gurbetçiler vardır değil mi’ Yani çalışmak, hayatını kazanmak için Almanya’ya göç edenler, hayatını orada sürdürenler.
Kız kardeşim, bir yaz tatilinde aşık olduğu adamla evlenince, kocası Münih’te yaşadığı için o da aşkının peşinden Almanya’ya gitti. O zamana kadar hayatımda hiç yer almayan gurbetçiler, işte o andan itibaren benim/bizim de hayatımıza girmiş oldu.
Kardeşimi evlendirip Almanya’ya uğurladığımız sabahı anlatmaya çalışsam da eminim anlatamam. O duyguyu anlatmak güç. O anı tasvir etmek daha da güç. Önce kına gecesi, sonra düğündeki eğlencenin nasıl da insanın içinden sökülemeyen bir hüzne dönüştüğünü, düğün salonunun merdivenlerinde üzerinde gelinliğiyle oturup ağlayan kız kardeşimi, oturduğumuz evin önünden bagajı ve arka koltukları bavullarla (Kardeşimin çeyizi!) ağzına kadar dolu olan spor arabanın sabahın karanlığında kayboluşunu, kardeşimin arabadan iki kez inip anneme ve babama sımsıkı sarılmasını, babamın gözyaşlarını hiç saklamadan ağlamasını, annemin bir hafta boyunca kıpkırmızı gözlerle yaşamasını, uyuyamayan ev halkını, evimizin içinde neredeyse bir hafta süren sessizliği, akşam yemeklerinden yemek yiyemeden kalkan anne ve babamı...
Gurbet kelimesiyle benim ve ailemin ilk tanışması böyle oldu işte. Kardeşim Almanya’da yaşayan sevgilisiyle evlendi ve gitti! O zamana kadar çok da anlamadığım, gurbet, özlem, vatan hasreti gibi kelimeler (Çoğu duyguyu yaşamadan anlamak zor oluyor! Hani derler ya yaşayan bilir diye!) kardeşimin Almanya’ya yerleşmesiyle daha anlaşılır oldu hayatımda.
Gurbete alışkın olmayan anne ve babamın, kardeşimle her telefon konuşması gözyaşlarıyla son buldu. Kardeşimse ağladığını bize hiç belli etmemeye çalıştı. (Niye bu kadar dik ve güçlü durmaya çalışırız ki!)
Dilini, gelenek ve göreneklerini hiç bilmediği, neredeyse kocasından başka hiç ama hiç kimseyi tanımadığı bir ülkeye, bir şehre, bir mahalleye ‘gelin’ gitti. O zamanlar benim yaşadığım duygu sadece ‘özlem’di. ‘Aman ne olacak Almanya’da yaşayacak, daha ne olsun’ diye düşünüyordum.
Bu düşüncem Almanya’ya kardeşimi ziyarete gittiğim ilk seyahatte değişti. Orada yaşamak zorunda olan insanların neden Türkiye özlemiyle yanıp tutuştuklarını, niye ‘izin zamanları’ gelsin diye hasretle beklediklerini, niye gün saydıklarını o zaman anladım.
Almanya’da kendilerine kurmaya çalıştıkları ufacık Türkiye bir zaman sonra çok boğucu, çok dar geliyordu çünkü onlara. Hani bazı duygular insanda saplantı olur ya, Almanya’da azınlık olmak da böyle bir duygu işte.
Yıllarca onlara ‘Almancı’ dedik, onları ‘para babaları’ sandık, kafalarındaki tüylü şapkalarıyla, arabalarıyla eğlendik, hep yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında sandık değil mi... Oysa öyle değil. İnanın öyle değil.
Onlar orada, bizim burada yaşadığımız hayattan daha zor bir hayat yaşıyorlar ve eminim çoğumuzdan daha zor şartlarda para kazanıyorlar. En önemlisi hep ‘vatan hasreti’ ile, ‘gurbet’ duygusuyla, ‘ana baba özlemiyle’ yaşıyorlar.
İki kültür arasında kurmayı bitiremedikleri ve bence hiç bitiremeyecekleri bir köprü var ellerinde. O köprüyü geçemiyorlar bir türlü.. Ne köprünün başındalar ne de sonunda... Hep üzerindeler...
Orada hayat zor. Orada yaşam, ‘Alamancı’ olarak zor...
Geçen akşam Ünlüler Çiftliği programında Yasemin Kozanoğlu’na ‘Benim özlem duygum yoktur’ dedim. Yok. Yalan söylemişim... Ben kardeşimi, yeğenlerimi, damadımızı çok özlüyorum. Burnumda tütüyorlar. ‘İzin’ olsa da gelseler...
NASIL BÜYÜDÜM
Ben büyürken Zerrin Özer, metal, yuvarlak entel gözlükleri takardı.