Fırsat olmuyor ki, kafamız biraz temiz olsun ve ben sizlere en entelektüel halimi takınarak; Çalgı Çengi, Düğün Dernek, İşler Güçler gibi ‘en ve çok farklı’ işlerin yaratıcısı, sevgili Selçuk Aydemir’in kitabı Liseden Arkadaş’ları irdeleyip, mahalle kültürüne dokunuşlarını paylaştığım bir kitap yazısı ekleştireyim şuraya.
Politika, dolar, savaş, geçim, seçim, referandum sonucu tartışmaktan kafayı kaldıramıyoruz ki son dönemde; ballandır ballandıra bugün gerçekleşecek olan League of Legends Kış Mevsimi Finali’nde Suppermassive Esports takımını çekiştireyim bu satırlarda.
*
Yine de herkese, her kesime hitap edecek film tavsiyelerim var şükürler olsun. Hürriyet Video’daki programım Sinefil’i hazırladığım ve zevkle uğraştığım için, sinemadan asla kopmuyor, kopamıyorum.
Rekortmen bir film: Hızlı ve Öfkeli
Geçen hafta vizyona girmiş olmakla birlikte, henüz bu serinin sekizinci filmini yazma fırsatı bulamadım. Daha bir kaç hafta daha vizyonda kalacağı için de bir değerlendirme yapayım sizler için dedim.
Bu serinin 7.filmi neredeyse üç milyon kişi tarafından seyredilerek, ‘en çok izlenen yabancı film’ olmuştu. Sekizinci Hızlı ve Öfkeli de yediyi aratmayacak bir açılış yaptı. Rekoru kırıp kıramayacağını bu hafta göreceğiz.
Aslında kırması lazım, çünkü daha çok patlama, daha çok araba kazası, daha fazla aksiyon, daha fazla kas, testosteron, adrenalin ve bilumum hormon içeriyor. Arabalar gökten yağıyor; Bentley’ler, Lamborghini’ler parça pinçik harcanıyor. Yapımcıları para harcamak kesmiyor demek ki, denizaltılar tanklar havalarda uçuşuyor.
Meğer iki konservenin de gramajı aynıymış. Kemikleşmiş oyların yer aldığı orta Anadolu hariç, özellikle büyük şehirler ‘ne olursa olsun, sizin dediğiniz olsun’ demekten vazgeçmişmiş. Bu memlekette ne kadar öyle düşünen varsa, bir o kadar da böyle düşünen varmış.
Şimdi umarım her şey geride kalacak. Uzun yılların politika deneyimine sahip yöneticilerimiz bu oylamayı en iyi şekilde analiz edecekler. Herkesin kaybettiği bir günün ardından, politikanın dilini değiştirecek, herkesin kazanacağı bir Türkiye için çabalayacaklar.
Yolun heyecanıyla keskinleşmiş taraftarlarını sakinleştirecekler, kraldan çok kralcı olanları ayıklayacaklar, birleştirici, eşitlikçi olacaklar.
Sütü çok kaynatınca, süt duruyor ama faydalı vitaminleri yok oluyor biliyorsunuz. Bütün dünya fokur fokur kaynarken, bizim memleketin altını biraz kısacaklar, hatta artık tencereyi ateşten alacaklar.
Zaten referandum stresiyle; ne sinemaya gidilir, ne karnındaki kurtlarla kitaba konsantre olunur, ne de televizyonu açıp aslanlarla, antiloplarla ilgili belgesel seyredilir. Belgeseli ne yapacaksın ki zaten? Biz yeteri kadar birbirimizi yemiyor muyuz?
*
Lafı uzatmayayım. Dost tavsiyem şu: Oy verin!
*
En yakın çevremde bile bir bıkkınlık, duyarsızlık diyemem ama bir geride duruş. Sandığa gitsek ne olacak, bir oy neyi değiştirir kafası.
*
Burada sizlere evet ya da hayır ile ilgili bir şey yazmam asla. Herkes vereceği oyda özgür elbette. Bu bir anayasa oylaması ve eğer bu yazıyı okuyorsanız zaten bir fikriniz vardır. Sizden sadece fikrinizi bizimle paylaşmanızı rica ediyorum. İster evet, ister hayır olsun.
*
Sabah 06:45’e kurulmuş saatler, yalapşap yapılan bir duş, Formula pit stop tadında bir tıraş ya da makyaj, tamamen vücut çökmesin diye ağıza tıkıştırılan bir kahvaltı; ardından zorluk derecesi 3.1 olan, üç buçuk burgulu pike ile bütün gün sürecek devasa çarkın içine dalış.
Çocuğu olanlar ekstra bir kaos içerisindeler, çünkü çocukları da aynı çarka dişli olsun derdindeler. Yavrular da sabahın kör karanlığında mini zombiler gibi uyanıyor, ilk on beş dakika söylenilen hiç bir şeyi algılayamıyor. Finalde; tontişlerin yesinler de büyüsünler kahvaltısı, karanlıktan gelen beyaz okul minibüsü, dolma gibi giydirilmiş bebeleri servise bırakmanın ardından, velilerde işe yetişme kabusu.
İstanbul içinde ya da büyük şehirlerden birindeysen, bir lira farkla büyük seçim almış durumdasın. Korkunç bir trafikte adı otobüs olsun, metrobüs, servis, metro ya da araba, kendini yakmamaya çalışarak sabretmeye çalışmaktasın. Sonuç; kilometreyle değil, saatle ölçülen bir mesafeyi kat etmeye gayret ederek hayata başlamanın tadına doyulmaz duygusu, enerji emen bir bıkkınlık, şevk kıran bir bekleme, ömürden çalan bir çaresizlik.
Bir belgesel: Inside Job
Bunu gerçekten nasıl çevireceğimi bilemedim. Aslında ‘içeriden çevrilen iş, suç’ anlamında kullanılıyor bildiğiniz üzere. Hani 2011 yılının ‘en iyi belgesel’ ödülü alanı Inside Job.
2008 yılında Amerika’daki büyük ekonomik çöküş üzerinden, dünyayı yönetenlerin tüm siyasal sistemi nasıl ele geçirdiğini anlatıyor. Adından da anlaşılacağı gibi, Amerikan ekonomisinin içindeki ve hatta en tepedeki yöneticilerinin memleketi ve küçük yatırımcıları nasıl soyup soğana çevirdiğini özetliyor.
Zaten çok yeni değil, konuyu bilenler için de sürpriz bir durumu yok. Ama dünyanın en önemli üniversitelerinin hocalarının, rektörlerinin ve toplumun kanaat önderlerinin ne kadar profesyonel dolandırıcılığa giriştiklerini görmek için bile seyredilir.
2008 krizinin tüm detaylarıyla açıklandığı bir belgesel değil, tam aksine anlaşılır bir dille bugün bile geçerli bir çok katakulliyi ele alıyor.
Bende kalan tortusu şöyle:
1- Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt ovada yolunu şaşırır.
2- Zenginin horozu bile yumurtlar.
*
Neden yeni bir model telefon çıktığında elindeki aynı marka telefon sana batmaya başlar? Neden bir mağazada indirim yapıldığında insanlar birbirini ezer? Neden evdeki eskimeden yeni bir ayakkabı çeker can? Haftada yedi gün varken, neden yetmiş yedi tane tişört asılıdır dolapta? Neden altındaki arabayı sürerken, başka arabalara bakar insan?
*
Hayatlarımızın nasıl olması gerektiğinin bize gösterildiği, hatta dayatıldığı bir reklam bombardımanının altında yaşıyoruz. Hayatımız mükemmel olmalı. Nette, televizyonda, dergilerde gördüğümüz insanlar gibi yaşamalıyız. Ya da o yaşama yaklaşabilmek için çok çalışmalıyız.
*
Sabah yanı başımızda çalan en son model telefonumuza bakarak uyanmalıyız. Bu telefon tabi ki çok daha iyi, çünkü bir öncekinden 1,2 milim daha ince ve 2 gram daha hafif, hem de ekranı 0,5 santim daha büyük olmasına rağmen! Tabi ki hemen kısa bir sosyal medya kontrolü yapmalıyız. Sonra hızlı bir duş. Duşta bize ferahlık veren ve aynı zamanda vücudumuzu dinlendirirken doğanın sağladığı bütün imkanları iki dakika içinde bize bahşeden, saç dökülmesini önleyen, kepek düşmanı şampuanımızı kullanıyoruz elbette. Dişlerimizin arasını temizlerken diş etlerine masaj yapan ve plak oluşumunu engelleyen diş fırçamızla, düzenli kullanırsak hem markaya düzenli para kazandıran, hem de dişlerimizi daha da beyazlatan çok işlevli diş macunumuzu kullanmayı ihmal etmiyoruz.
*
Kahvaltıyı hızlı geçiyoruz ve Instagram’da paylaşmaya değecek bir kahvaltı sofrası kuramıyoruz, hatta bazen hiç kahvaltı yapamıyoruz. Çünkü iki maaş arası yaşadığımız hayatımız buna müsaade etmiyor, işe yetişmek lazım!
BİR UYGULAMA: SESLENEN KİTAP
Nasıl işimi görüyor anlatamam. Ben yolda, otobüste, metroda müzik dinleyen biri değilim. Müzik dinlemek benim için ayrı bir iş. Oturacağım, müziği açacağım ve dikkatimi vererek müziğe kulak kesileceğim. Yani müzik dinlemek değil de, müziği dinlemek benimkisi. O yüzden hareket halindeyken müzik dinlemiyorum.
Kitabı eline alarak okumak, kitaba dokunmak, kokusunu almak elbette çok farklı. Ama İstanbul’da yaşıyorsan ve hayatının önemli bir bölümü toplu taşımada ya da trafikte geçiyorsa, bu zamanı kaliteli bir şekilde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu iki durum birleşince, Seslenen Kitap uygulamasını buldum ve indirdim bir süre önce. Her boş anımda, trafikte, yürürken telefonumdan kitap dinliyorum. Çok keyifli, bir deneyin.
Yazarların kendi sesinden kitap dinlemek de ayrı bir keyif. Tabi her yazar kendi kitabımı seslendirmemiş. Başka hangi kitaplar var, bilmiyorum ama Can Dündar’dan Lüsyen’i, Cem Mumcu’dan Makber’i, Nebil Özgentürk’ten Türkiye’nin Hatıra Defteri’ni, İclal Aydın’dan Bir Cihan Kafes’i dinledim.
Kitapların 30 dakikalık, ücretsiz deneme versiyonları var. Dinleyip, devam etmek isterseniz alıyorsunuz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bu şekilde dinleyip sevdim. 1961 yılında yazılmış bir kitabı elli altı yıl sonra okumuş olmanın utancıyla yazıyorum, iyi ki o kitabı almışım, dinlemişim.
Gülse Birsel’in sesinden Haldun Taner Hikayeleri’ni dinledim. Çok keyifliydi. Mazlum Kiper’in sesinden İlber Ortaylı’nın kitabı Türkiye’nin Yakın Tarihi’ni dinledim. Çok iyiydi.
Bu aplikasyon sayesinde, kelimelerin efendisi Sezgin Kaymaz’ı keşfettim mesela. Bakele ve Bugün Bize Kim Geldi kitaplarına bayıldım. Hele bir de uyumaya çalışırken, gözlerini kapatıp dinleme olanağı var ki, insan hemen gece olsun istiyor. Emek harcayan herkesin ellerine sağlık!
BİR KİTAP: APTAL BEYİN – DEAN BURNETT
Mecbur muyum babamın dedesinin dedesinin adıyla anılmaya? Sülalemin beş kuşağı öyle seçti diye, üstüme yapışan sıfatlara mecbur muyum?
Mecbur muyum bir tarafa geçip orada sıkılaşmaya, kenetlenmeye? Biz, siz, onlar yapmaya mecbur muyum?
Sokakta oynayan çocuklardık biz. Ali de vardı, Mustafa da. Baran da vardı, Metehan da. Moris de vardı, Luka da. Birleşmiş Milletler’in bahçesi falan da değil yanlış anlamayın. Gazoz kapaklarıyla yılan oynanan, okul bahçesindeki çeşmeye ağız dayayarak su içilen, artık derbeder olmuş misketlerle baş altı çekilen bir sokaktı.
Kimin Yahudi, kimin Hıristiyan, kimin Müslüman olduğunun önemi yoktu. Meşin topu maçtan sonra kim almıştı acaba? Ailesi Alevi olan kimdi değil, kimin annesi salçalı ekmekleri hazırlayacaktı bu öğlen? Baran’la Metehan etnik kavga nedir bilmezlerdi. Ara sıra çatışırlardı ama Zeynep’e hatıra defterini ilk kim verecek diye.