Bir film: RECEP İVEDİK 5
Kendini çok sofistike bulan entelektüel tayfaya sesleniyorum. Bir film vizyona çıktığı ilk hafta 2.880.000 (yazıyla iki milyon sekiz yüz seksen bin) insan tarafından seyrediliyorsa, ben şapka çıkarırım.
Recep İvedik serisini anlatmaya gerek yok, benim yazmama da ihtiyacı yok. Beğenirsin, beğenmezsin. İzlersin, izlemezsin. Ama küçük görmek, bunu herkes yapabilir kafasında değer vermemek, hor görmek bana acayip komik geliyor! Hadi yapsana bir tane de görelim? Koşa koşa gelip izleyelim? Cevap da şu ‘Asla böyle bir film yapmam!’ Külahıma anlatın beyler.
Sezar’ın hakkı Sezar’a. Duyan da Şahan Gökbakar normal hayatında da Recep İvedik sanacak. Her sinemacının hayali bir toplam izleyici rakamını, ilk haftada gören bu film için ancak; Recep İvedik serisi Şahan Gökbakar gibi memleketi iyi okuyan, iyi analiz eden bir filmcinin elinden çıkmış denilebilir.
Kırmızı ışıkta kendimi yola atıveriyorum mesela, nasıl olsa fazla(!) araba geçmiyor, niye boşuna bekleşeyim? Ya da kaldırım yerine yolun kıyısından yürüdüğümü fark ediyorum. Koca kaldırım yapmış adamlar, bomboş üstelik. Bizdeki gibi dizi dizi araba da park etmemiş. Ama ben hala yolun kenarından yürüyorum, kaldırıma paralel. Anca bir kaç gün sonra kendimi toparlıyorum.
Biri sokakta gülümseyince, hele geceyse; ‘anam!’ diyorum, ‘etrafımı sarmışlar, buradan çıkış yok!’ Geri selam vereceğime göğsümü şişiriyorum, kollarımı az iki yana açıp bir heybet oluşturmaya çalışıyorum. Karanlıklarda saklanan varsa anlasın, biz de boş adam değiliz hani. Sonra gece gece sebepsiz gülümseyen adam yoluna gidiyor, kalakalıyorum. Manyak mıdır, nedir?
Akşam bir yere çıktıysak mesela, asla dans etmiyorum. Dans bana göre bir şey değil. Kırk yılda bir gece eğleneceğime, kenarda durup milleti kesiyorum. Göz göze geldiğim rahatsız oluyor, çünkü oralarda ‘ağır abi’ kavramı yok. ‘Herhalde seri cinayet katili bu adam’ diyorlardır. Asla kendimi bırakmıyorum, şöyle bir rahatlayamıyorum. Millet erkeğiyle, kadınıyla kendini bozuyor. Afrika kabilelerindeki gibi dans eden adamlar var. Belki yarın abiden iş için randevu alamazsın ama çıkmış, gönlünce eğleniyor. Ne yalan söyleyeyim, biraz imreniyorum.
Tabi alım gücüyle desteklenmeyen isteğe talep denmiyor. Bir gün ABD Başkanı olmak istiyorum diye bir isteğin olamaz. Evde çekirdek çitleyerek böyle bir hayal kurmamalısın. Hayallerin gerçekleşmesi için didinmek gerek.
Ama, hayal kurarken de gerçekçi mi olmalıyız yani?
BİR FİLM ÇEKMEK
İşte hayallerimin en başında gelen iş. Oturup iki tane film senaryosu da yazdım. Biri korku filmi, diğeri komedi. Dönüp dönüp okuyorum da.
Korku filmi çok korkunç olmuş, komedi filmi de çok komik!
Zaten korku filmini yazarken bile çok korkmuştum. Gündüz yazılmıyor bu meret. Dışarıdan kuş sesleri gelirken yapılacak iş değil. Geceyi bekliyorsun, ev sessizleşince klavyenin başına geçiyorsun. Bilgisayarda bir gerilim müziği açıyorsun. Başlıyorsun yazmaya. Saatler ilerledikçe evden çıtırtılar gelmeye başlıyor. Bir ürperti geliyor, habire arkana bakıyorsun. Yorulup bıraktığında daha da kötü. Işıkları söndürüp yatağa giderken gölgelerden tırsıyorsun.
Bütün bunları azaltmak için televizyona Sünger Bob açıp, ortamı yumuşatmaya çalışmışlığım çoktur!
Ama film çekmek derken bahsettiğim bu değil. Bir film setinde yer almak. Yazdığım senaryoyu çekmek. Geceler boyu montajında uğraşmak. Sonra oturup seyretmek. Kim bilir ne keyiflidir!
Sizler bu satırları okurken, Batı’nın bir ahlaksızlığını daha savuşturmuş olmanın gururu içinde olacağız.
Bir sürü çok ulusu firma, dünya genelinde bu güne hazırlandı, özel ürünler çıkarttı, kırmızı kalpli hediye paketleri hazırladı. Bizim yerel firmalar geri kalmadı. ‘Sevgilin varsa hemen gel, bizim mallardan al’ kampanyaları düzenlediler. Yeme-içme mekanları indirimler yaptılar, çiçekçiler bayram ettiler. Sevgililer birbirlerini ne kadar da çok sevdiklerini haykırmak için sürprizler tasarladı.
Sosyal medyada paylaşmak için caps’ler hazır edildi. Bolca seni seviyorum aşkitom denildi. Sevgilisi olmayanlar ve bu güne gıcık kapanlar sevgililer günü karşıtı paylaşımlar yaptılar.
Tam bir seferberlik haliydi.
Bir dizi: Lemony Snicket's A Series of Unfortunate Events (Lemony Snicket’ten Talihsiz Serüvenler Dizisi)
Bir insan her hafta bu kadar dizi izler, bitirir ve paylaşır mı? demeyin. Benim olayım da bu. Resmen uykusuzluk pahasına, bazen elim ayağım kesilene kadar bu yeni yapımları izliyorum.
Bu dizi çok acayip. Değişik bir mizah anlayışı var. Hiç bir zaman kahkaha attırmıyor ama kendine hayran bırakıyor. How i met your mother – Annenizle nasıl tanıştım’ın starı, Neil Patrick Harris oyunculuk nedir, kılıktan kılığa nasıl girilir, dersini veriyor. Bu dizi sadece bunun için durdura durdura izlenir. Daha önce film versiyonunda Jim Carrey oynamıştı. Onun oynadığını oynamak cesaret ister. Tavsiyem olsun!
Bir belgesel: True Cost (Gerçek Bedel)
Bulup buluşturup seyredin lütfen. Tekstil sektöründe global oyuncuların üreticileri nasıl kullandığını, çocuk işçisinden, insanları üç otuz paraya, hangi şartlar altında çalıştırdıklarını anlatıyor.
Eskiden yaz sezonu, kış sezonu vardı. Şimdi daha çok alışverişi teşvik etmek için yılda 52 sezon değişiklik yapan dev markaların ardındaki çaresiz üreticileri ve işçilerinin çalışma şartlarını izleyin. Alışverişe bir başka gözle bakacaksınız!
Bir kitap: Sapiens
Daha yeni bir kitabı çıkmış olmasına rağmen (Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi), Yuvel Noah Harari’nin bundan önceki kitabını alıp okumayı tercih ettim.
Altyapın olacak, nasıl değerlendireceğini bileceksin. Kaybetmeyeceksin, hep üstüne koyacaksın. Habire oradan oraya taşıyacaksın. Kim ya da ne daha fazla vadediyorsa, riskleri değerlendirip girişeceksin. Yumurtaları aynı sepete koymayacaksın. Mevduattır, fondur, borsadır anlayacaksın. Dünyayı yakından, politikayı çok daha yakından takip edeceksin.
‘Piyasalar’ diye bir adam var mesela. Politikada bir kıpraşma oluyor, bu ‘piyasalar’ denilen adam beklentiye giriyor.
Bazen mahzunlaşıyor belli ki, ‘piyasalar durgun’ deniyor. Parası olan herkes bu piyasaları ‘canlı’ takip ediyor.
Sen de bu adamı iyi tanıyacaksın, dibinden ayrılmayacaksın.
Canın gibi koruduğun bu parayı da, şanıyla yiyeceksin tabi.
Kimi varyemez ördek var ki; bırak evlatlarını, sülalenin tamamı öleceği günü hasretle bekliyor. Tırnaklarıyla kazımış, kazanmış, üstüne kuluçkaya yatmış. Kendi de pejmürde bir yaşam sürüyor, avanesi de sürünüyor.
Levent’te on milyonluk villada, 70’lerden kalma mobilyalarda oturan; dekora, sanata ihtiyaç olmadan bahçesinde korku filmi çekebileceğin, arabasına binerken tetanos olma ihtimalin olan amcalar var. Bazen kendilerine en yakın banka şubesine gidip, hesap kartlarını işletiyorlar. Banka müdürleri pek seviyor bu amcaları, çünkü milyonları bankada bostandaki karpuz gibi yatıyor.
BİR OYUN: BİNDE BİR GECE DİYALOGLARI
Dizi oyuncuları bu kadar yoğun çalışmanın yanında fırsat bulup tiyatroyla da ilgilenmiyorlar mı? Bu sanat aşkına hayran oluyorum işte. Dizi herkesin aşağı yukarı sadece para için yaptığı bir iş. Yönetmeninden yapımcısına, oyuncusundan emekçisine kadar herkes ekmeğinin peşinde. Daha sanatsal olsun diye kimsenin bir çabası yok. Öyle bir arzu yok demiyorum. Ama Türkiye dizi endüstrisinde sanat aramak için, çalışma şartlarını düzenlemek ve dizi saatlerini yarıya düşürmek gerekiyor ki, insancıklar bir dizide on dakika bakışıp zamandan yemeye çalışmasınlar. Çünkü başka çareleri yok! İki saatlik filme uzun metraj deniyor. Bizde bile 4 haftada anca çekiliyor, aylarca montaj, ses, renk ayarları yapılıyor. Sen her hafta iki saatlik dizi yapıyorsun. Tam bir deli işi.
Diyeceğim şu ki, bu yoğun çalışmanın arasında yepyeni bir oyun çıkarmak, provalarını yapmak, tanıtımı için uğraşmak, programlara konuk olmak, bir de güzel bir tiyatro oyununu sahneye koymak ne kadar zor kim bilir!
Begüm Kütük’ü oldum olası çok severim. Hem ekrandan, hem yakından ışıldar baktıkça. Hakan Meriçliler ile birlikte ‘Binde Bir Gece Diyalogları’ adlı oyunu sahneye koyduklarını görünce, Nünü’yle birlikte kalktık, gittik. İyi ki de gitmişiz! Hakan Meriçliler tartışmasız büyük bir oyuncu. Bu oyunda da oldukça baskın bir rol sergiliyor, onu bu kadar yakından izlemek büyük keyif verdi bize.
Peki ya Begüm Kütük? O ne arkadaş? Sen nasıl bir insansın? Sahneye çıkar çıkmaz bir Hollywood yıldızı ile karşı karşıya olduğumu düşündüm. Nünü’ye dönüp, ‘Begüm ne kadar güzel, öyle değil mi?’ diyecektim ki, Nünü bana dönüp ‘Türkiye’nin en güzel kadını bence Begüm’ demesin mi? Sakın sevgili Erdil Yaşaroğlu yanlış anlamasın, bizim beğenilerimiz dostluk seviyesinde elbette. Ama oyun boyunca Begüm’den gözlerimizi alamadık. O kadar doğal bir oyunculuk sergiliyordu ki, neredeyse kendi gibiydi.
Diğer bütün oyuncular çok samimiydi. Ama Hilmi Özçelik’e de değinmeden geçemeyeceğim. Oyunda Hakan Meriçliler’in karakterinin arkadaşı rolünde çok başarılı. Neredeyse ağzından çıkan her repliğe bütün seyirci kahkahayı bastı. Karadenizli bir karakteri canlandırıyordu. Oyun çıkışı iki seyirci kendi arasında Özçelik’in normal konuşmasının Laz aksanlı olup olmadığını tartışıyordu. İşte oyunculuk budur!
Tüm ekibe başarılar diliyorum. Oyundan ‘Daha çok tiyatroya gitmeliyiz’ konuşmaları yaparak çıktık. Yolları açık olsun!
BİR FİLM: PASSENGERS (UZAY YOLCULARI)
*
‘Kişisel alanımızın ihlali’ gibi sofistike bir başlık koyup, kendi insanımızı ötekileştirecek değilim. Büyük bir çoğunluğun bu yabancı, tanımadığın insana fazlaca yakın olmasını sorun etmediği malumunuz. Biz birbirimize dokunmayı seven insanlarız. Sadece bir kaç saat uzak kaldığımız bir arkadaşımızı tekrar görünce iki yanaktan şapır şupur öperiz. Üç gün karşılaşmadığımız dostumuza tesadüfen denk gelirsek, öyle bir sarılırız ki gurbetten yeni döndük sanırsın. Erkeklerin kol kola, kadınların el ele sokakta dolaşması bizim için çok normaldir. Ben de şahsen gülerken yanımdaki arkadaşımın üstüne yaslananlardanım. Biz böyleyiz. Bir noktaya kadar da çok güzel bir şey bu.
*
Kalabalık bir otobüse bindiysen, et ete bir kulübe gittiysen, yapışık ilişkileri baştan kabul etmiş oluyorsun. Bunda bir problem yok.
Beni rahatsız eden davranış biçimi, karşındaki insana özel bir alan bırakabilecekken bırakmamak. Bankamatikteki ablanın arkasındaki adamdan bahsediyorum. Sanki ortak hesap açmışlar, kafasını uzatmış ablanın yanından, maç izler gibi ablanın işlemlerini izliyor!
Metroda bacaklarını yetmiş beş derece açıp oturan kardeşten bahsediyorum. Karşısındakine yaşattığı görüntü kirliliğinin yanında, senin bacağına yapıştırmıyor mu bacağını sevgili gibi!
Noterde, devlet dairesinde bankonun önünde sen işlem yaparken yanında biten tipleme örneğin. Sanki beraber gelmişiz, araç alım satımı yapacağız. Kolunu bankoya koymuş, on santimetre yanında dikiliyor. İşinin yapan memurun kafasını kaldıracağı anı kolluyor, kendi sorusunu soracak. Ters ters bakarsan bozuluyor. ‘Ne var kardeşim, yedik mi sıranı?’ pozlarında.
Gazete açtın mıydı toplu taşıma araçlarında ya da bir kitap, en az iki kişiyle birlikte okuyorsun. İnsanın ‘Bitti mi abi, sayfayı çevireyim mi?’ diyesi geliyor. Metroda telefonda oyun oynayan gençlerin yanındakiler, oyuna karışacak kadar içindeler. ‘Nasıl atlayamadın o bariyerin üstünden ya!’ diye bağırmak üzereler.