Paylaş
Sabah 06:45’e kurulmuş saatler, yalapşap yapılan bir duş, Formula pit stop tadında bir tıraş ya da makyaj, tamamen vücut çökmesin diye ağıza tıkıştırılan bir kahvaltı; ardından zorluk derecesi 3.1 olan, üç buçuk burgulu pike ile bütün gün sürecek devasa çarkın içine dalış.
Çocuğu olanlar ekstra bir kaos içerisindeler, çünkü çocukları da aynı çarka dişli olsun derdindeler. Yavrular da sabahın kör karanlığında mini zombiler gibi uyanıyor, ilk on beş dakika söylenilen hiç bir şeyi algılayamıyor. Finalde; tontişlerin yesinler de büyüsünler kahvaltısı, karanlıktan gelen beyaz okul minibüsü, dolma gibi giydirilmiş bebeleri servise bırakmanın ardından, velilerde işe yetişme kabusu.
İstanbul içinde ya da büyük şehirlerden birindeysen, bir lira farkla büyük seçim almış durumdasın. Korkunç bir trafikte adı otobüs olsun, metrobüs, servis, metro ya da araba, kendini yakmamaya çalışarak sabretmeye çalışmaktasın. Sonuç; kilometreyle değil, saatle ölçülen bir mesafeyi kat etmeye gayret ederek hayata başlamanın tadına doyulmaz duygusu, enerji emen bir bıkkınlık, şevk kıran bir bekleme, ömürden çalan bir çaresizlik.
Çarkın içi zaten bir alem. Herkesin çarkı kendine göre dönüyor ama kesinlikle çok gürültülü. İşin başladığı saatle bittiği saat arasında herkes hipnoz edilmiş gibi. Kimse kendini önemsemiyor, sadece şirket düşünülüyor. İşten güçten öğün atlıyorsun, toplantı arasında telefon eden annenin aradığını unutuyorsun, arkadaşlarla iki çift laf etmek zaten hak getire, bu suyu içmem lazım şişesi masanın üstünde süs eşyası olmuş; doğanın çağrısı olmasa, tuvalete gidip beş dakikacık da yalnız kalamayacaksın.
Onlarca konu, sayısız toplantı, çözülmeyi bekleyen bir sürü sorun, türlü insanla birlikte çalışmanın getirdiği kişilik çatışmaları, kariyer hayallerinin gazladığı şirket içi kulislerle mücadele, müşteriler ve üst yönetimle iyi ilişkiler kurma çabası derken, gün anlamadan bitiyor, ömürden bir gün daha gidiyor.
İki gün tatil var ya hafta sonu? O da ayrı bir terane. Zaten cuma günü işler bitmemiş; ya müdür arar bir şey sorar, ya müşteri didikler hafta içi torbaya girmiş gibi. Mailler durmaz, ‘cumartesi kardeşim bugün, ben çalışmıyorum!’ diye bağırmak istiyorsun, yapamıyorsun. Ekmek parası, haklısın. Şunu da halledivereyim derken tatilin yarısı heba oluyor. Şanslı azınlık arkadaşlar kahkahalarla sohbet ederken, sen ya telefondasın, ya da bık bık maillere cevap yazıyorsun.
Çocuğu olanların cumartesi kavramı zaten yok. Kızı olanlar voleybolda, piyanoda, teniste; oğlu olanlar baskette, futbolda ve bilumum aktivitede. Yaratıcı drama kursu, bilmem ne workshop’u derken çocuklar ambale, anneler perişan, babalar deli divane. Yakın geçmişte piyano ve bale dersi alan bu kadar anne varken, günümüzde balerin ve piyanist sayısında patlama olmaması bu çabayı anlamsız kılıyor. Ama evlatları için en iyisini isteyen ebeveynler her cumartesi perişan oluyor.
Hızlı akan haftada, pazar günü uzaktan sanki bir durak gibi görünüyor. ‘Bu pazar hiç bir şey yapmayacağım, evde tıs diye yayacağım’ hissiyatı pazar günü yaklaştıkça bozuluyor. Bir film seyredip, sessizce kitap okuma, arkadaşlarla sakin muhabbet, erkenden yatağa geçme ve dinlenme hayallerin yavaş yavaş sönüyor.
Sadece pazartesi sendromu değil huzuru ‘kışt!’ diye kovalayan. İnsanı dürten, şeytan sureti, anti-huzur, ekstra enerjik arkadaşlar da var hayatta. ‘Ne evde oturması abi, Polonezköy’e kahvaltıya gidiyoruz!’ cümlesine kapılıp pazar gününü trafik – kalabalık – trafik üçgeninde geçirmek, ‘ayağımızı çime basıp elektrik atarız’ kafasıyla Santral’de harala gürele bir gün devirmek hep bu arkadaşların eseri. Günün sonunda bakıyorsun ki, yorgunsun.
Çocuğu olan zavallılar zaten pazara da umutları tükenmiş giriyorlar. Türlü kurs, pazar günleri de devam ediyor. İki çocuklular anne ve baba diye ikiye ayrılıyorlar; ‘sen kızı baleye götür, ben oğlanı yüzmeye, öğleden sonra heykel atölyesinde buluşuruz. Oradan da Maçka Parkı’na geçeriz bizimkilerin yanına’ derken pazar ‘hiç’ oluyor. ‘Haydi eve dönüyoruz’ deyince çocukların isyanının bastırılması, evde bağırış çağırış yıkanmaları ve uzun bir süreçte yatırılmaları sonucunda, anne ve baba pazartesi gününü tatil gibi algılamaya başlıyor: Pazar tatili bitse de işe gitsek!
Üstünde bir de sosyal medya baskısı var! Instagram’da, yaşamak istediğin hayatı yaşıyormuş gibi göstermek işin özü. Kırk yılda bir zaman bulup, para denkleştirip gidilen tatili Japon gibi resimleyip, çeşitli filtrelerden geçirip, paylaşmaya çalışırken; tatilde ‘o anı’ ıskalamak da büyük olasılık. Facebook’ta arkadaşlarına vermen gereken ‘her şey yolunda ve çok güzel’ imajı da cabası. Twitter’da da günlük 140 kelimeni yazmazsan, bir - iki RT yapmazsan takipçi sayın artmadığı gibi, elde avuçta var olan da gidiyor. Yaşayayım mı, yaşadığımı paylaşayım mı arasında gelip giderken, günler geçiyor.
Sonunda bir bakıyorsun ki; kariyer gazıyla ilerlerken öğle yemeklerini unutmayı bırak, evlenmeyi bile teğet geçmişsin. Akşamları iki sosyalleşelim diye çıktığın ortamlardan umudu kesmişsin. Evliysen eğer çoluklu çocuklu, farkında olmadan çocuklar büyümüş. Sen bez aldığını dün gibi anımsarken, kredi kartı ekstresini okul harcamaları bürümüş.
Tamam anladık, ‘her şey yoluna girecek’ diyorsun. ‘Şimdi zamanı değil, şu terfiyi alayım da, çocuklar liseye bir başlasın’ gibi türlü bahaneyle hayallerini öteliyorsun.
Ama bir düşünsene, gerçekten sen ne istiyorsun?
İstimini almış şimendifer gibisin dedim başta da, trenin istikameti belli. Asıl sen nereye gidiyorsun?
NOT: Bu hafta sonu tek kişilik gösterim var. İstanbul’da olup; kafayı sıfırlamak, gülmekten yanak ıstırabı çekmek, mide spazmı geçirmek ve şahsen tanışmak isteyen herkesi bekliyorum. Detaylar aşağıdaki videoda, sevgiyle kalın!
Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam
Paylaş