Bu sene de 19 Mayıs bir bayram havasıyla kutlanamadı. Bayram havası dediğim liseli gençlerin zorla stadyumlara doluşturulması; siyah, likralı, saten taytlı delikanlıların ve fırfırlı mini etekli kızların senkronize hareketler yapmaları ve hatta birbirlerine temas ederek dans etmeleri değil tabi.
Zaten ergenliklerinin tam ortasındalar, hormonlar tavan yapmış. Dans dediğiniz de biliyorsunuz, yatayda olmasa da dikeyde erotik bir yakınlaşma affedersiniz. 19 Mayıs etkinliklerine çalışırken zaten beden hariç diğer derslerden geri kalıyorlar. Gençlere göre ‘ders ekmenin bedencesi’ 19 Mayıs'ın, okullarda gösterişli bir biçimde kutlanmaması milli eğitimimizi çok daha ileri seviyeye götürecektir, orası kesin. Onun yerine gençlerin sınavlara hazırlanmaları, günde 600-700 soru çözmeleri istikballeri açısından çok daha isabetli olacaktır.
19 Mayıs aslında bir milletin işgalci, emperyalist güçlere ve çıkarcı, bireysel yönetime isyanıdır. Bir ilk adımdır. Diyelim ki çeşitli sebeplerle bireysel yönetime karşı değiliz. Bunun sadece işgalci, emperyalist güçlere karşı olma kısmını kutlasaydık bari.
Bizde de Kuzey Kore'de olduğu gibi füzeler, tanklar, toplar dizi dizi stadyumda boy gösterebilirdi. Milli bir bayram sonuçta. Stadyum sırf erkekle dolacağı için kızlı, erkekli bir sıkıntı da çıkmazdı. Hem gurur duyduğumuz yerli yapım savaş araçlarımızı da ahali görmüş olurdu. Gerçi ‘bir çoğunu sokakta da görüyoruz her gün’ derseniz haklısınız. Bir heyecanı yok.
Almanı, Çinlisi, Türkü para basıyor işe yaramaz, tipi bozuk bu oyuncakla; işin mağduru, mucidi Catherine Hettinger evinde oturmuş, olanı biteni hayıflanarak izliyor. Kadıncağız 1993 senesinde icat etmiş oyuncağı, sekiz yıl boyunca da patenti elinde tutmuş. Bir zaman gelmiş ki, dört yüz dolar para yatıramamış patent ofisine, zaten bir işe de yaramamış o güne kadar, salmış patenti ortalığa. Şimdi açlık sınırının Amerikancasını yaşayan bir garip kadın olarak, evini istila eden gazetecilerin sorularını cevaplıyor.
*
Mucitle para arasında her zaman doğru orantı yok tabi. Hatta, ters bir orantı var. Kafası çalışan başka, parayı kazanan başka, hem de her dilde, her ülkede.
*
Alternatif akım, telsiz, dünyanın en güçlü vericisi, uzaktan kumanda gibi çağının ötesinde icatları olan Nikola Tesla, hayatının son günlerinde borçlarından kaçmak için sürekli otel değiştirirmiş misal.
FM radyoyu icat eden Edwin Armstrong, icadı elinden alındığı için kendi hayatını sonlandırmış.
2002 yılında Amerikan Temsilciler Meclisi tarafından telefonun gerçek mucidi sayılan Antonio Meucci, Alexander Graham Bell’den beş yıl önce telefonu icat etmiş ama işin ticari yönünde çok zayıf kaldığı için, patentini Bell’e kaptırmış. Açlık ve sefalet içinde ölmüş adamcağız.
Matbaayı bulan Gutenberg, bildiğimiz anlamda araba lastiğini icat eden Charles Goodyear ve bir çok mucit sefalet ve bilinmezlik içinde ölmüşler.
Biraz geç geldi, arada hala yağmur yapıp moralman bizi kış günlerine geri iteliyor ama yine de enerjimiz yüksek; tuhaf bir umut, bir hezeyan, gereksiz bir heyecan bünyelere doluyor.
Telefonlardan kafaları kaldırın, çıkın gezin, dolaşın artık. Paylaşmak için değil, yaşamak için yaşayın biraz da.
Bir parkta oturup iki satır bir şey okuyun. Kapalı mekanlardan kaçının değil tabi. Sevgiliyi ya da iki arkadaşı alıp sinemaya gidin. Halk konserleri var önümüzde bildiğim. Koşun, biraz havanız değişsin!
Bir kitap: TED Gibi Konuş
Eskiden sahilde tek başına oturan yakışıklı çocuk, diskoda bir masaya ilişmiş yalnız kız, karikatürlerde denize bakarken pardösüsü uçuşan gizemli adam tuhaf görüntüler değildi.
Disko zaten kalmadı, son karikatür dergisi neredeyse kapandı, sahilde tek başına oturan biri varsa da jandarmayı aramak gerekiyor artık.
*
Bir ara ‘cep telefonu kullanmıyorum insanları’ vardı, hatırlamazsınız bile belki. Önceleri, sağlam hobileri olan, kendilerine zaman ayırmayı seven bu insanların her yere telefon götürmek istememelerini anlamıyorduk. İnsan neden bu kadar yalnız olmak isterdi ki?
Sonra telefon kullanmayan insan kavramı bitti. Sosyal medya icat oldu, mertlik iyice bozuldu. Biz anında Facebook kullanmayan insanları anlayamamaya başladık. Nasıl olur da bir insanın Facebook hesabı olmazdı? ‘Herkes orada, sen nasıl olmazsın? Nasıl? Atma!’
Akabinde, bir gün herkesin Facebook’u oldu. Sanki zorunlu hale gelmişti. O zaman da, Facebook hesabı olup da az kullanan, girip sadece başkalarına bakan, bir şey paylaşmayan insanlar türedi. Bunlar kendilerine ‘teknoloji özürlü’ diyorlardı. Anne ve babalarımızdan falan bahsetmiyorum ha, yanlış anlamayın. Bir çok orta yaş üstü, zorla da olsa Facebook işini çözdü, hatta profesyonel lige geçti.
Teknoloji özürlü olanlar bunu bir havayla söyleyenlerdi. ‘Twitter kullanmıyorum, Facebook da var ama girip çıkıyorum sadece’ cümlesi, eskinin ‘cep telefonu kullanmıyorum’ havalı kavramının evrim geçirmiş haliydi artık. Biz de, hiç paylaşım yapmayan insanları anlamamaya başladık.
Gün geldi, ‘Whatsapp’ın var mı?’ sorusu birisine soracağın en aşağılayıcı sorulardan biri oldu. ‘Herhalde var!’ bile denmeyecek hallere gelindi. Bu soruyu soran anca art niyetliydi, acaba ne demek istiyordu? Kimin Whatsapp’ı olmazdı ki?
Recep İvedik karakteri bugüne kadar yirmi altı milyon yedi yüz bin kere izlenmiş. Yani filmin sadece sinemalarda elde ettiği gelir iki yüz elli milyon TL. Yurt dışı gösterimleri, DVD, internet ve televizyon satışlarıyla dört yüz milyon TL’lik bir ekonomi yaratmış Recep İvedik serisi.
Bütün bunları Şahan Gökbakar’ın parası züğürdün çenesini yorarmış zihniyetiyle yazmıyorum elbette. Allah Şahan’a daha çok versin, işin ekonomisi daha da büyüsün inşallah!
*
Şimdi şu gişe rakamlarıyla ilgili biraz daha fazla bilgi vereyim sizlere. 2017 senesinde Recep İvedik 5 şimdilik açık ara önde gidiyor. Vizyona girdiği 2014’te Recep İvedik 4, 2010’da Recep İvedik 3, 2009’da Recep İvedik 2 ve 2008’de Recep İvedik’in ilk filmi, o yılın çok farklı şekilde en çok izlenen filmleri olmuşlar.
Buradan ne çıkarmalıyız?
Şahan Gökbakar bir sinema dâhisi midir?
Gökbakar kardeşler toplumu başkalarından daha mı iyi okumaktadırlar?
Recep İvedik belli bir kesim tarafından tu kaka ilan edilse bile, toplumun geri kalanı tarafından çok sevilen bir film karakteri midir?
Bir neşe basıyor, insan anlık da olsa kendini iyi hissediyor. Gereksiz bir heyecanla herkes birbirinin sözünü keserek konuşuyor.
İçinde bulunduğumuz durum belli. Moraller sıfırın altında seyrediyor. Çoğumuzun işleri nanay; maaşlı yaşayanlar ay sonunu görmeyi bırak, ilk haftayı zor bitiriyor. Ortalık gergin, memleket darbuka kıvamında. Biraz geçmişe dalıp, mutlu olduğun bir kaç günü anımsayamazsan, zaten sıyırıp atacaksın kayışı.
Her yaşın nostaljisi, herkesin kendine ait bir hayat hikayesi var elbette. Herkes gözlerini kısıp geçmişe gittiğinde, kendininkine gidiyor. Geçmiş hayattan müzikler anımsıyor, içinde ömürler geçmiş eski evleri, bir sevgilinin sürdüğü parfümü, okul koridorunda atılmış olan platonik bir bakışı hatırlıyor.
Nostalji genellikle olumsuz duygularla tetiklense de, nostaljik duyguların bünyede esmesi, zorluklarla başa çıkmaya yardımcı olan hormonların salgılanmasına sebebiyet veriyor. Yani zorlu zamanlarda insan, geçmişte yaşanan güzel anılara geri dönerek, bugünü sağlığına zarar vermeden geçirebilmek için, anlık bir savunma mekanizmasını devreye sokuyor.
Fragman takıntım
Sinefil’i izliyorsanız, biliyorsunuzdur. Bir çok konuya takıntılıyım aslında. Örneğin bir filmin fragmanının ‘en az’ film kadar iyi olması gerektiği konusuna takıntılıyım. Dünyada fragmanı ayrı çeken var, sadece fragman yapan şirketler var, filmi çekenle fragmanı yapan bambaşka kafalar. Bizdeyse filmin içinden sahneleri al, birbiri ardına yapıştır, altına bir müzik çak, sonra bekle ki seyirci gelsin.
<iframe src='http://www.hurriyet.com.tr/video/embed/?vid=40441021&resizable=1&autostart=scroll&playsinline=true&v_utm_source=haber_detay' width='580' height='326' frameborder='0' scrolling='no' allowfullscreen></iframe>
Gişeye oynuyorsan, memleketimde türler belli. Komedi, korku, dram.
Komedi filmiyse; filmdeki bir iki küfürü fragmana serpiştir, komik bir kaç sahneyi ardı ardına kolajla, birileri düşüyorsa kesin koy. Tokatlama varsa, arka arkaya milletin birbirini tokatlamasını mutlaka göster. İçinde Türk müziği motifleri olan, darbukalı marbukalı bir de müzik yerleştirdin mi altına, müjde! Bir fragmanınız oldu!
Korku filmiyse, fragman işi daha da basit. Zaten korku filmi deyince, kesinlikle ismi lazım değil, bir ‘üç harfliler’ filmi çekmiş oluyorsun. Bizde başka türlüsü yürümüyor sanılıyor, hiç de denenmiyor. İşin başındakiler böyle inanıyor diye, öyle oluyor. Fragmana gelince, önce ‘yaşanmış bir hikaye’ kartını öne süreceksin. Karakterlerini normal hayatlarında göstereceksin. Muhtemelen toplaşıp kimsenin olmadığı, terk edilmiş bir yere gidiyorlar ya, onun altını çizeceksin. Sonra vereceksin Arapça bir iki cümle, mutlaka bir imamı konuşturacaksın, sonra bas gaza! Kaotik görüntüler, karmakarışık sahneler, çığlıklar, amatör animasyonlar. Pardon beyefendi, bakar mısınız? Sizin de bir fragmanınız oldu!
Dram yaptıysan, zaten iddialı bir filme girişmişsindir. Sağlam bir yapım firması, işinin ehli ekipler, tıkır tıkır ödenen paralar. Diğerlerine nazaran daha sağlam bütçe. Tabi ki en önemlisi de, popüler mi popüler, yakışıklı mı, yakışıklı bir jönümüz var; güzel mi, güzel, ünlü mü, bir başrol kadın oyuncumuz var. Bu tür filmlerin fragmanına sarmıyorum sadece, filme de sardırıyorum. Çünkü bu kadar dizi enflasyonu olan bir ülkede, bu filmlerin işi çok zor. O jönü zaten her hafta 120 dakika televizyonda görüyorsun. Bir 120 dakika da sinemaya gidip, görüp ne yapacaksın? Misal, o güzel kızın ne kadar masum olduğuna inanmışsın dizide. Kafanda yer etmesi için, magazin programları zaten geri kalan vaktini de bununla dolduruyor. Nasıl inanacaksın filmde kıskanç, gudubet bir tipleme oynuyorsa?
O yüzden çok iddialı olması gerekiyor filmin ve filme izleyici çağıran fragmanın. Filmler için bir şey diyemem, her birinde yeni umutlar beslemeye devam ediyoruz. Ama dram filminin fragmanları için umutsuzum.
Şimdi kimlerdensin gerginliği başladı. Evet diyenlerden misin, hayır diyenlerden mi? Tarafını belli edenler ayıklansın, kimin kim olduğunu bilelim, ona göre davranalım.
Ankara’da ve İstanbul’da daha çok hayır varmış. İzmir’in durumu zaten belliymiş. İzmir’in Karşıyaka’sı o kadar hayır diye bağırmış ki, bazı firmalar ‘burada sponsorluk yaparsak yanarız alimallah!’ diye iki arada bir derede kalmış. Kıyılar hayıra boyanmış, deniz gören yerlerde bir muhalif durum varmış. Orta Anadolu her zamanki gibi muhafazakarmış.
Bunlar mı çıkıyor yani bu haritalardan? İstanbul’da kaç çeşit insan var bilen var mı? Sadece evetçiler ve hayırcılar mı?
Örneğin Konya’da neredeyse %73 Evet oyu çıkmış ama 345 bin kişi de hayır demiş. Farkında mısınız? Kim bunlar biliyor musunuz? Kapı komşunuz, mahallenizdeki bakkal, okul servisinin şoförü, lokantadaki aşçı abi...