Ali Atıf Bir

İpet Altınay'dan PR'cılara: Üç kuruş için olmadık müşterilere katlanmayın

5 Eylül 2003
Halkla İlişkilerciler tartışmasına izin verirseniz kaldığımız yerden devam edelim. Gelen e-postalardan halkla ilişkilere uzak okuyucularımın bile ilgisinin çekildiği anlıyorum. Sıkılanlara biraz daha sabır diliyorum, az kaldı, bugün son, burada bir süre burada ‘‘h’’ ile başlayan cümle kurarsam dişimi kırın.

Bugünkü mektup Plan Halkla İlişkiler Şirketi'nin sahibi İpet Altınay'dan:

‘... yazındaki genç PR'cı adayının ifadeleri beni dehşete düşürdü. Gençlerin 'gazeteciler' hakkında negatif düşünceler beslemelerine külliyen karşıyım... Ben 18 yıllık PR'cı geçmişimde hiçbir gazeteci hakkında böyle yorum yapmadım, yapmam ve yapılmasına da izin vermem. Elbette her sektörün içinde ortalamayı düşüren insanlar vardır, ama hepimizin sorunu konuyu yanlış algılamak ve uygulamak kanımca.

PR ajansının işi, müşterisinden aldığı bilgiyi yoğurarak haber yapmak, habercilere/gazetecilere sunmak ve yayınlanan haberlerin kamuoyuna ulaşmasını sağlamaktır. Bu kadar basittir. Yani konu haber yapmaktır. Eğer değilse müşterini uyarırsın, ısrar ediyorsa onunla çalışmazsın olur biter. Habere karşı her gazeteci ilgilidir. Bu da ikinci gerçek.

Gelelim Arçelik ürününü değiştirmeye çalışan ekonomi muhabirine... Biliyorsun, Arçelik uzun bir süre benim de müşterim oldu. Bir basın mensubu nasıl tehdit eder anlayamadım. Haksız haber yapmakla mı? Buyursun yapsın! PR ajansı niye bunu tehdit olarak algılıyor? Arçelik adına davranmak durumunda kalan PR ajansının tutumundan, Arçelik üst düzey yöneticisinin ya da patronlarının haberi var mı? Onayı var mı? Birkaç amatör ya da kraldan çok kralcı ara yönetici yüzünden Arçelik marka ve kurumunun ismi neden böyle bir yazıda ya da olayda geçer?

Benzer bir olayı anımsıyorum. Nişantaşım Derneği'nin Lunapark gecesini yapıyorduk. Tabii ki pek çok davetli vardı, basın dahil. O dönem ki başkan da Cem Hakko idi. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapasitenin dolduğu ve yiyeceklerin tükenmekte olduğu haberini aldık. Ekonomi dergilerinden birinde çalışan bir arkadaş (İnan ismini anımsamıyorum yoksa gizlediğimden değil) ailesiyle ve sanırım konu komşusuyla birlikte epey kalabalık gelmiş, kapıdaki görevli genç davetiyesinin iki kişilik olduğu konusunda uyarmış.

Kıyamet kopmuş tabii ki. Asarım keserim falan. Sanırım yakınlarının yanında gururu kırılmış olmalı. Ben olayı onlar gittikten sonra öğrendim. Ertesi gün de muhabiri aradım. Baktım hálá sinirli, kesin asacak, kesecek! E kendi bilir. Nitekim bir hafta sonraki dergisinde ismimle cismimle ne kadar fena ve fena ötesi bir ajans olduğum, gecenin ne feci olduğuna dair bir haber çıktı. E çıktı, n’apalım! Bu haber ne beni kötü bir ajans yapar, ne de geceyi kötü bir gece.

Halkla ilişkiler sektöründe çalışmak isteyen gençlere 'kimin altına yatacakları' gibi çirkin ve popülist ifadeler yerine haber yapmayı öğretelim. Halkla ilişkiler şirketleri üç kuruş için olmadık müşterilere katlanmasınlar. Adam gibi 3-5 müşteri ile adam gibi işler yapmak yetsin onlara. Fazla hırsa gerek yok. Asıl sorumlu olduğumuz kişiler haberi dolaylı olarak ilettiğimiz kamuoyu bunu unutmayalım.’

Altınay'ın görüşleri de böyle. Altınay, Halkla ilişkiler şirketlerimizi biraz hırslı buluyor ve ‘adam gibi az sayıda müşterilerle çalışsalar kaliteden taviz vermezler’ demeye getiriyor.

Not: Halkla İlişkiler'in İngilizcesi public relations, onun da baş harfleri PR.

NuTeras'ın havasından geçilmiyor

Mars Entertainment Group (MEG) güzel işler yapıyor. Ritz Carlton'un altında çok hoş sinemaları var örneğin. Matrix Reloded'ı orda izlemiştim. Koltuklar salon salomanje, girişteki bölümde yiyecek çeşitliliğine diyecek yok. Sushi yemek bile mümkün. MEG'in tek sineması burası değil. Diğerlerini görmek kısmet olmadı ama onlarda da bir farklılık vardır mutlaka. MEG'in keyifli işler peşinde olduğu kesin. Bir de plaj işletiyorlarmış, Boğaziçi Üniversitesi'nin oralarda... Gidemedik, gideceğiz inşallah.

Bir de dergi çıkarıyor MEG, adı Biz. Dördüncü sayısı çıktı. Az yazı bol fotoğraflarıyla ilginç bir konsept. Ama ne fotoğraflar! Her fotoğraf konuşuyor. Türkiye'de reklamlarıyla içeriğini birbirinden ayıramadığım tek dergi. Eğer çılgın dergiler seviyorsanız mutlaka abone olun telefonları (0212) 281 01 42. Dört sayı çıkıyor. Tamamı elli milyon TL. Değer ama...

Son dönemin en gözde restoran-barlarından NuTeras'ta MEG'e ait. İki hafta üst üste saat beşlerde aradım ‘Yer yok’ diye geri çevrildim. İnat ettim, merak ettim, üçüncü hafta öğlende aradım ve yer buldum. Akşam sekiz sularında gittiğimde terasa çıkıp önce bar kısmına geçtim. Tamam, güneş batarken hava kararırken Haliç'in Eyüp ve Balat tarafına bakan bir manzara var ama öyle de ahım şahım değil. Hava kararınca, evlerin ışıkları bir bir yanınca (birden nedense Erol Evgin'i anımsadım) ortalık daha bir keyifli oluyor ama ışıklarını gördüğün yerlerin balık istifi beton binalar olduğunu düşününce adamın iştahı kaçıyor.

Yemek zamanı geldi bardan restoran kısmına geçtim. Mercury Otel yemek boyunca bütün heybetiyle karşımdaydı. Restoran kısmından NuTeras'ın bir manzara özelliğini görmedim yani. Benim mi beklentim fazlaydı ne? Bir teras işte. Yemekler, hizmet, şarap mönüsü çok iyi. Izgara şişte kalamar, pazı üstü karides (karidesleri bırak pazıya bak), patlıcan ezme üstüne şiş ızgara. Lezzetleri anlatılacak gibi değil. NuTeras öyle ucuz bir yer de değil. İçkisi miçkisi, şusu busu adam başı yine bir 75-80 milyon ödenir gibi geliyor bana. Bütün gece Mercury Oteli görmek için değil ama. Havasına, ününe... Gidilen, gezilen yerleri abartmadan yazmak lazım diye düşünüyorum. Sonra hava parası fazla oluyor biliyor musunuz? (0212-245 60 70.)

Kazılara çekirdek parası

Sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri Şükrü Demiryürek'ten Türkiye'deki kazılar ve ödeneklerle ilgili bilgi geldi. Demiryürek, gecikmenin Kültür ve Turizm Bakanlıklarının birleşmesinden kaynaklandığını söylüyor. Demiryürek ‘Neden sadece budur. Müşavirlik olarak üzerimizde hiçbir engelleme ve baskı yoktur. Bakanlık olarak açıklanmayacak hiçbir harcama kalemimiz yoktur’ diyor. Uzatmayalım, istediğimiz bilgiler geldi.

Bu bilgilere göre Türkiye'nin kazılmayan yeri yok. Sayılar şöyle: 58'i Türkler, 38'i de yabancılar tarafından yürütülen 96 genel kazı var. Ayrıca 25 baraj kazısı var. 49 müze müdürlükleri başkanlığında yürütülen kazı var. 46 adet de müze kurtarma kazısı var. Bunların bazısı mahalli imkanlarla bazıları sponsorlarla yapılıyor ama bu kadar kazı için 2003 yılında çıkarılan devlet ödeneği 316 milyar 250 milyon TL. Bozdur bozdur harca. Kültür Bakanlığı Döner Sermaye İşletmeleri Merkez Müdürlüğü'nden 56 kazıya (DÖSİM) ödenen para ise 1 trilyon 150 milyar lira. Toplayalım iki ödeneği 1 trilyon 466 milyon 250 milyon lira. Alt tarafı 1 milyon dolar. Önüne gelene tarihiyle kalıntılarıyla övünen, turizm reklamlarında tarihi kalıntılarla böbürlenen koca Türkiye Cumhuriyeti'nin her yıl kazılara ayırabildiği para çekirdek parası. Vah Türkiyem vah! Bu konuda acele sponsorluk yasasının çıkması için başka yazılar da yazacağız.

Cuma Takıntısı

Bu hafta tarih meraklılarına ilginç bir takıntı önereceğim. Kitabın adı 20.Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli. Tarih Vakfı Yayını. Avrupa Konseyi destekli kitabın yazarı Robert Stradling. Kitabı okurken sadece tarih öğrenmenin nasıl'ı üzerinde değil genel olarak öğrenmenin nasıl'ı üzerinde düşünüyorsunuz. Kendi kendine öğrenmek de güzel bir şey.

Cuma Lakırdısı

Az düşünen, çok konuşur (Montesquieu)
Yazının Devamını Oku

AKP'nin hedefi: Üniversite Turka (2)

31 Ağustos 2003
<B>GEÇEN</B> hafta <B>‘‘Yeni Üniversite Yasası ile üniversiteler siyasetin emrine giriyor, merkezileşiyor, bölüm başkanlığı bile </B>‘seçimlere'<B> kurban edilerek turkalaşıyor’’</B> demiştim. Sözde üniversiteler demokratikleştiriliyormuş. Madem demokratik üniversite istiyorsunuz bir anket yapın bakalım öğretim üyelerinin yüzde kaçı ‘‘Şimdiki YÖK düzeni değişsin’’ diyor. Sizce kaçı? ‘‘Evet’’ diyen % 20 olursa öpün de başınıza koyun. Sonuç böyle çıkıyor diye varolan sistemi onaylayabilir miyiz?

Tabii ki hayır. Bu nedenle de üniversitede ‘‘seçim’’ dünyadaki çağdaş üniversite yönetimindeki eğilimlere ters. Dünyaya bakmıyorsanız Türkiye’ye bakın. Seçim üniversitedeki akademik işleyişi olumsuz etkiliyor.

İşin gerçeği bir rektörde, bir dekanda, bir bölüm başkanında bulunması gereken özellikler evrensel standartlara ulaşmış durumda...

Dünyanın ünlü ‘‘kafatası avcılığı’’ firmalarından birine ‘‘Bir üniversitemiz var rektör atayacağız, ne gibi özellikler aramamız gerekir’’ diye sorsanız size şu yanıtı verecektir:

‘‘Her şeyden önce saygın bir akademik ünü olmalı, stratejik liderlik yeteneklerinin ve girişimcilik yeteneklerinin bulunması önemli, kalite ve yüksek standartlara kendini adamış olmalı, ayrıca finansal ve mali açılardan da bilgili olması şart!’’

Eğer aranacak özellikler bunlarsa, sorarım size, rektörü, üniversitenizdeki çok sayıda yardımcı doçent ve az sayıda doçent ve profesörden oluşan tüm öğretim üyelerine mi seçtirirsiniz? Yoksa akademik ve yönetsel yetkinliğe sahip insanlardan oluşan bir kurula mı? Doğrusu ikinci şık. Çünkü rektör seçmek, dekan seçmek, belediye başkanı milletvekili seçmeye benzemiyor.

Seçilecek rektör bir yardımcı doçentin, bir doçentin ya da bir profesörün akademik hayatının geri kalanını zorlaştırabiliyor ya da kolaylaştırabiliyor. Bu gerçeği özellikle yardımcı doçentler ve doçentler çok iyi biliyor! Bu yüzden de seçimlerde subjektif davranma olasılıkları çok yüksek. Sonuç: Bendensin...

Türkiye şimdiki sistemde devlet üniversitelerinde rektörleri, aksak bir yöntemle de olsa, seçimle iş başına getiriyor. Yanlış ama ‘‘Türkiye'nin şartları’’ diyor bir süre için kabul ediyoruz.

Ama dekan ve bölüm başkanının seçim yoluyla belirlenmesi çok sakıncalı, çok Turka! Bu alanlar daha dar alanlar. Öğretim üyelerini dar alanda kısa paslaşmalarla birbirine düşürmeye hiç gerek yok!

Rektörün yardımcılarından bazılarını seçememesi de Turka? Hem de aile boyu Turka! Üniversite yönetmek ekip işi. Eğer yardımcın bile sana muhalifse nasıl yönetilir bu üniversite?

Diğer bir Turkalık da iki dönem üst üste aynı bilim dalından rektör seçilemeyecek olması. Bilim dalları arasında hak geçmesin diyeymiş. Bu mantıkla Türkiye'yi de bir dönem sosyal demokratlar bir dönem Müslüman demokratların yönetmesi daha uygun değil? Eğer ‘‘hak geçmesin’’ mantığına göre yasa yapacaksak bir dönem kadın bir dönem erkek rektör şartını koymak daha adil değil mi?

AKP göz göre göre bu kadar yanlışı niye yapıyor acaba? Üniversite sistemini anlamadığından mı? Yoksa ‘‘Üniversiteye sınırsız demokrasi getirdik’’ deyip daha sonra ‘‘Al gülüm, ver türban’’ pazarlığına oturulacağından mı? Kurbağa ısıtılıyor gibi..

Yıllardır ‘‘YÖK'e Hayır’’ diye yürüyüş yapanlar, eğer bu yasa bu haliyle çıkarsa, kısa süre içinde ‘‘İmdaatt Bu YÖK'e de hayır’’ diye seyirtmezlerse ben de ne olayım!


Tebrikler Erdoğan tebrikler AKP


BU
köşeyi takip edenler bilirler kimseye torpil geçmek kimseye hakkından az vermek bize göre değil. Tek ilkemiz var o da adil olmak, her konuda Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek.

Uzanlar'ın takkesini düşürüp kellerini ortaya çıkaran AKP'ye ve Başbakan Tayyip Erdoğan'a Türkiye ne kadar teşekkür etse az. Türkiye'nin temizlenmesi için böyle bir operasyon gerekliydi, başlamak cesaret isterdi. Erdoğan ve AKP bu cesareti gösterdi. Umarım operasyondan geri adım atılmaz, suçluların üzerine kararlıkla gidilir. Böylelikle medya terörü estirerek suçlarını örtbas etmeye, sermayesine sermaye katmaya çalışanların mutlu sona hiçbir zaman ulaşamayacaklarını cümle alem öğrenir.

Bu arada Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Cola Turka'ya verdiği açık desteğe değinmeden edemiyeceğim. Erdoğan'ın Ülker bayiliğinde ortaklığı olabilir, Ülker bayisi oğlu olabilir. Bunları hiç önemsenecek şeyler olarak görmüyorum. Tabii ki olacak. Yıllardır edindiğiniz kazanımı Başbakan oldum diye bırakacak hali yok. Türkiye bunlara alışacak.

Ancak Cola Turka'yı açık açık ittirmek, bu kadar arkasında durmak, devlet dairelerinin resmi içeceği haline getirmek biraz fazla kaçtı. Erdoğan Coca-Cola'da çalışanların da Başbakan'ı Ülker de çalışanların da.

Yarın öbür gün yabancı bir firma bir kategoride Türkiye'ye girmek ister ve acaba ‘‘Başbakan ya da ailesinin burada da yatırımları varsa, ya bize dünyayı dar ederlerse’’ diye düşünürse halimiz nice olur. Türkiye'nin hem global arenada rekabet eden güçlü yerli firmalara hem yabancı sermayeye de gereksinimi var. Başbakanlar adil olmalı, ikisine de sahip çıkmalı. Hele de partilerinin ismi Adalet ve Kalkınma Partisi ise.


İlk defa üç dernek bir arada


ATIF Hoca
ile Reklam ve Rekabet yarın gece 23.05'te CNN/Türk'te. Konuğum Uluslararası Reklamcılık Derneği (IAA) Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ. İlk kez reklamcılıkla ilgili üç dernek Reklamcılar Deneği, Reklamverenler Derneği ve IAA bir araya gelip ‘‘2005 yılında reklam yatırımlarını nasıl olur da 1.5 milyar dolar seviyesine getiririz’’ diye önemli bir çalışma başlatmışlar. Başta başı çeken IAA olmak üzere, üç derneğin yönetimini bu projeyi hayata geçirdikleri için kutluyorum. Bence bu üç dernek bir araya gelir, ellerini taşın altına koyarsa, yapamayacakları şey yok. Yalçındağ ayrıntıları programda anlatıyor. Projenin buradan takipçisi olacağız ona göre!


Biri çimdiklesin ve ‘rüya’ desin


ILGINLI
girişimci Mustafa Çelik'in reklam dünyasını nasıl karıştırdığını anlatmıştım. Amacım marka yaratmak isteyen kişilerin önce kurumsal bir vizyona sahip olmaları gerektiğini anlatmaktı. Sigortasız işçi çalıştıracaksın, vergini ödemeyeceksin, yasalara uymayacaksın sonra ‘‘dünya markası yaratacağım’’ diye ortaya çıkacaksın! Olmaz. Mustafa Çelik tam bir buçuk ay sonra, geçen hafta, reklam ajanslarına bir mektup yazarak, acemiciliği nedeniyle özür diledi ve ‘‘katılan eserlerin jüri tarafından beğenilmediğini’’ açıkladı. Konkur'a katılan ajanslar sevinsinler. Verilmiş sadakaları varmış. 10 yıldır Hollanda'da ürün geliştirme uzmanı olarak çalışan Mehmet Polat temmuz ayında Türkiye'ye gelmiş ve Mustafa Çelik'le anlaşıp bir ay kadar fabrikada çalışmış, bazı şeyleri görüp ayrılmış. Mehmet Polat şöyle diyor: ‘‘Güya Dünya Bankası bu fabrikayı nitelikli fabrikalar bölümüne almış. Araştırdım yok böyle bir şey. Yani hep yalan. Ürün için saf meyva özü diyor ki kesinlikle yalan. Ürün pancar atığı Melas ve süt konsantresinden meydana geliyor. Meyve içinde aroma koyuyorlar. Ürün naturel değil...’’

Ürün testleri Fransa'dan geldi mi Mustafa Bey? Anlaşılıyor mu naturel olmadığı?


İpek bir boşluğu doldurdu!


BU
hafta size Türkiye şampuan marka ligini hazırladık. Türkiye'nin ve dünyanın saygın araştırma şirketlerinden Taylor Nelson Sofres bizim için 18 yaş üstü Türkiye temsili 2 bin 18 kişiye ‘‘Aklınıza gelen ilk üç şampuan markasını söyler misiniz’’ diye sordu. 1843 kişi en az bir marka anımsadı. Yani deneklerin % 91'i en az bir şampuan markası anımsadı. Bu oldukça yüksek bir oran.

Sonuçlara göre şampuan marka liginde lider Elidor (% 59.6). Sonra sırayı Pantene (% 55.2), Blendax ve İpek (% 23.4) alıyor. İpek ekonomik krizin büyüttüğü ekonomik makalardan biri. İpek, Unilever ve P&G'nin görmezden geldiği pazar bölümüne doğru pazarlama karması ile seslenince söke söke pazar payını kaptı. Adeta, fiyat engeli nedeniyle şampuan alamayan bir kesim İpek sayesinde, sabunu bırakıp şampuanla tanıştı. Şampuan araştırmasından önce en çok Herbal Essences markasıyle ilgili anımsanma oranını merak ediyordum. Binde altı ile 19'uncu sırada yer aldı. Bu sonucu ‘‘Türkiye'de hiçbir kadın saçını yıkarken mutlu sona ulaşmak istemiyor’’ şeklinde yorumladım. Haksız mıyım?


Çekirgelik


Arkadaşlıklarını sürdürmek istiyorsan onlardan ne bir şey borç al ne de bir şey borç ver!

(David Mather)
Yazının Devamını Oku

PR tartışması sürüyor

29 Ağustos 2003
Ortada bir gerilim olduğu çok açık.<br> Halkla ilişkiler, yaşadığımız bilgi (belki de bilgisizlik) toplumunda çok önemli bir işleve sahip. Amerika'daki halkla ilişkilerci sayısını biliyor musunuz? İki bin şirkette tam iki yüz bin kişi çalışıyor.

Türkiye'de ise yaklaşık yüz elli şirket, iki bine yakın halkla ilişkilerci olduğunu tahmin ediyorum. Kendine halkla ilişkilerci adını layık gören, aslında organizasyon işleriyle uğraşan şirketler dahil.

Eğer halkla ilişkilerciler olmasaydı birçok ülkedeki gibi Türkiye'de de birçok haber medyada yer alamazdı. Abartmıyorum. Bugün Türkiye'de bile bazı halkla ilişkiler şirketleri neredeyse bazı konularda medyadan daha iyi haber kaynaklarına sahip.

Ekonomi sayfaları halkla ilişkiler şirketlerinden gelen bültenlere dayalı haberlerle dolu. Basın bültenleri olmasa bugün birçok gazetenin seyahat, eğlence, yiyecek-içecek, keyif sayfaları boş kalır.

Buna karşılık medyanın da çok önemli bir silahı var tabii ki. Okuyucu, izleyici, dinleyici... Şirketlerin gereksinim duyduğu hedef kitleler anlayacağınız.

Bu nedenlerle sadece Türkiye'de değil, her ülkede halkla ilişkilerci ve gazeteci arasındaki ilişki ‘‘olamam ki, olamam ben, senle de sensiz de’’ ilişkisidir. Bunun yanında ilişki doğası gereği bazen gerildikçe gerilir. Neden?

Çünkü gün gelir gazeteci, mesleğini sürekli kantite (daha fazla haber) ve kalite (hep lehte haber) diye algılayan halkla ilişkilercilerden rahatsız olur. Gün gelir halkla ilişkilerci, gazetecinin müşterisine zarar veren haberlerinden huzursuzluk duyar ve ilişkiler gerildikçe gerilir.

İşte ben haftalardır gazetecilerin halkla ilişkilerciler adı altındaki çeşitli uygulamalar nedeniyle gerildiklerini ve sonunda kabağın halkla ilişkilercilerin başında patlayacağını anlatmaya çalışıyorum.

Bana göre de bunun en büyük sorumlusu doğru dürüst örgütlenemeyen, gençlerin enerjisinden yararlanamayan kağıttan kaplan halkla ilişkiler dernekleri: Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği (IPRA) Türkiye Şubesi, Halkla İlişkiler Derneği (HİD), Halkla İlişkiler Danışmanları Derneği (HDD), Uluslararası Halkla İlişkiler Danışmanları Derneği (PRCI).

Sağdan say yüz, soldan say yüz elli şirket. Paylaşılamayan dört dernek. Tam Türk işi. ‘‘Bir baş ol da istersen soğan başı ol’’ durumu yani. Oysa başka dernekler olsa bile HİD'in öne çıkması ve özdenetimi sağlayıcı otorite olması lazım. Ama nerdeee... Sayelerinde kim halkla ilişkilerci, kim değil belli değil...

Neyse işte tam ben bunlara değinirken, halkla ilişkilercilerden de mektuplar gelmeye başladı. Bazı mektupları adlı adınca yayınladım. Bazıları ismini açıklamamı istemedi, isimsiz yayınladım. Bazıları doğal olarak çok yakın çalıştıkları ekonomi muhabirlerine yüklenip ‘‘Aslında konuşması gereken onlar, üç maymunu oynamasınlar’’ deyince haklı olarak geçen hafta cuma günü Ekonomi Muhabirleri Derneği bir açıklama yaptı.

NOT: Haftaya Plan Halkla İlişkiler’in sahibi İpet Altınay’ın mektubunu yayımlayacağız.

EKONOMİ MUHABİRLERİ PR’CILARA CEVAP VERİYOR

Zihniyetinizi değiştirmeden ahlak zabıtası kesilmeyin!

Özetle ekonomi muhabirleri diyorlar ki: ‘‘...her ne hikmetse haftalardır süren bu tartışmanın sonucunda günah keçisi olarak, ekonomi muhabirleri seçiliyor. Her zaman olduğu gibi, isim, zaman ve yer verilmeden bazı ekonomi muhabirlerinin davranışlarından örnekler veriliyor. Üstelik bu yapılırken, bireysel bazı olayları meslek gruplarına mal etmek gibi yanlış bir anlayış sergileniyor...

...Sürekli birileri ortaya çıkıyor, kahramanlarının isimlerinin anılmadığı bazı etik dışı olaylardan söz ediyor. Hatta bazen olaylar bile anlatılmadan cümleler ‘gazeteciler, ekonomi muhabirleri' diye de genelleştirilerek uygunsuz davranışlardan söz ediliyor ve bütün meslek grupları şaibe altında bırakılıyor.

Elbette ekonomi muhabirleri içinde de hatalı davranış sergileyenler olabilir. Bilinmeli ki, bu gibi davranışlar halkla ilişkiler şirketlerinden, reklamcılardan çok daha fazla bizi rahatsız eder. Kimsenin kendi zihniyetini değiştirmeden ahlak zabıtası kesilmeye hakkı yok. Eğer etik dışı davranışlara karşı bir mücadeleden söz ediliyorsa, bizim önerimiz doğru şekilde doğru adrese gitmektir.

Ekonomi muhabirleri bu konuda hiçbir zaman bazılarının iddia ettiği gibi, üç maymunu oynamamıştır. Ekonomi muhabirleri bir dernek çatısı altında örgütlenmiş ve etik değerleri ilk olarak ortaya koyan meslek gruplarından biridir... Meslek grubumuza ilişkin olarak elinde belgesi olan varsa bunları dedikodu malzemesi yapmak yerine, derneğimize başvursun. Başvuru halinde derneğimiz bu konuyu titizlikle inceler ve gereğini yapar.

Sürekli birilerini suçlayarak ve karalayarak bir yere varılamayacağı da ortadadır. Ekonomi muhabirlerine yönelik bu türdeki davranışları kınıyoruz.’’

Leb-i Derya’da aşkınızı tazeleyin!

İstiklal Caddesi'nde Tünel'e yaklaşırken Kumbaracı Yokuşu'ndan aşağı sallanın. Yokuşun ortalarında sağda eski püskü bir bina göreceksiniz. Kapıda da eski püskü Leb-i Derya tabelası. Aldanmayın içeri girin, birinci kata çıkın. Üç kişilik küçük bir asansör sizi karşılayacak, yine aldanmayın. Çatı katına çıkın.

Tam çıkamıyorsunuz aslında. En üst düğmeye basın. Sonra bir kat yukarı merdivenle çıkın. Inınının!.. Derya karşınızda! Deniz ayaklarınızın altında. Yok böyle bir manzara. Leb-i Derya'yı Galatasaray voleybol takımından emekli (!) iki bayan açmış. Önce Amerika'ya falan gitmişler, sonra iç mimari falan okumuşlar, sonra gelip bin bir bürokratik engeli yenip bir yıl önce Leb-i Derya'yı dekore etmişler.

İyi de yapmışlar. Çok sıcak bir ortam. Yemekler değişik. Et var, tavuk var, salata var, makarna var. Değişik ama... Lezzetli. Fiyatlar makul. Çok da kalabalık. Bu hafta sonu şiddetle öneririm. Rezervasyon yaptırmanız şart. Yer bulamazsınız yoksa. Erken gidin güneşin batışını izlemeyin, aşkınızı, sevginizi tazeleyin. Aradığınızda kaptan köşkü deyin. Oradan manzara süper değil adeta kurşunsuz. (212) 293 49 89.

İKİNCİ HAFTA

Sayın Erkan Mumcu, kazılara ne kadar harcanıyor?

Geçen hafta, Turizm ve Kültür Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri Şükrü Demiryürek'i aradım. 2003 yılında devlet bütçesinden ve döner sermaye işletmesinden (DÖSİM) sürmekte olan her bir kazı için ne kadar para ayrılıyor öğrenmek istedim. Atla deve değil yani. İki hafta oldu ses yok. Artık günah bizden gitti. Bir de dönüp Bakan Erkan Mumcu'dan aynı bilgiyi isteyelim. Bakalım Sayın Bakan bakanlığına ne kadar hakim. Sayın Mumcu bu bilgi devlet sırrı mı? Eğer değilse sorun ne? Eğer bugün Kültür Bakanlığı tarafına bakıyorsanız yanıt verir misiniz lütfen?

Cuma Takıntısı

Bilmiyorum Punk-Rock

sever misiniz? Ben seveceğimi tahmin etmiyorum ama bu kızın

sesi hoşuma gitti. Bazı şarkılar hakikaten Punk ama uyarayım. Durun! Albümün ismini yazmayı unuttuk. EvaneScence'den Fallen albümü. ‘‘Bring Me To Life’’a

özellikle dikkat. Övdükleri

kadar varmış...


Cuma LAKIRDISI

Üç gazeteden yüz binlerce süngüden korktuğumdan daha fazla korkuyorum.

(Napoleon)
Yazının Devamını Oku

AKP'nin hedefi: Üniversite Turka!

24 Ağustos 2003
<B>AKP</B>'nin hazırladığı <B>‘‘Yükseköğretim Kanunu Taslağı’’</B> tuzaklarla dolu. AKP'nin amacı üzüm yemek değil. Amaç <B>‘‘Müslüman Demokrat’’</B> dünya görüşünü üniversite eğitimine monte etmek. Böyle tuzakları gizlice Türkiye'nin geleceğini ilgilendiren bir yasaya yerleştiren AKP'nin ‘‘Değiştim’’ propagandasına nasıl inanılır?

Düşünün kanun yürürlüğe girer girmez beş gün içinde üniversitelerin anahtarı AKP'ye bir törenle teslim ediliyor. Şaka falan değil. Aynen böyle. Okuyun geçici birinci maddeyi.

Bu maddeye göre beş gün içinde Milli Eğitim Bakanı tüm üniversitelerin patronu olup çıkıyor. AKP'li Bakan, rektörlük ya da dekanlık yapmış profesörlerden yedi kişilik bir komisyon kuruyor. Hesapta bu kurul kanuna göre oluşması gereken yükseköğretim üst kuruluşlarını oluşturmaya yardım ediyor.

Hangi üst kuruluşlarmış bunlar: Yükseköğretim Kurulu, Üniversitelerarası Kurul, Bilim Etik Kurulu, Sosyal Konsey ve ÖSYM... Yani yükseltme ve eksiltmede rol üstlenen bütün kuruluşlar.

Niyet açık değil mi? AKP Milli Eğitim Bakanı gözetiminde, üniversiteleri ‘‘turkalaştırmaya’’ yemin etmiş adeta.

Yasa tasarısına göre en kısa sürede üniversitede yönetici ve kurul üyesi sıfatını taşıyan kim varsa kızağa çekiliyor. Tam 25 bin kişi. Tam kıyım...

Hatta bazı rektörler hayatboyu ‘‘yasaklı’’ hale getiriliyor. Zavallılar vakıf üniversitelerinde ‘‘rektör’’ bile olamıyorlar. Buna karşılık yeni kurulacak üniversitelerde ve öğretim üyesi elliden az olan üniversitelerde iki rektör adayını Başbakan Tayyip Erdoğan belirliyor...

Seçimle göreve gelmiş rektörler ‘‘minareli süngülü şiir okumuş gibi’’ yasaklı duruma düşüyor. Şiir okumaktan yasaklı duruma düşüp kalkan Başbakan Tayyip Erdoğan ise bunu unutup, yeni rektör adayları seçiyor.

Geçici üçüncü madde ile üniversite hocalığı ile cami hocalığını birbirine karıştırdıkları için doçentlik ve profesörlük kadrolarına atanmaları engellenenlere hiçbir ölçüt aranmadan bir gecede doçent ve profesör olma yolu açılıyor.

Üniversite sisteminin geleceğini oluşturan araştırma görevlileri merkezi sınavla alınıyor. Doktorasını vererek akademik yeterliliğini kanıtlamış bir bilim insanını yardımcı doçent kadrosuna atamak için, yine utanmadan merkezi bir sınav yapılıyor.

Diyeceksiniz ki, abartma! AKP gider, CHP gelir iş dengelenir. Üniversiteler yazboz tahtası mı? Üniversitede AKP'ye oy veren de olur, CHP'ye oy veren de, TİP'e de MHP'ye de. Ama üniversiteler siyasi iktidarların boyunduruğu altına giremez!

Üniversitenin misyonunu sadece tek yönlü bilgi üretmek, meslek edindirmek, kuru kuru bilim adamı yetiştirmek sananlar yanılıyor. Yeni üniversitenin misyonu daha kapsamlı.

Yeni üniversite genç kuşaklara her şeyden önce yaşam kültürü öğretir, her alanda olgunluğa erişmiş bilgi birikimini, güncel olarak genç kuşaklara aktarır, aklı özgürleştirir. Özgür akla ulaşan genç çağını yaşamayı ve yaşamı etkilemeyi öğrenir.

Çağdaş üniversitenin misyonu budur. Çağdaş üniversitenin misyonu, yeni nesillere ‘‘büyük resmi’’ her yönüyle göstermektir. Her kim üniversitede reform yapacaksa önce bunu anlamalıdır.

AKP'nin bu misyonu anlamadığı çok açık. AKP üniversite eğitiminde reform falan istemiyor. Küçük hesaplar peşinde bir kan davasını sürdürüyor. Bu kan davası bizi götürse götürse ancak ‘‘Üniversite Turka’’ya götürür.

‘‘Üniversite Turka’’da bizi çağdaş bir dünya ülkesi olmaktan çok uzaklaştırır. Aynı Cola-Turka'nın Ülker'i dünya markası olmaktan uzaklaştırdığı gibi..

Not: Haftaya yasa tasarısındaki diğer ‘‘turkalıkları’’ anlatacağım. Yardımcısını seçemeyen rektöre rektör mü denir allahaşkına!


Yiğit Şardan'a yanıt


‘‘SÜTAŞ reklamlarında inek görmekten böö geldi’’
yazımda ‘‘Sütaş reklamlarında kullanılan inek yoğunluğu tahriş edici boyutlara geldi, dikkat edin’’ demek istiyorum. Benim görevim de bu. Erken uyarıda bulunmak.

Milka reklamlarındaki ‘‘Mor İnek’’ hiçbir zaman bu kadar yoğun ve bu kadar ‘‘inek’’ olarak kullanılmamıştır. Sütaş televizyon reklamları hiçbir zaman bizi Sütaş ineğine götürmedi ki, Sütaş reklamlarında bir Sütaş ineğinden söz edemeyiz ki!

Sütaş reklamlarında sadece salya, sümük, memeleri sallanan ‘‘inekler’’ vardır. Sadece karikatürlerde Sütaş ineğinden söz edebiliriz. Zaten bu yüzden de bu uygulamalara itiraz etmedim. Eğer ineğin televizyondaki hali artık ‘‘itici’’ duruyorsa iletişimde tutarlılık diye de ‘‘inek’’ de ısrar etmenin bir anlamı var mı?

Üstelik reklam iletişiminde tutarlılık ve süreklilik bir paradigma. Diğer paradigma sıfır tabanlı iletişimdir. Yani öz aynı kalsın her yıl uygulamayı yerle bir et! Coca Cola'nın bir yaptığı iş diğerine benziyor mu? Benzemiyor. Ama Coca-Cola hep farklı şekilde aynı şeyi söylüyor. Keyif veren anların içeceği!

Ben hálá ısrarcıyım. Sütaş inekten ‘‘böööö’’ getirtmeyecek başka bir uygulamaya geçmeli. Ama bunu yaparken de şu ana kadar yaptığı ‘‘inek yatırımının’’ mirasını korumalı, ileriye taşımalı. Sütaş ‘‘ineği anımsatmaya’’ tutarlı bir şekilde nasıl devam eder onu bilemem. Açıkhava ve karikatürler televizyona nasıl uygulanır o benim işim değil. Bu zaten iletişim sorununun kendisi ve reklam ajansının çözmesi gereken sorunun aslı bu.

Sütaş markasını bugüne getiren sizlerin bu sorunu da çözecek iletişimci becerisine sahip olduğunuza inanıyorum. Eğer araştırmalar, satışlar, pazar gerçekleri varsayımlarımı doğrulamıyorsa, ‘‘Böyle bir sorun yok’’ diyorsa yazımı çöpe atar, inekleri bütün heybetleriyle televizyonda canlandırmaya devam edersiniz. Olması gereken de bu değil mi?


Kek gibi durmayın!


BİSKÜVİLER
, kekler, krakerler gibi unlu mamuller pazarının yıllık değeri yaklaşık 400 milyon dolar. Bunun % 10'unu ‘‘tek yemelik kekler’’ denilen kekler oluşturuyor. Eti'nin Topkek'i kategoriyi yaratan marka. Bu kategorideki diğer Eti markaları Popkek, Browni, Dilim Kek, Turti ve Cimtart.

Reklamlardan öğrendik. Eti ayda 10 milyon adet Topkek satıyormuş. Topkek'in fiyatı bizim bakkalda 275 bin lira. Hadi fabrika çıkışı 125 bin lira diyelim. Bu, yılda 10 milyon dolardan fazla ciro demek. Bir de Allah'ın keki dersiniz! Elin oğlu bir Topkek'ten yılda 10 milyon dolardan fazla ciro yapsın sizde hálá orada kek kek oturun, ya da devlet kapsında sürünün.

Ülker ise Topkek'e karşı Dankek'i markalaştırmış durumda. Kategorideki diğer Ülker markaları Kekstra, Dandini, Denkek Pöti. Eti'nin bu pazardaki payı % 55, Ülker'in ise % 40. Anlayacağınız Eti'nin kek cirosu 10 milyon dolarla da kalmıyor. Ülker'in gözü Eti'nin Topkek müşterisinde, aylardır Dan Kek Dan Kek deyip duruyor.

Topkek reklamlarını başta sevmedim. Sonradan anladım ki Eti, Ülker'in aylar süren başarılı ‘‘Dan’’ ve ‘‘Kek’’ saçmalığına ‘‘Top Keeeeek’’ saçmalığı ile yanıt veriyor.

Dan ve Kek reklamları saçma konseptiyle Türk reklam tarihine altın harflerle yazıldı. Topkek kategori liderliğini kaptırmamak için saçmalamaya eşlik ediyor. Bağır Hüseyin bağır. Sesin kısılana kadar bağır: Topkeeeeeeek... Dinsizin hakkından imansız gelir. (Reklam Ajansı: DDA Rating: * * *)


Yazma çocukların var!


CUMA
günü Gila Benmayor'un köşesinden öğrendim ki İstanbul Akmerkez 10. yılında kutlama etkinlikleri yapacakmış. Bir etkinlik de ben önereyim. Park yeri ıslahı projesi. Dört kat inip dolanıp, dolanıp yer bulamayıp dışarı çıkınca deli oluyorum. Yok mu elektronik bir sistem kaç araçlık yer kaldığını dört kat inmeden bize söyleyecek!

UZANLAR bir bilim adamı olarak yer aldığım AGB denetim projesinde bana da AGB'ye de çok çektirdiler. Uzan Grubu, siyasete girdikleri için kanallarının ratinglerinin düştüğüne bir türlü inanmak istemedi. Günlerce, yaptıkları yayınlarla akademik kişiliğime yönelik dayanağı olmayan imalarda bulundular. VCD'ler hazırlayıp reklamverenlere aleyhte kampanya yaptılar. AGB ölçümlerinin yanlış olduğuna yönelik bilim ve akıl dışı iddialar ortaya attılar. İşin ilginci ne biliyor musunuz? Sektörde aracılık görevini üstlenen bir büyüğümle konuyla ilgili yaptığım bir telefon konuşmasında ‘‘Doğruları yazacağım’’ dediğimde bana ‘‘Yazma çocukların var!’’ diye uyarıda bulundu. Geçen çarşamba Ertuğrul Özkök, ‘‘Tanık Olduğum Dehşet Olaylar’’ başlıklı yazısında benzer bir olaydan söz etti. Ben de bu olayı anımsadım, Vahap Munyar'ın cuma günü akıl dolu yazısında dile getirdiği ‘‘1'nci Entelektüel'le’’ paylaşayım dedim.


Çekirgelik


Kurbağa kendi bataklığından çıkamamışken, ben ona nasıl denizden söz edebilirim. Bilge kendi öğretisinin tutsağı ise ona nasıl yaşamdan söz edebilirim?

(Chu-ang Tse)
Yazının Devamını Oku

Mavi turda Gökova'dan şaşmayın

22 Ağustos 2003
Son beş yazdır yaptığım gibi bu yaz da bir hafta mavi yolculuğa çıktım. Birkaç can arkadaşla o koy senin, bu koy benim dolaştık. Hatta bu kez yanımıza kaptan bile almadık. Gerçi son girdiğimiz koyda park etmek için yanaşırken 'Kaçın, kaçın geliyorlar, canını seven kaçsın' şeklinde çığlıklar yükseliyordu ama herkes de anasının karnından kaptan doğmuyor ya!

Ömer ve Sinan kardeşlerim biraz acemi tabii ki. Zaman tanımak lazım. Bir gün gelecek bütün koylar itinayla park edişleri karşısında şapka çıkartacaklar, göreceksiniz. Neyse ki ben vardım da kazasız belasız park edebildiler. Eğer usturmaçaları tam zamanında sallandırmasam iki leşimiz olurdu da kimsenin haberi olmazdı valla. Ekim'de beş günlük bir kurs varmış, hele ona gidip bir de amatör kaptan lisansı alayım siz o zaman beni görün! (Sinan ve Ömer Kasım'da Mısır'a yelken açıyorlar. Açık denizde 11 gün... Eğer tanıyanlar varsa helalleşmelerinde fayda var. Çok özür dilerim işim var, gidip kimseyi kurtaramam..)

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Mavi yolculukta Gökova Körfezi'nden şaşmayın. Sedir Adası, İngiliz Limanı, Amazon, Kleopatra Adası, Bördübet cennet gibi yerler. Diğer koylar da iyi ama Gökova bir başka.

Bu yıl Datça adası olarak adlandırılan yarımadanın en dış burnuna Knidos'a da uğradık. Tarihi kalıntı görünce dayanamam. Knidos'ta da uzaktan kalıntıları görünce karaya çıkıp ne var ne yok bakmak istedim.

Knidos kazısına sadece 7 milyar lira mı?

Kıyıda iki katlı han türü bir yapı vardı. Bilgi almak amacıyla oraya yöneldim. Bahçede iki üç kişi oturmuş bir konuyu tartışıyorlardı. Kendimi tanıttım ve sorular sordum. Arkadaşlar o kadar cana yakındı ki sormayın. Dövseler daha iyiydi. Sonradan öğrendiğime göre bahçedekilerden biri Knidos'ta kazıları yöneten ekibin başı Prof. Dr. Ramazan Özgan'dı. Diğeri ise eşi ve meslektaşı Christine Bruns-Özgan. (Knidos'ta ilk önemli kazıları başlatan Amerikalı Profesör Iris Love'mış. 1967'den 1977'ye tam on kazı kampanyasında çalışmış. Iris Love'ın kazı izni 1977 yılında Türk hükümeti tarafından sorgusuz sualsiz iptal edilmiş. Dedikodulara göre Love altınlar, elmaslar bulmuş da onları haber vermeden yurtdışına kaçırmış.)

‘Para yok'' dedi Prof. Özgan. ‘‘Bu yıl 7 milyar lira verdiler hepsi bu.’ Ben ‘Knidos'ta bu hızla ne zaman kazılar biter’ dedim, Özgan ‘Üç bin yılına anca’ deyip hafifçe alay etti. Sonra da ‘Senle uğraşamayacağım’ gibilerden hareketlerde bulunup adamlarıyla kazı alanına doğru yöneldi.

Baktım, kazı yerine burnuma sokmamdan pek hoşlanılmadı, gidip kazı yerini dolaşayım dedim. İyi ki dolaşmışım. Yüzyıllar önceki medeniyetlerin tuvalet konusundaki, kanalizasyon konusundaki düşünce sistemlerini görünce başta Knidos kıyılarında olmak üzere tüm mavi yolculuk kıyılarındaki tuvalet rezaletinden utandım.

Utandığım diğer şey de kazı yerinde çalışan öğrenci köleler! (Köleler, Selçuk Üniversitesi Arkeoloji bölümü öğrencileri). Boğaz tokluğuna, zor şartlar altında çalışan ve sorulduğunda ‘gönüllüyüz’ diyen üçüncü, dördüncü sınıf ve yüksek lisans arkeoloji bölümü öğrencileri. Domuz bağlasan kalınmayacak yerde kalmaya zorlananlar.

Şükrü Demiryürek halktan saklanacak bir şeyler mi var?

Mavi turu bitirip ofisime döndüğümde şu kazı işleriyle bir ilgileneyim dedim. Nasıl ilgilenmem, hangi kazı yerini gezsem parasızlıktan şikayet üzerine şikayet. Bizdeki tarihi kalıntı kimsede yok. Kalıntılar, turist çekmede çok önemli rekabet avantajlarımızdan biri ama F1'i tartıştığımız kadar bu konuyu tartışmıyoruz.

Ben bu konuyu araştırmaya başladığımda da henüz Kültür Bakanı Erkan Mumcu, Perge kazısını yürüten Prof. Haluk Abbasoğlu'na ‘Mezar hırsızları mesleğinizin atası mı?’ sorusunu sormamıştı.

Ve de öğrendim ki Knidos kazısına normal bütçeden ödenenin yanı sıra Kültür Bakanlığı döner sermaye işletmesi DÖSİM'den 25 milyar TL ödenmiş.

Kafam karıştı, Türkiye'deki tüm kazılara bu yıl devlet bütçesinden ve DÖSİM'den ne kadar para ödenmiş, öğrenmek istedim.

Aradım Kültür Bakanlığı'nı. Kazılardan sorumlu herkes ya toplantıda ya tatilde. Dediler ki halkla ilişkileri arayın size bu bilgiyi verirler. Bakanlık Halkla İlişkiler ve Basın Müşaviri Şükrü Demiryürek'i aradım. Demiryürek ilgiyle dinledi ve ‘Hay hay hocam, pazartesi bilgiler masanızda’ dedi ve sırra kadem bastı. Bugün cuma Demiryürek hala dönmedi. Telefonlara da çıkmıyor.

Ne oluyor Şükrü Bey? Siz olsanız şüphelenmez misiniz? Sizi engelleyen mi var? Yoksa makamınız adı Halkla İlişkiler ve Basmayın Müşavirliği olarak değişti mi? Hürriyet okurları kazılara ayrılan devlet bütçesini ve DÖSİM bütçesini öğrenmek istiyor. Yoksa DÖSİM'de bilmemizi istemediğiniz bir takım harcama kalemleri mi var? Hani satın almalar, ihaleler falan... Yanıt bekliyorum Şükrü Bey!

Reina'yı yerinden oynatamadığımıza göre

Anımsarsanız yazmıştım. Reina'ya Asmalı Micra deterjanlarının basın toplantısı için gittim. Aracımı Reina'nın önünde boy gösteren parkçılara teslim ettim. Sonra teslim aldım. Bir süre gittikten sonra baktım ki aracım basın şehidi!

Doğaldır ki, 'kandırılmışlık duygusuyla' dellendim. Başkalarına ders olsun diye de bu olay üzerine burada iki yazı yazdım, Reinacılara öneride bulundum.

O dönemde ilgili ilgisiz birçok kişiden yanıt geldi ama Reinacılardan ses çıkmamıştı. Hatta önerdiğim modeli uygulamaya başlayan bazı restoran sahipleri arayıp teşekkür ettiler.

Ve sonunda geçen pazartesi Reina'nın sahibi Mehmet Koçarslan aradı. Bir süredir bana ulaşmaya çalıştığını ama ulaşamadığını söyledi, özür diledi, sonra da önerdiğim modelin Reina için uygun olmadığını belirtti. Çünkü trafik polisleri araçları Reina'nın önünde bir dakika bile tutmuyorlarmış.

Doğrudur. Özellikle geceleri Reina'nın önü anababa günü oluyor. Trafik polisleri de trafik keşmekeşine neden olmamak için araçların bir an önce Reina'nın önünden kaldırılmasını istiyorlar. Aksi takdirde sahil yolu tıkanıyor. (Bu arada kraldan çok kralcı olup sağa sola kükreyen trafikçilerden hiç söz etmeyeyim, onlar başka yazının konusu.)

Peki ne yapacağız? Reina'yı, Laila'yı yerlerinden edemediğimize göre sorun çözümsüz mü? Sanmıyorum. Park yeri rahatlığı bir eğlence yerini tercih etmede önemli faktörlerden biri. Telefondaki Mehmet Koçarslan bana sorun çözücü biri gibi geldi. Eğer çok yönlü düşünürse mutlaka çözüm üretecektir.

Not: Sanmayın ki halkla ilişkiler tartışması bitti. Haftaya 16 yıllık halkla ilişkilerci İpek Altınay'ın mektubuyla devam edeceğiz.

Türkiye'nin ilk 10 otobüs şirketi

Bizim Cuma'nın 'ilk onları' Türkiye'yi sarsmaya devam ediyor. 'Guru'ların seçtiği ilk on köfteci, ilk on hamam, ilk on otel, ilk on köy, ilk on işkembeci herkesin ağzında, konuşuluyor, tartışılıyor, eleştiriliyor, hatta itinayla kesiliyor, saklanıyor. (Yeri gelmişken sizle içimde kalan bir şeyi paylaşayım. Hürriyet Pazar'ı, Hürriyet Cumartesi'yi ve çeşitli Hürriyet bölümlerini yöneten Neyyire Özkan'ın kesinlikle şeytanla ikili bir anlaşması var. Neyyire'nin nereye eli değse altın oluyor. Ben şahsen kendim bizzat gördüm şahit oldum. Ne yaptı etti Hürriyet Cuma'yı da kısa sürede Hürriyet'in efsaneleri arasına soktu. Hatta kısa sürede Hürriyet Cuma'nın taklitleri bile çıktı. Yalan mı şimdi çıkmadı mı? Bir Allah'ın günü de doğruyu söyleyin de, ben de dişimi kırayım ya. Kıskanç toplumuz kıskanç, çekemiyoruz kimseyi.)

Durup dururken bu 'ilk on' söylemi nereden mi çıktı? Pazar yazılarım için marka ligi çalışırken ilginç bir sonuçla karşılaştım da, bu sonucu siz ölümlü Robinsonlardan esirgemeyeyim dedim. (Biz Cuma olunca siz Robinson oluyorsunuz ya! He he he...)

Her zaman yaptığımız gibi Taylor Nelson Sofres'in cep telefonu düşmanı araştırmacısı Bengi Özboyacı ile oturduk, Trendpoll adı verilen araştırmada 'Seyahat şirketleri arasında ilk on markayı nasıl ortaya çıkarırız' diye düşünmeye başladık. Soruyu 'Aklınıza gelen ilk üç seyahat şirketini söyleyiniz?' diye sormaya karar verdik. Hesapta, görüşülen kişiler Vista, Setur, Anı Tur diyecek biz de amacımıza ulaşacaktık. Ama bir şeyi unuttuk galiba. Seyahat acentesi ilgi alanına giren insanların yaşam standartlarını.

Trendpoll araştırması 18 yaş üstü Türkiye temsili 2020 kişi ile yapılıyor ve araştırmada Türkiye'nin her yaşam standardı olduğu şekliyle temsil ediliyor. Sonuçlar gelip de asistanlarım Kemal Suher ve Bilge İspir'le analiz ettiğimizde yerimizden şöyle bir doğrulduk.

Görüşülen kişilerin % 69'u kendilerince en az bir seyahat acentesi ismi söylediler. Oysa bunların hepsi otobüs şirketleri idi. Gerçek anlamda seyahat acentesi diyebileceğimiz dört şirketin sonuçlara göre yerleri ise şöyle çıktı: Dördüncü sırada Asya Tur (% 14,5), on birinci sırada Anı Tur (% 8,4), yirmi dördüncü sırada ETS (%2,2) yirmi sekizinsi sırada Öger Tur (% 1,7)

Bu örnekte de görüldüğü gibi bir araştırmada doğru sonuca ulaşmak için doğru soruyu sormak çok önemli. 'Yurdum insanının aklına seyahat acentesi deyince otobüs şirketleri geliyorsa biz ne yapalım' deyip kenara çekilmemek lazım. Biz cep telefonu düşmanı Bengi Özboyacı ile doğru soru üzerinde çalışıyoruz. Size de yurdum insanının seyahat dünyasında ilk 10 otobüs markasını burada gururla sonuyoruz.

Otobüs Şirketi Marka Ligi

(İlk 10)

%

1.Ulusoy 23,1

2.Metro 19,7

3.Kamil Koç 16,3

4.Asya Tur 14,5

5.Varan 12,6

6.Uludağ 11,7

7.Nilüfer 11,4

8.Kontur 10,4

9.Pamukkale 9,7

10. Özkaymak 9,2

Cuma Takıntısı

Sevgili dostum Cemalettin Taşçı oturmuş internet listelerinde yazdığı mektupları kitaplaştırmış ve ortaya e-posta isimli çok değişik bir kitap çıkmış. Bence bu kitap internetin iftira, çamur, zevzeklik dışında nasıl düşünce çoğaltımı için kullanabileceğinin çok güzel bir kanıtı. Eline sağlık Cimi, kainatı kavrayış biçimimiz nasıl değişti biraz anlıyoruz ama hayatının projesini de bekliyoruz, unutma! (e-posta, Cemalettin Taşçı, Kızılelma,2003)

Cuma Lakırdısı

Siz başarının anahtarını bulur bulmaz biri daima kilidi değiştirir (Tracey Ullmann)
Yazının Devamını Oku

Mustafa Çelik kurt mu, kaplan mı

17 Ağustos 2003
<B>REKLAM</B> sektörü bir süredir Ilgınlı girişimci <B>‘‘Mustafa Çelik'in reklam ajanslarına attığı kazık’’</B> dedikosu ile çalkalanıyor.Mustafa Çelik, 1956 doğumlu Ilgınlı bir Anadolu kurdu (Anadolu kaplanı diyeceğim ama dilim varmıyor. Mustafa Çelik'in özelikleri daha çok kurda uyuyor. Kaplan olup olamayacağını zaman gösterecek).

Çelik, 1980 yılında Zonguldak'ta Makine Mühendisliği bölümünü bitirmiş ve üç yıl devlet memuru olarak (şeker fabrikalarında) çalıştıktan sonra Özal döneminin girişimcilik gazıyla zengin olmaya karar vermiş (Kendisi bu durumu ‘‘devlette müteşebbislik ruhumun aşındığını ve törpülendiğini hissettim’’ şeklinde tanımlıyor.)

Çelik, 1983'te bakmış güneş enerjisi ile su ısıtma konusu gündemde, hemen bir atölye kurup bu işe girmiş. Ağzı oldukça iyi laf yapan Çelik Konya'da kapı kapı dolaşıp güneş enerjisinin nimetlerini anlatmış. Dönemin Konya Valisi Kemal Katıtaş'ı da ikna edip Vali Konağı'na güneş enerjisi tesisatı kurmuş. Vali Konağı'ndaki referansını iyi kullanan Çelik'in işleri açılmış ve iyi bir sermaye birikimi elde etmiş.

1995 yılında güneş enerjisi ile ısıtma sektörü doygunluğa ulaşınca (kendi deyimiyle güneş enerjisi işi demircinin, tenekecinin, sobacının, çeşmecinin eline düşünce) Anadolu kurdu Mustafa Çelik yeni bir alana yatırım yapmaya karar vermiş.

Çelik, yine bakmış doğal gıda işi gelecekte parlak işlerden biri, yurtdışındaki aracı firmaları kullanıp ismini sır gibi sakladığı bir Amerikalı gıda firmasından ‘‘bal kıvamında meyve özütü’’ şeklinde tanımlanabilecek bir ürün için lisans almış. (Amerika bağlantısı Çelik'in iddiası, hiçbir şekilde doğrulayamadık.)

Çelik, Amerikalı firmayı ikna etmek için yurtdışından getirilen numune ürünlerle ünlü araştırma şirketlerinden birine ‘‘ürün testleri’’ uygulatılmış ve raporda ‘‘% 85 beğendi’’ sonucu çıkınca 1998 yılında lisansı kapmış.

Lisans işi ‘‘araştırma desteğiyle’’ kapılınca yine Amerikalı firmanın aracılığı ile Ilgın'da ‘‘Meybal’’ isimli tesisin yapımına başlanmış. Araziyi mi nereden bulmuş? Orası biraz karışık. Dönemin MHP'li belediyesi Mustafa Çelik'e bu araziyi tahsis mi etmiş, yoksa Çelik burayı ihaleden mi almış, yoksa Hazine'nin malı üzerine mi oturulmuş pek anlamadım. Hatta Doğan Haber Ajansı'nda arkadaşlarımız şirket ya da şahıs adına Meybal'ın ticaret siciline kaydını bulmadılar.

Mustafa Çelik, yatırımının 100 milyon dolarlık bir yatırım olduğunu iddia ediyor. Arkadaşlarımız yine araştırdı, Çelik'in yatırımının değerinin 5 milyon dolardan fazla olmadığını buldu. Tesadüf bir de mahkeme dosyasına ulaştık. Geçen yıl ekim ayında, Meybal isimli tesisin yapım aşamasında fabrikada bir patlama olmuş, Ramazan Çiftçi isimli bir işçi ölmüş. İşçinin sigortası yokmuş... Mustafa Çelik hakime ve mahkemeye karşı yaptığı konuşmadan dolayı bir süre tutuklu kalmış. Dava hálá devam ediyor.


Yanlışlıklar komedisi


ANLAYACAĞINIZ
Mustafa Çelik'in Meybal isimli tesisi maceralı bir yapım aşamasından sonra bitmiş ve sıra ‘‘sır’’ ürünün pazarlamasına gelmiş.

Çelik, gıda alanında reklamın öneminin farkında. Bir reklam ajansına gereksinimi var. Çelik reklam ajansı seçecek, sonra reklama başlayacak.

İşte tam bu aşamada Mustafa Çelik beni de aradı. Telefonda öyküsünü, yatırımlarını anlattı ve beni yerlere göklere sığdırmadı ve açacağı reklam konkurunda jüri üyesi olup olmayacağımı sordu. Hatta beni Ilgın'a davet etti. Böyle bir jürinin yanlış olduğunu da söyleyip, jüri üyeliğini kabul etmedim. İstekli (ama neyin peşinde olduğunu anlayamadığım) bir reklamvereni kırmamak için de binbir özürler ileri sürerek bütün isteklerini nazikçe geri çevirdim.

Sonra öğrendim ki, Mustafa Çelik Türkiye'nin güvenilir pazarlama ve marka uzmanlarına telefon edip, konuşmalar yapmış ve kendisine bir danışmanlar ekibi kurmuş, Çelik bu danışmanların yardımıyla bir konkur şartnamesi hazırlayıp reklam ajanslarına göndermiş. Şartname de ne şartname ama! İçinde bütçe yok.

Bütçesi olmayan bir şartnamaye Türkiye'nin ünlü reklam ajanslarının da bulunduğu 37 ajans başvurmuş. Hatta bütçesi belli olmayan böyle bir işe medya satın alma şirketleri teklif üzerine teklif vermiş, hatta bazı satın alma şirketleri istedikleri ajans doğrudan seçilirse indirim vereceklerini söylemiş. Ama Mustafa Çelik bunları yutmamış.

Çelik, Reklamcılar Derneği'nin konkur ilkelerini ayaklar altına alan uygulamalarla, kısa listeye beş ajans kaldı deyip 11 ajansı son aşamada yarıştırmış. Sonra utanmamış ‘‘Ajansları üçe indirdim deyip’’ bu sefer gizli gizli beş ajansı çalıştırmış, sonra bütün reklam fikirlerini ve pazarlama fikirlerini alıp sırra kadem basmış!

Reklam sektörü yaklaşık bir aydır Mustafa Çelik'in açıklayacağı sonucu bekliyor. Dedikodulara göre Mustafa Çelik'in sonuç açıklayacağı falan yok. Çünkü ilk yıl için Çelik'in reklama ayırdığı para yok. Çünkü Çelik, pazarlama ve reklam fikri üreten kurumlara saygısı olmayan kurnaz bir Anadolu kurdu! Bütün derdi de reklam ajanslarının fikirlerinden beleşe yararlanmak.

Reklamcılara ne diyeyim. Söz konusu ‘‘kurnaz’’ biri olunca onlara da çok yüklenmek haksızlık olur diye düşünüyorum. Umarım gerekli dersi çıkarmışlardır. İsmi ‘‘Çelik Güneş Isı Gıda ve Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş.’’ olan bir firmanın teklifine atlamadan önce durup bir düşünmek gereksiz mi? Konulan kuralları ilk defa koyanlar bozarsa ortada inandırıcılık diye bir şey kalır mı? Hem ‘‘reklamveren eğitimsiz’’ deyip sonra da eğitimsizliğe bu kadar çanak tutulur mu?

Mustafa Çelik'e önerim zihniyetini değiştirmesi. Pazarlama ve reklam ciddi bir iş. Bu alanda çalışan insanlar düşünce satıp para kazanıyorlar. Bu düşünceden yararlanmak isteyen karşılığını ödeyecek. Çelik eğer ‘‘kaplan’’ olduğunu iddia ediyorsa çıkar paşa paşa konkur sonucunu açıklar, fikirlerinden yararlandığı insanlara paralarını öder, yapar reklamını, biz de buradan kendisini kutlarız.


Günün anlam ve önemi adına


AFRİKA
'daki yamyam kabilelerinden birinin şefi amansız bir hastalığa yakalanmış derdine derman bulmak için o doktor senin bu doktor benim gezmeye başlamış. Günlerden bir gün doktorlardan biri demiş ki ‘‘Sana iyi gelecek şeyi buldum. Üç gün içinde bir reklamcı yemelisin. Eğer üç gün içinde bir reklamcı yersen topaç gibi olursun!’’

Reklamcı yeme fikri yamyam kabilesi şefimizin kafasına yatmış ama yenilecek reklamcıyı nasıl bulacağı konusunda hiçbir fikri yok. Doğru yakındaki bir yamyam kabilesinin şefini ziyarete gitmiş. ‘‘Nerede bulunur bu reklamcılar?’’ diye sormuş. Daha deneyimli olan diğer kabile şefi şu öneriyi yapmış: ‘‘Kabileni tanıtmak için reklam konkuru açacağını duyur, onlar seni bulur!’’

Öneriyi dinleyen yamyam kabilesi şefimiz etrafa ‘‘konkur açtım’’ diye haber salmış. Çok geçmeden çevresi yüzlerce reklamcıyla dolmuş. Yamyam kabilesi şefi şaşkınlık içinde öneri veren kabile şefinin yanına koşarak, sormuş: ‘‘Şimdi de haddinden fazla reklamcı oldu. Ne olur acele söyle bunların hangisini yiyeceğimi nasıl karar vereceğim?'

‘‘Sabret’’
demiş diğer kabile şefi ‘‘Sabret! Bir şey yapmana gerek yok, bir süre sonra onlar birbirlerini yerler, sen de en son kalanı yersin!’’


Çekirgelik


Eğer ekonomistler çok zeki ise Afrika hála niye bu kadar yoksul?

(Stefan Haber)
Yazının Devamını Oku

Ya Seymen Ağa'yı Mahsun Kırmızıgül oynasaydı

15 Ağustos 2003
Bir süre için Asmalı Konak'tan önceki Özcan Deniz gerçeğine dönelim. O dönemde de Özcan Deniz'in hayranları vardı ama bugün ona hayranlık duyan büyük bir kitle için Özcan Deniz o günlerde tam bir 'arabesk-kıro' idi. Yani bugün Mahsun Kırmızıgül bazılarınca nasıl algılanıyorsa Özcan Deniz o günlerde iki kat daha 'arabesk-kıro' algılanıyordu.

Asmalı Konak başladı. Kadınını hem seven hem yöneten, hem sahiplenen (çok sahiplendiğinden gerektiğinde hırpalayan) Seymen'i Türkiye çok sevdi. (Seymen Ağa karakteri Türk kadınının içindeki gerçeği, bir bakıma da bir çelişkiyi, ortaya çıkardı. Daha önce 'özgür olalım, erkek bize karışmasın' diyenler aslında palavra atıyorlarmış! Aslında her Türk kadınının kalbinde bir 'Seymen Ağa' yatıyormuş).

Asmalı Konak yayınlanmaya devam ettikçe Seymen Ağa'ya duyulan sevgi daha da arttı. Medyamız bu fırsatı kaçırır mı? Kaçırmadı da.

Özcan Deniz 'Star' olarak pompalanmaya başlayınca Özcan Deniz'e 'arabesk-kıro' diyen sayısı da hızla azalmaya başladı. 'Yakışıklı adam' diyenler arttı, 'Çok iyi oyuncu' diyenler arttı, 'Sesi başkasının olabilir ama Özcan Deniz olmasa o ses ne işe yarar' diyenler arttı. Özcan Deniz neredeyse Tarkan, Sezen Aksu gibi ya da bir anlamda Hülya Avşar gibi yere göğe sığdırılmamaya başladı.

Durup dururken Özcan Deniz konusunu açmadım. Elele dergisinin Temmuz sayının okurken Şencan Güleryüz'ün Ege Aydan'la yaptığı söyleşi gözüme çarptı. O söyleşide Güleryüz 'İyi oyuncular sıralamasında senin ismin yok Özcan Deniz'in var' deyince Ege Aydan 'Bu listeleri yapanlar aslında gerçek oyunculuğun ne olduğunu bilmiyorlar. Gene o dünyanın insanları. Özcan'ı da herkesten çok iyi oynuyor deyip bir yere getiren insanlar da aslında televole kültürünün insanları...' demiş ve devam etmiş.

Ege Aydan'ın yanıtını okuyunca her nedense bazılarının bütün bu 'Star ittirmesi' karşısında Özcan Deniz'i Mahsun Kırmızıgül hálá nasıl algılanıyorsa öyle algılamaya devam ettiklerini düşündüm. Bazılarının Seymen karakterinden hiç etkilenmediklerini, içine düşmediklerini ve Özcan Deniz'le Seymen'i özdeşleştirmediklerini düşündüm. Hálá Mahsun Kırmızıgül neyse Özcan Deniz de bu kişiler için o. Ben hangi safta mıyım?

Ben 'Eğer Seymen Ağa'yı Mahsun Kırmızıgül oynasaydı bugün yere göğe sığdırılamayan Mahsun olurdu. Özcan Deniz de 'kıro-arabeskçi' olarak algılanmaya devam ederdi' diye düşünüyorum. Hatta Mahsun Kırmızıgül'e haksızlık yapıldığını bile düşünüyorum. Mahsun'u keşfetmek için mutlaka Seymen'i mi oynatmak lazım. Haksızlık bu.

Universal Stüdyoları biraz yavan geldi

Amerika gezisi anılarımın kabak tadı verdiğini ben de biliyorum ama burada bitirsem içimde bir 'tamamlanmamışlık duygusu olacak. İzin verin, biraz daha devam edeyim.

Colorado Denver'dan sonra durağımız San Francisco idi. San Francisco'nun bu kadar soğuk ve kasvetli bir havaya sahip olduğunu bilmezdim. Gidecekseniz zibidi gibi iki şort bir atletle gitmeyin, üstünüze kalın bir şeyler alın.

San Francisco'da ilk aradığımız filmlerde gördüğümüz inişli çıkışlı sokaklardı. Kısa süre içinde de bu sokaklara kavuştuk. Çünkü neredeyse San Francisco'nun her yeri böyle inişli çıkışlı. San Francisco köprüsünü ve Alkatraz Adası'nı görmek ise çok heyecan verici.

San Francisco'ya gidince görmeden gelmemeniz gereken Fisherman Wharf bölgesi. Taze taze deniz ürünleri (okyanus bunlar okyanus) sevenler ise hiç kaçırmasın. Ekmek arası yengeç süper. Mutlaka deneyin.

San Francisco'da bir de 'Size fok balıklarını göstereyim' diyenler çıkacaktır. Sakın inanmayın. Ben bir foku göremedim çünkü fokların bulunduğu bölgede tadilat varmış, içeri almıyorlarmış. Vista'ya da bu konuda saygılarımı sunarım tabii ki.

Sonraki durak Las Vegas'tı. Las Vegas konusunda Amerikalılar'ı kutlarım. Allahın çölü ancak bu kadar turizm merkezi haline getirilebilir ve üzerinden para kazanılabilir. Las Vegas demek otel gezmek ve kumar oynamak demekmiş. Bizde kumar oynayacak para olmadığı için işimiz otel gezmek oldu.

Otel deyip geçmeyin. Dünyanın en büyük on oteli Las Vegas'ta, her otelin bir konsepti var. Kiminde Paris havası var, kiminde Mısır, kiminde Venedik. Her oteli hakkıyla gezmek isterseniz en az bir haftanızı alır. Las Vegas ölmeden görülmesi gereken yerlerden biri, haberiniz olsun. Yalnız çok sıcak, buharlaşmayı göze alan gitsin.

Ve son durak Los Angeles. Daha önceki gezimde size Hollywood'dan söz etmiştim. Bu kez sadece Universal Stüdyoları'ndan söz edeceğim. Amerikalılar sadece film sektöründen para kazanmıyorlar. Bir de yaptıkları filmleri nasıl yaptıklarını gösterip onun üzerinden para kazanıyorlar. Giriş 50 dolar.

Böyle eğlence parklarını çok mu gezdim ne, Universal Stüdyoları bana biraz yavan geldi. Hatta biraz da eskimiş. Yine iğne atsan yere düşmüyor, bir gün gez gez bitmiyor ama bazı şeylerin yenilenmesinde fayda var galiba. Geleceğe Dönüş, Su Dünyası, Deprem, King Kong gibi filmleri tekrar anımsamak fena değildi. Trenle yapılan açıklamalı stüdyo turu da en iyi etkinlik bence.

Marilyn Monroe ile fotoğraf çektirmeyi tabii ki unutmadım. Şunu hemen ifade edeyim. Marilyn'in yanından fotoğrafı çektirdikten sonra hemen uzaklaşmasaydım kulağım elimde Türkiye'ye dönebilirdim. Kadın az daha kulağımın içine giriyordu. Kulağıma neler fısıldadığını ise asla yazamam, terbiyem uygun değil! Siz de gidin, öğrenin.

Ve işte Amerika'yı bitirdim. Yedim Amerika'yı yedim.

'Kucağına bırakmak, altına yatmak...' Buyur?

Not: Halkla ilişkiler yazılarım için bazılarınız 'bize ne alaka?' diye düşünebilirler. Oysa bu tartışma en çok sizi ilgilendiriyor. Eğer gelecekte gazete haberlerinin yüzde 60'ı halkla ilişkiler şirketleri aracılığıyla ulaşılan haberlerden oluşacak desem ne dersiniz? Haberi tüketen ve 'gazete yazıyorsa doğrudur' inancına sahip olan sizsiniz unutmayın.

Halkla ilişkiler konusunda sürdürdüğüm ve de ısrarla da sürdüreceğim tartışma ilginç ama çok olumlu bir boyut kazanmaya başladı. Özellikle halkla ilişkileri gerçekten meslek kabul edip canla başla çalışan gençler ve 'butik' diye tanımlayabileceğimiz küçük halkla ilişkiler şirketlerinin sahipleri görüş bildirmeye başladılar.

Çoğunluğu yazdıklarıma hak verip 'bir şeyler yapalım, biz hazırız' diyor. Böyle bir enerji nasıl harekete geçirilmez anlamak mümkün değil. İlginç olan hemen hemen tüm mektuplardaki 'lütfen ismimi kullanmayın' ricası. 'Enerji' var ama bu enerji biraz korkak bir enerji galiba. Türkiye'nin 'otoriter' kafa yapısı, bu sektörde de potansiyel enerjiyi sindirmiş görünüyor. (İsminin açıklanmasını istemeyenlere hak vermiyor da değilim. Krizin dumanları buram buram tüterken kim işinden olmak ister!)

Bugün yine ilginç bir mektup yayınlıyorum. Mektubun ilginçliği, yazanın iletişim fakültelerinden birinde son sınıf öğrencisi olması ve bir yandan da büyük halkla ilişkiler şirketlerinden birinde çalışması. İsmi önemli değil, kim olduğu önemli değil. Önemli olan daha mesleğinin başında olan bu genç halkla ilişkilercinin, gazeteci-halkla ilişkilerci ilişkisini tanımlarken 'kucağına bırakmak' ve 'altına yatmak' ifadelerini kullanması! Ne acı değil mi!

Lütfen kimse kızmasın, kimse alınmasın. Sadece halkla ilişkilerci-gazeteci ilişkilerini bu noktaya getirenler utansın! Bu iki ifadeyi mesajımı 'net' verebilmek amacıyla adlı adınca yayınlıyorum. Medyanın halkla ilişkilerciye gereksinimin arttığı bir çağda yaşıyoruz. Halkla ilişkilercinin medyaya gereksinim duyduğu zaten çok açık. Halkla ilişkiler sektörünün gazetecileri, medyayı suçlayarak 'böyle gelmiş, böyle gider' diyerek bir yere varamayacağı da çok açık. Benim görevim 'açıklar' konusunda uyarmak. İşte mektup:

'Bir süredir, halkla ilişkiler sektörü ile ilgili değerlendirmelerinizi ilgiyle takip ediyorum. Her zamanki gibi çarpıcı saptamalar yaptınız ve bu saptamalar çoğu kişinin hoşuna gitmedi. Ancak benim değinmek istediğim bahsedilen konuda yalnızca halkla ilişkiler şirketlerinin suçlu olmadığıdır.

PR şirketlerini eleştirirken bazı gazeteci tutumlarını da eleştirmekte fayda var diye düşünüyorum. Bir süredir Türkiye'nin en büyük PR şirketinde çalışmaktayım ve acaba doğru bölümde mi okuyorum diye düşünmeye başladım. Okulumu bitirmeye bir sene kalmışken acaba PR bana uygun mu diye düşünmeye başladım. Çünkü gördüklerimi artık midem kaldırmıyor. Arçelik'ten aldığı çamaşır makinesi bozulunca Arçelik'in danışman halkla ilişkiler şirketini arayıp makinesinin değiştirilmesi için baskı yapan ülkemizin ünlü ekonomi muhabirinin tehditleri karşısında PR şirketleri ne yapabilir?

İzmir'e yapılacak ve lüks bir otelde iki gün konaklamalı basın gecesine karısını ve çocuklarını da getirmek isteyen, 'hayır' yanıtını alınca da tehditler savuran gazeteciye ne yanıt verilmeli?

Lüks mekanlarda yapılan lansmanları beleş yemek ve içki mekanları olarak nitelendiren gazeteciler şimdi neden susuyor? Ancak halkla ilişkileri basının kucağına bırakan ana neden 'Hürriyet, Milliyet ve Sabah'ta haberim çıkmazsa para falan vermem' diyen patronlardır. Bunu duyan PR şirketlerinin de gazetecilerin böyle 'altına yatmaları' gayet doğaldır.

Bir süredir sürdürdüğünüz tartışmaya gazetecilerin sessiz kalması ilginç! Oysa onlar konuşmadıkça doğru ortaya çıkmayacak. Ama görüyorum ki gazeteciler üç maymunları oynuyor. Nerede kaldı gazetecilik etiği? Yıllarca bu yolda can veren basın şehitlerinin şimdi toprak altında kemikleri sızlıyor.'

Turistik İstanbul manzarası

Geçen hafta ne zamadır yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Beşiktaş İskelesi'nin hemen kenarındaki Hanedan'da yemek yedim. Fark ettim ki hanedan turist kaynıyor. İstanbul otelleri Hanedan'a turist paslıyor. Haklılar da...

Hanedan'ın terasında İstanbul manzarası da turistlik. Şehir Hatları Vapurları'nın biri geliyor biri gidiyor. Balıkçı tekneleri etrafta fıldır fıldır dolaşıyor. Onları izlerken balık yemek, deniz ürünlerinin tadına bakmak, içmek ve sohbet etmek kaçırılası bir şey değil. Servis gayet iyi, mezeler leziz. En güzeli salata. Balık da iyi pişiriliyor. Burada yemek yemek için içki dahil kırk milyonu gözden çıkartmak lazım. Özellikle şehir dışından gelip İstanbul havası almak isteyenlere de Hanedan'ı tavsiye ederim.

Cuma LAKIRDISI

Yaşlı her şeye inanır, orta yaşlı her şeyden şüphe duyar, genç her şeyi bilir. (Oscar Wilde)

Cuma Takıntısı

Laila Orient Albümü'nü beğendim. 'Orient' bir yanınız varsa bu hafta sonu için şiddetle öneririm. Koyun CD'yi, sonuna kadar sesi açın, ohhh şıkıdım şıkıdım. İnsan her şeyi unutuyor walla.
Yazının Devamını Oku

Çekyat kültüründen Country Collection'a

10 Ağustos 2003
<B>HAZIR</B> mobilyada, <B>‘çek yat ve kanepe’’</B> kültüründen nerelere geldiğimizi görüyor musunuz? Görmüyor musunuz? Nasıl görmezsiniz anlamıyorum. Oldukça hızlı bir rekabetin yaşandığı hazır mobilya sektöründe, İstikbal'in ‘country collection’ ismiyle tanıtımını yaptığı ağır mobilyalar bu sektörün nerelerden nerelere geldiğinin en güzel kanıtıdır. (Tarz-ı Hayattan Yaşam Biçimine isimli kitabın yazarı Rıfat Bali'nin kulakları çınlasın!)

Peki hazır mobilya sektöründe marka lideri kim? Merak etmiyor musunuz? Nasıl merak etmezsiniz yine anlamıyorum. Sanırım son yıllarda televizyonda, gazetede, radyoda, orada burada hazır mobilyadan daha çok ne gördünüz allahaşkına!

Ben sizin için merak ettim ve geçen ay Taylor Nelson Sofres Trendpoll araştırmasında Türkiye temsili 18 yaş üstü 2012 kişiye ‘aklınıza gelen ilk üç hazır mobilya markası’’ sorusunu sordu.

Görüşülen kişilerin % 85'i en az bir hazır mobilya markasını anımsadılar. Bu rakam bile son yıllarda nasıl ağır bir ‘hazır mobilya’ iletişim bombardımanı altında olduğumuzun kanıtıdır.

Sonuçlara göre marka anımsanma ligimizin lideri % 73.5 ile İstikbal, daha sonra sırayı % 56.3 anımsanma oranı ile Bellona alıyor. Üçüncü sırada % 31.9 ile Kelebek Mobilya dördüncü sırada ise % 20.6 ile Yataş geliyor. Ankara Mobilya'nın % 8.1 ile altıncı sırada olması ilginç geldi bana. Bazıları biliyor da ben niye bu markayı bilmiyorum? Yoksa bilinmek için benim bilmediğim teknikleri mi uyguluyorlar?


Yiğit Şardan, Sütaş inekleri için diyor ki


GÜZEL
Sanatlar/Saatchi&Saatchi reklam ajansının sahibi Yiğit Şardan, Sütaş reklamlarının arkasındaki beyin. Sütaş markasının bugünkü değerine gelmesinde Yiğit Şardan'ın rolü gerçekten çok büyük...

Geçen hafta okuduğunuz ‘Sütaş reklamlarında inek görmekten bööö geldi’ başlıklı yazıma Yiğit Şardan'dan yanıt geldi. Şöyle diyor Şardan:

‘‘(Sütaş'la ilgili yazınızın)... reklamvereni yanlış yönlendireceğinden endişe ediyorum. İletişimde tutarlı olmanın marka performansı ve iş sonuçlarına olumlu etkisi ülkemizde maalesef Batı ülkelerindeki kadar iyi anlaşılmadığı için pek çok reklamveren ajanslarını iletişim dili anlamında daldan dala atlamaya zorluyor veya sık sık ajans değiştirerek markaya karşı daha da ağır bir suç işliyor.

İletişimi yatırım değil harcama olarak gören bu anlayış da reklamcılığın etkinliğini ve saygınlığını baltalayan bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.

Batıdan örnek verecek olursak Milka'nın ineği kullanma tarihçesi yüz yıl öncesine dayanmakta,
‘Marlboro Man' iletişim yolu ise 35 yıldır markaya hizmet etmektedir.

Elbette yazınızla bunu kastetmediğinizi bilecek kadar pazarlama bilen reklameveren var. Ancak bu görüşler karşısında bocalayacak ve zaman içinde beşbenzemez iletişim malzemeleri ve vur-kaç kampanyalar üretmeyi marifet sanabilecek reklamveren de korkarım az değil.

Sütaş özeline dönecek olursak, sizin de zaman içinde gözlediğiniz gibi, rekabetin inanılmaz yoğunlaştığı bir dönemde bölgesel oyunculuktan ulusal liderliğe yükseliş ve beş kere katlanan satış hacmiyle tam bir başarı hikayesi olan bir marka görüyoruz. Çocuklar inek gibi sıradan bir hayvana Sütaş diye hitap eder oldularsa bunu sağlayan mutlaka iletişimdeki süreklilik olmalıdır. Tutarlılık buradaki tek faktör olmasa da mutlaka hakkı verilmeli ve Sütaş, marka tutarlılığı açısından tüm reklam verenlere örnek teşkil etmelidir.

Eğer iletişim bir bütünse, açıkhava uygulamalarında veya gazetenizde bir yılı aşkın süredir yayınlanan karikatürlerde inek figürü mübahken, televizyon reklamlarında başka bir arayışın dayanağını göremiyorum.

Hem araştırma sonuçları hem de ürün satışları,
Ayraniç örneğindeki gibi farklı yaratıcı yaklaşımlarla bu iletişim platformunun maksimum etkinliğini sürdürdüğünü göstermektedir. Bence bu iletişim uygulamasında ilgisiz bir yaratıcı paltforma sıçramak hem kolaycılık hem de reklamverenin parasının çarçur etmektir.

Özetle tutarlılık marka yaratma sürecinde ajansı kısıtlayan ancak markaya çok önemli değer katan unsurlardam biridir. Hepimiz global Türk markaları yaratırken bu doğruya sıkı sıkıya sarılmalıyız diye düşünüyorum. Umarım siz de bu görüşüme katılıyorsunuzdur.’’

Yiğit Şardan
’a katıldığım yanlar var katılmadı yanlar. Haftaya söz savunmanın...


Arkadan hançerlemenin bir bedeli olmalı


BİRİ Gülse Birsel
'in yaptığı reklam eleştirileri ile benim yaptığım reklam eleştirilerini aynı kategoride değerlendirse bu kişiye ne dersiniz? ‘Cahil gelmiş zır cahil gidecek’ dersiniz değil mi? Doğru.

Peki böyle bir benzeştirmeyi herhangi bir dergi yapsa bu dergiye ne dersiniz? Yine ‘cahil gelmişler zır cahil gidecekler’ dersiniz değil mi? O da doğru.

Size bir sır vereyim mi? Hadi vereyim. Aslında bu tür dergilerin bazı sektör derneklerinin ‘borazanı’ olma olasılıkları çok fazladır. Çünkü cahildirler ve ilgi alanlarına giren konuları anlayabilmekten acizdirler. Kolayca gaza getirilirler, cehalete yataklık ederler.

Kendi adıma söylüyorum. Bundan böyle bu tür dergileri ne okurum ne değer veririm hatta bedava verseler almam..


Bu keklik düz ovada avlanmaz!


HÜRRİYET
Cumartesi'de müthiş bir Famous Grouse reklamı yayınlanıyor. Gördünüz mü bilmiyorum. Süper birşey. Famous Grouse'da öyledir ben de çok severim. Emre Aköz, 27 Temmuz Pazar günü Sabah'ta Famous Grouse'çulara bu reklamla ilgili olarak ‘..Ama yeni reklamınız bizim gazetede yok. Niye? Sabah okuru viski içmez mi yani?’ diye sormuş.

Birden üzerime vazife edindim, Aköz'e yanıtı ben vereyim. Tabii ki Sabah okurları arasında da viski içenler vardır sevgili Aköz. Ama bir reklamveren reklam vermeden önce bazı araştırmalara bakıp hangi gazetede daha fazla potansiyel kullanıcısı olduğu görmek zorunda. Viski, fiyatı gereği biraz daha yüksek yaşam standardına sahip kişilerin tüketebileceği bir içki. Viski reklamının da öncelikle hangi reklam ortamında yapılacağını araştırmalar çok açık gösteriyor. Dolayısıyla Famous Grouse elindeki kısıtlı cephaneyi en fazla ‘potansiyel tüketici’ bulabileceği yerde harcıyor ve düz ovada avlanmıyor!


Çekirgelik


Tüm bildiklerim gazetelerde gördüklerimdir.

(Will Rogers)
Yazının Devamını Oku