Ali Atıf Bir

Vur vur inlesin, ‘ver kurtul’cular dinlesin!

29 Haziran 2003
<B>İKİ</B> hafta önce KKTC Başbakan Yardımcısı <B>Serdar Denktaş</B> aradı. <B>‘‘Türkiye'de KKTC'yi haritadaki küçücük şekliyle algılayanların sayısı fazla’’</B> dedi. <B>‘‘Bu nedenle sokaktaki insana </B>‘minnacık bir yer, verip kurtulalım, AB'ye girelim'<B> denince, bu söyleme inananların sayısı fazla oluyor’’</B> diye de ekledi. KKTC’nin yeterince bilinmemesinin en güzel kanıtı her yıl Türkiye'den sadece 150 bin kişinin KKTC'yi turistik amaçlı ziyaret etmesi. Üstelik böyle bir ziyaret için pasaport falan gerekmezken, sadece nüfus cüzdanı ile giriş yapılabilirken.

‘‘Bunların % 90'ının amacı da casinolarımızdan yararlanmak’’ diyor Serdar Denktaş. Anlayacağınız KKTC hükümeti, Türkiye'de sadece ‘‘kumarhaneleriyle’’ anılmaktan da, zengin ama tembel öğrencilerin kapağı atacakları üniversitelerin bulunduğu bir yer olarak algılanmaktan da rahatsız.

‘‘Rahatsızlar da ne yapıyorlar?’’ diyorsunuz değil mi? Son günlerde Türkiye'de başlayan KKTC reklamlarının arkasındaki temel düşünce ‘‘bir yerden başlamak’’ işte. KKTC algı ile gerçek arasındaki farkı kapatmaya çalışıyor. Doğrusu da bu. İnsanları KKTC'yi götüremiyorsan, KKTC'yi onlara götüreceksin. Bunu başarmanın tek yolu da reklamdan geçiyor.

İki haftadır yayınlanan KKTC reklamlarındaki ‘‘cennetle’’ yüzleşenlerin kolayca ve yüksek sesle ‘‘ver kurtul’’ diyebileceklerini ben artık pek sanmıyorum. Tabii eğer kalpleri varsa. Reklam işinde kalbi tetiklemek için ‘‘süreklilik’’ gerekiyor yalnız... KKTC düzenli bir şekilde ‘‘cenneti’’ Türkiye'ye getirmeye devam ederse, her gün ‘‘birkaç bin taş kalpli’’ daha yumuşar, meraklıların sayısı artar, kimsenin şüphesi olmasın! Tebrikler KKTC hükümeti, doğru iş yapıyorsun.

(Reklam Ajansı: Kırmızı Kedi

Rating: * * *)



Kültür demokratikleşti ellemeyin yazık etmeyin

SALI
günü RTÜK, Ankara'da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ndeki dostlarımızın yardımıyla ratinglerle ilgili bir yuvarlak masa toplantısı düzenledi. RTÜK'ün iyi niyetli çabalarının ayrıntısına daha sonra girerim. Burada kısaca şunu söyleyeyim. Artık allahaşkına kimse ‘‘AGB ratingleri yanlış ölçüyor, Türk kültürü elden gidiyor, bu kadar çok Kemal Sunal izlenir mi?’’ diye cahil cahil konuşmasın ve dönüp Türkiye'nin ve dünyanın gerçeklerine şöyle bir baksın. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de üç şey yüksek (elit) kültürü hızla demokratikleştiriyor. Bunlardan biri popüler müzik, biri iş yapan sinema filmleri diğeri ise prime time televizyonu. Modern yaşamın trend kurucuları bunlar. Gazeteler bile bunları görmezden gelirse tiraj kaybeder. Bu çok yönlü iletişim teknolojileri ortamında hiçbir devlet toplumu zorla bu değişimin gerisinde bıraktıramaz, Bakın, İran bile değişiyor. Dokunmayın izleyici ölçümlerine AGB'ye BGB'ye CGB'ye, her kim ölçüyorsa kuralarına göre ona, dokunmayın. Türkiye'ye, televizyona, yazık etmeyin. Türkiye bu. Türkiye'nin rontgeni bu. Dünya bu. Bunun adı değişim. Anlayın şunu artık! Televizyonu ellerinden alırsanız insanlar yerine ‘‘Merevizyon’’ koyar, siz de havanızı alırsınız!


Skylife biraz demode kaldı


LOS
Angeles'tan geçen hafta döndüm. Yolculuğumu işkence haline getiren Air France'tan anımsamak istediğim tek şey uçaklarında göz gezdirdiğim dergileri...

Sezarın hakkı sezara verelim, iyi dergi yapıyorlar. Bizim THY'nin resmi dergisi Skylife artık kendini tekrar etmeye başladı örneğin. Konseptinin tekrar gözden geçirilmesinde yarar var. Bir çift el halısı, iki kilim deseni, bir manzara, bir göl kenarı artık demode oldu. Biraz daha konu yelpazesini genişletmek lazım.

Örneğin Air France'ın dergisinde Fransız markalarının başarı öykülerine yer veriyor. Bir ülke markalarını bundan daha iyi nasıl tanıtabilir. Çok iyi fikir değil mi? Hep söylüyorum, bazı durumlarda tanıtım para işi değil akıl işi. Kafanı kullanacaksın, cin fikirler geliştireceksin.


Sportainment marketing


DÜNYADA
eğlence sektörünün patladığını görmemek için kör olmak lazım. Teknolojik gelişmeler eğlence sektörünü tüm dünyada en hızlı gelişen sektörlerden biri haline getirdi.

Biraz zamanı, biraz parası ve iyi yaşamaya karşı genel bir duyarlılığı olan insanlar artan bir şekilde eğlence talep ediyorlar. Bu talep ‘‘ciddi’’ bir para getirdi, ‘‘ciddi’’ para ‘‘ciddi’’ bir rekabet doğurdu, ciddi rekabet de pazarlamanın her türlü strateji ve taktiklerinin bu alana uygulanmasını sağladı. Adına da ‘‘entertainment marketing’’ (eğlence pazarlaması) deniyor.

Veronis Suhler & Associates'in 2000 yılı tahminlerine göre tüm dünyada eğlenceye harcanan para 500 milyar dolar. VS&A'nın tahminlerine göre eğlence sektörünün dokuz temel alt sektöründen biri olan spor en fazla parayı emiyor. Bu alandaki dönen toplam para 130.4 milyar dolar. Bu nedenle de bilimsel anlamda pazarlama en fazla bu alanda uygulanıyor. Adı da ‘‘sportainment marketing’’.

David Beckham'a Real Madrid'in ödediği 41.2 milyon dolar transfer ücreti tamamen bu ‘‘sportainment marketing’’ sonucu verilen para. Avrupalı tüm futbol otoriteleri Real Madrid için Becham'ın ‘‘pazarlama’’ çekiciliğinin oyunculuk yeteneklerinin çok çok üstünde bir çekicilik olduğunu kabul ediyorlar.

Beckham'ın çekiciliğini anlamak için de meşrubat'tan sağlık merkezi'ne kadar çok sayıda ünlü markanın ‘‘Beckham’’ markasından yararlanmak için ödediği paraya bakmak gerekiyor.

Beckham'a en fazla para yatıran markalar 5'er milyon dolarla Adidas ve Marks&Spencer, sonra 3.4 milyon dolarla Pepsi geliyor, Police ve Castrol markalarının yatırdığı para 1'er milyon dolar, Vodafone, Upper Deck, Meiji (japon çikolata markası) ve Tokyo Güzellik Merkezi'nin ödediği para ise bilinmiyor.

Beckham'a niye bu kadar çok para? Çünkü eğlence saktörünün en önemli iki özelliği var: Tüketim çok hızlı, ürün ömrü de kısa.

CD olsun, film olsun, DVD olsun, kitap olsun ya da oyuncu olsun piyasaya çıkarmadan önce test etmeye zaman yok. Bu nedenle de ‘‘test edilmiş, onaylanmış’’, ürün ömrünü hafiften uzatmış figürlere ödenen para böyle biraz tuzlu oluyor.


Rafineri ve Medina Turgul/DDB'yi kutluyorum


TÜRK
reklam sektörü, 50'nci Cannes Uluslararası Reklam Festivali'nde çok büyük iki başarı kazandı. 50 yıldır ilk kez Türkiye dünya reklam sektörünün çok önem verdiği bu yarışmada iki önemli ödül birden aldı. Rafineri Reklam Ajansı ‘‘Açıkhava’’ dalının, ‘‘Bankacılık ve finans’’ kategorisinde İş Bankası reklamıyla Gümüş Aslan'ı, Medina Turgul/DDB reklam ajansı da ‘‘Basın’’ dalının ‘‘Şirket imajı’’ kategorisinde, Volkswagen reklamıyla, Bronz Aslan'ı aldı. Her iki reklam ajansını da, her iki reklamın yaratıcılarını da tüm kalbimizle kutluyoruz. Bu arada geçen yıl bu yarışmanın Türkiye temsilciliğini alan Milliyet Gazetesi'ni ve bu yarışmanın Türkiye organizasyonuna sadece beynini değil kalbini de koyan Viki Habif'i de kutlamazsam önce kendi ‘‘adalet’’ duygumu sarsarım, onu söyleyeyim. Teşekkürler Milliyet, Teşekkürler Viki... Televizyon dalında 50 yıldır ödül alamamız da ilginç!. Yoksa televizyona harcanan para yaratıcı olmayan işlerle havaya mı gidiyor?


Çekirgelik

Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

(H. Dunant)
Yazının Devamını Oku

Jet lag oldum!

27 Haziran 2003
Pazar günü Los Angeles anılarını yazacağım demiştim. İşte yazıyorum.<br> Yaşlanıyor muyum neyim ilk defa 'jet lag' oldum, iyi mi? Los Angeles topraklarına ayak bastım, günüm şaştı, gecem şaştı, saatler karıştı, iki gün kendime gelemedim, Hollywood sokaklarında leyla leyla dolaştım.

Demek ki 'jet lag olmam' diye övünmemek lazım. Amerika'da okuduk ya... Yıllarımız geçti ya... Daha önce gittik geldik ya... Boşmuş bunlar. Aynı damardan penisilin gibi. Bir keresinde dokunmadı mı diğerinde dokunmayacak diye birşey yok.

Air France mı? Bir daha tövbe

Jet lag'imin suçlusu biraz da Air France. Çok sinirlendirdiler beni, çok. Aslında Air France'la diğer yolculuklarımdan çok iyi deneyimlerim yoktu ama fiyatın cazibesine kapıldım ne yapayım. Türk Hava Yolları 1100 dolardı, Air France 894 dolar. 206 dolar tasarruf edeyim dedim. Hay demez olaydım.

Önce İstanbul-Paris üç buçuk saat uç. Peşinden haldır haldır diğer perona yetiş, yeni uçağı yakala, sonra bir on bir saat daha uç, ver elini, tabii elini vermeye halin kalmışsa, Los Angeles.

Zaten yolculuk zor, Air France'ın hostesleri ondan da zor. Hepsinde bir karış surat. Nemrutlar bu Fransız hostesleri, nemrut!

Atlantik okyanusunun ortalarındayız, orta tuvaletlerden biri bozulu, hemen kilitlediler. Biraz sonra bayan yolculardan birinin midesi bulandı, diğer tuvaleti de o iptal etti. Air France hostesleri az daha kadıncağızı döveceklerdi. Nasıl olurmuş da pisletirmiş tuvaleti... İkinci tuvaleti de 'sorgusuz sualsiz' kilitlediler. Kaldık mı kuyruk tarafındaki iki tuvalete!

Sayelerinde tuvalet kuyruğuna gire çıka bir sürü arkadaş edindim de canım sıkılmadı.

Bir ara susadım, hosteslerin gazabından korkup, dudaklarımın arasından 'mmmmm' sesi (suyu anımsatmak için) bile çıkaramadım.

Bu sinir harbi içinde Los Angeles havaalanına indim işte. Ben jet lag olmayayım da kim olsun? Dua edin bir yerime inme inmedi.

Bundan sonraki ilk THY ile yolculuğumda (Bu pazar bir toplantı için yine Denver'a uçuyorum), bizim hosteslerden özür dilemeyen ne olsun! Onları 204 dolara sattığım için... Onlarla yolculuk nice fazladan 204 dolarlara değiyor.

Hoşgeldiiiiim Amerika'ya

Air Türbülans'tan indim, doğru 'danışma'ya gittim. Danışmadaki yaşlı pinpon teyzem 'Otobüsü boşver' dedi (Give the bus empty!), 'Taksiye bin 38 dolar yazar'. (Ride taxi, writes 38 dolars!) (İngilizcem nasıl ama?)

Bindim taksiye. Nereye mi gidiyorum? Hollywood'a gidiyorum Hollywood'a... Dünya sinema, eğlence sektörünün merkezine. Amerika’nın ikinci en önemli ihracat merkezine. Ünlülerin oteli Hollywood Renaissanse'a gidiyorum.

Daha doğrusu gidemiyorum. Çünkü yol git git bitmiyor. Sonradan öğrendim ki Los Angeles çok geniş alana yayılmış bir şehir. Sadece şehir merkezinin nüfusu 11,5 milyon. Beş altı alt belediyeden oluşuyor gibi düşünün. Hollywood da bu alt belediyelerden biri.

Yaklaşık 50 dakika sonra otelin bulunduğu Hollywood Bulvarı üzerindeki Kodak Theatre alışveriş merkezine geldik. Hakkikaten de pinpon teyzemin dediği gibi taksi tam 38 dolar tuttu.

Niye yalan söyleyeyim dışardan otel beni çok etkilemedi. Ama içeri girince ferah mekanlardan, modern iç tasarımdan etkilendim. Daha önce Holiday Inn'miş, onaltı ay önce restore edilip Renaissance olmuş.

Odaya çıktım, valizleri bırakan görevliye bahşiş 1 dolar verdim. Yüzünü buruşturdu, bir dolar daha verdim. Odayı anlatıp gitti. Ben de odada küçük bir keşif yaptım.

Buzdolabının üstündeki rafta şekerlemeler, çikolatalar, bir kulanılır-atılır fotoğraf makinesi vardı. Makineyi 'Ne bu?' diye elime almamla dolabın elektronik göstergesi aydınlandı: 'Şu anda yerinden oynattığınız malzeme oda hesabınıza geçmiştir!'.

'Hoşgeldiiiim Amerika'ya' deyip pencereye yöneldim ve orada öylece kalakaldım. Tam karşımdaki tepede o ünlü 'Hollywood tabelası' öylece durup duruyordu. Çok heyecanlandım çooook. Altı gün bu tabelaya bakarak uyandım.

Hollywood'da erken kalkan gala yapıyor

Bulvara indiğim sabah saat sabahın sekizi idi. Ortalık ana baba günü, görevliden geçilmiyor. Trafik araçları, itfaiye kılıklı araçlar falan... 'Ne oluyoruz yine mi abartılı bir yangın öyküsü' derken bir baktım benim yürüdüğüm bölüm araç girişine kapatılmış, yola yere kırmızı halı seriliyor. Çarli'nin Melekleri'nin galası yapılacakmış. Bir sonraki sabah yine o saatlerde bulvarda idim. Yine yol trafiğe kapatılmıştı. Bu kez Hulk filminin galası yapılacakmış.

Erken kalkan Holywood'da 'film galası’ yapıyor gibi geldi bana. Sağında Universal Film Stüdyoları, solunda Paramount Stüdyoları olunca bu sonuç kaçınılmaz galiba.

Hollywood bulvarı gerçekten her türlü ilginçliğe rastlayabileceğiniz acayip bir bulvar. Süperman'e bile rastlayıp iki dolar karşılığı fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Sağlı sollu yüzlerce hediyelik eşya mağazası, binbir çeşit yeme mekanı ve sinemalar var.

Çok lüks değiller ama. Hatta eski püskü görünüyorlar. Sinema mekanları hariç ama. En ünlü sinemalar Mann's Chinese Theatre, Egyptian Theatre, El Capitan. Bu sinemaların en yenisi 1926 yılında inşa edilmiş. Daha sonra defalarca restorasyon geçirmişler.

Aylık mağaza kirası 35 bin dolar

Harrison Ford'un LA Homicide filmini The Chinese Theatre'da izledim. Ses düzeni bir harika. Film Türkiye'ye gelsin eleştiririz. Ne bileyim şu sıralar çok fazla film yazma havamda değilim. En son Türkiye'de Japonya'dan bir Ferhat İle Şirin masalı (Dolls) izledim. Onu bile yazmayı beynim reddetti. Eğer hala oynuyorsa Dolls'a gidin ama. Aşkın insanın başına neler getirdiğini şiirsel bir sinema dili ile anlatan sıcacık bir film.

Hollywood havasına dönersek... Meğer Haziran'da Los Angeles'ta güneş yüzünü çok göstermezmiş. Temmuz ayı ziyaret için daha uygunmuş. Gerçekten de serin ve kasvetli bir havada geçti altı gün. Bu havaya rağmen binlerce (çekik gözlüsü bol) turistin Hollywood'un kaldırımlarını fotoğraflamayı ihmal etmediklerini söyleyeyim. Niye mi kaldırımlar? Yıldız isimleri var ya kaldırımlarda hani... Hepiniz biliyorsunuz ya.

Hollywood esnafı bu kalabalıktan memnun. Irak Savaşı ve Sars nedeniyle son altı aydır ciddi kriz içindelermiş. El-Capitan sinemasının yanında hediyelik t-shirt satan esnafla konuştum. Ödediği aylık kira ne kadarmış biliyor musunuz? Tam 35 bin dolar. Karşıdaki dükkan da kardeşininmiş, yine t-shirt satıyor. O da 22 bin dolar ödüyormuş.

Adamcağız ağlamaklı halde 'Son altı aydır, 'kirayı nasıl çıkaracağız' diye düşünmekten gözümüze uyku girmiyordu, son günlerde uyuyabiliyorum' dedi. 'Ben de iki gündür uyuyamıyorum, Jet lag oldum da' dedim. Öyle aptal bir konuşma yaptık işte!

Hamlet Amca Erivan'dan gelmiş

Los Angeles'ta yürüme mesafesi dediğim yerlere ulaşmak için çıktığım hiçbir turdan taksiye binmeden dönemedim. Ayaklarımdaki su toplaması da yanıma kár kaldı! Taksi parası vermekten anam ağladı. İki dolara taksimetre açıyorlar, sonra her mili (1.6 km) 2 dolar.

İşin ilginci de ne biliyor musunuz? Yaklaşık on kez taksiye bindim, şoförlerin hepsi de Ermeni asıllı çıktı. 'Bizdeki fırıncıların, muteahhitlerin Karadenizli olması gibi bir şey bu herhalde' dedim içimden.

En fazla da Hamlet isimli yaşlı şoförle sohbet ettim. 'Şimdi bizim ülkemizde siz yaşıyorsunuz. Sizin doğrularınız geçerli, biz yaşasaydık bizim doğrularımız geçerli olurdu' diye hafiften bir laf soktu. Yaban ellerde bir tatsızlık çıkmasın diye karşılık vermedim.

Hamlet Amca 13 yıl önce Erivan'dan gelmiş ama Amerikanlaşamamış. İki üç kere de kendi deyimiyle 'business' kurmuş ama başaramamış. Ve diğerlerinin nasıl para kazandığına hayret ediyor, bu hayretini de şöyle dile getiriyor: 'Bak şu mağazalara, hiçbiri para kazanmıyor bunların hiçbiri, nasıl geçiniyorlar anlamıyorum, başka işler yapıyorlar galiba.'

Los Angeles anıları da bir günde bitmedi. Gördüğüm müzikali, House of Blues'daki Ottmar Liebert konserini, Santa Monica'yı, Malibu'yu, Cem Uzan'ın okulu University Of Pepperdine'ı size anlatamadım. Haftaya devam edeceğiz.

Jet lag nedir?

Ülkeler arası saat farkları nedeniyle vücudun alıştığı ritmin dışına çıkmasına jet lag deniyor. Uykusuzluk, baş dönmesi, baş ağrısı kısaca şapşallık yapıyor.

Cuma Lakırdısı

İnsanlara en adil şekilde dağıtılan nimet akıldır. Çünkü kimse aklından şikayetçi değildir. (Montaigne)

Cuma Takıntısı

Klasik gitar , kadife gibi bir ses ve Fransızca severler için Carla Bruni'nin 'quelqu'un m'a dit' isimli albümü..Şiddetle tavsiye ediyorum. Sakinleştiriyor insanı. Ve hayatı daha sindire sindire yaşama isteği uyandırıyor.
Yazının Devamını Oku

Kapadokya iki günde gezilecek yer değil

20 Haziran 2003
Kapadokya gezimize geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim isterseniz. Bu arada şunu da söyleyeyim, Kapadokya bölgesi öyle bir iki günde gezilecek yer değil. Bence bir hafta bile az bu bölgeye. Eğer Kapadokya'nın ıcığını cıcığını çıkaracağım derseniz on gün ayırmanız şart! Yanlış okumadınız tam on gün... Nerede kalmıştık?

Perissia'da sabahın köründe (beşte) uyandırıldık. Ne mi oluyor? Balona biniyoruz baloona...

Balona binmek işkence mi?

Ürgüp'e gelinir balona binilmez mi? 'Şu ölümlü dünyada hiçbir şeyi kaçırmamamız lazım' düşüncesiyle 'Atın ölümü arpadan olsun' dedik, balon macerasını yaşamaya karar verdik.

Ecmel önce şöyle bir gitti geldi ama sonra tırsmaktan vazgeçip o da 'evet' kararını verdi.

Kapadokyaballoons.com sitesine girerseniz Ürgüp'e gökyüzünden bakmak için neler yapmanız gerektiğinin ayrıntılarını öğrenebilirsiniz.

Küçük bir ayrıntı var. Eğer bağımsız olarak balona binerseniz ücret 230 dolar. Grup olarak ise 130 dolara kadar inen ücretlerle bu işi yapabiliyorsunuz.

Diğer bir ayrıntı ise kalkış saati. Sabahın ayazında, saat beşte uyanıp, balona bineceğim diye yollara düşmek zorundasınız.

Rüzgar ancak o zaman kalkışa uygun oluyormuş. Yoksa kimsenin balon meraklılarına işkence yapacağım diye bir derdi yok!

Beşte uyandığınız yetmiyor, bir de balonun hazırlandığı yere tıngır mıngır minibüsle gitmek var. İşkence mi? Değil. Bu bölgedeki birbirinden ilginç kaya örtüsüyle günün her saatinde, ışığın her farklı yansımasında yüzleşmek heyecan veriyor insana.

Hele balon... Müthiş bir heyecan. Daha önce böyle bir duygu yaşamamıştım. 1500 metreye kadar çıkıp, Ürgüp'e, peribacalarına, yukardan bakmak ayrı bir zevk. Vadi içlerinde kaybolmak sonra birden yükselip, bir kayayı aşmak başka bir zevk.

Kayalar sanki yüzünü yalıyor insanın. Uzaklara, taaa uzaklara bakınca insanın içini tanımsız bir duygu kaplıyor. Bu duyguyu anlamak için... Beni daha fazla uğraştırmayın işte! Gidin Kapadokya bölgesine, binin Balloon'a. Yukarılara çıkınca da balona püskürtülen gazın sesinden ve yüzünüzü yalayan propan gazının sıcaklığından ürkmeyin. Usul usul keyfini çıkarın Balloon'un.

SaVAŞ VE SARS TURİSTİ KAÇIRDI

Balondan indik, kahvaltımızı edip yine yollara koyulduk. İlk hedef Kaymaklı yeraltı şehri. Rehberimiz Edip, otobüsümüz Kaymaklı'ya doğru yer alırken sürekli anlatıyor. Biz de birbirinden nefis kaya figürlerini izlerken bir yandan onu dinliyoruz.

Edip, 'Savaştan önce çok turist gelirdi' diyor. Bir de SARS nedeniyle kırılmış turistin beli. Daha çok Japon turistler, daha sonra Amerikalılar çok ilgilenirlermiş bu bölgeyle. Clinton bölgeyi ziyaret ettikten sonra gelen turist sayısı sekize katlanmış. Savaştan sonra Bush gelseymiş var ya... Bölge ihya olurmuş. Ama kızmış bize Bush, olan Kapadokya halkına olmuş.

Neyse ki Asmalı Konak'a yüz sürmeye gelen yerli turistler yaraları sarıyormuş. Birbuçuk milyon yerli turist akıyormuş Asmalı Konak'ı görmeye. Ama yerli halk bundan çok mutlu değilmiş. Asmalı Konak'la 'meşhur' olmayı biraz onur kırıcı buluyorlarmış. 'Bu kayalar yüzyıllardır burada, Asmalı Konak'la varolmadık ki!' diye düşünüyorlarmış.

Kaymaklı'ya inmek yürek ister!

Edip anlata dursun, ben bu arada Asmalı Konak'a tapınmak için gitmediğimi belirteyim. Bu diziden nefret eden (!) Ecmel ve büyük himini, istemeye istemeye, söylene söylene gittiler ve Asmalı Konak'ın çevresinde bir tur attılar. Film çekimleri olduğu için içeri girememişler, avluyu görmek için tırmanıp, şöyle bir tepeden bakmışlar içeriye. İstemeye istemeye... Söylene söylene...

Söylediklerine göre Asmalı Konak'ın önü panayır yeri gibi imiş. Daha çok Ankara'da 'Hacı Bayram Camii'nin önüne benziyormuş. 'Türbe olmuş, türbe' dedi Ecmel ve ekledi: 'Biz niye böyleyiz ya.'

Bir saat sonra Kaymaklı'ya geldik. Edip kalp hastalığı, astımı, kapalı yer korkusu olanları uyardı, onlar yeraltına inmediler. Yeraltına inince anladım ki, Edip haklı! 7’nci ve 9'uncu yüzyılda kazıldığı sanılıyor bu yer altı şehrinin. Daracık tünel boyunca, kafaları sakına sakına dört kat indik. Yatak odaları, mahzenler, tapınaklar gördük. Daha doğrusu biz bir şey görmedik. Tünel boyunca odacıklar var. Bize 'burası yatak odası' dediler biz de hayal ettik. Belki orası tuvalet kim biliyor!

Her katı indikçe biraz daha daral geldi. Neyse ki beş kattan aşağıya izin verilmiyormuş. Daha fazla dayanamayacaktım. Yukarı çıkınca yeri öpesim geldi.

Yerliye yüzde elli indir yabancıyı kazıkla!

Kaymaklı'dan çıkıp Ürgüp Açık Hava Müzesi'ni gezdik, Avanos'a gidip Sırça El Sanatları merkezinde çanak çömlek yapımı izledik.

Sırça bir aile kuruluşu... Turist ağırlama işini de bir 'show'a dönüştürmüşler kutlamak lazım. Kapadokya'da gezdiğimiz her yer gibi burası da bir kayanın içine konuşlanmış, serin bir yer. Bazen çok serin, dikkat etmek gerekiyor.

Sırça'da sıradan, sürümden kazanmak isteyen turist işleri de var, el emeği göz nuru vazolar, tabaklar da... Bazı işler gerçekten harika.

'Turist turu' bittikten sonra bizi satış bölümüne aldılar ve 'Şimdi burayı gezin, almak istediğiniz her şey % 50 indirimli' dediler. Sevindik. Gezdik baktık fiyatlar yenir yutulur gibi değil. Meğerse bu fiyatlar yabancı turist fiyatı imiş, % 50 indirim ile Türklere uygun 'kur' ayarlaması yapılıyormuş!

Mantık nasıl ama? Ben utandım. Siz? Sizce Sırça haklı mı?

Dansözün Nez'le bağlantısı

Gece Avonos'ta bir yerde yemek yedik. Adı Sarıkaya Restoran. Yine kaya içi, yine serin bir yer. Mezeleri gayet hoş ama... Avanos taraflarında kuyu kebabı meşhurmuş. Biz mezelerle doymayı ve daha 'hafif' kalmayı yeğledik.

Kapadokya ürünü şaraplar tattık, çok hoşlar. Hatta bu yöreye gelince, eğer içki alışkanlığı varsa, sadece şarap içilmeli, rakı makı içilmemeli. Şarapla Kapadokya bir başka güzel oluyor, benden söylemesi.

Sarıkaya da turist ağırlama işini bir 'show'a dönüştürmüş. Gece boyunca halk oyunları ekibi yakanızdan düşmüyor. 'Tey tey' diye ortadaki kocaman dairenin içinde dönüp duruyorlar. Peşinden de hafif etine dolgun bir dansözle gece kapanıyor. Siz benim etine dolgun dediğime bakmayın dansöz resmen obez. Nez'le tek bağlantısı sondaki iki harften yani 'ez' den kaynaklanıyor. Sarıkaya 'dansöz' tercihini bir daha gözden geçirse iyi olur. Hadi biz neyse de yabancı turistlere kötü örnek oluyor garibim.

Başta dediğim gibi Kapadokya iki günde bitecek yer değil. Benim aklım kaldı, kesinlikle bir daha geleceğim. Size ders olsun Kapadokya'yı iki güne sığdırmaya çalışmayın.

Cuma Lakırdısı

Deneyim başınıza gelenler değil, başınıza gelenlerle ne yaptığınızdır.

Aldous

HUXLEY

Cuma Takıntısı

Gümüşsuyu'nda Pucci'nin terasında nefis Pizza öneriyorum bu hafta. Arzu eden deniz ürünleri salatası da yiyebilir.
Yazının Devamını Oku

Artık Sarar'la mı fark ediliyoruz ne!

15 Haziran 2003
<B>BU</B> hafta yine bir marka ligimiz var. Dünyanın saygın araştırma şirketlerinden Taylor Nelson Sofres (TNS), bizim için, her ay düzenli olarak uyguladığı <B>‘‘Trendpoll’’</B> araştırmasında, 18 yaş üstü Türkiye temsili 2001 kişiye <B>‘‘Aklınıza ilk gelen üç erkek hazır giyim markası?’’</B> sorusunu sordu. Sonuç? Öncelikle söyleyelim görüşülen kişilerin % 66'sı en az bir erkek hazır giyim markası anımsayabildi. Marka ligi lideri ise artık Sarar (% 35.7), ikinci sırada Beymen (% 30.9), üçüncü sırada ise Vakko (% 24.5) var.

İşin daha ilginci sonuçlar üst, orta yaşam standardına göre ayrılıp incelendiğinde bile sıralama değişmiyor. Her yaşam standardında Sarar marka ligi lideri.

Sarar'ın başarısı Türkiye'de markalaşmak isteyen herkese örnek olmalı. Sarar son beş yılda başta basın reklamları olmak üzere, televizyon reklamlarını, sponsorlukları, halkla ilişkileri, müşteri ilişkilerini ve mağazacılığın iletişim olanaklarını çok iyi kullandı. Sarar'ın 2002 cirosu 100 milyon dolar, bunun 35 milyon doları da ‘‘fason’’ ihracat.

Ne demek fason ihracat? Yani Sarar dünyanın dev markalarına takım elbise yapıyor onlar da üstüne kendi markalarını basıp satıyorlar. Sarar marka olmanının ‘‘fason üretim yapmaktan’’ daha önemli olduğunun farkında. Yeni hedeflerinin Amerika'da ve Avrupa'da markalaşmak olduğunu söylüyor.

ABD'de ve Avrupa'da giyim markası olmak kolay iş değil. ‘‘İcraat’’ gerekiyor. Sarar bugüne kadar Almanya, Hollanda ve Belçika'da birer mağaza açmış, Eylül ayından itibaren de ABD'nin New Jersey bölgesinde 11 'Sarar' mağazasını devreye sokuyor. Bu mağazalar ‘‘A. Jacobson’’ markasıyla bilinen şirketten devralınmış.

Sarar'ın yurt dışı mağazalaşma stratejisi ilginç. İşe daha çok Türk nüfusun bulunduğu merkezlerden başlanmış görünüyor. Hazır giyimde mağazalaşma markalaşmanın ABC'si. Eğer Sarar yurt dışında da başarılı olur, bu işin cazibesini ortaya çıkarırsa birçok ‘‘fason’’cu tekstilcimize örnek olur diye düşünüyorum. Fasonculuk niye mi kötü? Bugün senden alan daha ucuza buldu mu niye başkasından almasın? Fiyat rekabetinden kim para kazanmış!

Not: Sarar'ın yaratıcısı Cemalettin Sarar, kasımda yapılacak olan Eskişehir Ticaret Odası Başkanlığı için de adaylığını açıkladı. Bakalım Eskişehirli Ticaret adamları içlerinden çıkardıkları ‘‘dünya markası’’ adayını siyasete kurban mı edecekler yoksa Türkiye'ye sıkı bir ders verip‘‘Vefa sadece boza markası değildir’’ tezini mi kanıtlayacaklar!


Reklamcıların yol ayrımı!


REKLAMCILAR
Derneği ‘‘Çelik’’ reklamları ödül almadığı için Kristal Elma sonuçlarını önceden duyuran, töreni protesto eden Serdar Erener'i Kristal Elma'nın ‘‘imajını’’ zedelediği için disiplin kuruluna sevketti. Serdar Erener de Reklamcılar Derneği üyeliğinden istifa etti. Peki yorgan gitti kavga bitti mi? Türkiye'nin reklam dahileri olarak anılan Ali Taran (ATCW), Serdar Erener (Y&R, Reklamevi) ve farklı üslubuyla dikkati çekenHulusi Derici (MARKA) minder dışına çıkınca sorun çözüldü mü? Kesinlikle hayır. Reklamcılar Derneği'nde bugünkü ‘‘zihniyet’’ bir yol ayrımına geldi. Böyle devam edemez. Tartışmak gerek. Tartışacağız. Tabii ki McDonald's filminin nasıl Kristal Elma, Hülya Avşar'lı Molfix filminin nasıl Kristal Elma alabildiğini de tartışacağız.

İKİ hafta önce 1990'lı yılların başlarında yayınlanan Arçelik çamaşır makinalarına yönelik ‘‘Annem bana kalır’’ kampanyasından söz etmiştim. Hafızam beni biraz yanıltmış. Bu konsept sadece küçük ev aletlerine uygulanmış. Ama bende kabahat yok. ‘‘Annem bana kalır’’ kampanyası o kadar dominant bir kampanyaydı ki, bütün Arçelik ürünlerini kapsadığını düşünmem kadar normal birşey yok! Bu kampanyanın mimarlarından biri olarak Ali Nur Velidedeoğlu'nu ve çok emeği geçen Leyla Tekül'ü de burada anmayı unutmayalım.

YİNE iki hafta önce Uluslarası Reklamcılık Derneği'nin (AAI) düzenlediği öğrencilere yönelik reklam yarışması nedeniyle Pınar Kılıç'ın katkılarından söz etmiştik. Basiretimiz bağlanmış ve Dernek Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ'ın katkılarını balçıkla sıvamışız. Eğer Yalçındağ'ın son iki yıldır bu yarışmanın kamuoyunda yer edinmesi konusunda yaptıklarını görmezden gelirsek vallahi de billahi de çarpılırız. Mehmet Ali Yalçındağ'a da İletişim Fakülteleri'nin reklam bölümleri ne kadar teşekkür etse az...


Hız yap, farın açık olsun, kaza kaçınılmaz!


BRIDGESTONE
'un ‘‘Farım da Açık Yolum da’’ kampanyası ‘‘hoş’’ bir kampanya. Bridgestone markasına değer katıyor. Bir lastik firmasının ‘‘güven’’ unsurunu öne çıkaran bir sosyal sorumluluk kampanyasından ‘‘ek marka değeri’’ elde etmemesi olanaksız. Önce kutlayalım sonra bazı uyarılarda bulunalım.

Doğru bulmadığım iki konu var. İlki şu: Çok fazla ‘‘Gündüz far yakma işine odaklanınca’’ sadece ‘‘gündüz far yakarak’’ trafik kazalarında kurtulabiliz yanılgısına düşme tehlikesi var.

Trafik istatistiklerine göre 2001 yılında yerleşim yerleri dışında, ölüm ya da yaralanma ise sonuçlanan kaza sayısı gündüz 10.883, gece ise 5.997. Gündüz daha fazla kaza olduğu doğru ama kaza türlerine baktığımızda türde farklılaşma görülmüyor. Gündüz doğal olarak daha fazla yayaya çarpma söz konusu. Türkiye'de en önemli kaza nedenleri de aşırı hız, buna bağlı hatalı sollama ve dikkatsiz araç kullanma. Aşırı hız yapıp, hatalı sollarsan farın açık olsa da kaza kaçınılmaz!

İkincisi reklam filminde çocukların anne ve babaları denetlemelerini istiyorsunuz. Söyler misiniz bir çocuk aracın içindeyken farların yanık olup olmadığını nereden anlayacak? Babasına sorsa ne olur? Biz de yalancı baba çok!


Tarkan'ın atası 6 milyon dolara yeniden star!


BANU Alkan
'lı İxir reklamlarını hepiniz bilirsiniz. Kokoreççilere çok gülerdik hani? Sonuç ne oldu? Başarısızlık.

İxir'in o dönemdeki başarısızlığının arkasında sadece reklamların rolü yoktu kuşkusuz. İxir para kazandıracak bir ‘‘iş’’ modeli de kuramamıştı..

Shubuo'nun ‘‘iş’’ modeli daha doğru görünüyor. İçerik hizmetlerinin ‘‘Shubuo’’ markası altında Turkcell'den ayrılmasını çok doğru bir strateji olarak görüyorum.Bunun teorisine girmeyelim, pazar pazar kimseyi sıkmayalım ama yapılan iş doğru!

Reklam kampanyasının doğruluğu konusunda ise ciddi şüphe duymaya başladım. Nasıl duymam! Yakın reklam tarihimizde bir ZED fiyaskosu varken. Üstelik ZED reklamları Kristal Elma bile almıştı. Ama Türkiye ZED'in cep telefonundan içerik hizmeti sattığını bir türlü anlayamamıştı..

Ben buna ‘‘İxir sendromu’’ diyorum. Siz ‘‘Teknolojik bir hizmeti ayağa düşürme’’ sendromu da diyebilirsiniz..

Shubuo da hızla ‘‘İxir sendromu’’na doğru yol alıyor. Meraklandırıcı reklamlar bir harikaydı. Burada bu reklamları beş yıldızla taçlandırdık. Sonra? Dağ fare doğurdu!

Beklenti seviyesi çok yükseltilince kimse Shubuo'nun cep telefonuna ‘‘indirme’’ hizmeti olduğuna inanmak istemiyor. Her yeni Shubuo reklamına ‘‘şimdi ne olduğunu açıklayacaklar’’ diye bakılıyor, ‘‘çeldiricilerle dolu, tutarsız reklam silsilesi’’ yeni birşey demeyince de kös kös geri dönülüyor. İnsanlar Shubuo'nun ne olduğuna bir inansalar hayal kırıklığına uğrayacaklar! Ama inanmak istemiyorlar...

Shubuo reklamlarında çeldirici bol. İlgililik sıfır. Şu ana kadar kampanyadan en fazla faydalanan Tarkan'ın atası Erol Büyükburç. Büyükburç, 6 milyon dolara, giderayak (bu bir espridir) imaj tazeledi. Ya Shubuo? Herkes farkında ama değeri ne?

(Reklam Ajansı:

Rafineri Rating: * *)



Çekirgelik


Çocuklarına masallar yazmak her babanın görevidir.

(Oscar Wilde)
Yazının Devamını Oku

Gitmediğimiz bir Asmalı Konak kalmıştı

13 Haziran 2003
Yaz gezilerimiz devam ediyor. Bu sene bir gezenti olduk, bir gezenti olduk sormayın. Ya da sorun. Niye sormayacaksınız? Sordunuz bak, anlatıyorum...

Bu kez istikamet Asmalı Konadokya Bölgesi... Pardon Asmalı Kapadokya Bölgesi... Yine pardon, bayağı böyle saf Kapadokya Bölgesi idi. Nevşehir, Ürgüp, Avanos, Göreme falan işte...

Adından mıdır nedir, hani 'Göreme' ya, bu yaşa geldik buraları görmek nasip olmamıştı.

Bizi Kapadokya’lara, Ecmel'le büyük himini Gülce'nin 'Asma' krizi mi sürükledi ondan kesin emin değilim.

Hem 'Ağam da ağam' diye bir karesini kaçırmadan Asmalı'ya takılıyorlar, hem, 'niye izliyorsunuz şu feodal diziyi' deyince, ana-kız o entel dantel tavırlarını takınıp dudak üstüne dudak büküyorlar.

Yine de ben bu geziye güdülenmemizin arkasında bir kadın parmağı olduğunu hissediyorum.

Son günlerde Ecmel bana 'Atıf ağam!' diye seslenmeye başladı da...

'Ağa' olmak hoşuma da gitmiyor değil hani.

Gezi planımızı çıkarırken 'haşat olmadan' gitme gibi bir alternatif doğdu. Değerlendirdik. Kendimizi, cuma akşam beşte THY'nin bilmem kaç seferi ile Kayseri'ye doğru yol alırken bulduk.

Size bir ipucu vereyim. Eğer sevdiğiniz saydığınız ünlülerle, işadamlarıyla tanışmak görüşmek, selamlaşmak, onlara sırnaşmak istiyorsanız cuma akşamüstleri Atatürk Havaalanı’nın gidiş holünde bir yerlere konuşlanın, boş çıkmazsınız.

Niye mi? Bu saatlerde Bodrum, Marmaris, Antalya, İzmir uçakları ünlüden geçilmiyor da ondan.

Öğreten baba olmak zor

'Bu geziye uçakla gidelim' kararını aldıktan sonra fark ettik ki, harala gürele içinde küçük himini Görkem'e (10) hiç 'Uçma' deneyimi yaşatmamışız.

Görkem, uçuş saatine kadar uçuş ve uçaklar üzerine dünyadaki bütün soruları sormadıysa, ben de bütün sorulara 'öğreten bir baba' olarak mantıklı yanıtlar vermediysem ne olayım!

En son 'Uçuş sırasında pilotun çişi gelirse direksiyonu kime verir?' sorusuna bile 'Yavrum onların çoğu eski Türk askeridir, biliyorsun Türk askeri, yemez, içmez uyumaz bu nedenle pilotların da çişi gelmez' dedim. İnanabiliyor musunuz? Bir baba daha ne yapsın?

Görkem uçağa biner binmez pencereye yapıştı ve bir daha da onu pencereden alamadık. Ta ki uçak yükselene ve normal seyrinde gidene kadar.

Ecmel, Gülce ve ben ise 'Asmalı Konak Yolu'nda' belki de son önemli konu üzerine tartışmaya giriştik: Asmalı Konak nasıl bitecek!

Büyük himini 'Bahar'ı öldürecekler, Seymen Ağa'yı da vuracaklar' diyor...

Ecmel 'Bahar ölürse tadı kaçar, asla öldürmezler' diyor.

Ben ise 'Bahar lenf kanserinden ölecek, Sümbül kalp krizinden tahtalı köyü boylayacak, Seymen mayına basıp telef olacak, Zeynep'le Salih de elele tutuşup kendilerini asacaklar' diyorum. Asmalı Konak ya... (Bu son size biraz gaddarca gelebilir ama en azından ben böyle istiyorum.)

Biz böyle tartışadururken küçük himini pencere ile ilişkisini kesip sinirli bir halde bize döndü: 'Bu ne biçim uçak ya! Ne gittiği belli oluyor ne gitmediği. Ben de uçak deyinde hız yapacağız sanmıştım' dedi ve ekledi: 'Keşke arabayla gitseydik, babam daha hızlı gidiyor.'

Bir tahmin daha: Bahar dizi sonunda ölmeyecek, ABD'ye tedaviye gidecek, sonra sinemada ölecek. Öyküyü anlatan Zeliş çıkacak. Zeliş yazar olacak, Asmalı Konak öyküsünü kitap yapacak. Nasıl?

Perissia Otel'e yerleştik

Kayseri'ye akşam yedi gibi indik. Sanmayın ki İstanbul-Kayseri uçakla iki saat. TK bilmem ne sayılı uçağımız bir saat rötarlı kalktı da o yüzden geciktik.

İner inmez transfer minibüsümüze binip Ürgüp'e doğru yol almaya başladık. Kayseri Ürgüp yolu gayet güzel. Elli dakika içinde kalacağımız otelin lobisinde idik. Hangi otel mi? Tabii ki söyleyelim Perissia.(0-384-341 29 30).

Kapadokya taraflarında konaklama sıkıtısı yok. Otel, motel, pansiyon bol. Perissia bölgenin sayılı dört yıldızlı otellerinden biri. Tahincioğlu Ailesi'ne ait. Bir Perissia da Antalya'da var. Meraklısına duyurulur...

Otelle ilgilenmiyorlarmış ama... Profesyonel yönetime devretmişler, oteli bu yöneticiler işletiyorlar.

Otelin önündeki alınlıkta bir şirketin bayrağı indiriliyor, diğer şirketinki göndere çekiliyor. İnsanlar öbek öbek otelin lobisinde çene yapıyorlar.

Şirketlerin Ürgüp'te ne işi mi var? Geleneksek bayi toplantıları ve personel eğitim toplantıları 'Asmalı Konak' nedeniyle Kapadokya taraflarına kaymış görünüyor.

Perissia'nın havuz başında yemek atmosferi çok iyi. Tatlıları da çok lezzetli. Yemekler için biraz daha çalışılması gerekiyor. Az bir gayretle başarılı sonuç alınabilir.

Otel çalışanları iyi niyetli, bir dediğinizi iki etmiyorlar ama biraz daha personel eğitimine ağırlık verip, İstanbul otellerinin 'her şey müşteri için' konseptine geçilse iyi olur. Otelde gazete yok örneğin, çok mu zor iki gazete bulundurmak!

(Kapadokya gezi notları bitmedi. Haftaya kaldığımız yerden devam. Otelde başka neler var? Balonda ne oldu? Hepsi haftaya...)

Cuma LAKIRDISI

Hayatınızı cesurca kabullenin, başarıya dönüştüğünü göreceksiniz (Emerson)

Cuma Takıntısı

İstanbul'da The Marmara Oteli'nin cafe'sinde sıkılmış

taze elma suyu içmek. Havuç suyu da olabilir. Benim

tercihim elma ama...

Sizi bilemem.
Yazının Devamını Oku

‘Yılın Ajansı’ndan ‘Çelik’ protestosu

8 Haziran 2003
<B>BU </B>yıl, <B>Kristal Elma</B>'daki büyük fiyasko <B>Serdar Erener</B>'in ve <B>Y&R/Reklamevi </B>yaratıcılarının, TV jürisini protesto ederek ödül törenine katılmayışları oldu. Bunun neresi fiyasko diyorsunuz değil mi? Şurası fiyasko:Y&R/Reklamevi, bu yıl en fazla ‘Kristal’ alıp, ‘Yılın Reklam Ajansı’ seçilmişti!

Serdar Erener 5 Haziran 2003’te yani yarışmadan bir gün önce Reklamcılar Derneği Genel Sekreteri Çetin Ziylan'a yazdığı mektupta, protesto gerekçesini şöyle ifade etti:

‘‘Değerli Çetin Abi... Bu bir ‘popülarite' yarışması değil. O zaman halk jürisi kurardık. Bu bir ‘etkinlik' yarışması değil. O zaman araştırma sonuçlarına, iş sonuçlarına, regrasyon analizlerine bakardık. Bu ve benzeri yarışmaların dünyanın her yerinde yapılma nedeni belli: Reklamcıların ‘daha önce böyle bir reklam görmemiştim, çok ilginç!' dedikleri reklamları ve onları yapanları ödüllendirmek. Reklamcıları - özellikle genç meslektaşlarımızı - ‘orjinal' olmaya özendirmek. Meslek insanlarının fark yaratma becerisini özendirme yoluyla geliştirmek... Aldığımız duyum ‘Çelik kampanyasının ne kendi sektöründe, ne de TV kampanyaları kategorisinde dereceye girmediği' şeklinde... Biz açıkçası çok şaşırdık. Biraz da üzüldük... Hemen hemen bütün ‘orjinal' kampanyaları ay ay, hafta hafta, hatta hatta gün be gün takip eden, mesleğine aşık insanlar olarak sözcülüğünü bir robota yaptıran ne beyaz eşya markası gördük, ne de açıkçası herhangi bir reklamda böyle bir 'çocuk-adam' robot... Eğer bu yarışma ‘orijinal fikir' yarışması ise, TV jürisinin ‘Çelik'i dereceye bile sokmaması, bizi - dediğim gibi - çok şaşırttı. Yine aldığımız duyuma göre, beyaz eşya TV reklamlarında ‘Çelik'i dereceye sokmayan TV jürisi, Profilo'nun ‘çocuğun gol atamadığı için Rüştü'ye benzettiği çamaşır makinesi (deliği)' fikrini, Beko'nun 'elektrik süpürgesi torbasından dinozor origamisi yapma' fikrini, Bosch'un ‘sevişmeye vakit bırakan hızlı ütü' fikrini Çelik kampanyasından daha orijinal bulmuş. Sırasıyla altın, gümüş ve bronzla ödüllendirmiş. 'Daha önce hiç böyle reklam görmemiştim' türü yarışmalarda değerlendirmeler şüphesiz jürinin sübjektif seçimidir. Hiçbirimizin elinde objektif bir 'orijinalite katsayısı' cetveli yok. Ama bazen bazı seçimler, Çelik örneğinde olduğu gibi insanın entelektüel vicdanını, adalet duygusunu yaralayabilir. Cannes'da böyle durumlarda delegeler ödül töreninde ‘yuh' çekerler. Çok da eğlenceli olur.. Biz böyle gürültü çıkarmak yerine, bizi jürinin adaleti konusunda yaralayan bu karar karşısında sessizce yarışmadan çekilmeyi tercih ediyoruz (Eğer duyum doğruysa tabii).’’

Erener'in aldığı duyumlar doğruydu! Çetin Ziylan ve Nesteren Davutoğlu son anda Erener'i yarışmada kalmaya ikna ettiler. Erener, mektupta söylediği gibi yarışmadan çekilmedi, ama Y&R Reklamevi çalışanları ödül törenine gelmeyerek TV jürisinin ‘Çelik' kararını farklı bir yolla protesto ettiler. Ben onların yerinde olsam, salona ödülleri toplamaya iki kişiyi mutlaka gönderirdim. Kimler mi? Bekçi Sırrı ile Çelik. Süper olurdu.


Çelik'in hakkı yendi mi?


Jüri'nin kararına saygımız sonsuz, bu jürideki sinerji böyle bir sonuç çıkarmış, ne diyebiliriz. Ama kendi görüşümü de açıklamadan durmayacağım. Bence bu kategoride birinci ‘Origamili Beko' reklamı olmalıydı. İkinci ‘Rüştülü Profilo' reklamı, üçüncü ise ‘Çelik-Direct Drive'. ‘Aşka zaman yaratan Bosch Ütü' reklamındaki fikir gönül telimi titretmedi.


Kristal Elma zihniyeti


15'inci Kristal Elma ödülleri geçtiğimiz cuma gecesi sahiplerine kavuştu. Bu sene her nedense içimden bu törene gitmek gelmedi, gitmedim.

‘‘Niye?’’ diye sorarsanız söyleyeyim. İşi iletişim, işi strateji geliştirmek, işi planlamak, işi bütçelemek, işi zamanlamak, işi uygulamak olan reklamcı dostlarım, kendi söküklerini dikemiyorlar da ondan.

Sonuç ortada... Eğer üç milyon kişinin okuduğu bir ortamda, ben, böyle bir yazı yazma gereği hissediyorsam, Reklamcılar Derneği'nin, ‘Geleneksel Kristal Elma organizasyonu zihniyeti’ni gözden geçirmesinde fayda var.

Yoksa dernek, toptan ‘yönetim zihniyetini’ mi gözden geçirse? Neyse şimdilik sadece ‘organizasyon zihniyeti’ ile sınırlı kalalım, ileride nasıl olsa bazı ‘zihniyetleri’ tartışmanın zamanı gelecek... Reklam özünde kapitalizmin resmi sanatı, bazıları onu sosyalizmin resmi sanatı sanıyor da!


Jüriler 7 kişiden fazla olmalı


BU yıl Kristal Elma yarışmasında benim sakıncalı bulduğum üç önemli değişiklik vardı. İlk olarak jüri, televizyon ve basın jürisi olarak ikiye ayrıldı. Burada bir sorun yok.

Sorun her jüriye bir jüri başkanı atanmasında ve jüri üyelerinin de yedi kişi ile sınırlandırılmasında.

Önceden jüri başkanı ataması doğru değil. Sonuçların bir ‘üst otorite' tarafından kontrol edildiği izlenimini doğurup dedikoduyu tetikliyor.

Böylesine önemli ve böylesine ölçütlerin ‘jüri üyelerinin kafalardaki bireysel referanslara' dayandığı bir yarışmada jüriyi yedi kişi ile sınırlandırmak yanlış. Jüriye dayalı hukuk sistemlerinde jüriler niye 7 kişiden oluşmuyor acaba?

Eğer ‘marjinal' görüşlerin ‘ortalama' görüşleri etkilemesi istenmiyorsa, ya da etkinin az olması isteniyorsa jüri üyesi sayısının en azından 10'dan az olmaması beklenir. Geçen yıllarda da Kristal Elma jürilerinde 10 ile 12 yaratıcı olurdu. Bu yıl ne oldu? Yoksa reklam sektörümüz Kristal Elma yarışmasında jüri üyeliği yapacak 20 yaratıcı isim bulamıyor mu?

Bu yıl bir de en fazla Kristal Elma alan reklam ajansına ‘Yılın Ajansı' ödülü ihdas edildi. Söyler misiniz ‘Yılın Ajansı' olmanın ölçütü sadece Kristal Elma almak mı? Madem öyle niye bazı reklam ajansları Kristal Elma aldıktan bir iki yıl sonra iflasın eşiğine geldiler? Ya bu ödülün ismini ‘‘Yılın En Yaratıcı Ajansı’’ diye değiştirin ya da ‘‘Yılın Ajansı’’ olmanın ölçütlerini oluşturup ‘‘Yılın Ajansı’’nı öyle seçin. Ya da yaratıcı bölümler dışındaki tüm bölümlerinizin kapısına kilit vurun!


Çekirgelik


‘‘Ali Taran'ın katılmadığı bir reklamcılık

yarışması sektörün tamamını temsil edebilir mi?
’’ türü kırgın sorular bile bu yarışmanın sektörel değerini azaltmıyor.

(Can Kartoğlu Gürses-2002, Medyacat)
Yazının Devamını Oku

Uzak üzerine esintiler

6 Haziran 2003
'Uzak'ın Cannes'da aldığı ödüller nedeniyle Nuri Bilge Ceylan'ı ve filme emeği geçen herkesi kutlarım. Ceylan'ın 'politik sinema ötesi' bir yaklaşımla ödüle uzanması da gözlerden kaçmamalı.

Kim ne derse desin, Cannes 'dünya sinema cemaati' açısından önemli bir yarışma. Her yarışmada olduğu gibi lobi faaliyetleri, ilişkiler, 'al gülüm-ver gülüm' Cannes'da da geçer akçe ama, önemli olan sonuç.

'Uzak' filmi üzerine Avrupa basınında, internette çıkan yorumlar Cannes'ın önemini bize bir kez daha vurguluyor, gerisi laf!

Ceylan'ın müzmin muhalif tavrı, ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada Yılmaz Güney'e gönderme yapması, devletin onu kutlamamasını gerektirmezdi.

Daha düne kadar 'şeriat devletine özendirme' suçuyla mahkemelerde yargılananlar, bugün devletin en üst makamları ile el ele, kol kola mutlu bir hayat sürmüyorlar mı?

Ceylan'ın tavrında da anlamadığım yanlar var. Madem 'kahraman olmak' istemiyorsun niye Cannes'da ödüle başvuruyorsun? Ödül alınca 'kahraman' olacağını bilmiyor musun? Madem kimse izlemesin diyorsun niye sinema yapıyorsun? Yap filmini, otur evinde, kendi başına izle o zaman!

Uzak üzerinden 'sistem' tartışmasına girenler, 'gişe' filmlerine, pazarlamaya, reklama, halkla ilişkilere kinlerini kusma fırsatı elde edenleri de anlamam mümkün değil!

Neymiş 'Uzak' izleyiciyi 'tüketici' haline getiren 'Hollywood' egemenliğine indirilen darbe imiş!

Bütün filmler 'Uzak' gibi olsa izleyici 'tüketici' olmayacak mıydı?

Bütün filmler 'Uzak' gibi olsa sinema çok sıkıcı bir şey olurdu, sinema kendini tekrar ederdi.

Önce sinemanın 'fenomolojisini' (demek istediğini) iyi öğrenmek ondan sonra sistem tartışmasını 'gişe' filmleri üzerinden yapmak lazım.

Uzak'a ödül aldıktan sonra gittim.

Sinemada, bir şey olsun diye bu kadar beklemek beni yoruyor, kusura bakmayın. Ceylan sessizliği konuşturmuş, uzun uzun planlar kullanmış, benim düşünmemi istemiş, güzel güzel kareler yakalamak istemiş, doğallık ön planda olsun istemiş. Gerçek hayatta ne varsa perdede o olsun istemiş. Tüm bunları biraraya getirince de iki saatlik yarı-belgesel memleketimden insan manzarası ortaya çıkmış.

Ceylan'ın insan ilişkilerindeki sıcaklığı ortaya çıkarmasını çok sevdim, perdeden yansıyan 'ince alay'ı çok sevdim. Bu duyguları izleyende yaratmak üç şey ister kabul ediyorum. Zeka, ustalık ve samimiyet. Ama ben de samimiyetle söyleyeyim, her şeye rağmen hayat Ceylan'ın resmettiği kadar 'durgun' değil.

Hayatın çok güzel yönleri var, düşlerim var. Ben sinemada hayatın güzel yönlerini görmeyi, düşlerimin farklı beyinler tarafından nasıl gerçekleştirildiğini görmeyi seviyorum.

Bir filmin Hollywood filmi olması ya da 'bağımsız' sinemacılar tarafından üretilmesi hiç umurumda değil.

Sinemanın kaynağı ne olursa olsun, bana bunları 'desin' istiyorum. Uzak, bana çok uzak değil, bunu biliyorum. Ama şundan da emimim, Uzak, benim filmim değil.

Sinan Engin’e çok kızdım

Beşiktaş'ın 'tartışmalı' menajeri Sinan Engin Haftalık dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: 'İkinci evliliğim dönüm noktası denebilir. İkinci evliliğim ve kızım çok şanslı geldi bana'.

Emin olun çok kızdım bu açıklamaya. İnsan biraz düşünür de konuşur. Kendimi Sinan Engin'in Seda Sayan'la evliliğinden olan 12 yaşındaki Oğulcan'ın yerine koydum. Böyle bir açıklamayı okusa bu çocuk ne düşünür? Sorgulamaz mı varlığını? Sorgulamaz mı babasının hayatındaki yerini?

Çok kızıyorum çok. Ayrıldıktan sonra çocuklarına önem vermeyen, onları görmezden gelen, insan yerine koymayan 'egoist' anne ve babalara çok kızıyorum, hatta nefret ediyorum. İnsan ayrılır ayrılır, buna diyeceğim yok. Ama kimsenin ayrıldığı karısına ya da kocasına duyduğu kini çocuğundan ya da çocuklarından çıkarmaya hakkı yok. Yaparken bağ, ayrılınca dağ olmamalı.

Anne ve babalarına yaşattıkları benzersiz duygular nedeniyle, her koşulda, çocuk denilen yaratıkların sonsuza kadar sevilmeyi ve bu sevgiyi hissetmeyi hak ettiklerini düşünüyorum.

(Niye bu kısa hayatta insan ayrılmasına rağmen hálá 'tarih' olmuş biriyle didişir onu da anlamam ya!)

Mengen'i unutmayalım...

İki haftadır Amasra anılarımı yazıyorum. Mengen'de verdiğimiz yemek molasından söz etmeyi unutmuşum. Onu da paylaşayım da kare as tamamlansın.

Mengen'den geçerken doğal olarak karnımız acıktı. Mengen deyince akılımıza ev yemeği gelmesi nasıl bizim suçumuz olabilir?

Mengen'den Bartın'a doğru yol alanlar 'Müdür' isimli lokantayı bilir. Çünkü bu lokanta yolun sağında kalır. Biz değişiklik yaptık yolun solundaki 'Konak Restaurant'ı seçtik.

İçeri daldık. Abdurrahman Usta, beyazları çekmiş, yemeklerin başında bekliyor. Birbirinden değişik yemekleri görünce 'Usta' dedik 'Sen ortaya hepsinden tadımlık attır yoksa dillerdeki 'bir yer şişme' olayı gerçek olacak!

Önden süper bir işkembe çorbası içtik. Sonra Mengen peynirli piliç sarma, etli sarma dolma, Mengen peynirli çömlek kebabı ve Mengen peynirli ıspanaklı kebap. Ayran dahil hepsi tek kelime ile şahane idi.

Müdür ve Konak arasındaki fark şu. Müdür'de içki servisi var, Konak'ta içki servisi yok. Eğer içki ya da içkisizlik önemli ise anımsatıyorum.

Konakçılara bir uyarı: Biraz lavabo ve tuvalet kısmınına dikkat etseniz iyi olur. Bu tür yerleri temiz yapmak değil, temiz tutmak önemli.

Teşekkürler Gürdal Abacı

Siz 'eğlence' İstanbul'da olur sanıyorsunuz ama bir Eskişehir'e gidin de 'eğlence'yi görün.

Hayal Kahvesi'ni görün, Buda'yı görün, Doors'u görün. Abartmıyorum. İstanbul'da Doors gibi bir eğlence kompleksi varsa ne olayım. Hakkaten ne olayım?

Gürdal Abacı... Eskişehir'in yetiştirdiği genç işadamlarından. Eskişehir onunla ne kadar gurur duysa az. Doors neredeyse 100 yıllık bir eski kereste fabrikasından bozma. Açık-kapalı alanın tamamı 13 bin metrekare.

Gürdal almış köhne mekanı aslına uygun dekore etmiş. Dekorasyonda bir gemi enkazından yararlanılmış ve 'Erzincan'dan 120 yıllık dev bir kapı getirme' gibi hoşluklar yapılmış.

Doors'ın içinde 1000 metrekarelik kapalı bir tesis var. Boşken de doluyken de çok etkileyici. Cumartesi oradaydım. İğne atsan yere düşmeyecek haldeydi. Sordum, 1000 kişi varmış. Ankara'dan, Bursa'dan, Kütahya'dan gelen insanlar yiyor, içiyor, sahnedeki genç şarkıcıya ve orkestraya eşlik ediyorlardı.

Sonra Tike'den iyi olmasın bir de et lokantası yapmış Gürdal. Ustası da Tike'den transfer. Gavur dağı salatası dahil her şey dört dörtlük.

Bir de balık lokantası var komplekste. Ancak balık lokantası et lokantasına göre daha az tercih ediliyormuş. Bu mekan toplu yemeklere açılmış. Ne anlasın İç Anadolulu balıktan değil mi? Siz anlıyorsanız deneyin, balık lokantası da süper.

Doors'da sözü edilecek diğer iki mekan Nargile Evi ve Şarap Evi. İkisini de denemedim. Şarap Evi'ne gidenler 'keyifli' zaman geçirdiklerini söylüyorlar. Günahı onların boynuna.

Akşam üstü Doors'un açık mekanında laflayıp, iki yudum bir şeyler parlatmak ise gerçekten çok keyifli.

Gürdal, bu tesise bir milyon dolar yatırmış. Şu anda 80 kişi çalışıyor. Bu zamanda yaklaşık bir milyon doları, gözünü kırpmadan bir eğlence kompleksine, hem de Eskişehir'de bir eğlence kompleksine gömmek için insanın 'radikal' olması gerekir. Bence Gürdal'da böyle bir 'radikal'lik var. Türkiye'ye de böyle 'radikaller' lazım.

Teşekkürler Gürdal... Türkiye adına, Eskişehir adına...

Biraz senfoni alır mısınız?

Günaşırı 'ay senfonim geldi' deyip senfoni dinlemek gibi bir alışkanlığım yok. Beatles, Pink Floyd gibi ünlü grupların ağızlara pelesenk olmuş şarkılarının klasik batı müziği enstrümanları ile yorumlanmasına hep bayılmışımdır. Bu nedenle 'The Queen Symphony'yi rafta görür görmez aldım. Beni çeken 'senfoni'nin başındaki 'Queen' sözcüğü oldu.

Sonradan öğrendim ki, bu senfoni ısmarlama bir senfoniymiş. Ünlü müzik yapım şirketi EMI, Kıbrıslı besteci Tolga Kaşif'e ısmarlamış, Kaşif de ortaya Queen temalarının ve Freddie Mercury'nin ruhunun saklı olduğu çok sıkı bir senfoni çıkarmış.

Mercury hayranlarının haberi vardır ama duymayanlar sakın kaçırmasın, üzülürler. Andante dergisinin şubat-mart sayısında Füsun Koçoğlu Tolga Kaşif ile bir söyleşi yapmış.

Bakın Kaşif 'Neden koro kullandınız? Freddie'nin sesi ile bir bağlantı mı?' sorusuna yanıt verirken Mercury'den nasıl söz ediyor:

'Aslında eserde şarkı sözlerini doğrudan kullanmak istemedim. Çünkü hiç kimse Freddie'nin etkisine ulaşamazdı. Grubun dört kişiyle ulaştığı 'volume' çok güçlü. Koroyla epik bir etki yaratmaya çalıştım. Freddie operayı çok severdi. Ayrıca baleye de düşkündü. Bunu herkes bilmez ama Freddie Mercury çok kültürlü bir adamdı. Onun üstün ve abartılı olduğunu düşünüyorum. Senfoni de böyle olmalıydı. Koronun insan sesi bağlantısı olarak yer almasını istedim. Soyut vokaller yazdım. Böylece dil engeli ortada kalkmış oldu'.

Görüyor musunuz Mercury'nin sesinin yerini tutacak ses bile yok! Büyük adamdı Freddie, büyük gruptu Queen. Kabul etmek lazım.

Cuma Takıntısı

Ali Kocatepe'nin yeni çıkan 'Yarınlar meçhul, bugün var' albümünü dinliyorum. Dinledikçe hoşuma gidiyor. Bu kadar Türkçe engelli arasında Kocatepe'nin düzgün Türkçesi'ne hayran olmamak mümkün değil. 'Bir Küçük Ayrılık' isimli şarkıyı çok sevdim. 'Hey Gidi Dünya Hey'i amma da özlemişim!

Cuma LAKIRDISI

En büyük aldanma, başkalarını aldattığını sanmaktır.

(
La Rochefoucauld)
Yazının Devamını Oku

Annem bize kalırdı şimdi babalar azdı!

1 Haziran 2003
<B>‘‘ANNEM bana kalır’’</B> sloganını anımsıyor musunuz? 1990'ların ortalarının şapka çıkarılacak reklamlarından birinin sloganıydı bu. Hangi markanın hangi ürününün reklamlarında kullanılmıştı? Bildiniz, Arçelik çamaşır makinesi. ‘‘Annem bana kalır’’ reklamı o dönemde Güzel Sanatlar reklam ajansının mutfağından çıkmıştı. Reklamın beyin takımı ise dönemin, üç reklam silahşörleri; Viki Habif, Feryal Pere ve Nadir Mutluer idi.

‘‘Annem bana kalır’’ sloganı çok ‘‘temel’’ bir ürün vaadini özetliyordu. Arçelik çamaşırları yıkar, anneler de çamaşıra harcayacakları süreyi çocuklarına ayırırlar.

1990'ların ortalarında Türkiye'de ‘‘çamaşır makinesi sahipliği oranı’’ çok düşüktü ve bu nedenle reklam bir çamaşır makinesinin en temel vaadi üzerine kurgulanmıştı.

Şimdi bugüne gelelim. Bosch küçük ev aletleri, 2003 yılındaki reklam kampanyasındaki reklamında ne diyor: Bosch, Aşka zaman yaratır! Bosch küçük eve aletleri sıkıyor, ısıtıyor, karıştırıyor; anneler de babalara kalıyor! (Reklam Ajansı: Adr.com.tr, Rating: Üç yıldız)

Ne oldu peki? 1990'ların ortasından 2003'e ne değişti? Niye artık anneler çocuklara kalmıyor da babalar annelere el koyuyor? Babaları böyle azgınlaştıran ne?


Kristal Elma, Çocukları Dövmeyelim ve Yaz Okulu


BİR
Kristal Elma dönemi daha geldi. Reklamcılar Derneği önce 5 Haziran'da ‘‘İşimiz Yaratıcılık’’ başlıklı bir konferans düzenliyor. Daha öncekiler iyi olmuştu. Bu da iyi olur, kaçırmayın. 6 Haziran'da ise ‘‘elmalar’’ sahiplerini bulacak. Bu yıl jüri sitemi değişti. Yeni ödüller eklendi. Yılın reklam ajansı seçilecek. Gece balo yapılacak. 750 reklamın çeşitli kategorilerde ‘‘ödül’’ için çarpışacağı yarışma törenin dei bu yıl Okan Bayülgen sunucak. Heyecan dorukta. Ayrıntıla rd.org.tr'de...

ULUSLARARASI Reklamcılık Derneği (IAA) altı yıldır düzenlediği Üniversitelerarası Reklam Yarışması'nın altıncısına bu yıl 24 üniversiteden 53 takım katıldı. Bu yıl konusu ‘‘Çocukları Dövmeyelim’’ olan yarışmada geçen hafta sonuçlar açıklandı:

1) Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Ajans ETC

2) Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Ajans İF

3) Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi'nden Ajans Voltran.

Birinci takımın öğrencilerini IAA Slovenya'daki toplantısına götürecek. IAA bu yarışma ile Türkiye'deki reklamcılık eğitimine büyük katkıda bulundu. Başta Pınar Kılıç olmak üzere emeği geçenleri kutluyoruz. Başarılı olmayanlar üzülmesin: Önemli olan kazanmak değil, cesaretle ve centilmence yarışmak! 53 takımın üyelerini de cesaretleri ve centilmenlikleri için buradan teker teker kucaklıyorum.

HER yıl Reklamcılık Vakfı tarafından düzenlenen Reklam Yaz Okulu 14 Temmuz-1 Ağustos tarihleri arasında İstanbul/Ortaköy Feriye tesislerinde gerçekleştirlecek. Bu yıl kontenjan 100 kişi. Kayıtlar başladı. Ayrıntılar rv.org.tr sitesinde ya da 0-212-263 03 36 ya da 41 nolu telefonlarda. Nasıl reklamcı olacağım diye beni sürekli taciz edenler. İşte öğrenmenin yolu. Acele edin.


Ohh!.. Shubuo terlik değilmiş!


SHUBUO
, terlik çıkmadı da rahat bir nefes aldım. Yeni bir terlik kampanyasıyla mücadele etmeye kalbim dayanmayabilirdi!

Durun, hemen heyecanlanmayın. Daha 3 Haziran'a çok var, Shubuo'nun resmen ne olduğu açıklanmadı. Ama orada burada yazılanlarla Shubuo'nun ne olduğunu çok merak edenler öğrendi.

Hatta bu meraklılar Shubuo'nun ‘‘Turkcell'le ilgili birşey olduğunu’’ çevrelerine hızla yayıyorlar. İki hafta daha olsa var ya açılış reklamlarını yayınlamaya gerek olmadan Shubuo'nun ne olduğunu sağır sultan bile duyacak.

Oysa kampanya çok iyi başlamıştı. 20 Mayıs'da başlayan meraklandırma ‘‘teaser’’ kampanyası birbirinden ilginç beş televizyon filmi (favorim miskinler) çok sayıda farklı gazete ve açıkhava reklamları ile bir haftada amacına ulaştı, Shubuo'yu, Erol Büyükburç-Shubuo bağlantısını merak etmeyen kalmadı. (Reklam Ajansı: Rafineri, Rating: * * * * * )

Peki amaç neydi? Söyliyeyim. Shubuo'nun hedefi daha çok gençler. Gençlerin en önemli özelliği de bazı durumlarda içerinde ‘‘satın alma’’ olayına karşı doğal bir direnç hissetmeleri. Gençlerin bu direnci kırılmak isteniyorsa ve iş şansa bırakılmak istenmiyorsa ‘‘meraklandırıcı’’ kampanya en doğru strateji.

Anlayacağınız Shubuo da ‘‘teaser’’ stratejisi doğru, uygulama da çok yaratıcı. Sorun zamanlama taktiğinde. Böyle bir mesaj ‘‘bombardımanı’’ ile hele de projeden çok sayıda insanın haberi varken, 3 Haziran'a kadar onbeş gün ‘‘teaser’’ yapmanın mantığını pek anlayamadım. Çoğunluğun ne olduğunu bildiği bir ürün için ‘‘açılış’’ yapıp ‘‘işte Shubuo’’ demek ‘‘teaser’’ın beklenen faydasını azaltmaz mı?


Çekirgelik

En büyük zaman hırsızı kararsızlıktır.

(C.Flory)
Yazının Devamını Oku