8 Ağustos 2003
Halkla ilişkiler ve medya ilişkileri konusundaki tartışmayı daha da devam ettireceğim. Bunun nedeni, halkla ilişkiler ve medya ilişkilerinin tüm dünyada devrim niteliğinde değişimler yaşamasıdır. Türkiye'de ise, başlarını kuma gömüp gerçekleri görmek istemeyenler sayesinde, bu değişimin gerisinde kalınıyor.
Halkla ilişkiler sektörü kendini disipline etmeli.
Sektörün geleceği için meslek etiğini her gün ayaklar altına alanlara karşı kabalaşmak gerekiyor. Bugün de bir mektup yayınlıyorum. Yine sektörün içinden biri yazıyor ama bu kez ‘‘ne olur ne olmaz’’ diye ismini saklı tutuyoruz. Çünkü dernekler kağıt üzerinde güzel sözler söylemeye gelince var, iş yapmaya gelince yok! Bu nedenle ben görevimi 'dernekler' adına yapmaya devam edeceğim.
Mektup şöyle:
‘‘PR sektöründe son yıllarda Halkla İlişkiler şirketlerinin itibarının düşüşü ve bu şirketler hakkında olumsuz bir algılamanın oluşması dolayısıyla bu şirketler adlarını ve verdikleri hizmetlerin adlarını 'Stratejik İletişim Danışmanlığı' olarak değiştirdiler. Yani bir anlamda tabela değişikliği. Hiçbir fark yok. Gayet süslü, karmaşık, bol soyut sözcükler...
Halkla ilişkiler şirketleri özellikle; 'Stratejik İletişim Danışmanlığı' yaptıklarını ifade eden şirketler; müşterilerine st/cm üzerinden medya ölçümlemesi yapar mı, sonra da sana şu kadar reklam değerinde PR yaptım der mi, bir de acaba oradaki st/cm ücretleri doğru mu?
Müşterilerine haber yaptırmak amacıyla hiçbir içeriği ve haber değeri olmayacak organizasyonlar düzenletir mi ve organizasyon bütçeleri, müşteriler bu işi bilmediği için biraz şişirilir mi?
Medya, bu şirketler tarafından ‘‘... gönderdik elinize ulaştı mı? ...dan arıyorum, sizinle tanışmak, ziyaret etmek isterim, müsait misiniz?’’ vb... birçok soru ile defalarca aranarak bu insanlar rahatsız edilir mi?
Basında haber yeter ki çıksın diye olur olmaz her şeyden basın bülteni yapılıp gönderilir mi, sonra da haber çıkmadı diye basın mensuplarının hepsi tekrar tekrar aranıp rahatsız edilir mi?
Bu şirketlerin medya bölümlerindeki kişilerin sadece gazeteci kökenli olması doğru mu? Bu kişilerin ilişkilerini kullandırtarak haber, röportaj vb. çıkartılmaya çalışılması doğru mu? Bu ilişkilerden gazeteci kökenli zarar gördüğünde kulağından tutulduğu gibi kapı dışına konması doğru mu?
Beş yıldızlı otellerde yapılan organizasyonlara katılan basın mensuplarına organizasyon sonrasında haberi yayınlanmazsa, bu şirketler tarafından ‘neden yedi-içti haber yapmadı’ denir mi?
Yukarıda bahsettiğim konuların bir çoğu halkla ilişkiler şirketlerinde vardır. Kim ne derse desin, halkla ilişkiler belli bir strateji çerçevesinde yapılmış bir çalışmalar süreci, bütünü vs.'si, amacın medyada yer almak olmadığını söyleyenler, acaba yaptıkları işler medyada yer almazsa bir müşterileri kalır mı? Emin olun ki kalmaz çünkü müşteri çıktıya bakar... Medya ilişkileri halkla ilişkilerin vitrinidir derler... Evet, o vitrin olmazsa kimse o dükkana gelmez, var olduğundan bile haberi olmaz... Müşteri halkla ilişkiler şirketine vitrinini beğendiği için gelir ve içeri girer, bu arada halkla ilişkilerci de içeri girmiş müşteriyi ikna ederek diğer hizmetlerini de satar... Ama medya çıktısı bittiği zaman her şey biter.
Bundan dolayı halkla ilişkiler veya Stratejik İletişim Danışmanlığı şirketlerinde Medya İlişkileri adına yapılacak her şey serbesttir. Yeter ki sonuç iyi olsun da, müşteri memnun olsun yani nasıl olursa olsun...
Bu şirketlerde müşteri memnuniyeti ve patron memnuniyeti ön sıradadır, ama çalışan memnuniyeti en alt seviyededir. Çünkü çalışanların ilişkileri farklı şekillerde kullandırtılmaktadır. Halkla ilişkiler sektöründeki gibi 'turn over' (işgören devir oranı) iletişim olan başka hangi sektör vardır?
Türkiye'deki halkla ilişkiler sektörünün ve bu sektörde faaliyet gösteren Halkla İlişkiler ve adı Stratejik İletişim Danışmanlığı olan şirketlerin itibarlarının zedelenmesinin ve olumsuz algılanmasının sebebinin medya ilişkilerindeki tutumları ve işin organizasyonel boyutu olduğunu düşünüyorum. Umuyorum ki sizin gibi yazar ve akademisyenler bu işin üzerine giderek bazı şeylerin değişmesini sağlarlar. Bizim işimiz kurumların iletişimlerini yönetip, algılama ve davranış değişikliği yaratarak kurumlara değer kazandırmaktır.Yoksa bu söylemleri kullanıp organizasyon şirketi ya da basın bülteni fabrikası gibi çalışmak değildir.’’
Asmalı Colorado!
Amerika gezi notlarına devam ediyoruz! Amerika'da ilk durağımız Denver oldu. Denver'a Colorado eyaletinin başşehri diyebiliriz. Diğer Amerikan şehirlerine göre çok derli toplu bir şehir ama çok fazla gezip tozulacak yeri yok. Bizdeki 'mecburiyet' caddeleri gibi bir onaltıncı caddesi var hepsi bu. Onaltıncı cadde de onaltıncı cadde hani! Gezmesi zevkli, her dakika aşağı yukarı gidebileceğiniz bedava otobüslerle siz gezmeseniz de şehir yönetimi sizi gezdirmek için elinden geleni yapıyor.
Denver'ı kısa sürede bitirince, Denver çevresini gezmek istedik. Herkes bir saatlik mesafedeki Pikes Peak (ya da diğer adıyla Colorado Springs) bölgesini gezmemizi önerdi. Biz de otobüs kiralayıp gittik. Bu bölgedeki iki ‘‘turistik çekicilik alanını’’ ziyaret edebildik. Biri 'Tanrıların Bahçesi' (Garden of the Gods). Burada kırmızı renkli kocaman kocaman kayalar var. Başka da bir şey yok. Herkes kızılderililerin yaşadığı yerler diye akın akın geliyor. Oradan Royal Gorge bölgesine gittik. Burada iki dağı birleştiren görkemli bir köprü, bir de vadinin aşağılarına inen bir trenyolu var. Akın akın buraları da ziyaret ediyorlar. İki taş, iki kaya ama Amerikalılar buraları için ellerinden geleni yapmışlar.
Colorado'nun dağları, kayaları bana bizim Kapadokya bölgemizi anımsattı. Niye Amerikalılar buraları daha cazip hale getirmek için dizimizi çekmemişler anlamak mümkün değil. Köprülere, teleferiklere, tesislere o kadar para harcayacaklarına yapacaklardı bir 'Asmalı Colorado' dizisi bak sırtları bir daha yere geliyor mu?
Colorado Valisi'ne göre Amerika niye daha başarılı?
Her yıl dünyanın bir ülkesinde yapılan Uluslararası Lions Kongresi bu yıl Denver'da yapıldı. Denver süper bir kongre merkezi yapmış. Açılış günü yaklaşık on beş bin kişi bir salonda toplandık. 189 ülkenin bayrağı tek tek önümüzde resmi geçit yaptı. Türk bayrağı geçerken çok duygulandım. Türkiye'yi böyle uluslararası bir platformda başarıyla temsil etmek için canlarını dişlerine takan Türk Lionsları'na teşekkür etmek gerek.
Açılışta Colorado Valisi de bir konuşma yaptı. Söyledikleri sanırım 'Lions'ları tanımlamak açısından çok önemli şeylerdi. Çünkü Colorado Valisi, orada üçüncü bir kişi olarak bulunuyor ve samimi duygularını ifade ediyor. Söylediği özetle şuydu: ‘‘Biz Amerikalılarla diğer toplumları ayıran çok önemli bir şey vardır. Biz devlet bir şey yapsın diye beklemeyiz. Kendimiz sorunları çözmeye çalışırız. Başarımızın nedeni de budur. Lionslar da 'kendi kendine sorunları çözme' düşüncesinin en güzel örneğidir. Onlar karşılıksız olarak varoldukları yerel çevrelerin sorunlarını çözmek, 'hizmet' etmek için kurulmuşlardır. Devlet bir şey yapsın diye beklemezler, çevrelerindeki sorunların çözümüne katkıda bulunurlar!’’
Tiyatro ve Türkiye adına çok umutlandık çooook...
Geçtiğimiz pazartesi ve salı günü Haldun Dormen, Ayda Aksel, Şükrü Türen, Yıldırım Urağ'la birlikte, Türkiye'nin değişik üniversitelerinin tiyatro oyunculuğu bölümlerinden yeni mezun olmuş gençlerin birbirinden nefis tiradlarını ve 'sahne' lerini izledik.
Hacettepe'den, Anadolu'dan, Atatürk'ten, Selçuk'tan, Çukurova'dan, Ankara'dan, 9 Eylül'den seksene yakın genç tiyatro oyuncusunu izledik. Çoğunluğu öyle yetenekliydi ki, öyle iyi eğitim almışlardı ki mest olduk mest. Ama sadece Eskişehir Büyükşehir Belediye Tiyatrosu'nun gereksinim duyduğu on oyuncu seçebildik. Tiyatronun kadrosu bu kadar, yapacak bir şey yok!
İki oyuncuyu da Haldun Dormen'in önümüzdeki sezon Eskişehir'de sahneye koyacağı müzikalde çalıştırmak için 'alıkoyduk'. Hepsi bu. Yüreğimiz kanaya kanaya sonuçları açıkladık.
Buradan Tiyatro'ya gönül vermiş herkese ve Türkiye'nin genç idarecilerine sesleniyorum. Gençlerin önünü açın lütfen! Büyükerşen'i örnek alın. Sahneler inşa edin, tiyatrolar açın bu gençleri mutlaka ama mutlaka değerlendirin. Çünkü bu gençler her şeyi hak ediyorlar.
Türkiye sadece televizyona, sadece futbola esir olamaz. İnsanlar başka renkleri görmeli, tanımalı. Bir toplumun farklı renkleri ve sesleri tanıyabilmesine olanak sağlayan en evrensel ortam Tiyatro! Anlayın artık şunu lütfen...
Cuma LAKIRDISI
Arkadaşlar kavun gibidirler. Niye olduğunu söyleyeyim mi? İyi birini bulmak için yüz tanesini denemek zourundasın.
Claude Mermet
Cuma Takıntısı
Sedef Kabaş'ı önce NTV'de tanıdık, sonra TV 8'e geçti. Kaliteli Televizyon söyleşisi deyince de akla ilk gelen isim olmaya başladı. Kabaş, TV'de yayınlanan söyleşilerinin kasetlerini tek tek izleyip, kağıda dökmüş ve ortaya keyifle okunan ‘‘Sesli Düşünenler’’ kitabı çıkmış. Chomsky'den Tarkan'a 38 kişiyle yapılmış söyleşi var kitapta. Şiddetle okumanızı tavsiye ederim. (Doğan Kitap, 2003, Sesli Düşünenler)
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2003
<B>SİZİ</B> bilmem ama bana Sütaş'ın televizyon reklamlarında inek görmekten bıkkınlık geldi. Hele Ayraniç'in salkım saçak memelerini de gördükten sonra kesinlikle karar verdim, ineklere karşı tepkiliyim. Hatta artık ciddi bir inek düşmanı olduğum bile söylenebilir.
Niye böyle oldum? Yoksa ‘‘Sütaş-İnek’’ bağlantısı eski anlamını yitirmeye mi başladı? Tamam reklamcılıkta sürekliliği sağlamak önemli birşey. Bu gerçeği yadsıyamayız. Ama yıllarca da ‘‘doğalız, tazeyiz’’ demek için, kusturana kadar inek kullanılmaz ki!
‘‘Doğalız, tazeyiz’’ demenin binbir çeşit yolu var. ‘‘İnek’’ unsuru Sütaş'a artık dikkati çekmekten öte bir fayda sağlamıyor. İşin içine biraz mizah katıyor. Bu mizahın da artık temel satış mesajına hizmet ettiği kuşkulu. Oysa Sütaş'ın daha harekete geçirici, güdüleyici ‘‘doğal ve taze’’ uygulamalarına yönelmesi gerekir. Yanlış mı düşünüyorum? Bunu bir araştırmak gerekmez mi?
Not: Eleştirim karikatürlere ve karikatürlerin kullanıldığı açıkhava reklamlarına değil. Ayranım ben onlara beyav..
Asker video kasedi: Görülmüştür!
REKLAMCILIKTA duyguları harekete geçirmek çok önemli. Hatta artık ‘‘duygusal markalama’’ (emotional branding) akademisyenler için ciddi bir çalışma alanı olmaya başladı...
Burada sözünü ettiğimiz her türlü duygu değil tabii. Burada sözünü ettiğimiz seçilen satış vaadine ya da marka özüne uygun duygular. Yoksa öfkelendirmek, ağlatmak, güldürmek o kadar zor iş değil! Zor olan duruma göre uygun zamanda istenen duyguyu yaratmak..
Sanırım lafı döndürüp dolaştırıp nereye getireceğimi anladınız. Yurtiçi Kargo'nun Türkiye'yi canevinden vuran ilk büyük reklam kampanyasına getireceğim.
Yakışıklı mı yakışıklı bir deniz subayına Yurtiçi Kargo ile bir kaset geliyor. Daha sonra subayımızı kasedi çalıştırmak üzereyken görüyoruz. (Er mektubu görülmüştür'ün teknolojik versiyonu anlayacağınız) O sırada komutan video izleme odasını basıyor. Tam birşeyler söyleyecekken gözü video görüntülerine takılıyor. Görüntülerde subayın şirin oğlunu traş olurken izliyoruz. Ve hasret mesajları. Nilüfer'in ‘‘erkekler ağlamaz’’ şarkısına inat hüngürt hüngürt sesleri, son hıçkırıklar, ağlamaktan şişen gözler. Ve sonra pack shot: ‘‘Söz verdiğimiz gibi...’’
Bu reklamı kime izletirseniz izletin size ‘‘çok duygulandım’’ diyecektir. Bazıları ‘‘Ay bu kadar da duygu sömürüsüne dayanamıyorum’’ diye yakınabilir ama siz onlara aldırmayın. Bu yakınma onların da ‘‘zokayı’’ yuttuklarını gösterir. Bu kişilerin de belleklerinde Yurtiçi Kargo'ya farklı bir yer açılmış, ‘‘duygu’’ markayla birlikte oraya çivilenmiştir. Çünkü duygunun şiddeti çok çok güçlü. Hatta ‘‘söz verdiğimiz gibi’’ sloganını gölgede bırakacak kadar güçlü...
‘‘Peki, nasıl bir duygu bu?’’ Tanımlayabilir misiniz? ‘‘Babanın çocuğuna duyduğu özlem, çocuğun sevimliliği’’ gibi şeyler mırıldanıp durmayın, üzüldünüz işte. Bu üzüntü duygusu ile birlikte ‘‘Yurtiçi Kargo’’ markası sizin de belleğinize kazındı. Artık bir süre ‘‘Yurtiçi Kargoyu’’ anımsadığınızda (recall) ya da gördüğünüzde (recognition) söz konusu üzüntüyü hissedecek ve reklamın değişik unsurlarını beyninizde işleme tabi tutacaksınız.
Ve markanın ‘‘güçlü’’ bir marka olduğunu anımsayacaksınız. Çünkü bütün olarak bakıldığında reklamın prodüksiyon kalitesi, mesajın tonu, güçlü görüntüleri çok güçlü bir marka imajına hizmet ediyor. Gazete-reklamları da duygu-rasyonellik dengesini yaratmaya katkıda bulunuyor. Tabi ki şimdilik.
Devlet çıkardığı yasalarla ‘‘posta tekelini’’ inatla sürdürmeye çalışsın, bir milyar dolarlık Kargo pazarında rekabet daha da kızışacak gibi görünüyor. Aras Kargo da reklama başladı. Onun reklamlarında da duygusal motifler fazla. MNG Kargo ve Ekspress kargo'nun da ellleri armut toplamayacak herhalde.
DHL, USP, Fedex, TNT gibi yabancı şirketlerin de ‘‘çok tatlı’’ görünen kargo pazarından pay almak isteyecekleri kesin. Rakiplerin alacağı pozisyonlar karşısında pazar lideri Yurtiçi'nin duygusal ağırlıklı pozisyonu ne hale gelir onu bilemem. Örneğin çıksa biri dese ki; ‘‘En iyi teknoloji bende, paketinizin nerede olduğunu saniye saniye size internetten gösteririz.’’ Ne olur acaba?
(Reklam Ajansı: Manajans/Thompson Rating: * * * *)
‘Zap Digital’ yamyamlık yapabilir
BEYAZ'ın oynadığı ‘‘Zap Digital’’ reklamlarından anlaşılıyor ki, Digi-Türk yaklaşık 550 bin olan abone sayısını arttırabilmek için orta gelir gruplarına yönelmeye karar vermiş. Bunu yapmak zorunda, çünkü sistemdeki abone sayısıyla yüksek maliyetlerin altından kalmak pek mümkün değil.
‘‘Zap Digital’’ için DigiTürk paltformu altındaki bazı kanallarla ‘‘sınırlı’’ bir paket oluşturulmuş. Fiyat da aşağıya çekilmiş. Satış yerini farklılaştırmak için de Vestel bayileri kullanılıyor. Vestel marka bir uydu da bir paket kapsamında ‘‘Zap Digital’’in içine yerleştirilmiş. Bence buraya kadar sorun yok.
Sorun, ‘‘Lig TV’’ Zap Digital paketine eklenince ortaya çıkıyor. Sadece süper lig maçları için DigiTürk'ten yararlanan aboneler Zap Digital üzerinden süper ligi izleyen abonelerle kendilerini karşılaştırdıklarında maçları daha pahalı izlediklerini algılayacaklar.
Bunu farkeden DigiTürk abonelerinin DigiTürk'ü bırakıp Zap Digital'e geçmeleri olası. Buna yeni markanın eski markadan yamyamlık yoluyla pazar payı kapması deniyor.
Zap Digital çok daha fazla abone alıp DigiTürk kayıplarını karşılarsa sorun yok. Eğer Zap Digital yeterli aboneye ulaşamazsa, yüksek fiyat ödemeye razı. Digi-Türk aboneleri Zap Digital'e kaydırılmış olacaktır ki o zaman da DigiTürk yöneticileri kendilerine ‘‘Biz bu devrimi niye yaptık?’’ diye sorsalar iyi olur.
Bir de şu var, bazı aboneler de aynı hizmete fazla ücret ödediklerini algılayacaklar ama hiçbir şey yapmadan tatminsiz tatminsiz oturacaklardır. İlk fırsat ellerine geçtiğinde de, emin olun, DigiTürk'ten intikam almakta gecikmeyeceklerdir.
Zap'ın reklam kampanyasına gelince. Sunulacak mesaj, doğası gereği karmaşık. Orta ve alt gelir gruplarına yönelik olarak Beyaz'ın seçimi doğru. Kullanımı da doğru. Reklam dikkat çekiyor, farkındalık yaratıyor. Soru sorduruyor. Ama herşeyi açıklıkla iletemiyor. Biraz ince ayar gerekiyor.
(Reklam Ajansı: Mozaik Ajans Rating: * * *)
Reklam ve Rekabet'in kamera arkası
YARIN gece 23.05'te CNN/Türk'te ‘‘Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet’’in kamera arkalarını izleyebilirsiniz. Çok keyifli, kaçırmayın.
Çekirgelik
Politikacı, dalgalar yaratan, daha sonra da gemiyi sadece kendinin kurtarabileceğini düşündüren kişidir.
Ivern Ball
(AKP ve Türban sorunu bu söze ne güzel uyuyor değil mi?)
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2003
Pronto Halkla İlişkiler şirketinin sahibi Gülderen Koşar'dan halkla ilişkiler sektörü ile ilgili bomba gibi bir 'itiraf' mektubu aldım. Koşar, basın sektörüne yabancı bir isim değil, iş hayatına basın sektöründe başlamış, 12 yıl önce de reklamcılık sektörünün duayeni Eli Acıman'ın 'itmesiyle' halkla ilişkiler sektörüne geçmiş.
Sözün özü Gülderen Koşar, halkla ilişkiler sektörünün ünlülerinden biri. Mektup çok uzun, bu nedenle özüne dokunmadan alıntılar yapıp yayınlıyorum:
'Çanlar halkla ilişkilerciler için çalıyor' başlıklı yazınızı da diğer yazılarınızı okuduğum gibi ilgiyle okudum. 'İlgi' diyorum çünkü; sizin köşenizi, sektörümüz ile ilgili 'örtülü amaçlara' hizmet etmeyen ve herkese eşit mesafede durarak yapılan çalışmaların hedef kitleler üzerinde etkilerine dair görüşleri ya da sektörümüzün 'sektör' olması için ölçekli bilgileri aktaran bir köşe olarak tanıyorum.
Önce tebrikler! Fevkalade doğruyu yazdınız. Evet yazdığınız türden halkla ilişkiler şirketleri var ve müşterileri ile 'fiyatlandırmayı' hatta 'proje başına' ücretlendirilmiş haber pazarlığı ilişkileri ile çalışanlar var. Bunların içinde sizin tabiriniz ile 'ne idüğü belirsizler’in yanısıra 'ne idüğü biraz belirli olanlar' bile var...
...girişimcilikleri aşağılayan ve bunları kendi günlük kazançları ve kaygıları için yok sayan sektörün sizin yazınız üzerine 'haberimiz olsa da beraber hareket etsek' demek yerine, 'pardon; önce şirketlerimize aldığımız gençlere doğru örnek olarak bu durumu düzeltmeye çalışmalıyız ve sizden de bu konuda destek bekliyoruz' demesi daha doğru olurdu.
Sektöre bir de 'dernekçilik' açısından baktığımızda; ne idüğü belirsiz dediğiniz şirketlerin sahibi olan gençler ya da sonradan bu işe heves etmiş kişiler, çok yakın bir geçmişe kadar 'dernek yapılanmaları değil', 'ku klux klan' yapılanmaları izlediler. Yakın geçmişte sektör derneklerine 'dernekçilik' soluğu getirmek isteyen bireylerin önce bu algılamayı silmeleri gerekecek.
Evet Atıf Bey, dediğiniz türden şirketler var. Çünkü ‘diğer şirketlerden ayrılıp yeni iş kuran gençler’ gördüklerini yapıyorlar. 12 yıldır içinde yer aldığım bu sektörde yeni müşteri adaylarının önemli bir bölümünde karşılaştığım ilk soru 'Ne kadar haber çıkartacaksınız?’ oldu. Hatta 'ne gerekirse öderiz' diyenler bile oldu.
Bunlar var çünkü, geçmişte turizm sektöründe bir tesisin tanıtım çalışmaları yapılırken, o tesiste, amaç, hedef, mimari yaklaşım, kıyaslama gibi kavramlara dayalı gerçek bir lansmanı toplu bir basın toplantısı ile yapmak yerine, önce bir dosya gönderip sonra da basın mensuplarına tek tek ve de aileleri ile 'tatil olanağı' sağlayarak imaj çalışması yaptığını sanan şirketler gördüler.
Bunlar var çünkü, hizmet alan bir müşteri için imaj oluşturmak ya da varolanı korumak için strateji, kavram yaratma gibi araçlara başvurmaksızın, sadece basında 'şahane haberler' çıkararak müşterisini memnun eden şirketler gördüler.
Bunlar var çünkü, 'basınca yaratılan müşteri algılaması' yerine halkla ilşkiler (pr) şirketi algılaması araştırması yapıp, bazı konkurlarda 'bakınız, bu araştırmaya göre bizim şirketimiz basın çalışanları tarafından xx sırasında algılanıyor' sözcükleri ile rekabet olanağı yakalamaya çalışan şirketler gördüler.
Altın varaklı basın bülteni öneren var
Bunlar var çünkü, bundan dört yıl önce büyük bir grubun menkul kıymetler şirketinin lansmanı yapılırken bir halkla ilişkiler şirketi tarafından oluşturulmuş bütçe çalışmasında 'altın varak baskılı basın bülteni' önerip, bir de bütçeye 'gazeteciler için X dolar' yazan bir bütçe kalemi gibi konuları konuşan şirketler gördüler (bütçe fotokopisi elimde).
Bunlar var çünkü, bir halkla ilişkiler şirketinden ayrılmış elemanı işe aldığında karşısına alıp geldiği şirkette neler yapıldığını öğrenmeye çalışan ve bir önceki şirketten çaldığı dokümanları 'know how' sanan 'özgün hizmet üretmeyi becerememiş' dolayısıyla işine değil, diğer başka şirketlerin istihbaratına zaman ayıran, buna rağmen de etik çığırtkanlığı yapan şirketler gördüler.
Sizin 'ne idüğü belirsiz' dediğiniz ve benim genç girişimciler olduğunu sandığım kitleyi kendi başına hedef aldığımı düşünmeyin lütfen. Bence bizim mesleğimiz daha yeni sektör olmaya başlıyor. Bir an önce şirketlerimizde çalışan gençlere işimizi yaparken 'teknik açıdan' iyi örnekler olmaya başlasak iyi ederiz...'
Koşar'a yürekten katılıyorum. Halkla ilişkilerciler, 'Biz nasıl sahtekar oluruz, yetişin halkla ilişkiler elden gidiyor' laf kalabalığı yapacaklarına ve uluslararası başkanlıkları müşteri avlamak ve hava atmak için kullanacaklarına, mesleklerine saygınlık kazandıracak doğru dürüst önlemler alsalar iyi olur. Yoksa güdümlü gazete haberleri ile 'kağıt üzerinde kalite' yaratmaktan başka bir şey bildikleri yok mu?
Not: Halkla ilişkilercilerin çok 'zeki' insanlar oldukları varsayılır. Bence de öyleler. Ama niye bazı halkla ilişkilerciler 'tırlatıp' yazılarımı yanlış okumakta ısrar ediyorlar onu anlamıyorum. Ben kimseye 'sahtekarsınız, yalancısınız, ikiyüzlüsünüz' demedim. Böyle bir gönderme bile yapmadım. Önce yazdıklarımı iyi okuyun sonra yanıt verin. Yanlış anlamayın, doğru okuma yapmamanız benim için sorun değil. Müşterileriniz 'zeka katsayınız' konusunda haberdar olacak ona üzülüyorum.
Havaalanında aranmaktan zayıfladık
Kısa bir süre önce yaptığım Denver, San Francisco, Los Angeles, Las Vegas gezisinden küçük küçük notlar düşmeye devam edeceğim izin verirseniz. (İzin vermeseniz de düşeceğim, hemen havaya girip sizden izin alacağımı falan sanmayın. Okursanız okurluğunuzu bilin, susun, oturun, okuyun!)
Anımsarsanız Amerika gezisini kalabalık bir 'Türk Lions' kafilesi ile birlikte gerçekleştirmiştim.
Öncelikle size şunu söyleyeyim on beş günlük bu tur sırasında 'kafile olarak' havaalanlarında aranmaktan resmen zayıfladık. Tam altı kez arandık ve zayıfladık! Amerikalılar 11 Eylül'den sonra resmen kafayı yemişler.
Hani 'şeyime kadar aradılar' derler ya, resmen Amerikalılar adamı şeyine kadar arıyorlar! Özellikle Amerika içi şehirlerarası uçuşlar öncesinde daha fazla arıyorlar.
11 Eylül'den sonra havaalanlarındaki 'güvenlik işi' federal hükümete geçmiş. Tüm personel kamu personeli yapılmış, sayıları da iki binden tam elli sekiz bine çıkarılmış, maaşları da dörde katlanmış! (ABD'nin bütçe açıklarının nedenini şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur sanırım).
'Türk vatandaşıyız' diye sadece biz arandık sanmayın. Amerikalı pilotları, seksenlik teyzeleri, üç yaşında çocukları bile arıyor Amerikalılar. Görevliler çok nazik ama. Arama çıkışında 'her şeyinizi ilk günkü gibi' kapıya teslim ediyorlar! Hatta çocukları arayanların bir pedagojik eğitimden geçirilmiş olabileceğini tahmin ediyorum, çocuklara çok ama çok 'itinayla' yaklaşıyorlar.
Kısaca yapılanları özetleyeyim. Önce el bagajlarınız, röntgen cihazından geçiriliyor. Sonra üstünüzde başınızda metal ne varsa ayıklanıyor. Ayakkabılar çıkarılıyor. Bunlar da cihazdan geçiriliyor. Sonra metal dedektörün içinden geçip, kendinizi bir Amerikalı görevlinin kollarında buluyorsunuz.
Görevlimizin görevi size, kısa bir süre '19 Mayıs' hareketleri yaptırmak ve oranızı buranızı dedektörle mıncıklamak! Burada kot pantolon piminize kadar aranıyorsunuz.
Siz böyle arana durun, diğer yandan başka bir görevli eşyalarınızı didik didik ederken diğer bir görevli de bir bezle ayakkabılarınızın içinden aldığı 'örneği' bir cihazda test ediyor.
Siz de şaşkın bakışlar arasında olanı biteni izliyor ve 'Bu Amerikalılar kafayı gerçekten yemiş' diye düşünüyorsunuz. Ne dersiniz kafayı yemişler mi? Yoksa bu kadar titizlenmekte haklılar mı?
Not: Kısa kestim ama merak etmeyin haftaya devam edeceğim. Amerika'dan sonra da öyle bir mavi yolculuk anlatacağım size ki, yemeyip yanında yatacaksınız (ayrıca yiyebilirsiniz de).
Cuma Takıntısı
Zeki Alasya'nın Yeniköy'deki 'Balıklama' isimli lokantasını Eresin Turizm A.Ş satın almış. Yeni bir anlayış ve mönü ile yeniden hizmete açmış. Alasya döneminde gidecektim, gidemedim. Nasip Eresin'e imiş. Terastan boğaz manzarası müthiş. Mezelerini, deniz ürünlerini çok sevdim. Takıntım, levrek dolması oldu. Mutlaka deneyin.
Cuma lakırdısı
Bir kadının kaç yaşında olduğunu öğrenmek istiyorsan görümcesine sor!
(Edgar Howe)
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2003
Geçen hafta Reina parkçılarının arabama yaptığı işkenceden söz etmiş ve Denver'da gördüğüm bir uygulamayı anlatmıştım. 'Vale Araç ve Park Hizmetleri' adıyla üç seneden bu yana Atatürk Hava Limanı İç Hatlar ve Dış Hatlar terminallerinde hizmet veren şirketin genel müdürü Naci Gülalp'ten bir mektup geldi.
Gülalp şöyle diyor: 'Denver'a kadar uzanmaya gerek kalmadan Türkiye'de de benzer profesyonel hizmetlerin sunulmakta olduğundan söz etmek isterim. Firmamız tarafından teslim alınan bütün araçlar öncelikle görevlilerimizce kontrol edilmekte, mevcut bulunan hasarlar, teslim fişindeki temsili araç resmi üzerinde işaretlenmektedir. Çözümün parçası olmakla yetinmeyip, çözümün tamamı olabilmek adına, teslim alınan bütün araçlar hasar ve çalıntı durumlarına karşı firmamızca sigorta güvencesi altına alınmaktadır'.
Gülalp haklı. Denver'dan örnek vermeme gerek yokmuş. Burnumuzun dibinde çözümün 'tamamı' olan firmalar varmış da haberimiz yokmuş.
Aslında yurtdışına çıkarken aracımı hep havaalanına park ederim, ama bugüne kadar hiç vale hizmetlerinden yararlanmadım. Tuzlu olur diye tabii ki. Yeni bir şey duydum, eğer doğruysa bundan sonraki ilk uygun durumda vale hizmetlerinden yararlanacağım. Shop&Miles kartı olanlara % 50 indirim uygulanıyormuş diyorlar.
Her neyse Reina gibi kapı önünde araç teslim alan yerlerin, park yeri hizmetlerine, belediyelerin daha ruhsat verme aşamasındayken bir düzenleme getirmesi şart.
Nasıl tuvaletlerine karışıyorlarsa park düzenlemelerine de belediyeler karışmalı bu gibi yerlerin. Belediyeler isterlerse kanundan bu yetkiyi alırlar! Doğru değil mi Sayın Ali Müfit Gürtuna? Hem bir de park tarifesi falan geçmeli encümenlerden. Kimin ne aldığı belli olsun. Dağ başı mı İstanbul! Beş milyon verirsin kabul etmezler, altı verirsin dudak bükerler, yedi yaparsın söylenirler, on milyona çıkana kadar inlettikçe inletirler. Yeter artık bitsin bu çile...
Seviyeye bakar mısınız?
İsmi lazım değil kendini halkla ilişkilerci olarak tanıtan bir şahıs geçen hafta halkla ilişkilercilerle ilgili yazdığım yazıyı 'seviyesiz' bulmuş.
Bununla da kalmamış attıkça atmış: Ben nasıl olurmuş da halkla ilişkiler sektörüne dil uzatıyormuşum. Şunun şurasında daha üç yıldır tanınıyormuşum, kendimde bu hakkı nerede görüyormuşum. Etik dersi vermeden önce kendi etik-dışı hareketlerime bakmalıymışım. Yakında da bu hareketler açıklanacakmış!
Seviyeye bakar mısınız? Hadi bilgisizliğini bir tarafa bırakalım adamın, yaptığı tehdide bakar mısınız? Resmen, 'gerekirse iftira atarız' demek istiyor!
Niye gocundu acaba? Ben sadece para karşılığı sütun santim hesabı üzerinden 'haber çıkarma garantisi' veren halkla ilişkilerci müsveddelerinden söz etmiştim. Mesleğin saygınlığını ayaklar altına alıp halkla ilişkilerci-gazeteci ilişkisini derinden yaralayanlarını uyarmıştım. Böyle bir sorunu mu var arkadaşımızın acaba?
Yalan yanlış hakkımda yazılanlara bakıp, gaza gelmiş, aklınca beni korkutacak! Yazık! Çok yazık.
Allah bilir bu adam kendi yazdığı bültenlerdeki laf salatalarına da inanıyordur. Belki de internette birçok insan hakkında dolaşan rezil, iftira dolu mektupları, bilinmeyen bir limandan bunun gibiler dolaşıma sokuyordur! Kim bilir? Böyle tehdit savuranlar, niye bu tür şeyler de yapmasınlar ki!
Halkla ilişkilerci dostlarıma sesleniyorum
İşte size bir yazarı 'susturma' amacıyla açık açık tehdit eden bir halkla ilişkilerci. Ne yapacaksınız şimdi? Disiplin kurullarınız çalışmayacak mı? Kim olduğunu nereden mi bileceksiniz? Biraz uğraşıyla rahatlıkla bulacağınızı siz benden daha iyi biliyorsunuz. Eğer isterseniz tabii ki!
'Şikayet olursa inceleriz' demekle, 'ortak deklarasyonlara' imza atmakla sorunlar çözülmüyor. Mesleğin saygınlığını korumak için uygulamaları, bir yol bulup denetlemek, şikayetleri çok yol bulup özendirmek gerekiyor. Yukarıdaki olaydan da sadece örnek olsun diye söz ettim.
Halkla ilişkilercilerin isterlerse mesleki uygulamalara yönelik şikayetleri özendiren ve ihlalleri belirleyen bir sistemi çok rahatlıkla kurabileceklerini düşünüyorum.
Halkla ilişkiler olayında reklamdaki gibi, meslek etiğine aykırılık iddialarını kanıtlamak kolay değil. Neden? Çünkü somut çıktılar yok! Bunu kabul ediyorum. Ama siz de şunu kabul edin, iddiaları ispatlamak imkansız da değil.
Derneklerce, bugüne kadar bir Allahın kuluna etik dışı mesleki uygulamaları nedeniyle basit de olsa caydırıcı bir ceza verilmemesi biraz garip değil mi? İnsan ister istemez sorguluyor tabii ki. Bu halkla ilişkilerciler sütten çıkmış ak kaşık mı diye!
32 Türk kaç valiz eder?
Yine gezi notlarımıza dönelim bakalım. Amerika gezisi Amerika...
Her şey 29 Haziran 2003 günü Atatürk Havaalanı'na ulaşmamla başladı. Denver, San Francisco, Los Angeles ve Las Vegas'ı kapsayan geziyi turla yaptım. Sorumlu tur operatörümüz Vista. Ne güzel!
Otuz iki kişiden oluşan bir kafiledeyim. Yine ne güzel! Niye güzel olmasın? Düşenebiliyor musunuz mutluluğu? 32 Türk. Yani gidişte 120, gelişte 233 gülle, yani pardon valiz. Bundan güzel ne olabilir!
Günahlarını almayayım Türk Lionslar hayırlı bir şey için gidiyorlar Amerika'ya. Uluslararası Lions kulüplerinin yıllık kongresinde 189 ülke ile birlikte Türkiye'yi temsil edecekler. Colorado ve Denver'da, bir de ülkeler resmi geçidi var. Orada yürünüp, dünya aleme Türkiye tanıtılacak. Ben de fasulyeden yanlarındayım.
Saat sabahın sekizi pasaport kontrolüne geldik. Uçağımız onda. Pasaport kontrolü yapan kabinlerin önü ana-baba günü.
Daha uçağı sekiz buçukta olanlar bile içeri girememişler. Yolcular polislerle neredeyse saç saça baş başa kavga etmek üzere. 32 kabinden sadece 16'sında pasaport polisi var. İnsanlar 'diğer gişeleri de açın' diye yırtınıyorlar.
Polislerin şefi olduğunu sandığım bir polis de yolculara elinde sadece onaltı görevli olduğunu, başka görevlere ya da illere atananların yerine atama yapılmadığını anlatmaya çalışıyor.
Uçaklar ha kaçtı, ha kaçacak. Sinirler gergin. Tam bir rezillik yaşanıyor. O an aklıma yeni açılan 15 bin imam kadrosu geliyor. Hükümetimiz bu imamları pasaport kontrolünde çalıştırmak için alıyor olmasın? Düşünsenize, her yolcunun arkasından bir de şöyle okuyup üflediler mi cillop gibi olur. Yanlış mı anlaşılır? Hadi canım.
Haftaya: Aranmaktan zayıfladık, Denver'ın mecburiyet caddesi, Asmalı Konak, asmalı Colorado'ya on basar, Colorado valisi kongre açılışında yaptığı konuşmada Lionslara ne dedi? San Francisco'da bir foku göremedik!
Cuma Takıntısı
Ortaköy'de, Kabataş Lisesi'nin içindeki Feriye tesislerinde, akşam üstü, elde alkollü ya da alkolsüz bir içecek varken arkadaşlarla sohbet etmek ve İstanbul'un güzelliklerine doymak.
Cuma LAKIRDISI
Sağlıklı yiyecek-içecek satan mağazalardaki müşterilere dikkat ettim. Hepsi solgun, zayıf yarı-ölü şekilde dolaşan insanlar. Et lokantalarında ise kanlı-canlı, sağlıklı insanlar görürsünüz. Tabii ki bunlar ölüyorlar ama görünüşleri Allah için mükemmel. (Bill Cosby)
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2003
‘‘<B>Bireysel Emeklilik</B>’’ pazarından pay almak isteyen sigorta şirketleri, reklamsız farklılaşamayacaklarını sonunda anlamış olacaklar, birbiri ardına reklam yapmaya başladılar. Böyle bir durumda ben ne merak ederim?
Evet, ‘sigorta marka ligini’ merak ederim. Dünyanın ve Türkiye'nin önemli araştırma şirketlerinden,
Taylor Nelson Sofres (TNS) ünlü trendpoll araştırmasında, sadece bizim için, ‘‘
Aklınıza gelen ilk üç sigorta şirketi nedir?’’ sorusunu sordu.
Bu araştırma, Türkiye temsili 18 yaş üstü 2.039 kişi ile yapılıyor. Deneklerin yüzde 69'u (1.404 kişi) en az bir sigorta şirketinin ismini anımsayabildi.
Anlayacağınız deneklerin yüzde 31'i hiçbir şirketin ismini anımsayamadı. Bence bu sonuç bile durup düşünülecek bir sonuç.
Sigorta şiketleri bir araya gelip ‘
ortak’ reklam yapmanın yollarını arasalar iyi olur. Ne konuda mı reklam yapacaklar? Tabi ki genel olarak sigortalanma bilinci konusunda, başka ne olabilir?
Marka ligi sonuçlarımıza göre, Türkiye'de ‘
sigorta deyince’ ilk akla gelen,
Anadolu Sigorta (Yüzde 39). Daha sonra sırayı yüzde 34,8 ile yine bir Anadolu markası alıyor,
Anadolu Hayat. Bana Anadolu markası altında böyle iki marka olması doğru gelmiyor ama marka sahiplerinin bu ayrımı sürdürmekte eminim haklı bir nedenleri vardır.
Üçüncü sırada
Ak Sigorta var (Yüzde 28,5, henüz
Ak Hayat'a rastlamamış olmak ilginç!), dördüncü sırada ise
Axa Oyak (Yüzde 27,6). Yine ilginç bir sonuç deneklerin yüzde 13,7 sadece
Oyak Sigorta'dan söz ediyor,
Axa'dan söz etmiyor.
Anlayacağınız sigorta şirketleri bugüne kadar kurumsal kimlik sorunlarını çözememenin, daha doğrusu kurumsal kimliklerini iyi yönetememenin cezasını çekiyorlar.
Beşinci sırada bulunan
Başak Sigorta ile altıncı sırada bulunan
Güneş Sigorta ve yedinci sırada bulunan
İsviçre Sigorta dışında anımsanma oranı açışından yüzde 10'un üstüne çıkabilen sigorta şirketi bulunmuyor.
Yani?
Yanisi şu, eğer diğer sigorta şirketlerinden bireysel emeklilik pazarına göz dikenler varsa, vakit geçirmeksiniz varlıklarını hissettirseler iyi olur. Atı alan üsküdarı geçmek üzere de... Haksız mıyım?
Reklam Yaz Okulu yarın başlıyor
Reklamcılık Vakfı ve Reklamcılar Derneği'nin birlikte düzenledikleri Reklam Yaz Okulu başlıyor.
Vakıf Başkanı Faruk Kaptan'ı ve Vakıf yönetim kurulu üyesi Sevgi Tuncel'i, üç yıl gibi kısa bir sürede yaz okulunu başarıyla markalaştırdıkları için buradan kutlamak istiyorum.
Kısıtlı olanakları büyük bir özveriyle bir araya getirip, hoş bir reklam eğitimi ortaya çıkardılar her ikisi de kutlanmayı hakediyorlar.
Reklam Yaz Okulu'nda üç hafta boyunca yoğun dersler olacak. Reklamcılık mesleğine girmek isteyenler bu meslekle ilgili her türlü ayrıntıyı enine boyuna öğrenecekler. Hem de yaz kampı ortamında... Takımlar oluşturup bir reklam kampanyası üzerinde çalışarak...
Hocalar da süper... Reklamcılar var, akademisyenler var... Türkiye'nin en ünlü, en deneyimli, en yetenekli, en uçuk reklamcıları ile tanışmak istemiyor musunuz?
Hiçbirşey kaçmış değil. Yarın sabah dokuzdan önce İstanbul Ortaköy'deki Feriye tesislerine gelir, kaydınızı olursanız siz de hemen derslere başlarsınız.
Ben de orada olacağım. Reklamcılık üzerine çok güzel de bir panel var. Bütün gazeteciler de davetli... Kaçırmayın.
Kırmızı'ya sahip çıkalım!
ÖĞrenciliğimden beri bu kadar uzun süre Amerika'da kalmamıştım. Süre uzun olunca Amerikan medyası ile fazla haşır neşir oldum. Ne farkettim biliyor musunuz? Amerika'nın hem ulusal hem eyalet gazetelerindeki reklamlar çok ama çok daha fazla yaratıcı olmaya başlamış. Kesinlikle bir on beş yıl önce böyle değildi!
New York Times ve
The Wall Street Journal'i bir yana bırakalım.
USA Today'daki reklamlar bile daha bir durdurucu, daha bir okutucu, daha bir eğlenceli hale gelmiş. Hatta iddia ediyorum, Amerika'da gazete reklamları, yaratıcılıkta televizyon reklamlarını geçmiş!
Türkiye'de de olması gereken de bu işte! Gazete ve dergi reklamlarının üretim sürecinde en az televizyon reklamlarının üretim sürecinde olduğu gibi titizlenmek gerekir.
Aksi takdirde basının gerçek gücünü hissedemeyen reklamveren bu ortamdan uzaklaşır. İletişim sorununu başka ortamlarla çözmeye kalkar. Ne kadar yanlış! Reklamcı, reklamveren ve medya çalışanları lütfen
McLuhan'ın şu sözünü hiç unutmasınlar: Medya mesajdır.
Yani herhangi bir reklam ortamına bir mesaj yerleştirildiginde o ortamın özellikleri reklamın mesajına ek bir katkı getirir. Bu nedenle de hiç bir reklam ortamı diğer bir ortamın yerini tutamaz.
Basın reklamlarımızın daha yaratıcı olması için elimizden geleni ardımıza koymamamız lazım. Bizim reklamcılarımız Amerikalı meslekdaşlarından daha az yaratıcı değiller. Yeter ki önleri açılsın, yeter ki bir reklam ortamında yaratıcılık onlar için doğal rekabet halini alsin!
Hürriyet'in basın reklamları arasında düzenlediği 'Kırmızı' isimli yeni reklam yarışmasını aynı
Kristal Elma'yı önemsediğim gibi çok önemsiyorum. Çünkü Kırmızı'nın reklam yaratıcıları arasındaki rekabeti pompalayacağına inanıyorum.
İşte bu nedenle tüm reklam sektörünü ve tüm basın sektörünü , basın reklamlarının geleceği açısından, ‘
Kırmızı’ isimli reklam yarışmasına sahip çıkmaya çağırıyorum.
Lütfen
Kırmızı'dan desteğimizi esirgemeyelim. Bu yarışmada sadece Hürriyet'te çıkan değil tüm gazete ve dergilerde çıkan reklamlar yarışacak, bunu unutmayalım..
Yaratıcılık hepimize lazım. Kurtuluş yaratıcılıkta. Yalan mı?
Çekirgelik
Her başarılı erkegin arkasında -giyecek hiçbirşeyi olmayan- bir kadın vardır
(L. Grant Glickman)Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2003
Acaba bu kadar çok gezmemin nedeni 40 yaş sendromu olabilir mi? Bana sormayın çünkü bilmiyorum. Bildiğim eskisinden daha fazla gezenti ruhuna sahip olduğum. Yine Los Angeles'a geldim biliyor musunuz? Bu arada geçen hafta dediğim gibi, bir Denver (ABD, Colorado) yaptım, peşinden bir San Francisco (ABD, California), bir Las Vegas (ABD, Nevada) ve şimdi yine Los Angeles'tayım. Bu hafta bu turun ayrıntılarına giremeyeceğim kusura bakmayın. Hele bir Türkiye'ye ulaşayım. Ferah ferah ayrıntılara girer bazı uyarılarda bulunuruz. Niye mi bu hafta yazamıyorum?
İki gündür Las Vegas'taydım da ondan. Kaldığım otelde ve çevresinde ne doğru dürüst bilgisayar ne de internet vardı. Çok ilginç değil mi? Bu devirde dünyanın en büyük ve en görkemli otellerinde internete hatta bilgisayara ulaşmakta güçlük çekiyorsunuz. Niye dersiniz? Bildiniz. Adamlar rekabet istemiyorlar da ondan. Ya insanlar internete dalıp iki kuruş az kumar oynarlarsa?
Anlayacağınız Las Vegas'ta elim kolum bağlı öylece kalakaldım. Bu sabah, sekiz saat otobüs yolculuğundan sonra Los Angeles'a geldim de medeniyete kavuştum.
Daha doğrusu kaldığım Radisson Hotel'de, bilgisayar kullanmanın dakikasi 49 cent (saati yaklaşık 30 dolar) olduğunu öğrenene kadar 'medeniyete' kavuştuğumu sanıyordum.
Saati 30 dolar! Resmen soygun! Soyguncu medeniyet! Medeniyet dediğin tek dişi kalmış bir canavar!
Ben de kendimi soyduracak diş... pardon göz var mı? Doğru, kendime daha ucuz bir medeniyet aramaya koyuldum. Kısa süre içinde de buldum. Hemen otelin karşısındaki internet kafedeyim şu an. 15 dakikası 1 dolardan bilgisayar kullanıyorum. Tek sorunum çevremdeki bilgisayarlarda oturan ve bangır bangır yüksek sesle birbirleriyle konuşan siyahi kardeşlerim. Bir de bangır bangır çığıran şu çokça metalik hafif asit kılıklı müzik olmasa...
Bilmem anlatabildim mi niye bu hafta ayrıntılı bir gezi raporu veremeyeceğimi...
Sorun biz de mi onlarda mı?
San Francisco sokaklarını arşınlarken çok ilginç bir broşür elime geçti. Yetişkinlere yönelik, bir günlük kurslar düzenleyen bir eğitim kurumuna ait.
Kursların konularını okuyunca apışıp kaldım. Nasıl apışıp kalmam! Bakar mısınız kurs konularına:
Müzik işinde nasıl başarılı olursunuz (99 dolar), emlakçılar için Feng Shui (93 dolar), cafe nasıl açılır (113 dolar), restoran nasıl açılır (93 dolar), anti-aging yeme-içme (93 dolar), yeni başlayanlar için Budizm (80 dolar), seksüel enerjiyi harekete geçirme (85 dolar), internet üzerinden biriyle çıkmayı nasıl başarırsınız (85 dolar), vejetaryenler için yemek pişirme (90 dolar), golf (200 dolar), Tai usulü dans (80 dolar), çocuk kitabı nasıl yazılır ve bastırılır (115 dolar), anı yazarlığı (80 dolar), seyahat yazarı nasıl olunur (85 dolar), yemek kitabı nasıl yazılır (90 dolar), Playboy dergisinde nasıl yer alınır (80 dolar), bölgesel şarap tadımı (50 dolar), internette porno işinden nasıl para kazanılır (105 dolar), mükemmel martini nasıl yapılır (30 dolar)... Ve daha neler neler. Siz de apışıp kalmadınız mı?
'Kafayı yemiş bu Amerikalılar' diyorsunuz değil mi? Kafayı yiyemeyen biz olmayalım?
Kalıpların içine sıkıştırılan, yaratıcı düşenemeyen, ilgi alanlarını genişletemeyen biz olmayalım? Ne dersiniz?
Reina'nın ayıbı
ABD'ye 29 Haziran Pazar sabahı uçtum. Bir gün önce yani 28 Haziran Cumartesi günü sevgili dostum Feryal Pere'yi kıramadım ve Micra deterjanları için Reina'da yapılan 'Asmalı Konak’lı basın toplantısına katıldım.
Herkesin yaptığı gibi Reina'ya gelince arabamı parkçı gençlere teslim ettim. Basın toplantısından sonra arabamın gelmesi biraz uzun sürdü ama 'herhalde uzağa park ettiler' dedim ve şüphelenmedim.
Kısa bir süre sonra benzin almak için durduğumda fark ettim ki arabamın sağ tarafı boydan boya duvara sürtülmüş, iki kapının birleştiği yerden de içeri göçmüş.
O an kan beynime sıçradı. İnanın para pul ikinci planda. Tabii ki tamir ücreti canımı oldukça yakacak ama asıl derdim enayi yerine konmakta, kandırılmakta.
Acelem olmasına rağmen, (bir arkadaşımın düğününe yetişmeye çalışıyorum) önce 'Gideyim, şunlara hesap sorayım' dedim. Sonra 'Gitsem ne olacak ki, biz yapmadık diye kırk takla atacaklar, bir de yalancı durumuna düşürecekler' diye düşündüm. Anlayacağınız çaresizlik içinde bir sonraki sabah ABD'ye uçtum.
Tesadüf Denver'da kaldığım otelde ne gördüm biliyor musunuz? Otelin parkına gelen arabalar girişte durduruluyor ve her araç bir görevli tarafından baştan aşağı kontrol ediliyor. Eğer görevli araçta herhangi bir hasar bulursa bu hasarı elindeki çizelgeye işliyor. Eğer biri 'arabamı çarptınız' derse elde kanıt olsun diye...
Çözümün parçası olmak bu işte. Reina ve Reina gibi yerleri yönetenler ise ancak sorunun parçası olabilirler. Nerede onlarda böyle yaratıcı zeka! Yabancı müzik çalıp, yabancı yemekleri, yabancı içkileri mönüde bulundurmakla keşke 'Batılı' olunabilse!
Bu yazıyı Reina'dan bir beklentim olduğu için yazmıyorum. Benim gibi enayi yerine konmanızı engellemek için yazıyorum. Bir park yerine, özellikle de Reina'ya, aracınızı bırakırken hasarsız olduğunu mutlaka onaylatın, aracınızı teslim aldığınızda da sağını solunu mutlaka kontrol edin.
Çanlar halkla ilişkilerciler için çalıyor
Kendilerine 'halkla ilişkiler' şirketleri diyen bazı ne idüğü belirsiz şirketler iyice gemi azıya aldılar!
Bu şirketler müşterileriyle gazetelerde çıkartacakları haber başına anlaşmalar yapıyorlar.
Yani 'Eğer çeyrek sayfa haber çıkarırsam şu kadar para, yarım sayfa çıkarırsam şu kadar para' diye müşterilerine garanti veriyorlar.
Ve halkla ilişkiler mesleğini katlediyorlar. Niye mi? Siz müşteri olsanız böyle bir durumda gazetelerin halkla ilişkiler şirketlerinden para aldığını düşünmez misiniz? Gazetelere ve gazetecilere olan güveniniz zayıflamaz mı?
Kendilerini 'zan' altında bırakan bu tür söylentiler karşısında gazeteciler ne yapar sizce? Gerçekten haber değeri olan haberler dahil halkla ilişkiler şirketlerinden gelen bültenlere ilgi gösterirler mi?
Göstermezler. Göstermemeye başladılar bile. Halkla ilişkilercilerin bu tür egoistçe davranışları nedeniyle halkla ilişkilercilere saygı duyan kimse kalmayacak yakında medya dünyasında.
Halkla ilişkilercilerin yalancı ve sahtekar olduğunu düşünen gazeteci sayısının hızla arttığını düşünüyorum.
Halkla ilişkilerciler için tehlike çanları çalmaya başladı. Üstelik bu kötüye gidiş hiçbir halkla ilişkilercinin umurunda değil. Hepsi günü kurtarmaya çalışıyor. Çok Yazık!
Cuma LAKIRDISI
Kaplumbağalara dikkat et, ancak kafasını çıkarıp risk aldığında ilerleyebiliyor. (James B. Conant)
Cuma Takıntısı
Jane Birkin'in Arabesque albümü... Belki de sadece bu cuma değil her cuma bu albüme takılmak lazım.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2003
<B>‘‘REKLAMCILIK karmaşık bir iş öyle üstün körü eleştirisi yapılamaz’’</B> buyuran <B>Fatih Altaylı </B>ile reklam eleştirisi yapmamı engellemek isteyen reklam cahili sözde liberal, aslında özde liberal faşist, sözde reklamcılara bu işin tarihçesini biraz anlatayım da öğrensinler... Reklam eleştirisi 1950'lerden bu yana hep var. Reklamcılar sevse de sevmese de hep var olacak.
1950'lerden 1980'lere kadar reklam eleştirisi daha çok Marksist kuramlardan etkilenerek yapılan bir eleştiri idi. Bu dönemde reklamın insan aklını esir ettiği söylenirdi. Reklamın insanlara ihtiyaç hissetmedikleri şeyleri aldırdığı ve mutlaka kısıtlanması gerektiği anlatılırdı. (Böyle çağdışı kalmış reklam eleştirisi yapmamı isteyen varsa söylesin!)
Hatta sözde ‘‘bilinçaltı reklamcılık’’ hipotezinin ortaya atıldığı ve insanlara gerçekmiş gibi yutturulduğu dönem de işte bu dönemdir.
İlk olarak çağdaş anlamda reklam eleştirisini 1980 yılında Barbara Lippert başlattı. Dünyaca ünlü Adweek dergisinde korkusuzca yaptığı reklam eleştirileri ile Lippert bir anda derginin en çok okunan yazarı oldu.
Lippert'in antropoloji, semiyoloji ve pazarlama ilkelerine dayalı eleştirileri tutunca Adweek'in en büyük rakibi Advertising Age bundan rahatsız oldu ve reklam eleştirmek üzere USA TODAY gazetesinden Bob Garfield'i transfer etti.
Bob Garfield 18 yıldır bu işi yapıyor ve şu anda Barbara Lippert'den daha ünlü. Neden? Çünkü o aynı zamanda bilmeden reklamların brieflerine de dil uzatıyor!
Coca-Cola'nın ünlü CEO'su Segio Zyman, Garfield'in bir yazısı üzerine 200 milyon dolarlık yeni reklam kampanyasını çöpe atti. Neden? Çünkü reklam üretimi öyle sanıldığı gibi dünyanın en karmaşık işi değil. Çok yönlü bir iş olduğunu inkar edemeyiz ama reklam dediğin günün sonunda hedef tüketiciye bir ‘‘satış fikrini’’ iletmekten başka birşey değildir. Brief bilinmeden de onu tahmin etmek zor değildir. Eğer iletilen reklama bakılıp da reklamın ne dediği anlaşılmıyorsa Kristal Elma dahil dünyadaki reklam yarışmaları nasıl yapılıyor acaba?
Yani anlayacağın Altaylı, dünyayı yeniden keşfetmiyoruz.
Sen neymişsin be L'Oreal!
AIR France'ın ‘‘yolcular okusun’’ amaçlı dergisini çok beğendiğimi geçen hafta yazmıştım. Air France bir de cinlik yapıp dergisinde ünlü Fransız markalarını destekliyor.
Air France'ın dergisinde okumasaydım, L'Oreal'in 2002'deki dünya toplam satışlarının 14 milyar Euro olduğunu, 86 ülkede 50 binden fazla insan çalıştırdığını, L'Oreal Proressional, Lancome, Garnier, Gemey, La Roche Posey, Giorgio Armani Parfüms, Helena Rubinstein ve Ralph Loren dahil 15 markanın sahibi olduğunu nereden bilecektim.
1907 yılında kimyacı Eugene Schueller tarafından saç boyası üretmek üzere kurulan L'Oreal 1984 yılına kadar orta ölçekli bir şirketmiş biliyor musunuz? (*) Ta ki şimdiki başkanı (CEO) Lindsy Owen-Jones (OJ) başa geçene kadar. OJ'nin başa geçmesiyle, L'Oreal 15 yılda satışlarını üçe, net kárını altıya, hisse senedi fiyatını 22'ye katlamış.
Lindsy OJ, 23 yaşında Oxford'u bitirmiş ve sonra ünlü Fransızların ünlü işletme okulu INSEAD'da L'Oreal adına okumuş. L'Oreal'de Dop şampuanlarının aktif satışçısı olarak işe başlayan OJ'in sorumluluğuna ilk önce işlerin kötü gittiği İtalya ve Belçika verilmiş. OJ verilen her işin altından başarıyla kalkıp şirkete başkan olmuş.
Hem de 42 yaşında...
Reklamların, L'Oreal'in ünlü ‘‘Ben buna değerim’’ sloganının OJ'in bugünkü başarısında büyük payı var. Bu slogan OJ döneminde yaratılmamış ama. OJ, 1997 yılına gelindiğinde, 14 yıl önce ABD'de Preference saç boyaları için kullanılan bu sloganı yeniden kullanmak istemiş. Pazar araştırmaları ‘‘kullanma’’ demiş.
OJ dinlememiş, içgüdülerine güvenerek 130 ülkede, bu sloganın kullanıldığı reklam kampanyaları başlatmış. Claudia Schiffer, Laetitia Casya ve Catherine Deneuve gibi ünlülerin kullanıldığı L'oreal reklamlarını nasıl unutursunuz? Anımsarsanız yeni reklamlarda slogan biraz değişerek ‘‘Siz buna değersiniz’’ oldu.
OJ'in tanıyanlar başarısının sırrını dünyaya tektip bir güzellik vizyonunu pompalamamasında buluyorlar. OJ, ‘‘farklı kültürlere farklı ürünler’’ stratejisini doğru buluyor. Yani standarlaştırmadan küresel stratejiler uyguluyor..
OJ, yaptığı bir konuşmada yeni hedefini şöyle belirlemiş: ‘‘Çinde Amerika'da ve Avrupa'da olduğundan daha fazla dudak var..’’
(*) Schuller 1907 yılında ürettiği ilk saç boyasına o dönemin en ünlü berberi L'Aureale'in ismini vermiş. 1914'te bu isim kolay telaffuz edilsin diye L'Oreal'e dönüştürülmüş.
Raflarda neler var?
BİR toplantı icin ABD'nin Colorado Eyaleti'nin başkenti Denver'dayım. İki gündür de o kitapçı senin bu kitapçı benim dolaşıyorum. Borders, Barnes and Nobles, Tattered Cover Book Store... En sevdiğim iş bu aslında. Bıraksalar kitapçıdan hiç çıkmam ya!
Pazarlama ve reklam kitaplarının bulunduğu raflardan sizler için on tane kitap seçtim. Fırından yeni çıkmış taze kitaplar bunlar. Pazarlama ve reklam konusunda dünya nereye gidiyor öğrenmek isteyenler varsa hepsini teker teker okusunlar, şiddetle öneririm:
1. Gerald Zaltman, How Consumers Think,(Tüketici Nasıl Düşünür?) HBS Press, 2003: Zaltman, ABD'nin ünlü pazarlama profesörü, son tüketici arastırmalarını popüler dille eleştiriyor.
2. Michael Solomon, Conquering Consumer Space,(Tüketici Uzayını Ele Geçirmek) Wiley, 2003: Solomon da ABD'nin ünlü tüketici davranışcısı. İnternetle birlikte tüketici davranışının nasıl değiştiğini anlatıyor.
3. Dave Sutton ve Tom Klein, New Science of Marketing, (Pazarlamanın Yeni Bilimi) Wiley 2003: Zymen danışmanlıktan olan bu ikili yeni marka yönetimi süreci öneriyorlar.
4. Martin Lindstrom, Brandchild, (Marka Çocuk) Kogan Page, 2003: Ünlü araştırma şirketi Milwarbrown'un araştırmacıları dünyada çocuk marka ilişkisini inceliyorlar. Türkiye dahil.
5. Bob Garfield, And Now A Few Words From Me, (Ve Şimdi Birkaç Sözcük De Benden)Mc-Graw Hill, 2003: ABD'nin ünlü reklam eleştirmeni reklama ve Cannes reklam yarışmalarına nasıl baktığını anlatıyor.
6. Joe Cappo, The Futue of Advertising (Reklamcılığın Gelecegi), Mc-Graw Hill, 2003.
7. Matt Haig, Brand Failures (Marka Başarısızlıkları), Kogan Page, 2003: 100 önemli pazarlama hatasi bu kitapta.
8. Gary Gagliardi, The Art of Marketing (Pazarlama Sanatı), Clearbridge Publishing, 2003: Sun Tzu'nun savaş sanatı pazarlama sanatına uygulanmış.
9. Ad Value, (Reklam Değeri) Editor Leslie Butterfield, BH,2003: Reklamın işletmelere sağladığı 24 yarar anlatılıyor.
10. Kidd Stuff, Editor Joseph P. Viteritti, Marketing Sex and Violance to America's Children (Amerika'nın Çocuklarına Seksi ve Şiddeti Pazarlamak), Johns Hopkins University, 2003.
Çekirgelik
Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter.
M. Akif ERSOY
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2003
Geçen hafta Los Angeles gezisini bitirememiştim anımsarsanız. Los Angeles da bitecek gibi değil hani. Öyle bir yer ki, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, gez gez bitmiyor. Size bu yazıları nereden yazıyorum dersiniz? Yazmıştım geçen hafta! Ne çabuk unuttunuz. Colorado‘nun başkenti Denver‘dan yazıyorum. Biliyorum bu yaz çok gezenti oldum ama ne yapalım kader! Kendim için bir şey istiyorsam namerdim! Her şey ülkem için, sizler için.
Önce bir Los Angeles‘i bitirelim, haftaya Denver‘da ne var ne yok oraya da geliriz.
Eminem eşliğinde omlet sanatı
Hollywood'daki Hollywood Renaissance Oteli'nin (HRO) sabah kahvaltısından çok etkilendim. Bizde böyle bir kahvaltı ortamı bir Ritz Carlton‘da var. HRO'nun kahvaltısı Ritz'i de sollamiş durumda.
Daha siz masaya oturur oturmaz bardağınıza buz gibi soğuk taze sıkılmış portakal suyu konuyor. İsteyene greyfurt suyu da var. Bu bardak kahvaltı bitene kadar hiç boş kalmıyor.
Sonra çay ve kahve tercihi soruluyor. Binbir çeşit kahve ve çay arasından beğendiğinizi seçiyorsunuz. Çay ve kahvenin arkası bitmek bilmiyor.
Açık büfede birbirinden taze meyveler sizi bekliyor. Ananaslar, kavunlar, karpuzlar bir tarafta, diğer tarafta pastalar börekler... Omleti de unutmayalım.
Yakışıklılığı ile 'best' modellere taş çıkartacak şefimiz bir kenarda, bembeyaz elbiseler içinde isteyene birbirinden güzel omletler hazırlıyor. Bir yandan otelin ses sisteminden yayılan Eminem şarkılarına eşlik ederek bir yandan da omlet pişirme sanatının inceliklerini göstererek.
Genellikle otel kahvaltıları beni şaşırtmaz ama HRO'nunki şaşırttı işte. Fiyatı mı? Kahvaltı, otel fiyatına dahil değildi ve 14 dolardı. Birçok eşdeğeriyle karşılaştırdığınızda pahalı demek zor. Unutmayın memnun olan parasının karşılığını aldığını savunur.
Ottmar Liebert'den çıplak ayaklı performans
Los Angeles (LA)'in 'Where (Nerede)' isimli çok güzel bir 'turist' bilgilendirme dergisi var. LA'de çok 'turist' dergisi var da bence en güzeli bu 'Where'.
Nerede eğlenilir, nerede yemek yenir, nerede alışveriş yapılır hepsi 'Where'de var. Ayrıca derginin içinde küçük ama neyin nerede olduğunu gösteren birkaç da harita bulmak mümkün. Çok kullanışlı bir dergi anlayacağınız.
Kaldığım otelin barında, bir yandan Guiness biramı içip, bir yandan da 'Gece ne yapacağım?' diye 'Where'i karıştırırken Ottmar Libert ismini eğlence yerlerinden birinin altında görünce kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Ben ciddi bir Ottmar Libert hayranıyımdır.
'Kim bu Ottmar?' diyenlere anımsatayım. Ottmar Libert Alman asıllı ünlü flemenko gitarcı. 'Barcelona Nights' isimli bestesini dinlemediyseniz, bir yerlerden bulup mutlaka dinleyin.
O gece, Ottmar Liebert Los Angeles'ın ünlü müzikhollerinden 'House of Blues'da sahne alacaktı. Saate baktım akşamın sekizi olmak üzereydi. Hemen taksiye atlayıp House of Blues'un yolunu tuttum. Yirmi dakika sonra kendimi bilet kuyruğunda beklerken buldum. Onbeş dakika içinde de sıra geldi. 34 dolara ayakta yer buldum ve içeri girdim.
Liebert sahneye çıplak ayakla geldi ve iki saat sahnede kaldı. Onun ve perküsyoncusunun performansı muhteşemdi. Bir ara yaptığı konuşmada 'isteyenin dinlemek amacıyla CD'lerini kopyalayabileceğini söyledi'. Liebert kendisi de Led Zeplin‘in albümlerini kopyalaya kopyalaya büyüdüğü için, kopyalamanın önüne geçilemeyeceğini düşünüyor.
Ottmar Libert 'Turkish Nights' isimli bestesini seslendirirken acayip tezahürat yaptığımı da belirteyim. Hatta ısrarlı tezahüratım karşısında‘Turkish Nights'i iki kere çalmak zorunda kaldı, ben de keyiften dört köşe oldum.
Eski bestelerinden oluşan yeni bir CD de çıkarmış Liebert. Gelirini de Kızılhaç ve Uluslararası Af Örgütü'ne bağışlamış. Bunu anons edince dinleyiciler birden CD satış bankosuna hücum ettiler ve CD'lerin tamamı satıldı.
Üç bin kişi ayakta alkışladı!
Baktım bu 'Where' dergisi çok verimli, ertesi gün yine sayfalarını karıştırmaya devam ettim. Birazdan yine 'Anaa!' diye irkildim. Bu kez irkilmemi sağlayan bir müzikaldi. Bir Mel Brooks müzikali: Producers (Yapımcılar). Başrollerde de Jason Alexander ve Martin Short.
Producers müzikali yeni bir müzikal değil. Mel Brooks'un 1968'de çektiği bir filmden uyarlanmış ve 2001 yılında da Broadway'de sahnelenirken Toy ödüllerini silmiş süpürmüş. Hollywood'da oynayan yeni oyuncularla yeni bir uyarlama ama... Ne pazarlama değil mi? Ülkenin başka bir yerinde aynı oyun başka oyuncularla sahneleniyor. Bence süper.
Neyse, hemen müzikalin oynadığı Pantage Theatre'ın adresini öğrendim. Kaldığım otele uzak değildi. On dakika içinde yine bilet kuyruğunda buldum kendimi.
Yarım saatte sıra geldi. Gişeye geldiğimde 'Neresi var?' diye sordum. Gişedeki görevli 'Kaç liran var onu söyle?' dedi. '75 dolar' dedim. Görevli biraz düşündü sonra '20 dolar daha verirsen en iyi yerden veririm' dedi. Bu sefer düşünme sırası bana geldi. 'Şurada kırk yılda bir Hollywood'da müzikal izleyeceğim, atın ölümü arpadan olsun' düşüncesi baskın çıkınca 95 dolara bir müzikal bileti sahibi oldum.
Pantage Theatre'ın içine girince şok geçirdim. Dışardan hiç de bu kadar büyük durmuyordu. Balkonuyla falan rahat üçbin kişilik vardı. Bordo kaplanmış klasik koltukları ve klasik kocaman avizeleri ile sanki 18'inci yüzyıldan kalma bir tiyatro salonunu andırıyordu. Yerime geçip oturdum. Üçüncü sıranın ortasında kabak gibi sahneyi görüyordum.
Oyunun başlamasına on dakika kala, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş hafiften yaşlanmaya yüz tutmuş Amerikalılar salonu bütünüyle doldurdu. Sanırsınız ki adamlar Başkan Bush'un Beyaz Saray'da verdiği davete katılacaklarmış da bir aksilik çıkıp gidemediklerinden yanlışlıkla müzikale gelmişler! (Bazen çok abartıyorlar süslenme işini bu Amerikalılar. Bir de rüküşler ki, bir görseniz.)
Jason Alexander ve Martin Short'un sahne performanslarına bayıldım. İkisi de çok hızlı konuşuyorlar. Sinemada tanıdığım birkaç ünlü daha vardı sahnede. Onları da iki adım ötede canlı kanlı görmek çok heyecen vericiydi. Sahne değişimlerindeki zeki çözümler çok hoşuma gitti.
Oyunun bitiminde üç bin kişi ayağa fırlayıp avuçları patlayana kadar oyuncuları alkışadılar. Ben de aynı şeyi yaptım. 95 dolar verdim ama hayat boyu unutamayacağım bir müzikal deneyimi yaşadığımı düşünüyorum.
Kara kara şeyler ne
Akşamüstü sekiz suları idi. Bir Los Angeles'ın merkezine ineyim dedim. ABD'de şehirlerin merkez bölümüne Downtown adı verilir. Buralarda daha çok filmlerde gördüğümüz gökdelenler yer alır ve şehirlerin iş hayatı daha çok buralarda döner.
Taksiden iner inmez bir gariplik olduğunu sezdim. Galiba Downtown'da o günkü iş yaşamı sona ermiş, sokakları işsizlerin zaptetme vakti gelmişti. Ortalarda üstü başı düzgün kimse kalmamıştı. Nerede mezarlık kaçkını adam varsa üstüme üstüme geliyordu. Hepsinde aynı ortak dil: 'Şu fakire bir sadaka...'
ABD'nin değişik eyaletlerinde soyulmuş biri olarak tehlikeyi görüp acele acele Los Angeles Central Library'ye doğru yürümeye başladım. Birden ne göreyim? Karşıdan karşıya bir karaltı geçiyor. Kolum kadar bir şey. Gözlerime inanamadım. Kocaman simsiyah bir fare gözümün önünden geçip binaların arasında kayboldu. Peşinden bir tane daha...
Dilim tutulmak üzereydi. Bir taksi çevirip doğru otele gittim. Bir daha da LA Downtown'ı aklımdan bile geçirmedim. Bendeki şansa bakar mısınız?
Favorim Santa Monica
Los Angeles'ın pasifik kıyıları müthiş. Dünyaca ünlü tatil merkezleri Malibu, Santa Monica, Venedik Plaji ve San Pedro mutlaka görülmesi gereken yerler. Buralara Los Angeles'ın fareli merkezinden taksiyle 40 dakikada falan geliniyor.
Benim favorim Santa Monica ve oradaki Third Street Promenade. Sadece yayalara açık bu cadde geceleri bir harika oluyor. Cadde üzerindeki restoranları, gece kulüplerini, sinemaları buralara kadar gelip görmeden gidene enayi denir.
Santa Monica'da bir de eğlence parkı var, adı Santa Monica Pier. Çocukla gidenler burayla daha fazla ilgilenseler iyi olur. Burada birkaç tane de hoş deniz ürünleri lokantası var. Ben denemedim ama isterseniz siz deneyebilirsiniz.
Size bir de yararlı bilgi vereyim. Santa Monica Pier'in geçmişi 1908 yılına dayanıyor. 1970 yılında da Paul Newman ve Robert Redford'un oynadıkları 'The Sting' filmi de burada çekilmiş.
Pier'in bir ucu okyanusa çıkıyor. Eğlence işiniz bitti mi cup diye denize dalmamanız için bir neden yok. Aynı benim gibi...
Cuma lakırdısı
Artmadan yetmez
(Anonim).
Cuma Takıntısı
Cem Kozlu, Öfkeden Çözüme, İş Bankası Yayınları, 2003. Türkiye'nin sorunlarını çözmek için kafa yoranlara birebir. Roman falan değil sakın yanılmayın. 'Türkiye nasıl refah toplumu olur?' sorusuna yanıt arayan bir deneme olarak görülebilir.
Yazının Devamını Oku