Ali Atıf Bir

Türban, imam hatip ve pazarlama etiği

2 Kasım 2003
<B>EĞER</B> bir kişi imam hatip mezunu ise çoğunlukla oy vereceği partiyi tahmin edebilir misiniz? Eğer bir kişi türban (örtüden söz etmiyoruz) takıyorsa çoğunlukla oy vereceği partiyi tahmin edebilir misiniz? Eğer bir kişi hem türbanlı hem de imam hatip mezunu ise çoğunlukla hangi partiye oy vereceğini tahmin edebilir misiniz? Edersiniz. Peki devlet lisesinden mezun birinin hangi partiye oy vereceğini tahmin edebilir misiniz? Edemezsiniz. Ya da oruç tutan, namaz kılan, domuz eti yemeyen birinin? Edemezsiniz. En fazla ‘‘% 34'ü AKP'ye % 18'i CHP'ye % 7'si GP'ye vermiştir’’ gibi tahminlerde bulunabilirsiniz.

İşte bu nedenlerle ‘‘Talep var kardeşim halk istiyor, engellemeyin’’ söylemi yani tüketiciyi odak alan pazarlama yaklaşımı bu konularda çalışmaz. ‘‘Türban ve imam hatip dayatmasının’’ toplumdaki siyasal tercih dağılımını yavaş yavaş belirli bir yöne kaydıracağı ve bir görüşü avantajlı hale getireceği açıktır. Tüketici odaklı olurken yani bireyi mutlu ederken toplumsal dengeleri bozmak pazarlama etiğine aykırıdır.

İşte bu yüzden başta AKP olmak üzere tüm kurumlar dışa dönük dayanışmanın güçlü sembolü türbanın meşrulaştırılmasına da imam hatiplere biçilmeye çalışılan elbiseye de karşı çıkmalıdır.

AKP dedim yanlış okumadınız. Başka partiler bu konulara karşı çıkınca‘‘din düşmanı’’ konumuna düşüyor. Bu nedenle adaleti sağlasa sağlasa AKP sağlayabilir. Hem niye sağlamayacaklarmış ki? Eğer birileri çıkıp ‘‘komünist yetiştirmeye, faşist yetiştirmeye, dinsiz yetiştirmeye ya da satanist yetiştirmeye, çanak tutan öneriler’’ getirselerdi AKP'liler ‘‘Talep var, halk istiyor’’ diye pazarlama yaklaşımını öne sürerler miydi?

NOT: Eğer dediğimi yaparsa diğer partiler AKP'den ciddi korksun. En az dört dönem daha başta kalır da...


Baykal bir gerçeği anlamak zorunda


ALTI
ay kadar önce CNN'deki programıma davet etmek için Deniz Baykal'ı aradım. Telefonda bir süre görüştük. Baykal daha o zaman bana ‘‘Medya bize yer ayırmıyor, mesajlarımızı iletemiyoruz’’ diye dert yandı. Ben de onaCem Uzan ve Genç Parti örneğini verdim ve reklam yoluyla, kapıdan giremediği medyaya bacadan girmesi gerektiğini söyledim. Biraz kızdı bana. Cem Uzan gibi olmayacağını söyledi. CHP'nin felsefesine böyle reklam kampanyalarının yakışmayacağını ima etti. Ben de ona görüşlerine katılmadığımı söyledim.

Altı ay önceki görüşlerimi hálá koruyorum. CHP kapıdan giremediği medyaya her gün bacadan girmek zorunda. CHP, hergün kongre yapıp haber olmayacağına göre çeşitli nedenlerle siyasi mesajlara açık olmayan insanlara, seçim dönemi dışında siyaset umurlarında olmayan dizi tutkunu, magazin tutkunu insanlara ‘‘mesajlarını anlatmak ve algılatmak’’ zorunda.

CHP'de motivasyon yaratmak ve daha geniş kabul görmek için her türlü potansiyel var. Seçmen denilen kitle hiç bu kadar ekime elverişli hale gelmemişti. Bakın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer sadece ‘‘dürüst ve hukuk uzmanı’’ duruşu ile nasıl hayranlık uyandırıyor. Başka prim yapan özellikleri var da ben mi bilmiyorum? Son dönemde Ecevit'i iktidara taşıyan yine sadece ‘‘dürüst’’lüğü değil miydi? Başka nesi vardı Ecevit'in. Deniz Baykal'ın dürüst olmadığından söz etmem mümkün mü?

O halde Deniz Baykal bu önemli kozunu iyi kullanmalı. Baykal'lı CHP'nin kaldıraç noktası burası. Eğer CHP'nin söylemleri günün koşullarına, farklı hedef kitlelerin anlayacağı dillere uyarlanır ve ‘‘sorun çözen, atılımcı lider’’ imajı yaratılırsa, hayata daha liberal bakan ve kendini sağ ve muhafazakar olarak tanımlayamayan büyük bir kesimin oyları kazanılır. Bu işten de Türkiye kazanır. Türkiye'nin güçlü muhalefete gereksinimi var.

Aksi durumda CHP'nin ne belediye seçimlerinde ne de genel seçimlerde çıkış yapma şansı yok. Varolanı korursa iyi. O da bu şartlarda zor görünüyor.


TV’de oto reklamı israf mı


29
Ekim 2003 tarihli Hürriyet Otoyaşam ekinde Yalçın Arslan'ın ‘‘Otomobili kampanya mı sattırıyor yoksa reklam mı’’ yazısı vardı. Yazıda Arslan, Cap Gemini Ernst-Young'ın Amerikada yaptığı bir araştırmadan söz ediyor.

Araştırmayı ben de okudum. Son altı ay içinde 700 kişi ile yapılan bir anket ve deneklerin % 17'si araba satın alırken televizyon reklamında etkilendiklerini söylemişler. % 26'sına göre ise otomobil seçim kararlarında internet sitelerindeki reklamlar etkili olmuş. % 48 otomobil satıcıların doğrudan postayla eve gönderdikleri reklam malzemelerinden etkilendiklerini belirtmiş. Deneklerin % 71 içinse otomobil seçim kararlarında en etkili araç ‘‘tavsiye’’.

Araştırmaya göre otomobil üreticilerinin televizyon reklamı yapması ciddi kaynak israfı! Düşünün sadece Amerika'da geçen yıl otomobil reklamlarına yatırılan para 18.4 milyar dolar. Türkiye'de de en iyi yıl olan 2000 yılında bu kategoride yaklaşık 120 milyon dolar reklam yatırımı vardı. Şimdi yaklaşık 60 milyon dolarlarda seyrediyor. Eğer televizyon reklamı çalışmasa bu kadar yatırım yapılır mı? Yapılmaz. Eğer tüketicilere bakacak olursak dünyadaki 400 milyar dolarlık reklam yatırımı da yapılmaz. Neden? Kimse duygularıyla bir malı aldığını itiraf edemez de ondan.

Gerçek şudur: Televizyon reklamı otomobil konusunda bir bakıma her şeyin başlatıcısıdır. Televizyon reklamı otomobilin performansını gösterir, kalite algılatır. Gazete, dergi, internet ve doğrudan posta ise ayrıntılar vererek alım kararını tetikler son vuruşu yapmaya yardımcı olur. Ve reklamın etkileri konusunda kılavuzu tüketici olanın işletmesi zarardan kurtulmaz.


Moraran hangisi?


BUGÜNÜN
pazarlamasına ‘‘farklılaştırma mühendisliği’’ deniyor artık. Neden? Çünkü tercih edilmek için farklı olmak gerekiyor. Neden? Çünkü üç aşağı beş yukarı her ürün aynı özelliklere sahip. Bu nedenle de ürünleri farklılaştırmak için bir mühendis gibi ince matematik hesaplar yapmak, marka inşa ederken ve sürdürürken yine aynı ince hesaplardan yaralanmak gerekiyor.

Örnek verelim. Hürriyet Reklam Grubu 5 Eylül 2003 tarihinde ‘‘8 Ekim'de otomotiv gazetesi çıkarıyoruz’’ diye müşterilerine mektup gönderdi. Çok geçmeden aynı duyuruyu Sabah da yaptı ve 8 Ekim'de iki gazete kardeş kardeş otomotiv eki vermeye başladı. Sonradan bu ‘‘otomotiv eki kardeşliğine’’ Vatan, Milliyet ve diğer gazeteler de eklendi. Ne olacak şimdi? Kimsenin kimseye ‘‘taklitciler’’ diye kızmaya hakkı var mı? Yok. Rakip her zaman kontrol edilemeyen değişkendir sen kontrol edebildiği şeye bakacaksın. Başarı isteyen otomotiv ekini farklılaştırır. ‘‘Şu anda aralarında fark var mı?’’ diye sormayın, henüz söyleyemem. Ama size bu konuda dönüşüm muhteşem olacak!


Fiyasko


ALESTA
isimli Halkla İlişkiler firmasından adıma gönderilmiş bir bülten aldım. Bir sayfalık bülten özetle şöyle diyor:

‘‘Her türlü ihtiyaca uygun farklı özellikte ürünleri bulunan Only'nin Günlük Mini Ped, Superior Günlük Mini Ped, Ultra Gündüz Pedi, Ultra Gece Pedi ve Süper Deluxe Ped olmak üzere 5 ayrı çeşidi bulunuyor. Only ürünlerin yardımıyla kadınlar istedikleri korunmayı elde edecek ve özel günlerinde kendilerini çok daha özel hissedecekler.’’

Şimdi ben ne yapayım? Özel günümde kendimi özel hissetmek için Süper Deluxe mü kullanayım yoksa Ultra mı? Valla karar veremedim. Halkla ilişkiler bu mu? İnsan bir de hangi ürün bana uygun onu belirtir.


Çekirgelik


Bir işletmenin ölümcül beş günahından ilki ve en yaygın olanı yüksek kára tapılmasıdır.

(Peter F. Drucker)
Yazının Devamını Oku

İşte bu dedim kendime işte fark bu

31 Ekim 2003
29 Ekim Çarşamba günü her zaman yaptığım gibi önce elime Hürriyet'i aldım. Şöyle bir ana gazeteyi tarayıp sonra 29 Ekim ekine geçtim ve kapak fotoğrafını görüp 'Zınk' diye kalakaldım. 'Son Kahramanlar' başlığı altında cumhuriyeti borçlu olduğumuz gazilerden hayat kalan yedisinin fotoğrafı vardı. Gaziler Damat Tween tarafından tiril tiril giydirilmişler, kırmızı kıravatlar, kırmızı cep mendilleri ile çok hoş bir estetik tutarlılık yakalanmış, sonra Kutup Dalgakıran tarafından sıcak sıcak fotoğraflanmışlar ve Reha Erdoğan bu fotoğraflardan süper bir kolaj ortaya çıkarmış. Hemen iç sayfalara geçip Sanlı Ergin'in nefis görsel tasarımıyla Ersin Kalkan'ın enfes haber-incelemesini bir nefeste okudum.

Sonra diğer gazetelerin 29 Ekim eklerine geçtim. Böyle bir haber, böyle bir coşku böyle bir farklılık hiçbirinde yoktu. Bu fotoğraflar, bu başlık, bu yazı bana Cumhuriyet'in değerini bir kez daha hatırlattı. Yıllardır uzmanı, uzman olmayanı Hürriyet'i Hürriyet yapan 'şeyler'i anlamaya çalışırlar. Galiba bu haber bana bu şeylerden birini çok çarpıcı bir şekilde buldurdu:

Hürriyet ve Hürriyet çalışanları bize her gün Cumhuriyet'in değerini anımsatıyorlar. Sağolasın Reha Erdoğan, sağolasın Kutup Dalgakıran, sağolasın Ersin Kalkan. Son Kahramanlar ekine emeği geçen herkes, sağolun. Elinize sağlık.

Not: Bu fotoğrafı çerçeveletip odama asacağım. Size de öneririm. İletişim Fakülteleri'nden ve derneklerden de bu habere, bu fotoğraflara hatta eke ödül bekliyorum. Kasmayın kendinizi de yaratıcılığın hakkını verin.

Tiyatro ölü taklidi yapıyor

'Tiyatro battı öldü, modası geçti, sinemaya yenildi' diyenlere gülmekten başka bir şey yapamıyorum. Milliyet Sanat Dergisi'nin Ekim sayısında 'Televizyon Tiyatroyu Vurdu Mu?' başlıklı dosya konusu için Şehnaz Pak televizyon-tiyatro ilişkisi konusunda birçok tiyatro insanı ile görüşmüş, kusura bakmasınlar Haluk Bilginer dışında Türkiye'de tiyatronun ne olduğunu çözümleyebilen yok!

Ne diyor Haluk Bilginer: 'Türkiye'de tiyatro seyircisinin azalmasının nedeni televizyona bağlı değildir. Yapılan kötü işlere bağlıdır. Dünyanın her yerinde televizyon var. İngiltere'de de televizyon var ama oradaki televizyon izleyicisi futbol seyircisinden fazla.' Hay ağzını öpeyim Haluk Bilginer (umarım yanlış anlaşılmaz!). Doğrusu bu. Türkiye'de tiyatroların çoğunluğu, devlet tiyatroları dahil kötü yönetiliyor, kötü pazarlama yapıyor. İyi işler bile duyurulamadığı için kötü algılanıyor. Çünkü tiyatro okullarında oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik, dramaturgluk eğitimi veriliyor ama yöneticilik eğitimi verilmiyor.

Söyler misiniz bana bugün kaç tiyatro yöneticisinin eğlenmek isteyen insanın karar verme sürecinden haberi var? Bugün tiyatro neden gençlerin kapsama alanı dışında kalıyor, neden acaba? Gençlerin eğlenmeye karar verdiklerinde geçtikleri karar verme süreci ile yetişkinlerin karar verme süreci arasında fark var mı? Bu sorulara bugün yanıt verecek tiyatro adamı yok. Bu nedenle bana 'Tiyatro televizyona yenildi' tartışması yapmayın. Türkiye'de yenilen tiyatro değil, yenilen kendilerini daha büyük bir dünyanın, eğlence dünyasının parçası olarak göremeyen, eğlence dünyasındaki rekabete alternatif üretemeyen tiyatro adamları.

İşte örnek: 2003-2004 sezonu başladı, hangi tiyatro hangi oyunu oynayacak bellediniz mi? Hadi bazılarından haberiniz var diyelim. Peki bu oyunları izlemek için bir isteğiniz var mı? Kim yaratacak bu isteği? Bugün her tiyatro, her oyun, her yazar, her yönetmen birer marka, marka yönetiminin kurallarına göre de yönetilmeli. Oysa Türkiye'de tiyatro adamları bu konseptin çok gerisinde. İşte bu nedenle tiyatro Türkiye'de ölü taklidi yapıyor.
Bu sezon kaçırmamanız gereken15 oyun

Oyun adı Yazan Yöneten Tiyatro

Taraf Tutmak Ronald Horward Can Gürzap İstanbul Devlet

Ful Yaprakları Cinan Canova Uğur Polat İstanbul Devlet

Demir Runa Munro Kazım Aşkar Ankara Devlet

Sen de Gitme Triyandafilis Ayla Kutlu Serhat Nalbantoğlu Ankara Devlet

Yaz Misafirleri Gorki Bülent Arın İzmir Devlet

Gayri Resmi Hürrem Özen Yula Ayşenil Şamlıoğlu İstanbul Şehir

Hırçın Kız Shakespeare Kemal Kocatürk İstanbul Şehir

Döne Döne Arthur Schnitler Mahir Günşiray Oyunevi

Tarla Kuşuydu Juliet Eprahim Kishon Şükrü Türen Kedi

Klakson Borazanlar ve Dario Fo Turgay Kantürk Bakırköy Şehir Sırtlar Neos Cosmos Mustafa Avkıran 5.Sokak

Kır Martin Krimp Işıl Kasapoğlu İstanbul Devlet

Ölüm ve Kız Ariel Dorfman Nurşim Demir Eskişehir Şehir

Nerde Kalmıştık? Haldun Dormen Haldun Dormen Eskişehir Şehir

Bana Bir Şeyhler Oluyor Yılmaz Erdoğan Yılmaz Erdoğan BKM

MFÖ, Gülce 16 milyonunu geri istiyor

Geçen cumartesi büyük himini Gülce (16), MFÖ'nün Eskişehir'de vereceği konsere gidecekti. Biletini de on beş gün önceden almıştı. Kapıda iki saat beklemiş. İki saat sonra konserin iptal olduğunu söylemişler. Çünkü sadece yüz bilet satılmış.

MFÖ de sahneye çıkmamış. Gülce kös kös geri döndü ve 'Baba biz adam değil miyiz? Paramızı bile geri vermediler' dedi. Ben de burada Mahzar Fuat Özkan'a soruyorum. Gülce adam değil mi? Gülce sorumlu organizasyon şirketi gibi geçiştirmelerden anlamaz ki! O MFÖ'ye hálá hayran yüz kişiden biri. MFÖ'nün de ona saygı duymasını istiyor. Haksız mı?

Cuma Takıntısı

Geçenlerde İstanbul Ortaköy'de Şah işkembecisine gittim, damar tuzlama dedim. Garson 'Abi yok, aslında iki milyon kilosu ama ayrı satılınca on milyon biliyon mu?' gibi abuk subuk bir şey dedi. Ortaköy'de koca işkembeci aç sonra damar tuzlamanın fiyatını müşteriyle tartış iyi mi? Şah, ferah bir mekan ve de tertemiz. İşkembe işini de biliyorlar, çok lezzetli. Deneseniz iyi olur.


Cuma LAKIRDISI

İstediğini söyleyen, istemediğini işitir (Anonim)
Yazının Devamını Oku

Meraklısına hortum dersleri

26 Ekim 2003
<B>TÜRKİYE</B>'yi İslam cumhuriyetine hazırlamak için ana akım gazetelerinden birine iliştirilen sözde gazetecilerden biri <B>Aydın Doğan</B>'ın basın toplantısı ile ilgili şöyle diyor: ‘‘O iletişimden anlamıyor. ‘İletişimden' anladığım kadarıyla Aydın Doğan basın toplantısı yapmakla hata yaptı. Yapılan basın toplantısı sadece Aydın Doğan hakkında yeni tartışmaların başlamasına yol açacak, başka bir işe yaramayacak. Söylenene değil söyleme şekline bak!’’

Saptama müthiş! Kutlarım ve sorarım ne yapsaydı Aydın Doğan sayın Hatip?

Sadece kamuoyunun (herkes gazetecilerin karşısına çıktığını sanıyor ama Aydın Doğan’ın çıktığı yer kamuoyunun önüdür) karşısına geçip hesap vermek bile bir ‘‘cesaret’’ işi değil midir? Hiçbir medya patronunun çıkıp hesap vermediği yerde Aydın Doğan'ın çıkıp hesap vermeye gönüllü olmasının senin anladığım dediğin iletişimde bir anlamı yok mudur? Yoksa senin anladığım dediğin iletişim sadece çarpıtma, yönlendirme, bozma amaçlı bir iletişim mi?

Yanıtlasana sayın Hatip? Ne söyleseydi Aydın Doğan? ‘‘Evet İş Bankası-Petrol Ofisi ortaklığının borcunu ileri bir tarihe ertellettik. Bu bir hortumdur. Ben de hortumcuyum’’ dese tatmin olur muydun. ‘‘Ya Aydın Bey bir borcu erteletmek ne zamandan beri ‘hortum' kapsama alanı içine girdi? Biz ona hortum demiyoruz’’ deme yürekliliğini gösterir miydin?

‘‘Aydın Bey galiba hortumun ne olduğunu unutmuşsunuzdur size anlatayım’’ diye başlayıp ‘‘Birinin bankası var ve halktan yüzde 50 faiz verme vaadiyle mevduat topladı. Normalde topladığı paraları yüzde 50 faizin üstünde bir faizle satması ve vadesi gelince borç verdiği yerden parasını tahsil edip, vadesi gelen borcunu mudisine ödemesi gerekir. Eğer banka sahibi, halktan emanet aldığı parayı vadesi gelince ödeyemeyeceği belli olan kendi şirketlerine usulsüzce aktarırsa, beklendiği gibi de bu şirketlerde borçlarını vadesinde geri ödeyemezlerse, banka sahibinin şirketleri ihya olur ama banka batar. Devlet bankaya el koyar, halka parasını kuruşuna kadar öder. Nereden öder? Halktan topladığı vergilerden öder. Peki halkın ödediği vergiler nerededir? Batık banka sahibinin şirketlerinde... İşte gerçek hortum budur Aydın Bey’’ der miydin?

Hatta ‘‘Halktan toplanan vergilerin bir kısmı da transfer ücreti olarak bazı ‘iliştirilmiş' köşe yazarlarının banka hesaplarında paşa paşa yatmaktadır’’ diye itirafta bulunur muydun?

Bulunmazdın. Bulunmadın da. Hatta son dönemin en büyük çarpıtmasını içeren ‘‘sen de bizdensin, sen de hortumcusun’’ ikna kampanyasına çanak tuttun. İşte bu ‘‘çarpıtma harekatı’’ karşısında Aydın Doğan'ın basın toplantısı teknik açıdan doğru bir toplantıdır sayın Hatip.

Doğan Holding'in kurumsal iletişim yöneticileri ortaya çıkan ‘‘iletişim krizini’’ başarıyla yönetmişlerdir. Ama krizin ortaya çıkmasında da en önemli pay yine onların onu da söyleyeyim. Yönetilebilecek bir ‘‘konuyu’’ atlamışlar! Doğan Holding başka holdinglere benzemiyor. Ana iştigal konusu olarak gördüğü medya ayağı onun kurumsal iletişim yönetimini çok hassas hale getiriyor ve her atılan adımda (bu adımlara literatürde konu ‘‘ıssue’’ denir) aynı satranç oynar gibi on onbeş hamle sonrasını görebilmeyi gerektiriyor. Konuları yönetemeyen iletişimciler de işte böyle krizleri yönetiyorlar. Olan tabi liderlere oluyor. En önemli hazinelerini, enerjilerini ve zamanlarını gereksiz yere harcamak durumunda kalıyorlar.


Nielsen'in raf sayımı üzerine


GEÇEN
hafta Cola-Turka yüzde 14 Pazar payına ulaştı diye yazdım. Hemen Ülker yöneticileri atağa kalkıp ‘‘Pazar paylarının yüzde 20 olduğu!’’ mesajını veren bir basın toplantısı düzenlediler. Hangimizin ki doğru?

Nielsen'in ‘‘raf payı’’ araştırmasına bakmak lazım. Ama bakamıyoruz. Çünkü yassak. Şirket sırrı. Kamuoyu pazar payı kullanılarak bu verilerle etkilenmeye çalışıyor ama istediğimizde sınırlı da olsa bu verilere ulaşamıyoruz.

O halde madem yeri geldi bu durumu tartışmaya açalım. Pazarlama ve reklam sektörü için en az AGB'nin rating verileri kadar önemli olan Nielsen'in ‘‘raf payı’’ verileri niye gizli. Saklanacak bir şey mi var? Küçük pazar paylarındaki dalgalanmaların görünmesi mi istenmiyor?

Nielsen araştırma şirketi belirli büyüklerde bakkallardan, marketlerden örnek alıyor, sonra her ay bunların raflarını sayıp, bir takım sayısal ve ağırlıklı dağıtım verilerine ulaşılıyor. Ortalama fiyatlar, ortalama satış miktarları orta yere dökülüyor. Yüzlerce sayısal veriye ulaşılıyor.

Her araştırmada olduğu gibi bu araştırmada da kesinlik için örneğin (uzayın) doğru modellenmesi, örneğin doğru seçimi, işleminin doğru yapılıyor olması önemli. Veriler bu yüzden mi gizli? Modelden mi emin değiliz? Örnekten mi? Sayımların doğru yapıldığından mı?

Nielsen'in araştırması gerçekten önemli bir araştırma. Cola-Turka'nın ve birçok hızlı tüketim malının pazar paylarına yönelik veriler Nielsen'in sözünü ettiğim araştırmasına dayanılarak üretiliyor. Bu verilere yönelik pazarlama planları yapılıyor, dağıtım hedefleri konuyor, yatırımcılar etkileniyor, başarısız yöneticiler işten çıkarılıyor.

O halde Nielsen'in verileri niye bu kadar gizli? Açıkta bir şey mi var? Yoksa gerçekten olması gereken bu mu? Düşüncesi olan var mı?


‘Nesine' iddiaya girelim?


GEÇEN
hafta ‘‘Cola-Turka % 14 Pazar payına ulaştı’’ diye yazdım. Pazartesi günü Cola-Turka reklamlarının yaratıcısı Serdar Erener aradı. ‘‘Atı alan üsküdarı geçti, hálá kısa vade, orta vade uzun vadeden söz ediyorsun, biz yüzde 20 pazar payını ele geçirdik şapa oturdun itiraf et!’’ dedi. Ben de ona ‘‘Bekleyelim görelim Serdar, zaman her şeyin ilacı’’ dedim.

Serdar Erener, ‘‘Ya hálá ısrar ediyorsun söyle bana dünyada yüzde 20 pazar payına ulaşıp bir anda bunu pazarı kaybeden marka var mı?’’ diye sordu. ‘‘Her markayı kendi pazar şartlarına göre değerlendirmek gerekir’’ dedim. O da ‘‘Hadi iddiaya girelim’’ dedi. Ben ‘‘Nesine?’’ dedim. Ve ‘‘nesine’’ olduğunu konuşmaya başladık. Hálá da konuşuyoruz bir karar varınca ben size haber veririm.

NOT: Ezanın kullanıldığı yeni reklam hamam temalı reklama göre çok daha iyi. Bir reklamda ezandan böyle yararlanılacak ve tepki gelmeyecek deselerdi kesinlikle inanmazdım. Çok ilginç. (Reklam Ajansı: Y&R Rating: Üç Yıldız)


Çekirgelik


Yanlış yazılanlar, çizilenler, söylenenler algıları değiştirir ama gerçeği değiştirmez. Eğer gerçek, gerçekten gerçekse onunla ilgili algıları yeniden inşa etmek çok kolaydır ( Harvard Bross).
Yazının Devamını Oku

Asmalı Konak'a sinema değil diyen ayıp ediyor

24 Ekim 2003
Abdullah Oğuz'un eline sağlık. Asmalı Konak filmi gayet güzel olmuş. Eğer bugüne kadar Asmalı Konak'ın yapım ve çekim kalitesine ulaşan başka bir Türk filmi varsa lütfen söyleyin. Var mı? Yok. Bu nedenle ‘Asmalı Konak sadece tanıtımıyla anımsanacak, sinema bile değil’ diyenler ayıp ediyor. Asmalı Konak'ı bir kere bile izlemeden 'Konusu bayat, bir kör olmadıkları kaldı' diyenler ise daha bir ayıp ediyor! İzleyip de böyle düşünenler ise en ayıp edenler!

Asmalı Konak dizisinin öyküsü çok mu kuş konduruyor da filminin öyküsünden kuş kondurmasını bekliyorsunuz. Zenginlerin metropol yaşam tarzına özenen, feodal aile ilişkileri ve onların hayatına öykünen, meraklı köleler işte. Örneğin dizide, Hamzaoğulları'nın oğlu, feodal ailenin kızı Zeynep'e tecavüz ediyor. Bu çok mu yeni bir şey?

Diyorlar ki, 'Dizi izleyicileri de tatmin olmadı.' Dizi izleyicileri de halt etmiş! İzledikleri sinema, ondan haberleri yok. Filmin sonuna kadar da meraklı meraklı izliyorlar, hálá tatmin olmadık diyorlar. Bunlar, dizinin aynısını yapsanız bu sefer de 'Aaa dizinin aynısı olmuş, ben de başka bir şey bekliyordum' derlerdi hiç kuşkunuz olmasın. Yine bunlar, bu film iki bölüm olarak televizyonda yayınlansa, ayıla bayıla birbirlerine anlatır, tekrarını da üç kere izleyip bir daha yayınlayın diye kanalı ararlardı.

Dizide Bahar'ın kanser olduğu belli değil miydi? Amerika'ya gideceği belli değil miydi? Gitti Amerika'ya işte. Hem Amerika'ya gidip, hem de nasıl daha fazla Türkiye'yi gösterecekler. Ailecek Teksas'ta bir çiftlik almalarını, daha sonra da Sümbül Hanım'ın Ceyar'la evlendirilmesini mi bekliyordunuz?

Filmde öykünün zayıf tarafları yok değil. Kurgu hataları yok değil. Ama bu sinema değil, demek insafsızlık. Teknik analiz yaparken bu analizi nerede, kime, hangi ortamda yaptığını bilmeden bunu söylemek ise büyük cehalet. Bu filmde kurgu ve öyküye dayalı zayıf çözümlerin bazılarının bütçeyle ilgili sorunlardan kaynaklandığı belli. 3 milyon dolarlık filmden 60 milyon dolarlık performans da beklemeyelim. 'Seymen'le Bahar'ın gece yarısı tek başına ne işi var ıssız sokaklarda' deyip alay edenler! ABD'ye gidişimin ilk ayında gece yarısı ikide ıssız bir sokaktan geçerken soyuldum. Öldürülebilirdim de! Ne işim vardı gece yarısı sokaklarda? Önyargılara yenilmemek gerek.

Evet, Abdullah Oğuz elindeki öyküyü çok iyi anlatmış. Hem de diziden çok iyi ayırmış. İstese dizi izleyicilerini mest eden Asmalı Konak müziğini dayar ve kulaklara hükmedip görünenleri saklayamaz mıydı? Saklardı. Zoru seçmiş Oğuz'u kutluyorum. 'Entel duruş' adına Asmalı Konak filmini küçümseyenleri ise kınıyorum.

Bazı sinemalar kadınlar hamamına döndü

Bizim gazetede Asmalı Konak galasının haberini yapan arkadaşlarım sağolsunlar 'seçkin' konuklar listesine beni de almışlar. Çok gururlandım. O günden bu yana da seçkin seçkin dolaşıyorum.

Hemen söyleyeyim gala gecesi oldukça iyi örgütlenmişti. Hele de Gönderilmemiş Mektuplar'ın galasıyla karşılaştırdığımda şahane idi. (Gönderilmemiş Mektuplar galasında kucağımda oturan iki kişi ile daha sonra arkadaş olduk, hálá görüşüyoruz.)

Bir kez Hollywood'da, bir kez de Paris'te film galasına katıldım. İki gala da çok iyi örgütlenmişti. Asmalı Konak galasında da neredeyse onlara yakın bir rahatlıkta yerimi buldum, oturdum ve 1713 kişiyle birlikte filmi izledim. (Niye mi 1713? Peki niye 1700?)

Lütfi Kırdar bu işler için biçilmiş bir kaftan zaten. Kırmızı halı ve Cüneyt Özdemir'in CNN'le canlı yayında olması töreni daha bir 'prestijli' hale getirdi. Kendimi, Yüzüklerin Efendisi'nin galasında sandım. Bir farkla. Orada 72 millete ait yüzlerce televizyon kamerası vardı.

Filmin başlamasına yakın Asmalı Konak'ta rol alan sanatçılar bir bir salona girmeye başladı. Burada da kim sanatçılığı sindirmiş kim sindirememiş ortaya çıktı. Selda Alkor, salona girdiğinde alkışlayanlara doğru döndü, yılların birikimini ortaya dökercesine dolu dolu bir selam verdi. Özcan Deniz ve Nurgül Yeşilçay da alkışlarla karşılandılar. Ama onlar selam melam vermeden 'kös kös' yerlerine oturdular. Size göre Selda Alkor ile diğerleri arasındaki fark ne?

Sizi bunu düşüne durun ben o sırada salonu incelemeye koyuldum. Galaya gelen izleyiciler bile, Asmalı Konak'ın fanatiklerinin kim olduğu konusunda ipucu vermeye yetiyordu bence. Salonu izlerken AGB ölçümleri yapılan evlerin bir bölümünü görür gibi oldum. Diğer bir bölümü de, şu sıralarda sinemada Asmalı Konak izliyorlar. Anneanneler, babaanneler, dedeler, halalar, teyzeler... 'Bazı sinema salonları kadınlar hamamına döndü' desek yeri. Birlikte televizyon izleyenler, birlikte sinema izliyorlar şimdi. Asmalı Konak bitecek ve birlikte televizyon izlemeye devam edecekler. Türkiye uzun süredir böyle bir sinema olayı yaşamamıştı. Tekrarını yaşatacak varsa bekliyoruz.

4 bin 700 kafa travması

Trafik kazası sonucunda ölmeyi kanıksamaya başladık. Bu hiç normal değil. İşte geçen hafta Silivri'deki korkunç kaza. Ve 18 kişinin ölümüne neden olan TIR şoförünün kaza sonrası söylediği sözler: 'Yorgun ve uykusuzdum!' Kimseden 'çıt' yok.

Burada ısrarla trafik kültürsüzlüğümüz konusunda 'çıt' çıkarmaya devam edeceğim. İki üç haftadır da ısrarla kask konusunda yazıyorum. Kask takma konusunun ne kadar önemli olduğunu anlatmak için size bu hafta da Hollanda'dan birkaç rakam vereyim. Türkiye trafik istatistikleri ne yazık ki bize ayrıntılı bilgi vermekten çok uzak. Bunun nedeni de kaza raporlama sisteminin eksik oluşu. Eğer kaza nedenlerini ve neden olanları tam bilmiyorsak kazaları nasıl önleyeceğiz değil mi? Neyse bu konuya sonra döneriz: İşte 1998 - 2000 yılları arasında kaza sonucu yaralanan çocuk sayıları:

Diyeceksiniz ki, burası Türkiye Hollanda değil! Biliyorum verdiğim kaza istatistikleri de motosiklet kazası istatistikleri değil. Verdiklerim bisiklet kazası istatistikleri. Görüyor musunuz alt tarafı bisiklet diye küçümsenen aracın yol açabildiği kazaları? Bu nedenle Avrupa'da bisiklet kullanırken bile kask takmak zorunlu. Biz ise hálá burada motosiklet kazaları ile uğraşıyoruz. Hürriyet Cuma olarak da uğraşmaya devam edeceğiz. Trafik sorununu el birliği ile çözeceğiz. Tüm Batı ülkelerindeki istatistikleri, 15-24 yaş grubu arasında ölümlerin temel nedeninin, trafik kazaları olduğunu gösteriyor. Türkiye'de de büyük olasılıkla böyle ama ne yazık ki elimizde kanıt yok. Gençlerin hayatı tehlikede. Hepimizin hayatı tehlikede. Genç sürücüler konusu yakında burada. Not: Sanırım Bursa Emniyet Müdürü'nün yeni gelen talimattan haberi yok! Geçen cumartesi yanımdan beş altı tane kasksız motosiklet sürücüsü geçti. Anımsatayım dedim.

Not: Harley Sahipleri Derneği, OMM ve Vespa Fun Klüp temsilcileri Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Daire Başkanı Nizamettin ACAR'ı ziyaret ettiler ve Karayolları Trafik yönetmeliğinde motosiklet konusunu Avrupa standartlarına getirmek için olumlu görüş alışverişinde bulundular.

Cuma Takıntısı

'İtalyan İşi' filmini kaçırmayın. Soygun filmleri türünün mükemmel bir örneği. Tabii kadın türünün mükemmel örneği Charlize Theron'u da kaçırmasanız iyi olur. Şiddetle öneriyorum. Mini Cooper severlere özellikle.

Cuma LAKIRDISI

Kadınları tanımak imkansızdır. Daha onlar kendilerini tanıyamıyorlar ki. (Madame De La Fayette)
Yazının Devamını Oku

Hangi lider formda?

19 Ekim 2003
<B>DÜNYANIN</B> saygın araştırma şirketlerinden <B>Taylor Nelson Sofres</B> Türkiye'de <B>‘‘siyasi parti liderlerinin popülaritesi’’</B> araştırmasını yıllardır kendi finanse ederek yapıyor ve ilgilenenlere satıyordu. Ama hiçbir sonucu açıklamıyordu. Müjde! TNS, sonuçların bir kısmını artık burada her ay Hürriyet okurları ile paylaşacak. Bu araştırma çok önemli bir araştırma çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bir siyasi parti liderinin imajı başında bulunduğu partinin oylarını etkiliyor.

Bu nedenle cesur kararları için huzurlarınızda TNS'in Türkiye Bölgeler Direktörü Aysıl And'a, üst düzey araştırma direktörü Gülen Atakbek'e teşekkür ediyorum.

NASIL YAPILIYOR, GEÇERLİLİĞİ NE?

Ben bu araştırmaya ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırması diyorum. Çünkü siyasi lider kendine yönelik algıları iyi yönetirse form tutuyor, yönetemezse formdan düşüyor. Haksız mıyım?

TNS, her ay Türkiye temsili seçmen yaşında yaklaşık 2000 kişiye ‘‘genel olarak liderlerle ilgili görüşlerinin olumlu mu yoksa olumsuz mu’’ olduğunu soruyor. Ve olumlu diyenler o liderin form grafiğine artı puan olarak yazılıyor.

KARŞILAŞTIRALIM

Araştırmanın geçerliliğini sınamak için Kasım 2002 genel seçimleri sonuçları ile o ay yapılan ‘‘lider formu’’ araştırmasının sonuçlarını karşılaştıralım.

Seçim sonuçları ve ‘‘lider form grafiği’’ arasındaki ilişki yüzde doksan altı ve pozitif. Yani liderin popülaritesi ile partisinin aldığı oy arasında güçlü bir ilişki var.

UZAN TEPETAKLAK

Son üç ayın sonuçlarına göre en formda lider hálá Tayyip Erdoğan. İktidardaki on-on bir ay onu formdan düşürmüş görünmüyor. ‘‘Kasımpaşalı imajı’’ hálá iş yapıyor, Erdoğan ‘‘gündemdeki sert tartışmalara rağmen’’ hálá beklentilere yanıt verir görünüyor.

Baykal muhalefette... Muhalefette olmasına bir türlü beklenen form çıkışını yapamıyor, sadece varolan form seviyesini koruyor.

Uzan'ın form grafiği tepetaklak. Temmuz ayında 7.7 bir form artışı sağlamış... Ama Uzan soyadı çevresindeki yolsuzluk iddiaları sonucu eylül ayında eski formundan çok şey kaybetmiş. Üstelik eski belaltı propaganda taktikleri de Uzan'ın yeniden form tutmasına katkıda bulunmuyor.

Diğer tüm liderlerde de küçük küçük form tutma çabaları var. DYP'nin başına geçen Ağar, Çiller'den, ANAP'ın başına geçen Özdemir, Yılmaz'dan daha fazla form tutmuş görünüyor. Çiller de Yılmaz da formdan öyle bir düşmüşlerdi ki yeni liderlerdeki bu artış normal sayılmalı. Ancak yeni liderlerin istenen forma girdiklerini de söylemek zor...

Ecevit ve Erbakan mı? Form tutmaları zor görünüyor. Bir an önce jübile yapsalar iyi olacak.

Özetlersek: Lideri formsuz olan (iletişimini yönetemeyen) seçimde nal toplar!


Yani bu da çok ‘alaturka’


ALDIĞIMIZ
duyumlar Cola-Turka'nın kolalı içecekler kategorisinde yüzde 14 pazar payına ulaştığını gösteriyor. Neredeyse üç ay içinde Coca-Cola ve Pepsi gibi iki devin pastasından bu kadar büyük dilim kapmak gerçekten büyük başarı. Ülker'in bu başarısında reklamın payı çok büyük. Kuşkusuz dağıtım üstünlüğü ve ‘‘Tayyip Erdoğan’’ faktörü de etkili oldu ama malum reklamlar olmasaydı, bu başarı mümkün değildi.

Anımsarsanız iki ay önceki analizimde Cola-Turka'nın kısa vadede iş yapacağını uzun vadede ise ‘‘konjonktürel konum’’ nedeniyle üstünlüğünü yitireceğini söylemiştim. Bu görüşümde de hálá da ısrarcıyım. Karbonatlı içecekler pazarı çok zor bir pazar ve bu kategoride kısa süreli başarılara aldanmamak lazım. Markayı sağlam yere konumlandırmak ve bu konumu sürekli canlı tutmak bu kategoride başarıyı getiren en önemli unsurlar.

Kısa vade için konuşursak, Cola-Turka varolan konumda kaptığı pazar payını korumak istiyorsa etkili reklamlara devam etmek zorunda. Ancak yeni yayına giren ‘‘hamam’’ filminin fikri ve uygulaması ilk reklam dalgasındaki heyecanı yaratmaktan çok uzak. Eğer varolan konumu sürekli canlı tutacak ‘‘espriler’’ yakalanmaz ise Cola-Turka'nın ilerleyişi zora girebilir. (Reklam Ajansı: Y&R reklamevi Rating: İki Yıldız)


Hoojidonk önce yer almalıydı!


ALİ
Taran yine ‘‘konuşturmaya’’ yönelik bir Finansbank reklamıyla karşımızda. Bu kez konuştururken, Finansbank'ın pazarlama hedeflerini destekleyen bir de mesaj veriyor ama... Başarılı yani..

Anlaşılıyor ki Finansbank 140 şubesinde ‘‘Kurumsal Müşteriler’’ açısından doymuş durumda. Hedef, Garanti'nin ‘‘Elma Hesabı’’ benzeri ‘‘OH Hesabı’’ ile ‘‘Bireysel Bankacılık’’tan pay almak. Biraz halka inmek yani...

Konu halka inmek olunca da futboldan yararlanmayacaksın da neden yararlanacaksın. Futbol bir markadan söz ettirmek için iyi damar. Üstelik kendini Hollanda'da şubeleri olan Avrupalı bir banka olarak konumlandırmışsan ve elinde Türkiye'ye gelmiş iki Hollandalı futbolcu varsa...

Burada böyle söylüyoruz ama reklamda görmeseydik Hollandalı futbolcular ve Finansbank'ın Hollanda'daki şubeleri arasındaki bağlantıyı kırk yıl düşünsek kuramazdık. Reklamın kaldıraç noktası da burası zaten. Frank De Boer, Hoojidonk, Bülent ve Ümit dikkati çekiyor, Finansbank'ı kitlelere yakınlaştırıyor, Finansbank'ın soğuk duran yüzünü sıcaklaştırıyorlar. Reklam çok mu inandırıcı peki?

Değil. Olmak zorunda da değil. Siz Finansbank'la ilgili olarak daha fazla bilgi edinme gereksinimi yaratıyor mu ona bakın. Bence yaratıyor. Bülent'in oyunculuğu biraz daha doğal olsa daha iyi olurdu. Ben olsam Hoojidonk-Ümit Özat ikilisini başa alırdım. Hoojidonk'u takdir edenlerin ve sempatik bulanların sayısı daha fazla.. Sizce? (Reklam Ajansı: ATCW Rating: Üç Yıldız)

NOT:
Finansbank bu reklamı yapabilmek için Galatasaray ve Fenebançe'ye 200'er bin dolar ödemiş.


Sütten ağzı yanan


GEÇEN
ay, dünyanın saygın araştırma şirketlerinden Taylor Nelson Sofres Trendpoll araştırmasında 18 yaş üstü Türkiye temsili 2028 kişinin belleklerine ‘‘bireysel emeklilik’’ sinyali gönderdi ve bu kişilerden akıllarına gelen ilk üç ‘‘Bireysel Emeklilik’’ şirketini söylemelerini istedi. Beklendiği üzere böyle bir açık uçlu soru sorulduğunda bireysel emeklilikle ilişkilendirilen ilk üç marka SSK (yüzde 24.6), Bağ-Kur (yüzde 24,2) ve Emekli Sandığı (yüzde 12,8).

İlginç olan, belleklere ‘‘Bireysel Emeklilik’’ sinyali gönderildiğinde adlı adınca ‘‘Emeklilik’’ sözcüğüyle dile getirilen ve öne çıkan üç marka var: Ak Emeklilik, Anadolu Emeklilik ve Yapı Kredi Emeklilik. (Diğerleri yüzde 1.5'in altında)

Ancak durum o ki, bizler yani bir taraftan Emekli Sandığı, Bağ-Kur, SSK kapsamında olup diğer yandan bireysel emeklilik hizmetlerinden yararlanma potansiyeli olanlar, daha önce ‘‘görücü usulü’’ nedeniyle sütten ağzımız yandığı için, bu kez ‘‘kısmetimizi öğrenme aşamasında’’ bile nazlıyız, yoğurdu üflemede ısrarcıyız...

Bireysel Emeklilik şirketlerine önerim, potansiyel tüketicilerini ayrıntılı araştırmalarla sürekli analiz etmeleri, ‘‘sigorta, hayat ve emeklilik’’ sözcük üçlüsünden hangilerine nasıl yatırım yapacaklarına iyi karar vermeleri, ayrıştırmayı iyi yapmaları ve ‘‘net’’ olmaları, son olarak da kaz gelecek yerden tavuğu esirgememeleri... Üzülürsünüz.


Çekirgelik


Bir şirketin yaşaması ya da ölmesi markalarının gücüne bağlıdır(Matt Haig).
Yazının Devamını Oku

Ali Saydam'dan ucuz halkla ilişkiler taktikleri

17 Ekim 2003
Ali Saydam baktı pabuç pahalı, minder dışına kaçmaya çalışıyor. Amacı güneşi balçıkla sıvamak. Ama zor! Gerçekler orada duruyor bilen de biliyor. Ona verilen köşeyi bana yanıt vermek için kullanamazmış. Niye acaba? Önce kendine ayrılan köşede durup dururken, yerini sağlamlaştırmak, Turgay Ciner'in gözüne girmek için bana 'neşeli cahiliye devri yazarı' de, 'öngörüsüz’ de, 'harem ağası' de, 'reklamın nasıl çalıştığını anlamamış' de sonra ben 'Ali Saydam büyük oynamaya çalışıyor. Bunun için de beni kullanıyor' diye bağlantılar kurunca 'Ona Sabah'ta yanıt veremem' deyip, minder dışana kaç. Niye perhiz, niye lahana turşusu Ali Saydam? Sen kimseyi beğenmez, herkesi küçümser, tepeden bakar, sadece kendi aklını seversin. Biri çıkıp seni gerçeklerle yüzleştirince kimyan mı bozuldu Ali Saydam? (Üstelik her şeyden önce kimya mühendisisin. Niye kimyana dikkat etmiyorsun?)

Ama haklısın. Hem halkla ilişkiler şirketlerinin itibarından söz edip, hem de en önemli 'paydaş'ın Doğan Grubu'na, benim üzerimden 'tekelci', Hürriyet'e 'itibarsız' diye saldırırsan kimyanın bozulması çok normal. Neydi beni aşağıladığın yazının başlığı Ali Saydam? 'Medya Tekelleşirse Herkes Kaybeder' değil mi?. Yazının ortalarında ilgisizce beni aşağılamalar ve işte asıl söylemek istediğin sondan bir önceki cümle: 'Günün birinde Hürriyet Gazetesi'nde sadece Aydın Bey ve Hürriyet'in toplumsal sorumluluk projelerine değil, iki satır da SABAH ve Turgay Ciner'in haberlerine rastlarsam o zaman sektörün itibarının yükseleceğine inanırım.'

Ve yine benim üzerimden Sabah yazı işlerine uyarı veren ve Turgay Ciner'e selam çakan son cümle: 'Sabah mı? Onlar bırakın Hürriyet ve Aydın Doğan'ı daha Turgay Bey'in ve kendilerinin yaptıkları çalışmaları doğru dürüst duyuramıyorlar'.

Gördüğünüz gibi Ali Saydam yazısında benim üzerinden hamburger taktiği uyguluyor, sert kayaya çarpınca da 'itibarını yönetmek' adına gerçekleri bozuyor, çarpıtıyor, eğiyor, büküyor. Kendini aklamak için gözünü kırpmadan dostlarım, arkadaşlarım Selim Oktar'ı, Temel Aksoy'u, Ayşe Sözeri Cemal'i yanına alıp, çarpıtmalarına ortak etmeye çalışıyor. Sanırım Ali Saydam'ın halkla ilişkilerden anladığı bu. Çarpıtmak, bozmak, eğmek, bükmek...

Ve de müşterilerinin reklam gelirleriyle medyayı tehdit etmek. Ben ona dedim ki, müşteri portföyünü genişletmek için '60 kişi de figüran olarak kullanılmaz ki!'. Yani sorguladığım şu: Düzenlediğin toplantıya katılanların senin art niyetinden haberleri yok! İnsanları figüran olarak kullanma. (Buna ben de dahilim)

Ali Saydam sarfettiğim sözcüğün anlamını o kadar çarpıtmış ki yani pes! Ben nasıl olur da 'İletişim Sohbetleri' toplantısına katılanlara 'figüran' dermişim, hatta onlara hakaret edermişim. Bu 60 kişi ekmek yediğimiz medyaya milyonlarca dolarlık reklam verirmiş, bu olur muymuş! Önce çarpıtmaya sonra zihniyete bakar mısınız! İşte Ali Saydam'ın halkla ilişkilerden anladığı. 'Tekelci' dediği medyaya karşı kendini sağlama almak için sektörün en saygın insanlarının reklam yatırımlarını öne sürüyor. Bir de bu müşterilere sahip olsa yandık demek ki! Hakikaten pes!

Korkma Ali Saydam. Kimyan bozulmasın. Sen önce müşterilerine hem Doğan Grubu'nu karalayıp, (karalama yaparken de beni kullanıp) hem de nasıl medyanın en 'beğendiği' halkla ilişkiler şirketi olabileceğinin hesabını ver! Sonra diğer halkla ilişkilercilere, böyle ucuz taktiklerle sektörün itibarını ne hale getirdiğinin hesabını ver. Ama benim ekmek yediğim medyadan korkma o senin bildiğin medyalardan değildir. Benim ekmek yediğim medyada haber kutsaldır! Eğer haberin değeri varsa göz kimseyi görmez. Seni bile.

(Not: Ali Saydam ölçümleme konusuna önem verir, özellikle sonuçlara yönelik halkla ilişkiler söylemi konusunda öncüdür. Bunu inkar edemem. Sezar'ın hakkı Sezar'a. Ama ölçümleme tekniğini bilmez. Bu nedenle bağışlasın bu konuda tartışmaya girmem. Bir kere girdim anlamadı. Şimdi anlamadığı şeyi aleyhimde delil olarak kullanıyor. Tövbeliyim)

Bambi kokoreç Avrupa'ya girmiş

Ben böyle şey yemedim. Tereyağlı, kaşarlı pide içinde kokoreç. Taksim Sıraselviler'de, Dilson Otel var, hemen onun karşısı. Küçük bir yer ama Karamürsel sepeti sanmayın sakın. Tertemiz. Bambi markalı kolonyalı mendili bile var. Bambi kokoreç Avrupalı olmuş bile. Üstelik böyle bir lezzet sadece iki milyon lira. Eğer benim gibi kokoreç manyağı iseniz şiddetle öneriyorum.

İşte Hürriyet Cuma'nın gücü:

Emniyet'ten çıt çıkmadı talimat çıktı!


Birkaç haftadır burada Emniyet Genel Müdürü'ne 'Bu ülkede motorsiklet sürücülerinin kask takması yasalara göre zorunlu değil mi? Garibanlar ölmez mi?' diye sorular yöneltiyordum.

Geçen hafta da 'Emniyet Genel Müdürü'nden Çıt Yok!' diye bir yazı yazmıştım ki, önce Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Abdullah Bolcu'dan daha sonra diğer Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feyzullah Arslan'dan telefon aldım, peşinden de konuya ilişkin bir faks geldi. Her iki emniyetçi dostumuza da ilgileri ve iletişim duyarlılıkları için teşekkür ediyorum.

İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü işin ciddiyetinin farkında. Hatta son üç yıl içerisinde motorsiklet sürücülerinin ve yolcuların kask kullanması konusunda iki genelge çıkarılmış bugüne kadar da 81 ilde 20.816 motorsiklet ve motorlu bisiklet yasalara aykırı kullanım nedeniyle trafikten men edilmiş.

Sadece 2003 yılının ilk ayında il trafik denetim ekiplerince yapılan denetimlerde 171.677 motorsiklet kontrol edilmiş ve 9.730'una ceza kesilmiş.

Ancaaak. Görünen o ki; bazı valiler, kaymakamlar, il ve ilçe emniyet müdürleri İçişleri Bakanlığı'ndan gelen bazı genelgeleri umursamıyorlar. Herhangi bir mülkü idare amirinin makam arabasının penceresinden baktığından kasksız motorsiklet sürücülerini görmemesi mümkün mü? Böyle bir 'görüş' için radar gerekmiyor. O halde sorun vurdumduymazlık! Gözünün önündeki kask sorununa bile dikkat etmeyen emniyet müdürü, daha zor trafik sorunlarının üstesinden nasıl gelecek.

Nitekim, bu köşedeki yazılarımız üzerine 8 Ekim 2003 tarihinde İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sebati Buyuran, 81 valiliğe bir talimat göndermiş. Buyuran'ın 'Kask kullanmayanlar hakkında cezai işlem yapın' diye emrettiği ve 'Denetimleri sıklaştırın' diye anımsattığı talimatta bakın gerekçe nasıl anlatılmış:

'Bakanlığımıza intikal eden şikayetlerden, merkezden yapılan denetimlerden ve basın-yayın organlarında çıkan haberlerden motorlu bisiklet ve motorsiklet sürücüleri ile bu araçlarda yolcu olarak bulunanların koruma başlığı ve gözlüğü kullanmadıkları yine motorsikletli ekiplerimizin (şahinler, yunuslar ve belediye zabıtası gibi) personelinin de bu zorunluluğa uymadıkları ve koruma başlığı ve gözlüğü kullanmayan motorsiklet sürücülerine karşı duyarsız kaldıkları anlaşılmaktadır...'

Gördüğünüz gibi, Emniyet işi ciddiye alıyor. Bundan sonra gözümüz il ve ilçe emniyet müdürlerinde ve trafik denetleme müdürlerinde. Biz burada bu talimatın takipçisi olacağız, gördüğümüz aksaklıkları bildirmeye devam edeceğiz. Lütfen sizler de yaşadığınız yörelerde kask takmayan motorsikler sürürcüleri konusunda duyarsız yöneticiler varsa bize bildirin, buradan uyaralım ve pisi pisine ölen yüzlerce kişiyi kurtaralım.

Cuma LAKIRDISI

Paranın satın alamayacağı tek şey itibardır (Russal Baker)

Cuma Takıntısı

Başar Başarır CNN'deki program müdürü genç arkadaşım. Öykü yazdığını duyunca çok şaşırdım. Hele de Doğan Kitap'tan çıkan 'Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri’ öykü kitabını okumaya başlayınca dibim düşüyordu. Başar da Matruşkagiller denmiş. Tanıdıkça içinden başka bir değer çıkan değerlerden yani..Başar'ın öyküleri anlık öyküler. Ve yaşam dediğin de o anların toplamından ibaret değil mi? Haftasonu için ilginç bir alternatif olabilir.. (Başar Başarır, DK, Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri)
Yazının Devamını Oku

Sinsi pazarlamacılar!

12 Ekim 2003
<B>İKİ</B> sözcüğünden birinde <B>‘‘İtibar Yönetimi’’</B>nden söz eden <B>Ali Saydam</B>'ın kendi itibarını (!) hangi yöntemlerle yönettiğini geçen hafta açıklamıştım. Ali Saydam kendi müşterilerine de bu tür ‘‘itibar yükseltme’’ taktikleri veriyorsa (özellikle de medya ilişkileri konusunda) ortalık çok yakında‘‘itibar’’lı şirketten geçilmeyecek demektir, kutlar başarılarının devamını dilerim.

Anımsarsanız geçen haftaki yazımda ‘‘Nereden bilirdim (Ali Saydam'ın) halkla ilişkiler hizmeti verdiği ‘dindar medyanın' yazarlarını Sabah'a monte edip AKP ile Sabah'ın arasını bulmaya çalıştığını’’ diye bir ifade vardı.

Nedense Ahmet Hakan bu ifadeden alınmış. Bana yanıt olarak da ‘‘Tekelci medyada tutunmak için dindar medya dindar olmayan medya ayrımı mı yapmak gerekir?’’ diye soruyor. Söyle Ahmet Hakan Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj TV, Vakit, Yeni Şafak, Zaman, Türkiye... Herhangi bir medya araştırmasında faktör analizi sonucu benzer kategoriye düşen, bu medya kategorisini tanımlamak için ne diyeyim? Dindar olmayan medya mı? Cumhuriyetçi medya mı? Atatürkçü medya mı? Senin ‘‘tekelci medya’’ dediğin şey, gerçek anlamını asıl bu kategoride bulmasın. Hakimiyet kayıtsız şartsız kimindi? Sen bu ‘‘klişeyi’’ iyi bilirsin? Hadi söyle. Takıyye’yi bırak be Ahmet Hakan. Allahaşkına bir gün de kendin ol...


New York'ta Hürriyet'i görürsen şaşırma sakın!


MERAKLA
beklenen Asmalı Konak filmi gelecek hafta 400 salonda birden vizyona giriyor. Asmalı Konak için bugüne kadar 3 milyon dolar harcanmış durumda. Hedef 4 milyon izleyiciye ulaşmak. Abdullah Oğuz'un bu güne kadar yaptığı işlerin kalitesine baktığımda ben diyorum ki Asmalı Konak'ı izleyenlerin sayısı 4 milyonu geçecek!

Abdullah Oğuz'un başarısı sadece kaliteli yapımlara imza atmakla kalmıyor. Abdullah Oğuz, Feryal Pere ve Bülent Turgut üçlüsü film pazarlamasında da çok başarılılar. Hem akıllı ‘‘merchandising’’ yapıyorlar, hem de ‘‘akıllı iletişimden’’ anlayan markalarla ellerindeki değeri iyi buluşturuyorlar. Film içine

ürün yerleştirmek, 4 milyondan fazla insana ulaşacak popüler bir

film aracılığıyla tüketicilerle aradaki bağı güçlendirmek akıllı iletişim değil de nedir? Unutmayın,

sinema insanın üzerine gelen mesajdan kaçması olanaksız bir mecra!

Hadi yer gelmişken size Asmalı Konak'ın sağlayacağı ‘‘akıllı iletişim’’ fırsatını kaçırmayıp tüketicilerle unutulmaz bir bağ kuracak markalar hakkında biraz ‘‘tüyo’’ vereyim. Siemens Mobile'ı zaten biliyorsunuz. Oyakbank ve Axa Oyak'ı biliyor musunuz? Ya UPS, Starbucks'ı. Veee Hürriyet'i. Evet, New York'ta Hürriyet'i görürsen şaşırma sakın! Abdullah Oğuz'u, Asmalı KonakMatrix, Yüzüklerin Efendisi gibi Amerikan yapımları öncesinde yaşanan bir 'sinema olayına' dönüştürdüğü için kutlarım. 'Merak' kediyi öldürür! Sinema pazarlaması kitabının ilk cümlesi budur. Var mı Asmalı Konak'ın sonunu merak etmeyen?


Kırmızı markası nerden türedi?


BASIN
reklamlarını ödüllendirecek Kırmızı'da başvuru süresi bitti. Birbirinden yaratıcı yüzlerce gazete ve dergi reklamı Kırmızı'da yarışmak için başvurdular. Bu çok sevindirici. Gazete ve dergi reklamlarını hakettiği önemin verilmesi konusunda çok önemli bir işlev üstlenen Kırmızı'da emeği geçen herkesi kutlamak lazım. Tabii Reklamcılar Derneği'ni de. ‘‘Benim Kristal Elma'm var. Kırmızı da nereden çıktı’’ demedi. Büyük bir hoşgörü örneği gösterek Kırmızı'yı destekledi. Böyle de olması lazım. Hoşgörü her şeyin ilacı.

Kırmızı da Kristal Elma'ya rakip değil, reklam sektöründe yaratıcıları taçlandıracak bir destek. Bu arada Kırmızı reklamları bize basın reklamlarının gücünü de gösterdi. Niye mi? Kırmızı reklamları başka yerde yayınlanmadı ki! (Reklam Ajansı: Klan RSCG Rating: Beş yıldız)

Umarım Beko Klima'nın ‘‘Nem Alır’’ başlıklı gazete reklamı Kırmızı'ya aday olmuştur. Tuzluk pirinç esprisi ile ‘‘nem alma’’ özelliği ancak bu kadar yaratıcı ve etkili anlatılabilirdi. (Reklam Ajansı: TBWA Rating: Beş Yıldız).


Light Cola-Turka bizi bozmaz mı?


İKİ
gün önce birden aklıma ‘‘Cola Turka niye Light ürün çıkarmaz ki!’’ sorusu düştü. ‘‘Aaa olur mu hiç!’’ dedim içimden ‘‘Turka'nın da Light'ı mı olurmuş!’’. Ne dersiniz Cola-Turka'nın özündeki milliyetçilik pozitif bile olsa Light'lık Turka'lığa aykırı gitmez mi? Eğer reklamda Light Selami oynarsa belki mi? İyi de Cola Turk'a Haluk'un değerleriyle daha çok örtüşmüyor mu? Light Haluk! Oldu mu yani?

* WORLD Card'ın ‘‘Vadaaa!’’ diyen himinilerini çok sevdim. Çok sevimli, çok olanaklı, çok trendi bir çözüm olmuş. Yapı Kredi günün trendlerini iyi analiz etmiş. ‘‘Clubber’’lığı, müzik festivallerini H2000'i, Rock'n Coke'u ve benzerlerini. Koşarak vucuduna puanları toplayan kadından kimliksiz bir hedef kitleye ancak bu kadar iyi geçilebilirdi. Umarım World Card'ın ‘‘Vadaaaa!’’ diyen yaratıkları Turkcell'in kılıktan kılığa girip anlamsızlaşmaya başlayan yarı salyangoz yarı tavşan yaratığına dönmez.(Reklam Ajansı: RPM/ Cdp Europe Rating: Beş yıldız)


Alt tarafı sakız


ÜLKER
'in Chevy Dent reklamına dikkat! Değişik bir tadı var. Reklam fikri ilginç. Ama fikrin uygulaması fikre çok şey katıyor, reklamın yapım kalitesi fikre ‘‘kreşendo’’ yaptırıyor. Bahadır Karakaş süper bir reklam yönetmeni oldu. Hem reklamdan anlıyor ve hem de reklam ajansının fikrini bozmadan ona çok şey katıyor. Bu reklam alt tarafı bir sakız reklamı ama yapım-yönetimin de katkısıyla ancak bu kadar dikkat çekici, bu kadar farklılaştırıcı olabilir, hem rasyonel motifleri inceden kullanıp hem de bu kadar güldürebilir. Ayrıca tekno müzik kullanılan ‘‘kaybolmayan sakız’’ temalı radyo reklamları da, ‘‘sakız dünyası gazetesi’’ de birbirini destekleyen güzel ve doğru entegrasyonlar. İşte Etki: İki haftada Chevy Dent adında farklı bir sakız markamız oldu çıktı. Herkes çiğne çiğne diye de birbirine öneriyor. Sakız çiğnemek bir numaralı problemimiz ya. Değil mi? Yahu reklamın mizahi kaldıraç noktası burası. Anlamadınız mı? (Rating: Beş Yıldız Reklam Ajansı: Link McCann)


Bu reklamcılar komik insanlar!


BU
reklamcılar çok komik. Diyorlar ki bana ‘‘reklam eleştirme!’’ Peşinden de ekliyorlar ‘‘İyi eleştiriyorsun Hoca, okuyoruz ama, bu

kadar kişinin önünde de

olmaz ki, sen meslek dergilerine geç!’’
Söz geçeceğim. Doğan Hızlan'ı bir sanat ve edebiyat dergisine,

Atilla Dorsay'ı bir

sinema dergisine, Murat Bardakçı'yı bir tarih dergisine, Ufuk Sandık'ı bir otomobil dergisine Emin ÇölaşanMeclis TV'ye hapsedebildiğiniz

gün ben de bir

meslek dergisine geçeceğim. Söz. Vallahi de billahi de söz!


Çekirgelik


Günümüz ekonomisinin para birimi ‘dikkat’’tir. Çünkü bilgi toplumunda en kıt kaynak dikkat'tir. ‘Dikkat’i toplayan kazanır.

(Davenport ve Beck)
Yazının Devamını Oku

Emniyet Genel Müdürü’nden çıt yok

10 Ekim 2003
Bir süre önce Emniyet Genel Müdürü'ne 'Bu ülkede motosiklet sürücülerinin kask takması yasalara göre zorunlu değil mi? Garibanlar ölmez mi?' diye bir soru sordum. O hafta yazıma yanıt alamayınca bu konulara çok duyarlı olduğunu bildiğim Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Feyzullah Arslan'ı aradım. ‘Hocam ilgililere bilgi verdim hemen size dönecekler’ dedi. O günden bugüne 'çıt' yok. Feyzullah Arslan'la trafik üzerine birkaç kongrede 'oturum arkadaşlığı' yapmıştık, oradan tanırım, dediğim gibi bu işleri çok ciddiye alır, eminim bir yanıt gelecektir.

Emniyet Genel Müdürü'nden yanıt beklerken Ödemiş İlçe Müdürü Mustafa Saygı aradı. Geçen yıl, Ödemiş'te motosiklet kazası sonucu, kask takmadıkları için sekiz kişinin hayatını yitirdiğini, bu nedenle 'Kask hayat kurtarır' diye bir iletişim kampanyası başlattığını, kasksız asla motosikler kullanımına izin vermediğini ancak, bilinçsiz kişiler tarafından çok eleştirildiğini ve baskı gördüğünü söyledi.

Mustafa Saygı en doğrusunu yapmış. Hiçbir iletişim kampanyasına girişmeden yasaları uygulamaya geçseydi çok daha fazla dirençle karşılaşırdı. Zaten Emniyet Genel Müdürlüğü'nün de yapması gereken bu. Önce büyük bir iletişim kampanyası ile kaskın niye hayat kurtardığını anlatacak, sonra denetlemeleri sıkılaştıracak ve bir yasa çiğneme ayıbını ortadan kaldıracak.

Mustafa Saygı yılmadan, inatla kasksız motorsiklet kullananlarla mücadeleye devam etmeli. Sadece Mustafa Saygı değil Türkiye'nin tüm il ve ilçe emniyet müdürleri, il ve ilçe trafik denetleme müdürleri Mustafa Saygı'nın mücadelesine katılmalı 'garibanı koruma' adı altında insanların ölmesine izin vermemeli.

İki hafta önce başımdan geçen bir olayı anlatırsam belki ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir. Eskişehir çevre yolunda giderken trafik polisi tarafından durduruldum. 82 km. ile gidiyormuşum. Orası 70'le gidilmesi gereken bir yermiş. Yılda 50 bin km. yol yapan biri olarak ne kadar dikkatli olsam da böyle hatalar yapıyorum. Levhayı görmedim bile. Her trafik işaretinin bir nedeni var, hiçbirini süs diye koymuyorlar ki! Bu durumu 'tuzak' diye tanımlamak doğru değil. Görmem lazımdı, hatalıydım.

Hem denetim bu. Kimsenin trafik işaretlerine uymadığı bir ülkede hız sınırının saatte 50 km. olduğu yerde de hız denetimi yapılır, 30 km. olduğu yerde de. Sürücünün görevi trafik işareti ne diyorsa onu yapmak.

Böyle durumlarda, tartışmaya girmem, cezam neyse yazdırır ve ertesi gün de öderim.

Görev başındaki trafik polisi arkadaşım suçu tespit etmiş, görevini yapıyor. Onun suçu görmezden gelme gibi bir lüksü yok, amiri ne dediyse, genelge ne emrediyorsa onu yapıyor. Ama bir trafik polisi ne hız sınırını aşan bir aracı, ne de o aracın yanından keyifle geçen kasksız motosiklet sürücüsünü görmezden gelmeli! Evet, ben paşa paşa cezamı yerken, hemen yanımdan kask takmayan bir motosikletli keyif içinde yoluna devam ediyordu. Ben niye cezalandırılıyorum o zaman? Amirler ve genelgeleri hazırlayanlar, haksız mıyım?

Asmalı Konağın tek rakibi: Bir İstanbul Masalı

AGB denetçiliği nedeniyle tarafsız olmam gerekiyordu. Bu nedenle de televizyon eleştirisi yazamıyordum. Bu görevi bırakalı epeyce oldu. Artık özgürüm, bu nedenle de size televizyon programları ile ilgili de bir takım 'tüyolar' verebilirim.

10 yıldan fazla televizyon ölçümleri ile haşır neşir olunca insan ister istemez bu ülkenin insanları neden hoşlanır neden hoşlanmaz, kare kare ne rating alır ne almaz, bir bakışta anlama yeteneğine kavuşuyor. Bu yeteneği boşa harcamamak, sizlere yararlı işlerde kullanmak lazım. İşte kullanıyorum.

Geçen televizyon sezonu bildiğiniz gibi Asmalı Konak fırtınası ile geçti. Asmalı Konak izleyicileri bu televizyon sezonunun başlamasıyla da kendilerini ciddi bir boşluk içinde buldular, izleyecek bir şeyler arıyorlar. Gerçek şu: Bu sezon tam anlamıyla Asmalı Konak kadar izleyici çekebilecek bir dizi yok.

İkinci gerçek de şu: Bir İstanbul Masalı, Asmalı Konak'ın büyük miktarda izleyicisini çekebilecek, ABC1C2'de lider olma potansiyeline sahip tek dizi. Bunun en önemli nedeni konu örgüsü (Gaye Boralıoğlu, Neşe Şen, Sertaç Engin, Gökhan Horzum, Aydın Üredi sinema tarihinin iş yapan bazı filmlerinden sıkı bir örgü yapmışlar) ve yapım-yönetim kalitesi (Ömür Atay).

Daha sonraki neden ise Mehmet Aslantuğ, Ozan Güven, Çetin Tekindor, Arsen Gürzap, Altan Erkekli, Vahide Gördüm, Yasemin Çonka gibi tanıdık yüzler, değişik nedenlerle keyif veren oyuncular. Bu unsurlar kuşkusuz bir dizinin tutmasında birlikte çalışacak unsurlar ama oyuncu seçimi iyi olsa da, yapımcı kalitesi iyi olsa da dramatik örgüde çekicilikten sapılırsa böyle bir dizinin tutması mümkün değil.

Bir İstanbul Masalı, konu örgüsü açısından iyi başladı. İstanbul'da zengin bir aile. Mekan kocaman bir malikane. Çetin Tekindor baba. Arsen Gürzap anne. İki oğulları var, büyük oğlan Mehmet Aslantuğ ve küçük oğlan Ozan Güven. Tekindor'un 30 yıllık şoförü Altan Erkekli, onun karısı Vahide Gördüm mutfaktan sorumlu kahya. Evleri malikanenin içinde. Tam bir aşağıdakiler yukarıdakiler durumu yani. Kızları Ahu Türkpençe Ozan Güven'e aşık. Baba Tekindor sıkıntılı. İşi büyük oğlana bırakıyor. Öğreniyoruz ki bunun nedeni ortada bir 'çıtır' olması. Anne Gürzap 'çıtır'ı hissediyor, Erkekli kızının Ozan Güven'e aşık olduğunu öğreniyor, derken işler karışıyor.

Şu ana kadar konu örgüsü içinde izlemeyi olumsuz etkileyebilecek tek yumuşak karın 'çıtır' meselesi. Bu 'çıtır' meselesi eğer izleyicinin hoşuna gidecek şekilde kotarılamazsa, 'itici' bir hal alırsa dizi izleyici 'biriktirmeyi' bırakabilir. Dakika dakika ratinglere iyi bakmak, kim gelmiş, kim gitmiş iyi incelemek lazım. Benden uyarması. (Perşembe ATV 21.30, kaçırmayın)

Utanmaz bile az

Önce bir olay tanımlaması yapayım. İstanbul'da çevre yolunda, en sol şeritte aracınızla gıdım gıdım ilerliyorsunuz. Birden arkanızda 'dara diri' bir ambulans beliriyor. Daha doğrusu ambulans yardırarak geliyor. Önünüzdeki araçlarla birlikte siz de çil yavrusu gibi sağa savrularak ambulansa yol veriyorsunuz. Tam yeniden sola geçeceksiniz ki birden gördüğünüz manzara karşısında 'Anaa!' deyip kalıyorsunuz. Manzara şu: Bir iki uyanık, ambulansın arkasına takılmış onun açtığı yoldan ilerlemeye çalışıyor! Fırsatçılığa, saygısızlığa, kültürsüzlüğe, utanmazlığa bakar mısınız? Canını kurtarmak için hastaneye yetiştirilmeye çalışan birinin sırtından avantaj sağlamak utanmazlık değil de nedir? Rezillik mi?

Zarakol 'nitelikli eleman' diyor

Halkla İlişkiler yazılarıma ara verdiğimi sanıp sevinenler 'Oh! Bizi unuttu galiba' diye düşünenler boş yere umutlanmasın. Bu köşede, halkla ilişkiler yazıları bitmez. Halkla ilişkiler sektöründe yeni oluşumlar var, yeni toplantılar var, 'cüce' beyinli oldukları için beni sektör düşmanı olarak göstermeye çalışanlar var, 'tetikçilerini' üzerime salanlar var. Bunların durulmasını ve kaostan, yeni bir düzene geçilmesini bekliyorum. Yeni düzenin şartlarına göre de yazmaya devam edeceğim. Bugün yine halkla ilişkilerden söz etmemin nedeni sevdiğim, saygı duyduğum bir halkla ilişkiler duayeni Necla Zarakol'dan bir mesaj almam. Necla Zarakol bir süre önce yazdığı bir yazıyı göndermiş. Zarakol halkla ilişkiler sektörünün ancak ve ancak nitelikli elemanlarla geleceğe hazırlanabileceğini bakın nasıl anlatıyor:

'Günümüzde bir iletişim profesyoneli herhangi bir sektörde iş yapan müşterisinin işinin niteliğini, iş hedeflerini pazarlama ve satış yöntemlerini, kurum kültürünü doğru tanımlamak zorundadır. Bu müşterisinin etkileşim alanında bulunan kişi ve kuruluşların, bu kurumun hangi düşünce, açıklama ve eylemlerine ilgi göstereceğini anlamak zorundadır. Bu açıklama ya da eylemlerin hangi mecrada ne ölçüde haber değeri taşıyacağını bilmek zorundadır. Bu haberlerin hedef kitle üzerinde nasıl bir etki bıraktığını, iletilen mesajların nasıl bir algılamaya yol açtığını kavramak zorundadır. Müşterisinin ya da kendisinin faaliyet alanına giren yeni teknolojileri anlamak ve izlemek zorundadır'.

Zarakol'a tüm kalbimle katılıyorum. Halkla ilişkiler sektörünün geleceği 'küresel dünya ile başa çıkabilecek, en az bir yabancı dile hakim, sosyal çevresi olan, kültüre, sanata, spora yatkın, ileri derecede okur yazar, bilişim tekonolojisine yatkın, gönüllü çalışmaya duyarlı' insan kaynağına bağlı. Ama sormadan da edemiyorum. Bu niteliklere sahip bir kişi şu andaki maaşlarla bir halkla ilişkiler şirketinde niye çalışsın? Halkla ilişkiler sektörünün dengeleri toptan değişmek zorunda.


Cuma LAKIRDISI

Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona geleceğe ait planlarından söz et!

(Woody Allen)


Cuma Takıntısı

Bu hafta size kiremitte kaşarlı palamut öneriyorum. Mantarı, soğanı, kaşarı nefis. Beykoz-Çubuklu arasında Taç restoranda. Taç alçakgönüllü bir mekan, ucuz da... Çıstak, çıstak müzik de var. (216)331 00 51
Yazının Devamını Oku