Ali Atıf Bir

Şimdi de fındık yağı krizi!

5 Ekim 2003
<B>EŞ</B> dost sağolsun <B>‘‘Laminat parke kriziniz geçti mi?’’</B> diye soruyorlar. Geçti. Parkecimiz <B>Sacit</B> aradı ve <B>‘‘Elimizde kapı gibi E1 sertifikamız var. Parkeleriniz fason mason değil. Avrupa'da satılan en iyi marka. İki gözüm önüme aksın minimum formaldehit emisyonuna sahip. İnanmıyorsanız girin internete bakın.’’</B> dedi, parke krizimiz çözüldü. Bu ‘‘çözüm hali’’ ne kadar sürdü dersiniz? Bir gün, iki gün, üç gün. Bir hafta? Bilemediniz. Sadece bir saat sürdü. Bir saat sonra kapı çaldı. Açtım. Ecmel elindeki bir litrelik yağ şişesini burnuma dayadı: ‘‘Aradım taradım, fındık yağı niyetine bir bunu bulabildim. Çotanak... Duydun mu böyle bir marka?’’

Ben ‘‘Çotanak mı? Buyur? Fındığın yağını çıkarmışlar da bir de şişeye mi koymuşlar, kabuklarını sobada mı yakmışlar...’’ şeklinde saçmalarken Ecmel bir yandan anlatıyordu: ‘‘Geçenlerde bir yerde okudum, fındık yağı çok sağlıklıymış, yanmıyormuş, E vitamini falan çokmuş. Daha kesin bir şey yok ama. Araştırıyorum.’’

O an bir yerime inme inecek diye çok korktum. Daha parke krizini çözmemizin keyfini çıkarmadan nurtopu gibi bir ‘‘fındık yağı’’ krizimiz olmuştu! Bana kalsa paşa paşa gider aynı yağı, aynı raftan, fiyatına bakmadan 40 yıl daha alırım. Şimdi işin yoksa sabah akşam fındık yağını araştır, fındık yağıyla yapılan yemekleri dene, gece yatana kadar fındık yağı konuş, uykuda dürtüklenip fındık yağı anıları dinle.

Niye kadınlar hayatı bu kadar zorlaştırırlar, niye sürekli karar seçeneklerini artırırlar anlamam. Daha ayçiçeği mi, zeytinyağı mı, mısırözü mü karar verememişiz, bir de fındık yağını düşünmeye başlamak niye? Bu hayatı zorlaştırmak değil de ne! Güzelleştirmek mi? Bu mümkün mü?

NOT: Üç hafta önce laminant diye yazım hatası yapmışım doğrusu laminat olacak. Yine üç hafta önce ‘‘Çupra’’ yazmıştım. Doğrusu Çipura ama bence ‘‘Çupra’’ daha çok yakışıyor. Omo reklamındaki balık ‘‘Çupra’’ değil Karagöz'müş. Reklamın yaratıcı yönetmeni Mehmet Günsur bizi düzeltti.Günsur'a ‘‘Karagöz Karadeniz'den çıksa da Karadeniz'le anılan balık değil’’ dedim. Günsur bana katılmadı. Pakpen'in ajansı MedinaTurgul değil Güzel Sanatlar'mış. Bir daha olmaz.


Çevir kazı yanmasın devir bu devir!


ON
gün önce aramıştı Ali Saydam. Sahibi olduğu Bersay halkla ilişkiler şirketinin düzenlediği ‘‘iletişim sohbetleri’’ toplantısına çağırmıştı. ‘‘Aman gel, sensiz olmaz hoca’’ demeyi de unutmamıştı. Daha sonra programa baktım, toplantıda bir de konuk konuşmacı vardı. Turizm ve Kültür Bakanı Erkan Mumcu. Böyle bir toplantıda Mumcu'nun ne işi olduğunu düşünmediysem ne olayım. Herhalde dedim, toplantıya çekicilik katmak için, AKP Milletvekili Zeynep Karahan Uslu'ya rica etti, (Uslu'nun eşi Ali Saydam tarafından siyasi danışman olarak çalıştırılmaktadır) Mumcu da Uslu'yu kıramadı geldi! Ne safım!

Nereden bilebilirdim Ali Saydam'ın Turizm Bakanlığı'nın ‘‘İstanbul'u marka yapma’’ projesine göz diktiğini. Nereden bilirdim bu projeden yola çıkarak AKP'nin de stratejik iletişim projelerini üstlenmek istediğini. Bunda ne var diyeceksiniz? Bir şey yok. Bersay ticari bir kuruluş tabii ki böyle projeler peşinde olacak... Ama böyle projeler alınacak diye de altmış kişi figüran olarak kullanılmaz ki!

Çok sevdiğim arabam yolda kalınca çekici mekici peşinde koşuşturmaktan yetişemedim ve geçen cumartesi akşamı Bersay'ın toplantısına gidemedim. İyi ki gidememişim. Pazar günü ne göreyim! Ali Saydam, Sabah'taki köşesini olduğu gibi bana ayırmış. Önce sandım ki ‘‘medya planlaması konusunda reklamverenin tek ölçüsü izleyici, dinleyici ve okuyucu araştırmalarıdır’’ dememi eleştiriyor, ‘‘kalite ratingi de var’’ falan demeye çalışıyor (araştırma dediğimde her iki araştırmadan söz ettiğimi anlamayacak kadar araştırmaya uzak olduğu için de resmen çam deviriyor!). Ne safım!

Nereden bilirdim Ali Saydam'ın baş danışmanı olduğu Turgay Ciner'in yolunu açmak için Ergun Babahan'a göz dağı vermek isteyebileceğini. Ne bilirdim Ali Saydam'ın Dinç Bilgin ve Ergun Babahan ekibini tasfiye edip Sabah yazı işlerini kontrol altına almak istediğini. Nereden bilirdim halkla ilişkiler hizmeti verdiği ‘‘dindar medyanın’’ yazarlarını Sabah'a monte edip AKP ile Sabah'ın arasını bulmaya çalıştığını. Nereden bilirdim Ali Saydam'ın daha bir yıl önceye kadar Hürriyet'te de bir proje için yola çıkıp, tavırlarıyla önüne geleni kendine düşman ettiğini ve daha bu projenin dumanı tütmekteyken Turgay Ciner'in danışmanı olarak aynı projeyi Sabah'a hatta Cumhuriyet'e uygulamaya çalıştığını..

Nereden bilebilirdim? Bilsem, kafasında böylesi onlarca tilki dolaşan Ali Saydam'la nasıl aynı ligde olduğumu düşünebilirdim?

Bunları öğrendim, Saydam'ın benimle ilgili yazdığı yazıyı yeniden okudum ve birden aklıma bir zamanlar DYO reklamlarında DYO renklerini taklit etmeye çalışan sevimli bir bukalemun vardı, o geldi. Bu bukalemun ıkınıyor sıkılıyor bir türlü DYO renklerini taklit edemiyordu. Ali Saydam'ın durumu da böyle. Ikına sıkıla beni taklit etmeye çalışıyor ama işin gerçeği enerjisini boşuna harcadığının farkında değil. Aşmış beni Ali Saydam! Onun liginde oynamam mümkün değil! Ne yazarsa yazsın, ne desin beni asla bulunduğu ligde oynatamaz. Benim onun liginde oynamaya rengim yetmez!


Sanırım davullar ‘şey’ diyor


YENİ
Ford Kargo reklamı bana bir yıl önce yayınlanan bir Petrol Ofisi reklamını anımsattı. O reklamda da ağır vasıta sürücüleri kamyonun, otobüsün üstüne çıkıyor ve ‘‘Bu aracı ben yaptım’’ diye övünüyorlardı. Ford Kargo reklamını Petrol Ofisi reklamının biraz daha gelişmişi olarak görebiliriz. Reklam kamyon şoförlerinin yaptığı konuşmalardan alıntılarla başlıyor, sonra Kargo bu görüşlere göre simgesel olarak üretiliyor, daha sonra kamyon’un üretimine aracı olan şoförler Kargo'nun üstünde keyiften dört köşe adeta dans ediyorlar. Bu arada da (sanırım) Ford teknolojisi de Kargo'nun verdiği tatmine davul çalarak ortak oluyor. Dikkat çekici bir reklam, metalik renkler kalite algısı yaratıyor, belirli bir coşku duygusunun geçtiğini ve bir Ford Kargo bilincinin yaratıldığını söyleyebilirim. Basın reklamı da kalite algısını güçlendiriyor. TV'den akla takılanlara yanıt veriyor. Ve insanı acaba bu özelliklerden biri üzerine gidilse daha iyi olmaz mıydı diye de düşündürüyor.

( Reklam ajansı: Ogilvy Mather

Rating: * * * )



Cumhurbaşkanı ve ‘medya tekeli’ anlayışı


CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer
, fırsat buldu mu konuşmasının arasına‘‘medyada tekelleşme tehlikelidir’’ mesajları sıkıştırıyor, ‘‘Tekelleşme demokrasinin yozlaşmasına neden olur, haber alma özgürlüğü kısıtlanır’’ gibi her duyanın hoşuna gidecek kitabi sözler söylüyor.

Bunun aksini iddia eden olabilir mi? Bu basit gerçeği herhangi bir iletişim fakültesi birinci sınıf öğrencisine sorun o bile size söyler. Eğer Cumhurbaşkanı Sezer daha fazla bir şeyler söylemek istiyorsa bunu tekelleşmeyi kanıtlarıyla ortaya koyarak yapmalı.

Medya sisteminde tekelden ne anladığını da, hangi kategoride nasıl ‘‘yoğunlaşmalar’’ meydana geldiğini de devletin, trilyonlarca bütçesi olan dört televizyon kanalı varken Türkiye'de doğru haber almanın niye sorun olduğunu da kamuoyuna bir bir anlatmalı...

Tabii ki sayın Cumhurbaşkanı Türkiye'nin medya dengeleri içinde TRT gibi çok önemli bir kurumu niye aylardır belirsizlikler içinde bıraktığını da, Şenol Demiröz'ü niye atamadığını da kamuoyuna iyi açıklamalı. Hem TRT'nin özel kanallara karşı önünü kesip hem de medya tekellerinden söz etmek biraz garip kaçmıyor mu?


Bonissimo İngiltere'ye gol mü atacak?


FUTBOL
Fedarasyonu Bonus Card'a dava açmakta haklı. Bonus'un ‘‘İngiltere'ye ne kadar gol atarsak o kadar Bonus’’ kampanyası doğrudan Milli Takım'la ilişkilendirilmiş ve Milli Takım'ın sırtından para kazandıracak olan bir kampanya. Milli Takım'ın hakkı mutlaka verilmeli. Bırakalım yasaları Garanti Bankası'nın taşıdığı değerlere böyle bedavacılık yakışmaz. Eğer İngiltere'ye gol atacak olan Bonissimo değilse tabii ki..


Çekirgelik

Yetişkinler aslında para kazanan çocuklardır!

(Kenneth Branagh)
Yazının Devamını Oku

Reklam sektörü adına çok üzüldüm!

28 Eylül 2003
<B>Ergun Babahan</B> Sabah'taki köşesinde '<B>Sabah tekelci kötü adamlarla savaşıyor, reklamveren reklamlarını verirken bunu hesaba katsın</B>' diye bir yazı yazdı. Ben de geçen hafta 'Reklamveren Robin Hood mu?' başlıklı yazımda bu düşünceye karşı çıktım. Karşı çıktım çünkü tam 13 yıldır Türkiye'de medya planlamasının bilimsel anlamda yerleşmesi için mücadele veriyorum, medya araştırmalarının sağlıklı kullanılması için mücadele veriyorum, reklam yatırımlarının artması için mücadele veriyorum. Reklam yatırımlarının artması da doğru mecra kullanımına bağlı. Biliyorum ki, yanlış medya kullanan reklamveren reklamdan sonuç alamaz ve reklama küser.

Bu nedenle dedim ki, 'Doğru medya planlaması olmadan reklam çalışmaz. Medya planlamasının da tek ölçütü izleyici, okuyucu, dinleyici araştırmalarıdır. Reklamveren bilimsel ölçütlere göre markası için hangi mecra doğru ise onu seçmeli. Üstelik ‘tekelci kötü adam’ suçlaması da dayanaksız, Türkiye'de Rekabet Kurulu diye bir kurul var, kimin tekel olmadığına karar vermek reklamverenin sorunu değil'.

Ergun Babahan geçen pazartesi ismimi anmadan 'Robin Hood' yazıma yanıt verdi. Önce yazının ortalarındaki şu ifadeye dikkatinizi çekmek isterim: '..Tekelcilik denilen bir kavram vardır ve sersemler veya emir komuta zinciri içinde yazı yazanlar dışında herkes bunu bilir'. Gerçekten üzüldüm. Düşüncelerine karşı çıktım diye bana 'sersem' demeye çalışan sıradan biri değil. Bir gazetenin genel yayın yönetmeni... (Özgür iradem dışında yazı yazmam mümkün değil, emir komuta nedir bilmem. Babahan bu işlerden iyi anlıyor galiba. Doğrudan sersem dediği belli olmasın diye araya bir de bu alternatifi sıkıştırmış.)

Yazdığım yazıyı okudum, Babahan'a bir tek kötü sözüm yok. Turgay Ciner ve Dinç Bilgin adına üzüldüm. Reklam sektörü adına üzüldüm, reklamverenler adına üzüldüm. Medya planlama sektörünün neredeyse yarısı benim eğitim verdiğim insanlardan, öğrencilerimden oluşuyor, onlar adına üzüldüm. Eğer adına üzüldüğüm kişiler de üzüldülerse reklamlarını verirken asıl değerlendirmeleri gereken konunun 'tekelcilik' değil de sanırım ne olduğunu anlamışlardır.

Babahan'ın reklam ve pazarlamaya bakışını ya da daha doğrusu bakamayışını daha iyi anlatabilmek için yazısından somut bir örnek daha vereyim.

Bakın, Babahan ne diyor, 'Siz gazete ile meyve suyu arasında bir ayrım görmüyorsanız ikisini bir arada satabilirsiniz. Bu durumda da iyi gazete mi yapıp satıyorsunuz, yoksa iyi meyve suyu mu pazarlıyorsunuz konusu gündeme gelir. Yani gazetenin suyu çıkar'.

Babahan'ın reklama, pazarlamaya ne kadar önem(!) verdiği ortada. Küçümsediği de 80 yıllık Piyale markası.

Piyale, marka genişleme stratejisiyle relansman yapıyor, 4 milyon dolar harcıyor, imajını çorbadan,makarnadan meyve suyuna dönüştürmeye çalışıyor. Bu zor görevi başarmak için de ürününü denetmek gibi bir amacı var. Bu pazarlama görevini yerine getirmek için de ulaşımı yüksek bir mecrayı seçiyor. Bu mecra sayesinde 800 bin eve girerek, numune dağıtıyor, pazarlama yatırımının karşılığı almaya çalışıyor.

Ve işin acı tarafı Piyale'nin yaptıklarından asıl anlaması gereken kişi de gözünü kırpmadan Piyale’yi anlamlandıramadığım bir öfke yazısına kurban ediyor. Üstelik çarşaf çarşaf Piyale reklamı yayınlamasına rağmen. Madem meyve suyu aşağılık bir şey niye reklamını gazetenize alıyorsunuz o zaman?.

Bilmem anlatabildim mi sevgili sektör...


Halk niye bu kadar ucuz?


Geçen
hafta Halk reklamlarını eleştirmiştim. Halk'ın reklam ajansı olarak da Atlantis'in adını vermiştim. Halk'ın ajansı İletişim Ünitesi imiş, düzeltirim.

Hazır söz, Halk'tan açılmışken aklıma takılan bir şeyden söz etmeden geçemeyeceğim.

Bildiğiniz üzere siyaset arenasında 'Halk' sözcüğü çok yüksek bir değere sahip. Pazarlama arenasında ise 'Halk' sözcüğünün durumu çok vahim!

Pazarlama açısından neyin önüne halk getirirseniz o şey ucuzluyor. Pazarlamada ucuzluğu çağrıştıran Halk, siyasete gelindiği bir anda yeşil renkli güçlü bir yaratığa dönüşüyor Hulk oluyor!

Bakınız Halk Partisi, bakınız halk ekmek!. Bir yanda 'Vurulduk ey halkım unutma bizi' diğer yanda Halk otobüsü.

İş pazarlamaya gelince niye bu kadar ucuzluğu çağrıştırıyoruz arkadaşlar! Krizde mi ucuzladık, yoksa hep mi ucuzduk!


Amaç değişmezse sıradaki gelsin!


Kusura
bakmayın ama yeni YÖK yasası ile tartışmaları zıvanadan çıkaran hükümetin kendisi. Yasanın değişmesi yönünde kamuoyu bu kadar hazırken, bu değişime direnci körüklemek için ancak bu kadar kötü bir yasa tasarısı önerisi ile gelinebilirdi. Evet, tasarı bir facia ve bu tasarıyı hazırlayanların tek derdi var AKP'li dünya görüşünü üniversitelere egemen kılmak. Dert etmedikleri tek şey de üniversitelerdeki akademik kalite standartları..

Örnek vereyim. Üniversitelerimizde son onbeş gün içinde yüksek lisans ve doktora sınavları yapıldı. Bazılarında da öğrenci seçerken mülakat yöntemine başvuruldu. Şimdi sorarım size, yüksek lisans ve doktora öğrencisi seçerken niye 'mülakat' yapılır?

Bir yüksek lisans adayının LES sınavı ve yabancı dil sınavı (ÜDS) sonuçları o öğrencinin yüksek lisans yapmaya yeterli olduğunu ölçmeye yetmez mi?

İstersin adaylardan LES ve ÜDS sınav sonuçlarını, daha sonra hangi sonuca ne kadar ağırlık vereceğini belirlersin, sonra sıralarsın puanları yukardan aşağıya ve kaç kişi alacaksan en üstten başlayarak alırsın. İstenen akademik yeterliliği saptamaksa bundan daha objektif olunabilir mi?

Amaç üniversite sistemini iyileştirmek, nitelik sorunlarına çözüm bulmaksa yüksek lisans sınavlarına objektif ölçütler getirmek birçok sorunu çözer. Çünkü kimse yüksek lisans, doktora yapmadan hiçbir akademik unvanı elde edemez.

Böylelikle, araştırma görevlilerini ve yardımcı doçentleri merkezi sınavla atamanız gerekmez. YÖK'ü hükümet temsilcileriyle doldurmanız da, şimdiki rektörleri, dekanları görevden almanız da gerekmez.

TSK'nın 'Bir ideolojinin silahlı gücü' gibi yakıştırmalarla yıpranmasına neden olmanızda, 'Gerekirse Kubilay gibi ölürüz' laflarına yanıt vermeniz de gerekmez. Ve tabii ki rektörlere bir başbakanın ağzına yakışmayacak şekilde 'Edepsiz' demeniz de gerekmez.

Yeter ki, amaç AKP'li dünya görüşündekileri üniversiteler monte etmek ve AKP'nin nicelik sorunlarını çözmek olmasın. Üniversitelerle-hükümetin diyalog yoluyla çözmeyeceği sorun yok. Tersi durumda yaşanacak monologlara Milli Eğitim Bakanı dayanmaz! (Bu yazı yazıldığında, henüz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, her eve internet bağlayıp üniversite sorununu kökten çözmemişti.)

Not: Anadolu Üniversitesi son iki yıldır bu yöntemle yüksek lisansa öğrenci kabul ediyor, yöneticisi de, öğretim üyesi de, öğrencisi de rahat etti. Adaylar da mülakatlarda 'Bu soyad bana yabancı gelmiyor? Askerlikten kaçmak için geliyorsundur değil mi? Ne güzel işin var, ne yapacaksın gelip bizde?' gibi gereksiz, anlamsız sorulara yanıt vermekten kurtuldular.


Pakpen kendini aşmış!


Pakpen
reklamları sonunda kedi olalı bir fare tuttu. 'Herkes eve girmek ister biliyoruz her akşam sizi pencerede bekliyoruz' diyen reklam filmi güçlü bir şekilde duygulara hitap ediyor, Pakpen'e kalıcı değerler yüklüyor. Reklamı önceki Pakpen reklamlarıyla karşılaştırdığımızda, arada yapım kalitesi açısından dağlar kadar fark var. 'Pencerede bekleme' fikri de hoş. Reklam yavaş ıslak görüntüleriyle, tonuyla, rengiyle yine de bir klişeyi aşamasa da 'pencerede bekleme esprisi', geçen duygusallık, yapım kalitesi Pakpen'i daha kaliteli algılatmaya yetiyor. Basın reklamlarındaki görkemli duruş çok ilginç bir güç etkisi yaratıyor. Pakpen'i lider konumuna taşıyor.

(Reklam Ajansı: Medina Turgul

Rating: * * *)


Çekirgelik


Ünlü olmanın en güzel yanı insanları sıktığında hatayı kendilerinde aramalarıdır.

Henry Kissinger
Yazının Devamını Oku

Geçir ve çak gazeteciliği

26 Eylül 2003
Bazı dostlarım aradılar dediler ki, ‘Fatih Altaylı sana geçirmişti, tam sırasıdır, sen de ona çak!’ Ben de onlara dedim ki: ‘Neden?’ Fırsat buldum diye niye çakayım, niye geçireyim Fatih Altaylı’ya? Benim Fatih Altaylı ile bir sorunum yok ki! Benimle sorunu olan Fatih Altaylı, canı istediğinde geçiren, canı istediğinde çakan o. Bu onun uzmanlığı. Bu konuda eline su dökmek mümkün değil.

Ben sizleri memnun etmek, kendimi rahatlatmak için çakacam Fatih Altaylı'ya, siz de ‘Amma da çakmış helal olsun’diyeceksiniz. Sonuç? Ne elde ettik? Ben mastürbasyon yaptım, siz nasıl bir zevk aldınız?

Altaylı’yı ne kıskanırım, ne işinde ne makamında gözüm vardır, ne önünü kesmek, ne de bir yerlere gelmesine engel olmak gibi bir güdüm vardır. Üstelik ona, onca ‘çakılma ve geçirilmeye rağmen’ kin falan da duymuyorum. Niye duyayım ki?

Uzanlar'la ve birçok yolsuzlukla ilgili yazdığı yazıları, birçok konudaki cesaretli çıkışlarını, yeteneğini takdir ediyorum. ‘Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli’ derler sözü bu konularda ona yapılan saldırıları çok iyi tanımlıyor.

Hatta Cem Uzan'ın ona gönderme yaparak Nuriye Akman'a söylediği ‘Her havlayan köpeğe gidilmez ki’ sözünü bir parti başkanının ağzına yakışmayacak kadar pespaye buldum. Hiç kimsenin, başta da bir siyasi parti başkanının Altaylı gibi asıl işini yapmaya çalışan bir gazeteciye böyle hakaret etmeye hakkı yoktur, protesto ediyorum... (AKP ile ilgili yazdıkları ya da yazmadıkları beni hiç ilgilendirmiyor. Herkes kendi imajından kendi sorumlu! Eğer onun gibi ‘mert’ biri AKP yöneticilerine yakın olmak adına onlara ‘geçirmiyorsa’ tüm zamanların en siyasi YÖK yasası konusunda onlara ‘çakmıyorsa’ ben ne karışırım. Kahin miyim ben de Altaylı'nın aklını okuyayım, ne düşündüğünü bileyim. Bana ne!)

Şimdi tekrar soruyorum: Niye ‘geçireyim’ Fatih Altaylı'ya? Eğer bir düşüncesine karşıysam, çıkar edebiyle yazarım. Geçirmek neden ki? Hem köşe yazarı bir köşe yazarına neden geçirir? Birbirine bu kadar kin duymak, birbirinden bu kadar nefret etmek neden? Neden? Özgüven eksikliğinden olabilir mi?

Köşe yazarları birbirine açık açık geçirme, ‘demek istemelerle’çakma girdabında boğulmaya başladı. İş iyice çığırından çıkıyor. Bir yerlerde durmak lazım. Hem bu ortamı eleştirip, hem doğrusunu üniversitede öğretip, hem de ‘geçirme ve çakma’sofrasının mezesi olamayacağım kusura bakmayın.

Benim kendime güvenim tam. Türkiye'de de çok iyi gazeteciler var. Meslektaşım olarak algıladığım gazetecilere, köşe yazarlarına ‘geçiren ve çakan’ bir yazar olarak tanımlanmaktansa ‘Danışman-yazar’ olarak tanımlanmayı yeğlerim.

Bir taraftan telefon açılıp ‘Hocam’ denip, diğer taraftan Süreyya Ayhan'ı savunduğumda ‘profesör müsvettesi’ diye çaktırmadan çakılsa bile. Bir taraftan ‘Ben Galatasaray taraftarıyım istediğimi yazarım’ deyip, diğer taraftan bana ‘O danışman-yazar, yazdıklarının değeri sıfır’ diye geçirilse bile... Ben değerimi biliyorum. Bana kendimden başka kimse zarar veremez.

Ev usulü Çin yemeği:

Jong Hwa

Çin mutfağı çok sevdiğim mutfaklardan biri. İstanbul'da Akmerkez'in karşısında yeni bir Çin lokantası keşfettim paylaşayım. Sekiz yıldır oradaymış ama ben yeni keşfettim. ‘Tüketici neyi yeni algılıyorsa o yenidir’ diye bir söz vardır. Ben yeni duydum, yeni gittim, Jong Hwa benim için yeni, var mı itirazı olan?

Jong Hwa, SARS krizinde biraz sarsılmış. Sahibi Tayvanlı. Türkiye'ye tıp eğitimi almak için gelmiş. Bakmış Türkiye'de doktorluk para kazandırmayacak pratisyen hekim olarak kalıp lokantacılığa başlamış. SARS krizini çıkaranlara çok kızgın. Bu krizi Amerika'nın Çin'i halletmek için çıkardığını düşünüyor. Kendi Çin mutfağının, diğer Çin mutfaklarından farkını da ‘Biz ev işi diyet Çin yemeği yapıyoruz’ diye anlatıyor. Ev tipi yemek de kavurma yaparak Çin usulü yemek pişirmek demekmiş.

Sıcak, demir sacta tavuk sote, Çin böreği ve sebzeli yumurtalı pilav denedim. Gerçekten çok hafifler. Öyle ağır Çin yemeği tadından hoşlanıyorsanız size göre olmayabilir. Hafiflikleri benim hoşuma gitti. Beş gün oldu. Sarsıldığım falan da yok. Kendinizi bu lezzetlerden mahrum bırakmayın. Jong Hwa bir de Şaşkınbakkal'da varmış. Oraya da siz gidin, görüşlerinizi bana yazın, hata yapmayalım. (212) 351 60 97

Çocuklarınızla birliktelik meditasyona benzer

Geçen hafta Taocu çocuk yetiştirme sanatı ile ilgili bir kitaptan söz etmiştim. Kitabın adı Modern Ailelere Bilgece Öğütler'di. Ondan bazı alıntılar yapmayı sürdüreceğim. Bu kitap çok içimi ısıttı çoook. Sizin de içinizi ısıtsın istiyorum.

Bakın ne diyor William Martin çocuklarla birlikte olma hakkında:

Çocuklarınızla birliktelik

Meditasyona benzer.

Geçmişi ve geleceği unutun,

Beyin ve yüreğinizi

vücudunuzun olduğu yere

davet edin.

Bu da ölçülü olmayla ilgili söyledikleri Martin'in:

Çok bakarlarsa kör,

çok duyarlarsa, sağır olurlar.

Mideleri bulanır çok tadarlarsa.

Sürekli isterlerse,

Yetinmeyi asla öğrenemez,

Doyumsuz yaşarlar sonsuza dek.

Doğru değil mi? Sıcacık öğütler değil mi bunlar? Devam edeceğim.

Cuma Takıntısı

Yeni fark ettim. Murat Belge'nin Radikal'deki yazılarından derlediği 'Türkiye'nin Halleri' kitabı Liberte Yayınları’ndan çıkmış. Murat Belge'yi okumayı çok severim. Yazılarının ardındaki ‘bilimsel yöntem, analitik bakış açısı’ beni belge yazılarına çeken temel içgüdü. Bir de galiba ‘Belge Okulu’ ne düşünür ki diye ciddi bir merakım var. Günlük harala gürele içinde kaçırdığım yazıları oluyor. Bu kitap iyi oldu. Size de bu hafta sonu ‘Belge Okulu’ndan ‘Türkiye'nin Halleri’ni tavsiye ederim. Dokuz milyona aldım.

Cuma LAKIRDISI

İnsan bir şeyi sevmeden tanıyamaz

(Goethe)
Yazının Devamını Oku

Reklamveren Robin Hood mu?

21 Eylül 2003
<B>Ergun Babahan </B>geçen pazartesi günü<B> Sabah</B>'taki köşesinde<B> 'Rekabet Önemi'</B> başlıklı bir yazı yazdı. Yazıdan benim çıkardığım sonuç şu: Reklamveren okuyucu araştırması sonuçlarını falan göz ardı edecek, reklamı yer aldığı mecrada çalışır mı çalışmaz mı umrunda olmayacak ve sadece sözde çok sesliliği sağlıyor diye elindeki kısıtlı bütçeyi Sabah'a verecek.. Niye? Sabah sözde 'tekelci kötü adamlarla' savaşabilsin diye.. Reklamveren Robin Hood ya.. Zenginden alacak, fakire verecek..

Eğer Türkiye'de 'tekelci kötü adamlar' iddiasına inanıp, reklamlarını 'Robin Hood' ruhuyla yönlendirecek reklamveren varsa lütfen bir an önce elindeki markayı satıp savsın, köşesine çekilsin ve sahip olduğu markaya ve ekonomiye zarar vermesin.

Reklam akademisyenleri yaklaşık yüz yıldır şu soruya yanıt bulmaya çalışırlar: 'Reklam Nasıl Çalışır?'. Bunun yanı sıra 'Satışları nasıl etkiler? Nasıl imaj yapılandırır? Sektörleri nasıl etkiler? Bireysel tüketiciyi nasıl etkiler?' gibi birçok alt soru üzerinde de çalışırlar ama tüm soruların üstündeki şemsiye soru budur: 'Reklam Nasıl Çalışır?'.

Hálá reklamın nasıl çalıştığı açıklayan mega bir kuramdan söz edemeyiz ama reklam literatürü bir konuda tek sey söyler: Doğru medya planlaması olmadan reklam doğru çalışmaz!

Doğru medya planlaması da bir markanın hedef kitlesi ile reklamı yapılacak mecranın hedef kitlesini örtüştürmekten ve doğru zamanda, doğru yerde, doğru tekrarlarda yer almaktan geçer.

Reklamverenin bu konudaki tek ölçüsü de izleyici, dinleyici ve okuyucu araştırmalarıdır. Kıyak çekmek için hesapsız, kitapsız mecra seçen bir markanın sonu ne yazık ki hüzün olur!

Bu nedenle 'Reklamveren ölçümü mölçümü bıraksın, kim 'kötü adam' kim değil ona baksın, ona göre reklam versin' demek özde çok yanlış. Reklamveren markası için hangi mecra doğru ise ona reklam vermeli.

Hem bu ülkede rekabet kurumu yok mu? Eğer bir şikayeti olan varsa gider Rekabet Kurulu'na şikayet eder. O da söz konusu kategoride tekelci eğilimler var mı yok mu bakar 'hakim durumu kötüye kullanan kötü adamlar' varsa önlem alır.

Babahan diyor ki 'Bir kişinin elinde hem sağcı, hem solcu, hem liberal yayın organları bulunması demokrasi için bir tehdittir.' Oysa biz bunlara pazarlamada 'kategori' adını veriyoruz.

Bir yayın grubunun liberal bir ekonomide bir sektörün her alt kategorisinde yer alması kadar doğal bir şey yok. Şimdi Arçelik dayanıklı tüketim malları sektöründe hem televizyon, hem buzdolabı, hem çamaşır makinesi, hem mutfak, hem klima kategorisinde yer alıyor hem de çoğunda liderlik yapıyor diye Arçelik'e hattaKoç Grubu'na'kötü adam' mı diyeceğiz?

Bir medya grubunun, medya sektörünün değişik kategorilerinde değişik markalarla yer alma hakkı yok mu? Bu grubun her markası da yer aldığı kategoriyi 'domine' etmeden lider marka olamaz mı?. Bir medya grubu grup başarılı markalar çıkarıyor, medya sektörünün değişik kategorilerinde lider oluyor diye reklamverenden onun markalarını cezalandırmasını istemek haksızlık değil mi?

Eğer bir medya grubu, değişik hedef kitlelere 'beklentileri karşılayan' dergi, gazete, televizyon kanalı markalarıyla ulaşmak için pazarlama savaşı veriyor, yatırım yapıyorsa reklamverenin asıl bu markaları desteklemesi gerekmez mi?

Hayır gerekmez. Çünkü reklamveren hayır kurumu değildir. Ne güçsüz ne de güçlü medya markalarına destek çıkmak zorunda değildir. Araştırmalara bakar, markasının hedeflerine bakar ve medya satın alma kararını verir. Aksi duruma biz bilimsel olmayan medya planlaması diyoruz.


Reklamlar herkese dayatılsın!


Murat Bardakçı
'nın hem bilgisine hem zekasına hayranım. Bugün yaşadığımız olayların benzerlerini tarihin tozlu sayfalarından bulup, çıkarmak herkesin harcı değil. Bardakçı bu işi mükemmel yapıyor. BazenBardakçı'nın dün-bugün arasında kurduğu inanılmaz bağlantılar nedeniyle resmen oturduğum yerden düşecek gibi oluyorum. Her seferinde de kendime 'Niye Bardakçı'nın sayfaları reklam almaz?' diye soruyorum. Bu kadar çok okunan bir sayfaya reklam almamak haksızlık değil mi? Reklamverene haksızlık, reklam bölümüne haksızlık, sayfalarına alınan reklamlar nedeniyle yazıları ezilip, büzülüp, aşağı yukarı, sağa sola dayananlara haksızlık. Reklam olsun da her yere dayanalım sorun değil. Yeter ki reklamlar herkese dayatılsın! Tarih saygın bir şey de diğer konular saygın değil mi?


Levent Kırca Chavy Chase'den yeteneksiz mi?


İşte
ekonomik krizin yarattığı bir marka: Halk. Ucuzcularla savaşmak için Ülker'in pazara sürdüğü stratejik silah. Ucuzu çağrıştırsın diye adıHalk. Halk'ın televizyonlarda yeni bir reklam kampanyası başladı. Levent Kırca oynuyor..

Niye Levent Kırca? Çünkü Levent Kırca bir halk 'starı' ve ürünün durduğu pozisyonu güçlendirebilir. Anlamadığım şey şu: Levent Kırca halk starı da olsa bir star. Halk ürünleri kategorilerinin starları değil ki, onları satmak için stara gerek duyulsun! Strateji şüpheli yani.

Uygulamaya bakalım. Kırca bugüne kadar perdeden konserveye, pencereden çaya bir sürü ürünün reklamında oynadı. Levent Kırca'nın hakkını veren, onu doğru kullanan, onun mükemmel oyunculuk yeneneğini markasının değerleri ile birleştireni görmedim daha. Ne yazık ki Halk reklamında da çok kötü kullanılıyor Kırca..

Kırca
reklamda öyle ezik büzük durunca ve elindeki ürünü 'al, al' diye sallayınca halk adamlığı işlevini yerine getirmiş mi oluyor yani? Kırca, Chavy Chase'den daha mı az yetenekli de onu reklamda izleyince hiçbir duygu geçmiyor hiç birimize?

İşin gerçeği Kırca; Chase'e on basar. Ancak ortada doğru dürüst bir reklam fikri olmayınca şekil birde görüldüğü gibi hem Kırca, hem marka, hem para harcanıp gidiyor işte.. Kırca bu reklamda sadece dikkati çekiyor, başka bir işe de yaramıyor..

(Reklam Ajansı: Atlantis

Rating: *)


Cem Uzan'ın haksız rekabeti!


Geçen
hafta söylediğim çıktı, Cem Uzan 'Çocuklar Duymasın'ı yem olarak kullanıp Star'da propaganda yapmaya başladı. Hem de ne propaganda! İçinde altı yaşındaki bebekten yetmişlik babaya kadar toplumun burnunun direğini sızlatan her türlü etkileyici malzeme var. Konuşmadan öyle etkilendim ki az daha telefon edip 'Cem Bey paraya sıkıştınız galiba, bizim oğlanın sünnet altınlarından bir kısmını takdim edeyim hiç olmazsa' diyecektim.

Gelecek hafta 'lider popülaritesi' diye bir araştırmanın sonuçlarını yayınlayacağım. Cem Uzan'ın ne yapmak istediğini o zaman daha iyi anlayacaksınız. Kimsenin yasalar çerçevesinde yaptığı propagandaya diyecek bir şeyimiz yok. Gerçi burada reklam propaganda ayrımı sorunlu ama yine de yasalara göre Cem Uzan'ın televizyonundaki son propaganda atağına RTÜK bir şey yapamaz. Ama Fatih Altaylı'nın da belirttiği gibi savcılar Genç Parti'nin gelir kaynaklarını ve reklama harcadığı paranın kaynaklarını sorgularlarsa sanırım diğer partilerle ilgili haksızlığın önüne geçilebilir.

Diğer parti liderlerine de bir uyarım var. Lütfen hemen Star'a başvurup aynı zaman diliminde Uzan'a uygulanan tarifeden konuşma yapmak istediğinizi söyleyin. Eğer fahiş bir fiyat isterlerse ya da reddedilirseniz hemen RTÜK'e başvurun. O zaman RTÜK bir şeyler yapabilir.

Not: Ali Taran ve reklamcı sorumluluğu haftaya...


Çekirgelik


Mona Liza tablosunu gördünüz mü? Bu tablo bana her zaman bir politikacıyı dinleyen gazete muhabirini anımsatır

(Robert Orben).
Yazının Devamını Oku

Başkaldırış, kötü bir Rambo kopyası

19 Eylül 2003
Yönetmen William Friedken, oyunculardan biri de Tommy Lee Jones olunca ister istemez Başkaldırış (The Hunted - Avlanmış) iştahımı kabarttı. Üstelik diğer oyuncu Benicio Del Toro'yu da çok beğenirim. Film başladı. Ormanda avlanan iki kişi eğitimli bir nişancı tarafından halledildi. Orman morman, araziye uymuş adamlar görünce filmi birden bir yerlerden anımsamaya başladım. Dakikalar geçmeye, öykü de çözülmeye başladı. Karar verdim, Başkaldırış kötü bir İlk Kan kopyası.

Öykü şöyle: Aaron Halam (Del Toro) 1999'da Kosova'da savaşmış, burada maruz kaldığı vahşetten kafayı yemiş, kahraman kılıklı bir asker. Sanıyor ki herkes ona karşı. Bu yüzden önüne geleni temizlemeye başlıyor.

Daha sonra, her zaman olduğu gibi işe FBI karışıyor ve Halam'ın peşine onu öldürme makinesi olarak yetiştiren hocası Tommy Lee Jones'u takıyor. Sonra da kovalamaca başlıyor.

İşin ilginci ne biliyor musunuz? Film boyunca kaçanın niye kaçtığı, kovalayanın niye kovaladığı belli değil. Bazen kaçanla kovalayan da yer değiştirince işler arapsaçına dönüyor. Senaryoda gerçekten büyük boşluklar var. Öyküyü size özetlerken bile, emin olun, doğru dürüst bir özet olsun diye parçaları ben tamamladım.

Filmin sürekliliğini sağlayan öğelerde de sorun var. Film bitiyor ve siz hálá filmin başlarında öldürülen iki kişinin niye öldürüldüğünü anlayamıyorsunuz. Halam, niye onu yetiştiren hocasından nefret ediyor, o da belli değil. Oyuncular iyi ama senaryo karakter geliştirmeye elvermiyor ki. Bu durumda oyuncu ne yapabilir?

Anlayacağınız Şeytan ve French Connection filmlerinin unutulmaz yönetmeni üstad Fredlin, Başkaldırış'ta iyice çuvallamış. Kesinlikle gitmeyin, zamanınıza yazık. Yakınlarda bir kanalda yayınlanır, zamanınız bolsa orada izlersiniz.

Genç kızların istediği her şey bu filmde

Eğer 13-16 yaş arasında bir kızınız varsa hemen yarın Sevgi Herşeydir'i (What a Girl Wants-Bir Kız Ne İster?) görmesini sağlayın. Çünkü bu film, düşünülmüş, taşınılmış, 13-16 yaş aralığındaki bir kız çocuğu neden hoşlanırsa ona göre tasarlanmış. Filmin demografik hedef kitlesi resmen tanımlı.

Söyler misiniz 13-16 yaş arasında olup da özgür kız olmak istemeyen var mı? Filmin ergenlik çağındaki kızlar için en çekici yanı burası. Başrolde, Amerikan televizyonunda yıldızı parlayan Amanda Bynes oynuyor. Bynes özgür kız Daphne Reynolds rolünde (Amerikalı genç kızlar Bynes'a bayılıyorlar. Vanity Fair dergisi iki ay önce Bynes'ı ‘‘genç kızların bayıldığı on genç yıldız’’ arasına soktu).

Öykü bayat. Daphne bir İngiliz olan babasını, büyüyene kadar hiç görmemiş. Zaten babasının da ondan haberi yok. Film Daphne'nin, babasıyla tanışmak üzere Amerika'dan İngiltere'ye gitmesiyle başlıyor. Baba (Henry Dashwood) Lordlar Kamarası'na girmek üzere olan bir politikacı. Yakında da seçimler var. Daphne tabii ki İngiliz medyasının büyük ilgi odağı haline geliyor. Ayrıca Daphne'nin bir de cicianne adayı var. O ve kızı Daphne'yi bir seviyorlar, bir seviyorlar ki sormayın, böyle sevgi düşman başına...

Filmin bütün esprisi özgür Amerika ile aristokrat İngiltere arasındaki yaşam biçimi uyumsuzluklarına dayanıyor. Komik sahneler yok değil. Ama eğer yönetmen becerikli olsaymış film çok daha komik olabilirmiş. Kızınızın Sevgi Herşeydir'i seveceği kesin. Sonunu bildiğiniz filmlere katlanabiliyorsanız sizin de sevme şansınız var. Bir de tabii 'şirinlik muskası' bir karakter yaratmak için bazı zorlama komikliklere hoşgörüyle bakabilmeniz şartıyla...

(Not: Eğer 13 ile 16 yaşları arasında iseniz bu filmi mutlaka görün ama anne ya da babanıza ‘‘Benimle gel ya!’’ diye ısrar etmeyim. Eğer sevmezlerse bir araba dolusu laf ederler boş yere papaz olursunuz. Yan salondaki iyi film varsa, gönderin onları oraya, başınız dinleyin.)

Emniyet Genel Müdürü'ne soru: Garibanlar ölmez mi?

Emniyet Genel Müdürü'ne soruyorum. Bu ülkede motosiklet sürücüleri için kask takmak yasal zorunluluk değil mi?

Ben yanıt vereyim. Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi motosiklet sürücülerinin ve o sürüş esnasında motorun üzerinde bulunanların kask takması yasal bir zorunluluk.

Neden? Nedeni basit. Bir kaza durumunda motordan savrulan kişinin ilk çarpacağı yer kafasıdır. Ve bu tür kazalarda ana ölüm nedeni kafa travmasıdır. Motordan düşüp kafasını çarpan kişinin kurtuluşu yoktur.

Böyle olmasına rağmen niçin trafik polisleri göz göre göre önlerinden geçen kasksız motosiklet sürücülerine ceza kesmezler?

Yine yanıt basit. Türkiye'de motosikleti garibanlar kullanıyor da onun için. Trafik polisleri de garibanlara acıyıp yasaları çiğnemelerine göz yumuyorlar.

Sanki insan gariban olursa, motordan düşünce kafasını vurmaz, kafa travmasından ölmezmiş gibi.

Trafik polislerine garibanların da ölebileceğini öğretmemiz lazım. Üstelik bir kazanın sonuçlarından daha fazla etkilenecek olanlar bu garibanlar. Kim bilir kaç kişi onların ellerine bakıyor, kim bilir kaç kişi onlar sayesinde geçiniyor?

Keşke bir kazanın sonucu sadece ölüm olsa ve ateş sadece düştüğü yeri yaksa..

Herhangi bir trafik kazası, hastane masrafları ve işten geri kalma nedeniyle hepimizi öyle bir yakıyor ki hesabını yapabilene aşkolsun..

Şimdi Emniyet Genel Müdürü'ne yine soruyorum: Bu ülkede kask takmak yasal zorunluluk değil mi? Niye İl Trafik Şube Müdürleri görevlerini yapmıyorlar? Niye görevlerini yapmayanları görevden almıyorsunuz? Mutlaka suç duyurusunda bulunmamız mı gerekiyor?

Tao usulü çocuk yetiştirme sanatı

Boyner Yayıncılık, Türkçe'ye değeri yüksek, anlamlı kitaplar kazandırıyor. Bir-iki ay önce de William Martin'in ‘‘Tao Usulü Çocuk Yetiştirme Sanatı’’nı dilimize kazandırdı. Raflarda bu isimde bir kitap aramayın çünkü kitabın adı ‘‘Modern Ailelere Bilgece Öğütler.’’

William Martin asker emeklisi bir araştırmacı. 10 yıldır Tao felsefesi çalışıyormuş. Şu anda da karısıyla birlikte Chicago'da Tao felsefesi üzerine kurslar düzenleyip danışmanlık yapıyormuş.

‘‘Kitaptan okumayla çocuk yetiştirilir mi?’’ diyorsanız hiç itiraz etmem. Martin'in kitabını da sakın ‘‘10 Derste Çocuk Yetiştirme Sanatı’’ olarak falan algılamayın. Yok zaten böyle bir şey. 10 derste çocuk falan yetiştirmeyi öğrenemezsiniz. Çocuk yetiştirmek, çocuklarınızdan her gün onların yetişmeleriyle ilgili bir şeyler öğrendiğiniz inanılmaz keyifli bir süreçtir. Tao usulü çocuk yetiştirmenin temeli de bu zaten. Bakın ne diyor Martin:

Çocuklarımızın öğreteceği dersler,

Öğrenmeleri gereken derslerden

Daha önemlidir.

Ne mi öğretebilirler?

Bir şeye tam anlamıyla kendini vermeyi,

Yorulmaksınız bütün bir gün oynamayı,

Bir şeyi bırakıp, ardına bakmaksızın

Bir başka şeyle uğraşmayı...

Kaslar stresten gerilmeden,

Kemikler sertleşmeden,

Nasıl hareket edilip,

Nasıl oturulacağını.

Bu dersleri öğrenenler

Yaşlanmak yerine

Gün be gün gençleşen ebeveynlerdir.

Her gün yaşlanmak yerine gençleşmek isteyenlere şiddetle bu Tao Usulü Çocuk Yetiştirme kitabını öneririm. Uzun süredir bu kadar içimi ısıtan bir kitap olmamıştı. Haftaya içimi sıcacık eden diğer Tao'cu düşünceleri paylaşmaya devam edeceğim. (Modern Ailelere Bilgece Öğütler, Boyner Yayıncılık, 2003)

Cuma Takıntısı

İki haftadır Samsun'dan Türkiye'nin her yerine palamut akını var. Bu sene palamutlar müthiş lezzetli. Kaçırmayın. Izgarasını tavsiye ediyorum. Pişirirken üzerine hafif zeytinyağı damlatmayı ve karabiber serpmeyi unutmayın.

Cuma LAKIRDISI

Yapabilirim diye düşünüyorsanız da, yapamam diye düşünüyorsanız da haklısınız.

(Henry Ford)
Yazının Devamını Oku

Tanrısal güçler kadını anlamaya yetmiyor

12 Eylül 2003
Bazı okurlarım 'Hadi sinema yazmaya başlayın artık. Bıktık entel dantel sinema eleştirilerinden, başlayın da sinema eleştirisinin keyfine yeniden varalım' diyorlar. Gelin bu hafta Bruce Almighty ya da Tanrı Bruce ile işe başlayalım. Bizim sinemacılarımız bu filme Aman Tanrım ismini layık görmüşler. Bu popüler buluş için onları kutluyor, yanaklarından öpüyoruz!

‘‘Aman Tanrım Tanrı düşüncesi ile alay ediyor' diyenler halt ediyor. Aman Tanrım'da Tanrı resmen insanlarla alay ediyor. Filmin esprisi Sokrates'in MÖ 410 yılında ortaya attığı 'Nedensellik Kuramı’’na dayanıyor. Film diyor ki: 'Dünyadaki hiçbir şeyi şans ile açıklayamazsınız. Dünyada bir şey oluyorsa mutlaka bu sonucun bir nedeni vardır. O yüzden Tanrı'ya dua edin ama eşeğinizi de sağlam kazığa bağlayın!'

Doğru düşünceye ne denir! Jim Carrey'i sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Haddinden fazla aptal suratlı buluyorum. Abartılı oyununu da sevmiyorum. (Sevene saygım sonsuz!) Aman Tanrım'da beğendim Carrey'i. Mimikleri, gagları çok dozunda. Sıradan Amerikalıyı hakkıyla oynamış.

Filmin konusu mu ne? Şimdi şöyle, Carrey mutsuz televizyon muhabiri Bruce Nolan rolünde. Takıntısı ana haber spikeri olmak! Kanalın tercihi ise onu daha çok magazin haberlerinde kullanmak. Sonuçta Bruce ana haber spikerliğinden havasını alıyor, çıngar çıkarıp işinden kovuluyor ve Tanrı'ya (Morgan Freeman) haksızlık yaptığı için isyan ediyor. Hem de hálá onu destekleyen ve güdüleyen sevgilisine (Jennifer Aniston) rağmen.

Tesadüf o gün, Tanrı'nın da yerine 'Nöbetçi Tanrı' aradığı günlerden biri. Fırsatı kaçırmıyor ve bir haftalığına güçlerini Bruce Bey'e veriyor ve ver elini Miami.

Sanıyorsunuz ki Bruce Bey, Tanrı'nın gücünü eline alınca dünyadaki açlığa son veriyor, yoksullara yardım ediyor. Nerdeee? Beyefendi önce köpeğini eğitiyor, bütün insanlara piyangodan büyük ikramiyeyi çıkarıyor, herkesin duasını kabul ediyor ve sonuçta olanlar oluyor. İster inanın ister inanmayın, Bruce'un tanrısal güçlerle anlayamadığı tek şey sevgilisinin ona karşı hissettikleri. Tanrısal güçler bile kadın denilen yaratığı anlamaya yetmiyor! Amerikalılar da aynı kanıda.

Filmin öyküsü ilginç. Ama yönetmen Tom Shadyac bu ilginç öyküyü kaba bir mizah anlayışıyla biraz öldürmüş. Eğer kaba komediden, çocukça komediden hoşlanıyorsanız gidin, gülersiniz.

Yurtdışında 13 yaş altı için aile yanında izleme öneriliyor. Çünkü hem filmin İngilizcesinde dil oldukça kaba, hem de açık saçık sahneler var. Türkçe altyazıda dil sorun olmuyor. Açık saçıklığa gelince... Bence 10 yaş üstü, Türkiye'de bu filmi izleyebilir. Ne de olsa bizim çocuklar televizyonlar sayesinde açık saçık sahnelere şerbetli.

Seks ve halkla ilişkiler

Sex and The City'yi izliyorsunuzdur. Kim Cattrall'ın oynadığı Samantha Jones karakterini de biliyorsunuzdur. Samantha dizinin en seksi karakteri. İşi ne peki? Aslında Sam'in dizide çok fazla işi yokmuş gibi görünüyor ama lafa gelince o bir halkla ilişkilerci. Hem de deneyimlisi. Halkla ilişkiler şirketi var ve mesleğini genellikle 'Erkeklerle tanışma vesilesi' olarak tanımlıyor.

Samantha'nın yeni bölümlerden birinde ünlü olmak için kıvranan sevgilisine nasıl PR kampanyası yaptığını duydunuz mu? Onu Absolute Votka reklamlarında çırılçıplak oynatıyor. Sevgilisinin bacaklarının arasına da Absolute şişesi koyuyor. Asma yaprağı niyetine... Billboardlar bu afişle donatılıyor. Bir şeyi unuttum. Afişin sloganını: Absolute Hunk! (Hunk İngilizce'de iki anlamlı. Biri iri parça, diğeri ise yapılı-seksi erkek).

Gördüğünüz gibi halkla ilişkilercilerle ilgili 'manken, güzel kadın, sarışın bomba' yanlış imajı sadece Türkiye'de geçerli değil. Televizyon güçlü bir medya ve her an her yerde halkla ilişkilercilerle ilgili bu yanlış imajı pekiştiriyor. Bu yanlış imaja, yanlış imajın oluşturduğu önyargılara rağmen ayakta kalabilmek için de sektörün laf kalabalığını bırakıp meslek standartlarına sahip çıkması, kötüleri kovması gerekiyor (Ama İnternet aracılığı ile bana çamur atmaya çalışan zeka özürlü, halt karıştırıcılarını bana bıraksınlar... Ben onları hallederim! Yakında!)

Not: 'Absolute Hunk' aslında dizi içine ürün yerleştirme kampanyası. Dizinin metin yazarı Absolute'un reklam ajansı TBWA/Chiat/Day'den diziye özel bir kampanya geliştirmesini istemiş. Ajansda sevgili rolündeki Jason Levis'i çırılçıplak soyup sadece bu dizide kullanılmak üzere bu kampanyayı hazırlamış. Levis'in belinin iki yanındaki 'aşk çengelleri' şişe iyi görünsün diye photoshop kullanılarak inceltilmiş. Hülya Avşar'ın kulakları çınlasın.

Gazetecilerin halkla ilişkilerci düşmanlığı

Gelin şu halkla ilişkilerci-gazeteci tartışmasına bir son noktayı koyalım. Halkla ilişkilercilerle ilgili bunca önyargı varken bir de işi sütun santim üzerinden haber satmaya getirip işi çığrından çıkartmaya kimsenin hakkı yok.

Başta Amerika'da olmak üzere diğer ülkelerdeki halkla ilişkilerciler ve gazeteciler arasında da aynı sorunlar yaşanıyor. Ama oralardaki halka ilişkiler dernekleri daha aktif oldukları için sorunlar büyümeden çözülüyor, meslek standartlarına uymayanlar cezalandırılıyor.

Benim hobimdir (!), ara sıra kütüphaneye gider halkla ilişkilere yönelik mesleki dergilerde ne yazıyormuş bir bakarım. İlginçtir, önemli mesleki dergilerden biri olan Public Relations Review Dergisi'nin 2003 yaz sayısındaki ilk makalenin başlığı şöyle: 'Gazetecilerin halkla ilişkiler düşmanlığı: Tarihi bir analiz'.

Makaleyi Amerika'daki University of Central Florida'dan Denise Delorme ve Fred Fedler yazmışlar. Makalenin konusu, adından da anlaşılacağı üzerine bizim haftalardır yazdığımız konunun benzeri. Tarihsel olarak Amerika'daki halkla ilişkilerci-gazeteci gerilimini inceleyen araştırmacılar makalelerini şu cümlelerle bitirmişler:

'Halkla ilişkilerin gelişimi yüzyıl önceye dayanır. Bu sektördeki ilk halkla ilişkilercilerin bugünün standartlarına göre oldukça kaba ve etik olmayan davranışları varmış. Bu taktikler o gün zorunluymuş ve çalışıyormuş. Ancak bu başlangıç ve yüzyıllık süreç gazetecileri, halkla ilişkilercilere karşı oldukça saldırgan yapmış, ortaya basmakalıp olumsuz bir halkla ilişkilerci tipi çıkarmış.

Tabii ki bazen şüphecilik yararlıdır ama önyargılar bir kere oluştu mu onları değiştirmek çok zordur. Bu nedenle de gazetecilerin halkla ilişkilercilere karşı önyargıları hiçbir azalma göstermiyor. Buna karşılık basın sektöründe işten çıkarmalar ve bütçe kısıtlamaları karşısında gazetecinin halkla ilişkilercilere karşı bağımlılığı artacak gibi görünüyor'

Bilmiyorum bu alıntıyla derdimi özetleyebildim mi? Hálá anlamadıysanız da kusura bakmayın bu sıkıntılı kütüphanede daha fazla kalamayacağım, gidiyorum!

Türkiye Emirgan'daki Aynur'u kopyalasa

Geçen cumartesi ilk defa Zonguldak'a gittim. Akçakoca yolundan giderseniz İstanbul'dan dört saat. Hava biraz kötüydü ama yine de son bir saat sağ tarafta boylu boyunca uzanan hiddetli Karadeniz'i izlemek güzeldi.

Kopuz mevkiinde, Emirgan Otel'de kaldım. Emirgan Otel tepede. Tüm Karadeniz neredeyse ayaklar altında. Aşağısı uçurum. İnsan, al kamerayı İkiz Tepeler dizisini, burada bir daha çek diyor. Gönderilmemiş Mektuplar'daki Amasra'yı anımsayın. Tat aynı! Panoramik görüntü gerçekten etkileyici. Cuma gecesi fırtına ile deniz köpürdükçe köpürdü, Cumartesi sabah bir gece önceden eser yoktu, çarşaf gibi bir deniz, nefis bir hava.

Otelde toplantı salonu ve orta karar kapalı bir yüzme havuzu var. Odalar küçük ama sevimli. Restoranda yemek yemedim ama bu manzarada ne yesen keyifli olur diye düşünmedim desem yalan olur.

Emirgan Otel üç yıldızlı bir otel. Hep demişimdir 'Otelleri bir yıldızlı yapan da beş yıldızlı yapan da çalışanlarıdır' diye. Emirgan Otel'de ön büroda görev yapan Aynur tek başına bu oteli beş yıldızlı yapmaya yetiyor. Sorun yaratmak için değil, çözmek için yaratılmış. Bitiyorum böyle insanlara... Aferin Aynur... Gerçekten Aferin! Turizm sektörü Aynur'u kopyalasa Türkiye beş yıldızlı otel cenneti olur (0-372-2531401)

Cuma LAKIRDISI

Halk! Halk! Kaç aptal bir halkı oluşturmaya yeter? (Chamfort)

Cuma Takıntısı

Akut bir üyesi olan Zeynep Fulya Koç'u 11 Eylül saldırısından hemen sonra New York'a göndermiş. Koç dört hafta boyunca New York'ta incelemelerde bulunup geri dönmüş ve Akut üyeleri ile deneyimlerini paylaşmış. Şimdi de Bir Felaketin Anatomisi isimli kitapta bu deneyimleri Türkiye ile paylaşıyor. Bu ölçekte bir afetin ayrıntılarını bir mühendisin gözünden okumak çok ilginç. Afet yönetimine ilgi duyanlar kaçırmasın. (Zeynep Fulya Koç, Kapital, 2003)
Yazının Devamını Oku

Müjde Ülker, müjde Pınar! kardeş geldi: Adı Piyale!

7 Eylül 2003
<B>UN</B>? Makarna? İrmik? Pirinç Unu? Hazır çorba? Hangisi? Sizi bilmem ama benim aklıma makarna geliyor. Nasıl gelmesin? Türkiye'nin ilk makarna fabrikasını 1922 yılında kuran kişi <B>Hasan Tahsin Piyale</B>.. 81 yıllık bir markadan söz ediyoruz, anlayacağınız. Tam 81 yıllık bir marka.. Ve bu güçlü marka şimdi Sabancı Grubu'nun elinde. Hazırlıklardan anladığım, Sabancı Gıda Grubu Piyale'yi beş yıl içinde Türkiye'nin öncü gıda markalarından biri yapacak gibi. Yine masaya silah konmuş, üzerinde de eller kenetlenmiş ve and içilmiş... Haydi bu kez hayırlısı!

2002 yılında Türkiye'de gıda ve içecek harcamaları toplamı 42 milyar dolar. Sabancı Holding Gıda Grubu Başkanı Haluk Dinçer'e göre bunun yaklaşık 6-7 milyar doları markalı, ambalajlı ‘modern’ gıda ürünlerinden oluşuyor. Ve Dinçer Sabancı Gıda grubunun 2007 ciro hedefini açıklıyor:

1 milyar dolar.

Müjde Ülker, Müjde Pınar! Bir kardeşiniz oldu: Adı Piyale. Nasıl mı? Bir gıda firması bir milyar dolar ciro hedefine sadece unla makarnayla ulaşabilir mi? Piyale Form, Piyale Piyotto, Piyale Remix gibi alt makarna markaları oluştursa bile ulaşamaz.

Bu yüzden Piyale farklı kategorilere genişleyecek. İlk başta meyve suyu çıkarılmış bile. Sırada bisküi ve kek var. Sonra? Allah ne verdiyse.. Belki çikolata, dondurma, yoğurt, süt, ciklet, kahve, çay, şeker..

Değişime logoyla başlanmış. Yeni Piyale logosunu Pınar'ın da logosunu değiştiren ünlü kurumsal kimlik firması Landor yapmış. Logodaki ressam paleti yaratıcılığı vurguluyormuş ama niye yalan söyliyeyim, ben söylenmeden paleti falan anlamadım. Yazıp vermek lazım. Çiçek cömertliği, açıklığı, pozitifliği, canlı renkler de dinamizm mi temsil ediyormuş. Bunları kabul ediyorum, dinamik bir logo..

Sonra sıra yeni kimliği müşteriye duyurmaya gelmiş. Reklam filmi geçen hafta dönmeye başladı. Reklamdaki kahramanlarımız şimdilik sanal Piyale ürünleri ile yetiniyorlar. Çünkü Piyale daha onları üretmedi. Ama üretince çok şaşıracağız. Çünkü çok farklı lezzette olacaklar. Açıkçası ilk film Sabancı Gıda Gurubu'nun iddiasına uygun bir iddiayı taşımıyor. Tamam bir fikir var ama. Çıkış yapmıyor, istenen duygusallığı geçiremiyor. Piyale'nin tadı şaşırtacak deniyor ama reklamı şaşırtmıyor. Bir de meyve suyu reklamını bekleyelim bakalım. Belki fikrimiz değişir (Reklam Ajansı: Yorum Publicis Rating: * * *)

Not: Yakında Ülker ve Pınar'a bir de Koç'tan 'Tat‘ isimli bir kardeş gelecek. Onu da sırası gelince anlatırız.


AKPdemik özgürlük!


Israrla
yeni üniversite yasası hakkında yazmaya devam edeceğim.

AKP ''Biz değişimden yanayız, tutucu hocalar değişmek istemiyor, çünkü düzenin devamı onların çıkarına‘‘ demeye getiriyor.

Bu söylem karşısında da üniversite hocaları ne deseler ‘‘statükoyu korumaya çalışıyorlar’’ damgasını yedikleri için kamuoyu önünde inandırıcı olamıyorlar. O halde ısrarla onları savunmak gerekiyor. Çünkü üniversite sesini duyuramıyor.

Ben de mi tutucuyum? Güldürmeyin beni. Üniversite konusundaki hayallerimi anlatsam buradan köye yol olur. Sadece şunu söyleyeyim. Bugünkü üniversite sistemimizin Türk insanının eğitim gereksinimlerini karşılamaktan çok uzak olduğunu düşünüyorum.

Türkiye'de çalışan birçok insan yüksek lisans yapmak istiyor. Hani nerede fırsat? Türkiye birçok yetişkin sadece merakları için sosyoloji, psikoloji, tarih, arkeoloji öğrenmek istiyor. Hani fırsat?

‘‘Biz daha lise mezununa okul bulamıyoruz nereden çıkardın yetişkini metişkini diyorsunuz’’ değil mi? Bir yerden çıkarmadım. Türkiye'de her yaştan insanın eğitim gereksinimi var ve çoğu insan bu gereksinimlerini karşılayamadan ölüyor!

Eğer ‘Vizyon'unuz varsa, üniversite sorununa geleceğin üniversitesini yaratmak penceresinden bakıyorsanız başlayacağınız nokta ‘‘eğitim gereksinimleridir’’.

Yok, ‘‘Bize ne eğitim gereksiniminden meğitim gereksiniminden, bu sistem kendini yeniden üretiyor, biz saadet zincirini kırmazsak hiçbir zaman bizim gibi düşünenler üniversitede kendilerine yer bulamazlar’’ diye düşünürseniz, uğraştığınız şey sadece araştırma görevlisi alımları ile yardımcı doçent atamaları olur.

Hatta onlar da kalmaz, işi sağlam tutmak için bir de YÖK'ü iktidarın emrine verir, çaktırmadan Milli Eğitim Bakanı'nı da üniversitelerin tek hakimi yaparsınız.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik istediği kadar yeni Üniversite tasarısının ‘akademik özgürlüğü' teminat altına aldığını savunsun. İktidarın eli üniversitenin üzerinde bu denli olduğu sürece sözü edilen akademik özgürlük değil'AKPdemik Özgürlük'tür. İktidar değiştikçe de 'CHPdemik özgürlük', 'DYPdemik' özgürlük gibi değişik çekim hallerini görebiliriz (GPdemik halini düşünmek bile istemiyorum!)


Kadınlar bu gezegenden olamaz!


Kadınlar
kesin Mars’tan falan değil güneş sistemi ötesi bir yerlerden geliyorlar. Siz hiçbir erkeğin ‘‘Bir yerlerden duydum sentetik parke kanserojenmiş, hatta yakında ithalatını yasaklayacaklarmış, hemen parkeleri değiştirmemiz gerek’’ diyebileceğini düşünüyor musunuz?

Hayatta düşünemiyorum. Erkek bir duyum üzerine bu kadar çabuk harekete geçmez, milyonlarca liralık parke değiştirme kararı veremez. Üstelik kimsenin kafasının etini yemez, değiştireceği varsa da gider değiştirir.

Ecmel tam bir haftadır kafamın etini yiyor. Kafam da et de kalmadı, sanki kalan etleri sıyırıyor. Ben haliyle daha makul erkek ‘sorular’ içerisinde kıvranıyorum: ‘‘Kimden duydun? Yerli parkeciler uydurmuş olmasınlar? Kanserojense de yerdeki parke bize desin? Hem biz Türk değil miyiz, niye bizi bir şey olsun? Kapı gibi nüfus kağıdımız yok mu?’’

Ecmel
sorularımdan çok etkilenmişe benzemiyor. Gözleriyle bir noktayı hedefliyor, donuk gözlerle oraya bakıyor, sonra gözlerini parkelerde gezdiriyor ‘‘Bilseler de yasaklamaz bunlar, nasıl içirdiler radyasyonlu çayları, kesin biliyorlar, yasaklamıyorlar’’ diye mırıldanıyor, sonra birden bakışları yine donuklaşıyor.

Ben bu bakışları bir yerlerden anımsıyorum. Nereden anımsıyorum? Nereden? Nereden? Buldum. İki yıl önce de ‘‘Bir yerlerden duydum yağlıboya kanserojenmiş, hatta Kanada'da ev içlerinde yağlıboya yapmak yasakmış’’ diye başlamıştı da, donuklaşmasının üzerinden iki gün geçmeden evi su bazlı, az nazlı boyalarla baştan aşağı boyamıştık. Ben bu bakışlardan korkuyorum. Ne olur bilen varsa söylesin. ‘‘Sentetik parkeler kanserojen değildir’’ desin. ‘‘Yağlı boya işinde de hatta etmişsiniz’’ desin. Ne olur. Acele edin, yoksa evde taş üstünde taş kalmayacak!


Bende mi bir sorun var?


TARAFTAR
reklamlarını izlemişsinizdir. Spor Toto'nun yeni oyunu Taraftar'dan söz ediyorum. Hani logosunda yeşil zemin üzerinde kaşkollu, şapkalı bir fok var ya, o Taraftar işte. Logoyu beğendim. Çok şirin olmuş. Hatta Spor Toto'yu biraz açmış. Öğrendim ki aşması da gerekiyormuş çünkü Spor Toto yenileniyormuş, bu proje de yeniliğin ilk ayağı imiş. Bir de Taraftar'ın nasıl oynandığını anlayabilseydik. Haftalardır izliyorum reklamı. Bir şey anladıysam arap olayım. Bende mi bir sorun var acaba? Gidip bir bayiye sorsa mıydım? Niye? Merak da duymuyorum ki? (Reklam Ajansı: Ekol Rating: * *)


Ohaa... de bana, de bana.. ohaaa...


GARANTİ
Bankası yine ‘12 Dev Adam'ın sponsoru. Sponsorluğun duyurulduğu reklamda bu kez basketbol halkın arasına ‘karpuz ve karpuzcularla' indiriliyor. Ancak reklamın her şeyiyle ilk filmi andırdığı için ilki kadar gönül telimizi titretmiyor, maçları izlemek için ilki kadar isteklendirmiyor.

Müzik aynı tutulup konsept mi değiştirilseydi ne! Aslında uygulama da çok başarılı değil. Hele Mirsad'ın ‘Ohaaa'sı kahretti beni. Bu ‘Ohaaa' hiç basketbola yakışıyor mu? Küçük himini bir keresinde ‘Ohaaa..' dedi diye onunla iki gün konuşmamıştım. Şimdilerde evde 12 dev adam müziği eşliğinde 'Ohaa..de bana, de bana..Ohaa..' diye dolaşıyor. Bravo valla size. (Reklam Ajansı: Y&R Reklamevi Rating: * *)


2173'te İstanbul mu kalacak?


YENİ
Sana reklamı 2173'e kadar gidip o zaman ki modern İstanbul'u gösteriyor. Bu reklamı çekenlerin fay hattının nereden geçtiğinden falan haberleri yok galiba? Reklamı sevdim ama..Biz çocukken ‘‘Bir gün gelecek, yiyecek-içecek hap olacak’’ diye konuşulurdu. Bu yaygın inançtan yola çıkılıp, bugüne geliniyor ve ‘‘Vakit varken lezzetli sana yemeklerini kaçırmayın’’ denip, Sana markası, mizah kullanılarak annemizin margarini olmaktan tamamen kurtarılmaya çalışılıyor. Luna da uyuyor. (Reklam Ajansı: Ogilvy Mather Rating: * * * *)


Çekirgelik


Hiç kimse kalabalığa arkasını dönmeden orkestrayı yönetemez.

(Thomas Jefferson)
Yazının Devamını Oku

11 Eylül Perşembe : Kitap saldırısı bekleniyor

5 Eylül 2003
11 Eylül (Amerikalılar 9-11 diyorlar galiba) yobazlığın nelere kadir olduğunu göstermesi açısından önemli bir tarih olarak kalacak hafızalarda. İdil Engindeniz bana bir e-posta göndermiş, “Bu fikre bayıldım, sizin de hoşunuza giderse, belki bütün okurlarınız haberdar olur ve bizler de sokaklara kitap bırakabiliriz” diyor. Teklif şu : 11 EYLÜL’DE KİTAP SALDIRISI DÜZENLEYELİM !

Fransızca çağrı diyor ki:

DİKKAT : EDEBİ SALDIRI UYARISI

Yahut da insanlık tarihinin en büyük fikir alışverişi için çağrı...

Perşembe 11 Eylül 2003, GMT 13.46’da (Türkiye - yaz - saatiyle 16.46) “kitapların salıverilmesi” şeklinde büyük bir edebî saldırı bekleniyor.

Yazının Devamını Oku