Ali Atıf Bir

Emel Ağar: Geç gelmiş olsa bile yeri ayrılmalıydı

8 Aralık 2005
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Şemdinli’deki olaylardan sonra DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’a karşılık vererek ciddi iletişim hatası yaptığını yazmıştım. Daha sonra Hürriyet’in ön sayfasında Bakan eşinin başka masada oturma olayı patladı. Bu ve bunun gibi konuları konuşmak üzere, geçen hafta Seray Sever’le birlikte, Mehmet Ağar ve eşi Emel Ağar’ı Cine 5’teki Başka Yerde Yok’ta ağırladık.

Dikkat etmişsinizdir, bir süredir Emel Ağar siyasi platformda eşi Mehmet Ağar’a açık açık destek veriyor. Samimiyetiyle de olumlu puan topluyor. Emel Ağar eşiyle birlikte ilk kez katıldığı canlı yayında çok heyecanlıydı, duygu yüklü konuşmalar yaptı ve yine samimiyetiyle herkesi etkiledi.

Hatta niye yalan söyleyeyim. Konuşmasının bir yerinde kamera bana yönelse göz yaşlarımı tutamadığımı görecekti.

Nerede mi çok duygulandım? İşte Mehmet Ağar-Emel Ağar’ın katıldığı programdan bazı alıntılar. Tahmin edin bakalım gözüm nerede sulanmış olabilir...

***

AAB:
Şemdinli olayına gelmek istiyorum. Çok önemli bir şey oldu ve siz arandınız. Ve daha sonra herkes ‘Niye Ağar arandı’ diye bir sorgulama içine düştü. Üç yıllık hükümetten kimse aranmıyor da siz aranıyorsunuz. Neden?

Mehmet Ağar: İnsanlar bir tedirginlik içinde, huzursuzluk içinde ve bir sahipsizlik duygusu içinde. Ve burada devletin meşru otoritesi kaybolmaya başladı. İnsanlara güven vereceksiniz, insanlara rahat vereceksiniz. Bunu vermediğiniz sürece aranır hale gelirsiniz. Bugünkü hükümet açısından söylüyorum. Ertuğrul Özkök iyi bir sual sormuştu yazısında, ‘Niye Mehmet Ağar arandı’yı sormak yerine ‘Niye bizi kimse aramadı’yı sormak gerekir dedi. Şimdi orada sıkışık vaziyette kalan insan birkaç yeri aramış, üç beş yeri aramış, gerekli yardımı bulamayınca da bizi aramış. Biz de tesadüf partideyiz, 8-10 arkadaşımla birlikteyiz. ‘Bir iki saattir burada ateş altındayız. Gelip bizim cenazemize mi sahip olacaksınız’ dedi sitemkar olarak. Dedim dur üzülme. Bakalım nedir ne değildir. Ben de doğru mu değil mi diye tereddüte düştüm. Hemen Hakkari Valisi’ni aradım, bulamadım. Emniyet müdürünü aradım, buldum. Bir takım olaylar varmış diye sordum. O da evet hemen yardım gönderiyoruz oraya dedi. Çocuğun beni araması 15:59, elektronik kayda aldık dedikodulara sebep vermeyelim diye. 16:34’te Emniyet Müdürü’nü buldum, 16:51’de de kurtuldu haberi geldi.

AAB: 22-23 yıl boyunca bürokrat olarak çalıştınız, eşinizi de yanınızda dolaştırdınız. Hiç gittiğiniz yerde ayrı oturduğunuz oldu mu?

Emel Ağar: Ne demek istediğinizi anladım. Resmi davetlerde ve resmi yerlerde asla ayrı masalarda yemek yemedik.

AAB: Ne düşündünüz o fotoğrafı görünce?

Emel Ağar: Bir vatandaş olarak konuşayım... Bir kadın olarak çok üzüldüm. Bugün daha çok üzüldüm eşinin açıklamalarına... ‘5 dakika geç geldim, ben sizi rahatsız etmeyeyim, bu tarafta oturayım’ demiş. Benim 15 dakika geciktiğim davetler de oldu. Geç gelmiş olsa bile yeri ayrılmalıydı.

AAB: Peki protokol olarak Vali’nin eşinin de orada olması gerekmez miydi? Ya da niye yoktu?

Mehmet Ağar: Keşke Sayın Bakan’ın eşinin yanında bir refakatçi, bir vali eşi veya kaymakam eşi olabilseydi, hiç olmazsa böyle hepimizin kalbini burkan bir olay olmazdı. Kadının yerinin olmadığı bir toplumun modernleşmesi mümkün olamaz. Kadının toplumda, kocasının yanıbaşında yeri olması gerekir.

Emel Ağar: Ben net bir şey söyledim. Öyle bir uygulamaya tabi tutulursam bir daha asla öyle bir yere katılmam.

AAB: Şu Susurluk olayına gelelim... Siz bir yıldır da bir şekilde Sayın Ağar’la siyasi alanlarda görülmeye başlandınız. Ne oldu, çok mu sıkıldınız bu tür dedikodulardan? Ben çıkıcam ve bunun hesabını sorucam mı dediniz?

Emel Ağar: Susurluk tabii ki yeni bir olay değil. Ve beni en çok üzen tarafı kızımızın hastalığına denk gelmesi. Ne olduğunu kavrayamamıştım açıkçası. Yolda birinin başına taş düşse Susurluk’a bağlıyorlar. Evde de çocuğumuz hasta olduğu için televizyonu açıp takip edemiyorduk. Yasemin’i kaybettik. Aradan bir zaman geçti dokunulmazlıklar kalkacak, o sırada oturduk evde TV’den izliyoruz. Ve bu arada, isim vermeyeyim, iki kişi birbirini akladı o arada. Ve bütün eller kalktı. Yani herkes aklandı. Mehmet Ağar’ın dokunulmazlığına gelince herkesin eli havada ve dokunulmazlığı kaldırıldı. Biz zaten kaldırılmasın demiyoruz. Bizim korkacak hiçbir şeyimiz yok. O benim 30 yıllık kocam. Ben ona inanmasam, güvenmesem, sevmesem bugün yanında olmam zaten. Ve o anda dedim ki demek ki çalışmayacakmışsın, başka şeyler yaparsanız o zaman çok çabuk aklanıyorsunuz. Ama vatan için bir şeyler yapan varsa demek ki tu kaka oluyormuş. Ve telefon açtım dedim ki Mehmet’e, niye sen bu kadar kahramanlığa soyundun, gerek var mıydı buna. Çünkü kimse vatan için yetkilerinizi sonuna kadar kullandığınızda size alkış tutmuyor ve inanın o gün gözümün önündeki perde kalktı ve ilk defa kendimi çok güçlü hissettim. Ve dedim ki ne yaparlarsa yapsınlar bu adamın önünü kimse kesemeyecek ve bir gün gelecek bu vatanın başbakanı olacak.

***

Tahmin edebildiniz mi?

Haydi ben söyleyeyim.. Emel Ağar ‘Vatan için bir şey yapan varsa tu kaka oluyormuş’ dedi, başladı gözüm yaşarmaya.. Göz bu.. Nerede nasıl sulanacağı belli olmuyor.

Not: Bu yazı Salı günü Kelebek’te yayınlanacaktı. Sayfaya gelen ilan nedeniyle bugüne kaldı. Bildiririm..
Yazının Devamını Oku

Gençlik cinayetlerine batı standardı

5 Aralık 2005
GENÇLERİ hayata nasıl hazırlıyoruz? Nasıl oluyor da 19 yaşında bir genç 16 yaşındaki sevgilisini ‘beni aldatıyor’ diye yaklaşık 40 yerinden bıçaklayabiliyor, sonra onu parçalara ayırmaya çalışıyor, sonra arkadaşlarına gösterebiliyor. Daha sonra o da yetmiyor dondurabiliyor? Tekrar soruyorum, ‘eğlenelim, gülelim, göbek atalım, hayattan zevk alalım, korku filmi izleyelim, kadın sorunlarına eğilelim, vuruşturalım, kırıştıralım, tüketelim de tüketelim’ derken gençleri hayata nasıl hazırlıyoruz?

Hazırlayamıyoruz. Kanıtlar ortada... Üniversitede olunca her yıl liseden gelen gençleri gözlemleyerek de gençlerin hayata hazırlanamadıklarını çok rahat görebiliyorsunuz.

‘Eliniz armut mu topluyor! Üniversitede hazırlayın o zaman!’ diyorsunuz değil mi? Lisede eleştirel düşünmeyi öğrenmeyen, sadece ‘şıklara’ odaklanan ergeni üniversitede geleceğe hazırlamak kolay mı!

Bir de aile savruksa, televizyon, sinema ve diğer kitle iletişim araçları savruksa, düzenleyici kurumlar savruksa gençler ergenlikten bir türlü yetişkinliğe geçemiyor. Hayata ve iş hayatına hazırlanamıyor.

Çevrenize bir bakın. Yetişkinliği kutsayan bir şey var mı? Herkes ergenliği, ergenlik zevklerini kutsuyor. Herkes içindeki çocuğu ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ortalık ergenlik çağı ikonlarından geçilmiyor.

Ama sıkı durun. Yüreğinizi ferahlatın. Bu salgın sadece bize özgü bir salgın değil. Dünya çapında bir salgın... Niye gençlik cinayetlerimiz bile batıdakilere benzemeye başladı sanıyorsunuz? Ergenlik kültürü kutsanmasa Türkiye’de hangi 19 yaşındaki genç 16 yaşındaki sevgilisini 40 yerinden bıçaklamayı, parçalamayı, dondurmayı becerebilirdi?

Batılı gelişmiş ülkeler sorunu görüp önlem alabiliyor. Tehlike bizim için çok daha büyük. Sorunu görmüyoruz. Sorunu hissetsek bile hiçbir önlem almıyor gençleri ergen kalmaya mahkum edecek eylemlere gözümüzü kırpmadan devam ediyoruz. Bazen sadece 1 puan rating uğruna, bazen üç kuruş fazla satış uğruna, bazen şanımız yürüsün diye...

İzmir’deki gencin biyografisinde vahşi bir cinayetin karizmatik duracağı kesin! Ona birinin hayatta karizmatik bir biyografilerden daha önemli şeyler olduğunu öğretmesi gerekmez miydi?

Gençlere sırf ‘güzel bir öykü’ oluşturacağı için hayat yaşamaktan kaçınmaları gerektiğini öğretmeliyiz. Televizyonun, sinemanın, bilgisayar oyunlarının öldürmeye, vurmaya, kırmaya, hızlı yaşamaya, eğlenmeye endeksli kahramanlar yarattığını, gerçekte ise bir iş hayatının onları beklediğini tekrar tekrar öğretmeliyiz. Tabii ki gerçek hayatta savcıların, hakimlerin, kanunların, kodeslerin varolduğunu da...

Boyner Yayınları çok iyi bir iş yapmış ve Mel Levine’in ‘Ready or Not, here Life Comes’ kitabını Türkçe’ye çevirip, Uzman Klinik Psikolog Ayşegül Kalem’e de gerekli düzeltileri yaptırmış. ‘Hayata Hazır Gençler Yetiştirmek’ ismiyle basmış. ‘Çocuğumu nasıl hayata hazırlarım?’ korkusunu içinde yaşayan her anne baba mutlaka bu kitabı okumalı... Çok yol gösterici bir kitap.

Eski defterleri karıştırırken

ROBERT Bosch yıllar önce ‘İnsanların Güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim’ diyen Bosch reklamıyla Vehbi Koç’umuza rakip olmuştu. Reklamın dramatik yapısı çok sağlamdı. Bir Bosch bayiine giren hırsızlar duvarda asılı olan Robert Bosch sözünü okuyarak ‘Bosch’a Güvenin’ mesajını iletiyorlardı. Bu mesaj o dönemde Arçelikçileri de derinden etkilemişti. Bosch daha sonra ‘çalışanların kendilerini aynada gördükleri’ reklamlarla aynı mesajı farklı şekillerde vermeye çalıştı ama hiçbiri ilk reklam kadar etkili olmadı.

Bugüne geldiğimizde yeni dönmeye başlayan Bosch reklamının mesajının yine aynı olduğunu görüyoruz. Bir kurumsal imaj reklamı bu... ’Robert Bosch 1861-1942. Onu adı güven’ diye başlıyor. Sonra Bosch’un yer aldığı sektörleri özetliyor ve yine Bosch’un ünlü deyişiyle bitiyor. Ama yine ilk reklam kadar etkili olamıyor. Çünkü düz anlatım, sıradan bir anlatım, hiçbir beğenilir yanı yok. Bosch ‘İnsanları güveninin kaybetmektense para kaybetmeyi yeğlerim’ mesajının etkili olacağını düşünüyorsa bu mesajı vermenin daha etkili yollarını mutlaka bulmalı. Bana sorarsa kesin bulmalı. Robert Bosch’un deyişi hala Tür insanının peşinden koştuğu çok önemli bir ‘değeri’ ifade ediyor.

Çok yaratıcıyız

AYAKKABI DÜNYASI yıllardır ‘Ayakkabı Dünyası, dünyanın ayakkabısı’ sloganını kullanıyordu. Carpetland’in bir reklamını gördüm, slogan ‘Halı Dünyası, dünyanın halısı’. İnsan ‘Bu kadar da olmaz’ diyor değil mi? Ne yapalım, burası Türkiye. Yaratıcılık genlerimiz de var.

LOGO’nun KOBİ’ler için geliştirdiği bilgisayar programına kazandırdığı kimlik ve imaj mükemmel. Anadolu kaplanları için bir program. Görüntüde heybetli bir kaplan. Ateşin içinden geçiyor. Aynı kaplanın resmi ambalajda. Ve sözler... Güçlü, çevik, rakipsiz... Logo’dan kurumsal çözüm pakedi. Meraklandırıcı ve etkileyici... Tebrikler.

JOE COCKER’in ünlü şarkısı televziyon reklamında. Unchain my heart, set me free... Karlı yollar, yol kenarlarına bırakılmış zincirler. Ne anlıyoruz? Bizi zincirlerimizden kurtaracak bir kış lastiği geldiğini... O anda ekrana ‘Zincirlerinizden kurtulun’ yazısı geliyor. Sonra da ‘En çok tavsiye edilen kış lastiği Bridgestone LM 25 yazısı’. Ekrandaki yazılar çok küçük olduğu için Bridgestone’u kim niye çok tavsiye etmiş anlayamıyoruz. Bridgestone niye diğer kar lastiklerine göre üstün bu konuda da kanıt yok, öğrenemiyoruz. Anladığımız sadece LM 25’in çok tavsiye edildiği ve kış lastiği olduğu... Bridgestone’un amacı LM 25’i bu reklamla kar lastiği alternatifleri arasına sokmaksa burada sorun yok. Reklam bu amacı başarır. Amaç rakipsiz olmaksa daha fazla kanıta gereksinim var. Bir de kim niye tavsiye ediyor bu bilginin iyi işlenmesine... Bilgi doğru olmasa şimdiye kadar rakipler RÖK’e şikayet etmişti bile. Haksız mıyım? O halde ayrıntıyı öğrensek fena olmaz mı?

ÇEKİRGELİK

Çocuklar göremeyeceğimiz bir zamana gönderdiğimiz canlı mesajlardır.

(J.W. Whitehead)
Yazının Devamını Oku

Herkes kötü ben iyiyim

4 Aralık 2005
MARKA yaratmak ve yaşatmak, markayı rekabete göre konumlandırmakdır. Yani, markayı ayırt edici bir özellikle rekabetçi olarak zihinlere yerleştirmek ve bu yeri korumak. Zaman zaman da bu konumu değiştirmek... Rakiplere karşı ayırt edici özellikler nereden kaynaklanır? Söyleyeyim... Kalite farkından, yeniliklerden, yaratıcılıktan, algılanan liderlikten, değerlerden, prestijden, güven duygusundan, performans üstünlüğünden, kolaylıktan, sosyal sorumlu davranıştan, teknolojik üstünlükten...

Oyak reklamı sizce Oyak’ı yukarıda saydığım özelliklerden hangisi üzerine konumlandırıyor? Bildiniz. Değerler üzerine. Oyak diyor ki: ‘Bu ülkede işini iyi yapan insanlar var kazanmak onların da hakkı...’ Yani Oyak işini iyi yapmayı, namuslu olmayı bir değer olarak ortaya koyup, kendi değerlerine gönderme yapıyor, ‘iyilerin bankası benim’ diyor. Diğer bankaları (kötüleri, işini iyi yapmayanları) bir yana kendini bir koyuyor.

Böyle bir söylem de hepimizin hoşuna gidiyor. Neden? Çünkü çoğumuz bu ülkede dürüst insan kalmadığına inanıyoruz. Sadece kendimizin iyi olduğunu diğerlerinin ise çaldığını, çırptığını düşünüyoruz. Oyak’ın tam bize göre bir banka olduğunu hissediyoruz. Ve Oyak’ı kendimize yakınlaştırıyor, diğer bankaları uzaklaştırıyoruz.

Oyak’ın reklamındaki konumlandırma stratejisi son zamanlarda gördüğüm en iyi banka konumlandırma stratejisi... Çok saldırgan, çok etkili... Hepimiz iyi olduğumuzu düşündüğümüze göre, lütfen söyler misiniz kötü bankalarla çalışanlar Marslı mı?

Oyak reklamının uygulaması çok daha iyi olabilirmiş... Sakın ha sakın bu stratejiden vazgeçilmesin. Daha yaratıcı çözümlerle üstüne gidildin... Oyak bu damarı derinleştirmezse yazık eder...

Semt pazarları canlı bomba dolu

TARIM ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker’i ‘kuş gribi krizini’ yönetmedeki başarısı için kutlamak gerek. Gerçekten de çok daha derinleşme potansiyeli olan bir kriz Tarım ve Köy İşleri bakanlığına bağlı ekiplerin ‘Kriz Yönetimi Programını’ neredeyse aksaksız uygulaması ile kontrol altına alındı. Ancak denetimleri aksaksız yürütmek şart! Gevşememek lazım...

Mehdi Eker birçok semt pazarında hálá canlı canlı tavuk ve hindi kesimi yapıldığını biliyordur. Örnek vereyim, Küçükçekmece Altınşehir civarındaki pazarlara bir bakın bakalım. Pazar değil mezbaha sanki! İstanbul’un dibinde pazarda hálá salma tavuk kesildiğine göre sen Türkiye’nin diğer bölgelerini düşün...

Bir de kasaplara kadar gelip kapalı kamyonlar içinde ruhsatsız kesim yapan uyanıklar var. Yapmayın, bu ülkeye yazık etmeyin... Lütfen denetimleri aralıksız sürdürün sayın Bakanım. İlk günkü titizlikle...

Yasalar yetmiyorsa Meclis’e yasa teklifi getirin. Cezalar yetmiyorsa Bakanlar Kurulu kararıyla arttırın... AKP hükümetinin en başarılı bakanlarından birisiniz. Lütfen gevşemeyin...

Solo’nun özü sözü bir

SOLO ‘yumuşak ve hesaplı’ marka özünü destekleyen yaratıcı reklamlara devam ediyor. Son reklamda babamız Solo’ları kuş tüyü yastık niyetine kullanıyor. Ne diye? Yürümeye başlayan çocuğu oraya buraya düştüğünde kafasını gözünü yarmasın diye... Hesaplı kısmı da 16’lık pakette 3 rulo bedava promosyonu... Solo’nun özü sözü bir anlayacağınız. Zaten marka olmak da böyle bir şey değil mi? Sözünü özüne uyduracaksın... Tabii ki bir özün varsa... Solcular reklamda çocukla ilgilenenin erkek, çalışan durumundaki kişinin de kadın olduğunu fark etmedik sanmasın! Bu duruma iki şekilde yaklaşabiliriz... Bir; masa sandalye yastıklama işi erkek işi. Yapacak bir şey yok... İki; Solo’nun hedef kitlesindeki erkekler light erkek. Bu erkeklerin yapmayacakları şey yok! Sizce hangisi?

Hayata hazır gençler

BANAT reklamında anne ‘Keşke masa toplayan bir robot icat edilse’ diyor. Baba da ‘Biz zamanında icat ettik ya’ deyip hafif silikondan yapılmış izlenimi veren genci gösteriyor. Ama genç masayı toplamama konusunda kararlı. ‘İşim var, dişimi fırçalayacağım, diş etime masaj yapacağım’ diye yan çiziyor. Tam burada Alaadinin Sihirli Sesi devreye giriyor ve anne babaları uyarıyor: ‘Şimdi Banat tri-action var... Çocuğunuzun her türlü diş bakımını yapıyor. Fırçalıyor, masaj yapıyor, dil temizliyor, hatta masayı da topluyor, diyeceğiz ama siz kızarsınız diye diyemiyouz. O yüzden siz ona kanmayın masayı toplatın!’

Reklamın fikri de uygulaması da yapay. Fikir yapay olsa bile hiç olmazsa uygulama iyi olsaydı değil mi? Ama o da yapay... Zevk vermiyor. Bu tür formül reklamlarda bile bir beğenilirlik yaratmak, zevk vermek önemli... Beğenileceğim derken itici duruma düşmek ise çok fena..

Banat reklamı bana her nedense ‘Hayata hazır gençler yetiştiriyor muyuz?’ sorusunu sordurdu. Öyle bir soru bu reklamla, markayla falan ilgisi yok..

İzmir’deki olayı düşünelim? 19 yaşında, 16 yaşındaki kız arkadaşını ‘aldatıyor’ diye parçalara ayıran gençten söz ediyorum...

Neler oluyor bize? Eğlenelim, gülelim, göbek atalım, hayattan zevk alalım, korku filmi izleyelim, kadın sorunlarına eğilelim, tüketelim de tüketelim derken neyi unutuyoruz? Çocukları, gençlerin silikondan yapılmış yapay yaratıklar olduğunu mu düşünüyoruz? Onları ailede, okulda, medyada ne kadar hayata hazırlıyoruz? Yoksa hayatlarını mı dağıtıyoruz? Yanıtını yarın vereceğim... Kaçırmayın...

Muhabbet Kart sıktı artık

MUHABBET Kart Mustafa Sandal’ı kullandığı anlamsız reklamlardan ne elde etti bilmek istiyorum? Ortada reklam ajansı yok, tahminen bir senaryo da yok, tahminen bir strateji de yok. Sadece ‘Pekin Ördeği’ var, bir de bilmem ne Kaplanı, Türk uzay gemisi ve de anlamsız bir Mustafa Sandal suratı. Ne bunlar ya! Mesaj vermek böyle bir şey mi? Yoksa alay mı ediyorsunuz bizimle... Belki de kamera şakasıdır... Neyse ne. Böyle giderse ortada Muhabbet Kart diye de bir şey kalmayacak. Allahaşkına kendimizi tatmin etmek için bir mesleğe ihanet etmeyelim. Reklamcılık ciddi bir iş. Sadece ünlüler, ajanslar para kazansın diye yapımıyor. Arasıra ‘Tüketici bu reklamlardan ne anlıyor acaba?’ diye de düşünmek gerekiyor.

KC’nin GORA’da işi ne

KC Grup ‘sat-yap’ (yap-sat’ın post modern versiyonu) sektöründe ciddi şekilde atakta... Yükselen ‘inşaat’ kategorisinde markalaşma çabalarını takdir etmek lazım. Verdiği mesajı biraz daha basitleştirmesi ve tek yarara odaklanmasında fayda var. Anlamadığım KC grubun GORA filminin televizyon yayınına sponsorluğu... Amacı neydi? GORA’nın inşaatla özdeşleşen bizim bilmediğimiz bir çağrışımı mı var? KC gruptan biri bana bunu söylese diyorum?

Çekirgelik

İNSAN hayatını yaşayacak mı yoksa anlatacak mı karar vermelidir. (Jean Paul Sartre)
Yazının Devamını Oku

Ben de böyle bir aşk istiyorum baba!

2 Aralık 2005
Cennet Gibi’yi himinilerle birlikte izledim. Küçük himini (erkek olan) ‘aşk filmi ööghh’ diye zorla gelmişti. Çıkarken son derece mutluydu. ‘Sevdim, espriler iyi’ dedi. Büyük himini (kız olan) ‘çok görmek istiyorum’ diye gelmişti. Film bittiğinde boynuma kafasını yaslayıp ‘Ben de böyle bir aşk istiyorum baba!’ dedi. Cennet Gibi işte böyle duygular bırakan bir film. Hem romantik hem de komedi. İster ‘bu da sinema mı’ deyin, ister ‘ticari sinema işte, ne veriyor ki kardeşim’ diye burun kıvırın, çatlayın patlayın, görüşümü ısrarla söylemeye devam edeceğim: Sinema izlerken geçirdiği zamanı unutturan bir şey olmalı, keyif vermeli. Cennet Gibi böyle bir film. Kusura bakmayın Amerikan ticari sineması diye burun kıvıramayacağım. Ben bu tür Amerikan filmlerini seviyorum. Sıkıysa yapın böyle bir komedi sizi de görelim. Hem duygulandırmak hem de aralarda güldürmek kolay mı? Cennet Gibi bu iki işi de başarıyla yapıyor.

Elizabeth iyi bir doktor. Kaza geçiriyor ve komaya giriyor. David ondan kalan boş daireyi kiralıyor. Ancak Elizabeth’in ruhu binbir yola başvurup onu evinden kaçırmaya çalışıyor. Sonra beklenen oluyor, iki genç arasında ulaşılamaz bir aşk doğuyor. Güzel oyuncular insanın içini açıyor. Yaşanan aşk güzel duygular yaratıyor. Mark Waters filmi romantik yapmak için elinden geleni yapıyor. Senaryonun son kısmında biraz sıçrama var ama o kadar kusuru da hoş görmek lazım. Bu hafta sonu keyifli saatler geçirmek istiyorsanız bu fantastik filmi kaçırmayın.

Yalnıııız... 18 yaşında kızınız varsa ve sizinle bu filmi izlemek istiyorsa iki kere düşünün! Şimdi nereden bulacağım ben ona Cennet Gibi’deki aşkı? Onun mutsuz olmasına dayanamam ki... (Kendi mi bulsun? O kadar büyüdü mü ya... Kızım kızım... Canım kızım. Bulurum ben sana öyle aşkı, sen hiç merak etme. Bekle kızım sabret!)

Eleştirmen sıkıntısı

Televizyonun hayatımızdaki yeri belli. Günde ortalama izlenen televizyon süresine bakıldığında Amerika’dan sonra en fazla televizyon izleyen ülkeyiz. Televizyona değer veriyoruz yani. Bu değerin yansımasını televizyon eleştirmenliği kurumunda görmemiz lazım değil mi? Ama göremiyoruz. Televizyon programı eleştirmek konusunda bir takım kısıtlar olduğunu (iletişim araçları arasındaki organik bağlar gibi) kabul ediyorum. Yine de bu kısıtlamalar altında bile daha çok televizyon eleştirmeni olması gerekmez mi? Bugün itibarıyla sözü edilebilecek üç kişi var...

Cengiz Semercioğlu... Kim ne derse desin bugüne kadar gelmiş en iyi televizyon eleştirmeni. Kalemi çok güçlü, dramatik bağlantıları çok iyi kurabiliyor. ‘İçerden’ çok iyi bilgi alıyor. Ama gelin görün ki Semercioğlu artık çok az televizyon programı eleştiriyor.

Yüksel Altuğ, program eleştirme işini eğlenceli hale getirdi, çeşitlendirdi. Daha da iyi olacağını düşünüyorum.

Sina Koloğlu’nun ise farklı bir tarzı var. Kısa, öz ve damardan yazıyor. Televizyonu izleyen birinin ağzından dökülen doğal sözcüklere maruz kalıyormuşuz gibi bir etki bırakıyor. Hoş yazıyor.

Başka yok... Hepsi bu. Siyasetten fazla televizyonla ilgileniyoruz. Ama elimizdeki eleştirmenler bunlar. Topu topu 2.10 adet (Semercioğlu artık az yazdığı için 0.10’u onun için ekledim). Burada bir gariplik yok mu? Sizce gazeteler bir şeyi kaçırmıyor mu? Demek, ‘yeterince televizyon sayfası var, eleştirmene gerek yok’ diye düşünüyorsunuz. Katılmıyorum. Bir: Çoğu zaman televizyon sayfaları sadece ‘bültenlerden’ besleniyor, ilgi çekiciliği sağlayamıyor. İki: Gazetelerde de çok sayfa var ama niye bu kadar çok köşe yazarı var?

(Not: Burhan Ayeri’yi eleştirmenden saymıyorum onun derdi eleştirmek değil kaşını, gözünü, tipini beğenmediğine nedensiz olarak geçirmek! Eleştirmen her şeye rağmen duygularını kontrol eden, öç duygularıyla hareket etmeyen kişi değil midir?)

Badem’den diyet rock

Badem diye bir albüm aldım. Yeni çıkmış. Mustafa, Barış, Mert, Doğaç, Emre isimli beş genç, Karacaoğlan şiirleriyle bir tarz yapmışlar. Böyle Anadolu rock gibi bir şey olmuş. Karacaoğlan’ın ‘Kara Değil mi’si en iyi parçaları gibi geldi bana. Geçenlerde televizyonda klibini de gördüm, klibi izleyince ‘Kara değil mi’yi daha bir sevdim. Tüm albüm için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Biraz diyet rock gibi geldi bana. Yani light buldum. Rock’ın bu kadar diyeti beni açmıyor. Sizi açar mı bilemem. ‘Kara Değil mi’yi ise seveceğinize eminim...

CUMA İTİRAFI

FrenchVanilla; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 29; İl: Ankara

Annem ablamla bana, ‘Tabağınızda ne kadar kırıntı ve pilav tanesi kalırsa eşinizin yüzünde o kadar sivilce olur’ derdi. Ben de hışımla tabağımı siler süpürürdüm. Ablam hep yarım bırakırdı. Şimdi ablam zayıf ve eşinin cildi pürüzsüz. Bense ablamdan daha kiloluyum ve eşimin cildi pütür pütür!

Yorum: Bu yalanın hiç sivilce versiyonunu duymamıştım. Annem bize çocukken kalan kırıntı kadar çocuğumuzun olacağını söylerdi. Biz de tabağı yalaya yalaya bir hal olurduk! Galiba bazı anneler daha damardan giriyor. Bu zamanın annelerine ise başka bir önerim var. Çocuklarına ‘Eğer tabağında ne kadar kırıntı bırakırsan internette o kadar çok kasedin dolaşır!’ desinler bakın çocuklar tabakları bile yemiyorlar mı!


CUMA TAKINTISI

Cuma takıntım iki üç haftadır Beyaz Show. Bir süredir Beyaz’a takılmıyordum. Bu sezon bir şeyler oldu Beyaz’dan kendimi alamıyorum. Geçen hafta Ali Kırca ve Zara ile olan program gerçekten çok eğlenceli idi. Bu hafta kimler var acaba? Evdeyseniz ve televizyon izleyeceksiniz mutlaka Beyaz’a takın. Pardon Beyaz Show’a.

CUMA Lakırdısı

‘Peşlerinden gidecek cesaretiniz varsa bütün rüyalarınızı gerçekleştirebilirsiniz.’(Walt Disney)
Yazının Devamını Oku

Hissettiklerimizi yazsak..

1 Aralık 2005
Ahmet Hakan, Kanal 7’de program yaparken Sabah’a geçtiğinde, aramızdaki yazılı atışmaların birinde onu ‘iliştirilmiş’ gazeteci olarak tanımlamıştım. Hürriyet’e transfer olduğunda küçük küçük atışmalarımız devam etti. Bir süre önce bu atışmaların birinde bana şu soruyu yöneltti: ‘Hálá iliştirilmiş olduğumu düşünüyor musun?’

Ahmet Hakan’a yanıt vermedim. Bekliyorum. Bir süre daha bekleyeceğim.

Bu arada aklıma takılan bazı soruları ona sormaya devem edeceğim. Örneğin on beş gün önce Hürriyet’in ön sayfasında babası Almanya’da Milli Görüş’ün, eşi İslam Koleji’nin kurucusu olan Emel Algan’la ilgili bir haber vardı.
Emel Algan 30 yıldır taktığı türbanı çıkarmış ve ‘şekilciliği bırakalım artık’ demişti. O günden bu yana Ahmet Hakan bu konuda ne yazacak diye bekliyorum. Hiçbir şey yazmıyor..

Vakit’te, Yeni Şafak’ta, Zaman’da da Emel Algan’la ilgili bir haber gördüğümü anımsamıyorum. Ahmet Hakan en azından Vakit’te, Yeni Şafak’ta, Zaman’da böyle bir haber niye yer almaz onu yazsa. Ya da böyle bir haberin ön sayfadan girildiği bir gazetede yazmanın ona ne hissettirdiğini yazsa..

Ya da islamda kadının yerini mükemmel bir şekilde anlatan Semiha Yıldırım haberini ön sayfadan giren bir gazetede yazmanın ona ne hissettirdiğini..

Ne hissediyorsun Ahmet Hakan?

Tepetaklak’taki espri

Tiyatro İstanbul’un başarılı oyunu Tepetaklak’ta en fazla aksayan oyuncunun Simge Selçuk olduğunu yazmıştım.

Öğrendiğime göre Selçuk dizi çalışmalarını bahane ederek Tepetaklak’tan ayrılmış, yerine Özge Erdaş gelmiş. İsabet olmuş.. Tepetaklak inanılmaz güzel bir güldürü. Umarım şimdi daha da güzel olmuştur.

Tepetaklak Fransızca’dan çeviri. Ancak Gencay Gürün oyuna Türkiye’ye uygun bir takım espriler eklemiş. Hatta bazı espriler provalarda ortaya çıkmış.

Bir gün Metin Serezli yeni doğan bebeği kucağına aldığı sahnede ‘Ne güzel uyuyor, galiba Kültür ve Turizm Bakanı olacak’ diye espri yapmış. Bu espriye o an herkes çok gülmüş. Ancak bir süre sonra esprinin uygun olmadığına karar verilmiş..

Ne de olsa karşıdaki Kültür Turizm Bakanı.. Tiyatrolara yardımı keser meser, sonra özel tiyatroların hali nice olur!

Küfür şiddet değil

Asuman Krause Cine-5’te Başka Yerde Yok’a konuk oldu. Bir zamanlar o da erkek arkadaşı Yaşar İpek’ten dayak yemiş..

Bu konu üzerinde konuşurken, ‘Erkek arkadaşın sana küfür etse bu şiddete girer mi’ diye sordum. ‘Hayır’ dedi.

Krause’ye göre fiziksel olarak müdahale edilmediği sürece hiçbir şey şiddetten sayılmıyor. Yani erkek kadına ana avrat küfretmekte özgür. Duygusal baskı şiddetten sayılmıyor..

Şiddetle ilgili bilimsel çalışmalara baktığımızda ise kötü sözün dilsel şiddet olarak tanımlandığı çok açık. Dilsel şiddet de fiziksel şiddet kadar yıkıcı sonuçlara yol açıyor.

Dilsel şiddetin yarattığı duygusal baskı, mutsuzluk ve kaygı insan sağlığı için bazen fiziksel şiddetten daha tehdit edici olabiliyor.

O halde?

Mankenlerimize, sanatçılarımıza şiddetin tanımını bir kere daha öğretmekte yarar var. Öğretelim ki, diline hakim insanlarla birlikte olmayı öğrensinler.

Şu özlü güzel sözü de unutmayalım: Diline sahip olan eline de sahip olur! (Bu özlü söz nereden çıktı demeyin. Şimdi çıktı, ben çıkardım, ortama uydu fena da olmadı.. Fena mı oldu? Bak şimdiiii.. İki tane çakacam, sonra ‘Beni dövdü’ diye o gazete senin, bu kanal benim dolaşacan..)
Yazının Devamını Oku

Delikanlı medyacılar

29 Kasım 2005
‘Delikanlı gazeteci’ demiyorum gördüğünüz gibi... Televizyonda da, internette de değişik türlerine rastlandığı için, ‘delikanlı medyacı’ demek daha doğru. ’Delikanlı medyacılar’ da tep tip değil kuşkusuz. Kravatlı delikanlı medyacılar var. İlk gördüğünüzde delikanlı izlenimi vermiyorlar ama ‘Heyyyyt havada kartal, karada aslan, var mı bana yan bakan’ diye bir yazmaya, ya da konuşmaya başladılar mı, delikanlılıklarından geçilmiyor.

Bir de halk tipi delikanlı medyacılar var. En güzel örneği Savaş Ay. Savaş Ay ekrana çıktı mı, ‘delikanlı medyacı’ olduğunu anlamak için konuşmasını beklemek gerekmiyor. Onun delikanlılığı doğuştan... Rol yapmasına gerek yok.

Beklenen, delikanlı medyacıların her konuda delikanlı gibi davranmaları. Örneğin medya işinde bir yerden bir şey aktarıyorsan, aktardığın yeri kaynak olarak göstermek delikanlılık. Göstermezsen racona ters!

Cumartesi gecesi Savaş Ay’ın ATV’deki yeni programında ilk konu, geçen hafta Kelebek’te yer alan ‘Hülya Avşar Manukyan’ı oynayacak’ haberiydi. Görüntüye önce haber geldi. Bir sürede ekranda kaldı. İnatla haberin kaynağı (yani benim ismim) gizlenerek. Savaş Ay daha sonra neredeyse 40 dakika bu haber üzerine programını çeşitlendirdi. Olacak iş mi bu? Kalk sen birinin haberi üzerine 40 dakika program yap ama iki saniye adını gösterme! Nerede kaldı delikanlılık! Yoksa Savaş Ay’ın delikanlılığı tatlı su delikanlılığı mı?

Türkü fanatiği oldum çıktım

Kanal D’de pazar Günü saat 16.30’da Bu Toprağın Türküsü’nün sekizincisi yayınlandı. Kağan, Gülseven, Ünal, Fatih, Şeyda gelecek pazar günü bizlerle... İsmail, Emre ve Dursun Ali ise hafta boyunca oylanacak, kim en az oyu alırsa o yarışmacı haftaya yok! İsmail’in elenmesini istiyorum. Karizması çok iyi, ama sesinin bu toprağın türküleriyle buluşmasında sorun olduğunu düşünüyorum.

İki aydır türküyle kavrula kavrula, türkü fanatiği oldum çıktım. İstemiyorum İsmail’i, sesi türküyle buluşmuyor. Dursun Ali, Karadeniz türkülerini cıvıtmadan okuyor. Gülseven’in sesi Allah vergisi, Şeyda türkü starı olmaya aday...

Tabii ki daha önce de bu ülkenin topraklarında doğup büyüyen biri olarak sağdan soldan, yandan ortadan kulağıma taarruz eden türküler vardı. ’Çarşambayı Sel Aldı’ gibi babamdan, ‘Oy Mehmedim Mehmedim Sana Küstüm Demedim’ diye annemden dinlediğim türküler vardı. Ama hiç bu kadar türküyle içli dışlı olmamış, hiç bu kadar bu toprağın türkülerini anlamayı arzulamamıştım...

Bu Toprağın Türküsü’nü kim ya da kimler düşündüyse, jüri üyesi olarak kimin aklına geldiysem, ona ya da onlara tüm kalbimle teşekkür ediyorum.

Kanal D’nin başarılı CEO’su Arzuhan Yalçındağ Doğan’a da, uzun yıllar rating işine birlikte kafa patlattığımız sevgili Murat Saygı’ya da, yapımcı Oğuz Koloğlu’na da Bu Toprağın Türküsü’yle bana ve yüz binlerce kişiye türkü virüsü bulaşmasına ön ayak oldukları için, teşekkür ediyorum. Kolay değil böylesine bir televizyon rekabeti içerisinde, dizi ve film furyası içinde türkülere sahip çıkmak!

İlan ediyorum; Artık televizyonlarda bu toplumun değerlerine, türkülerine, müziğine, ailesine, diline, kültürüne sahip çıkmak cesaret istiyor.

Anaokullarında Cadılar Bayramı kutlamalarının yapıldığı, hip-hopçuların reklamlara bile hükmettiği bir ülkede, bu halkı halka yapan müziğe sahip çıkmak, acılarını mutluluklarına dillendirdiği müziğe zaman ayırmak, Dursun Alilerine, Emrelerine, İsmaillerine, Şeydalarına şans vermek mangal gibi yürek istiyor.

İşte bu nedenle kutluyorum Kanal D yöneticilerini. Mangal gibi yüreklere sahip oldukları için.

Bu arada ‘Niye kendi gazetemde bir tane bile Bu Toprağın Türküsü haberi bile yok’ diye kızıyorum. Oysa Almanyalı İsmail’in öyküsü yok mudur? Almanyalı güzel Aysel geçen hafta elendi. Şimdi nerede bilen var mı? Dursun Ali nasıl bu kadar güzel Karadeniz türküsü söylüyor merak eden yok mu? Kağan’ın inşaatçı babası, Emre’nin öğretmen annesi, her yarışmada yanlarında. Niye bu kadar çocuklarının türkü söylemesini destekliyorlar merak eden yok mu?

Söyleyin gerçekten türkücülerden popçular kadar öykü çıkmaz mı? Türkücülerin dansçılar kadar yolu yok mu?

Hülya Avşar ve Okan Bayülgen’den marka

Hülya Avşar ve Okan Bayülgen yine Marka Konferansı’nda konuşacaklarmış. Hülya Avşar’ın ve Okan Bayülgen’in marka konusunda dişe dokunur bir şey söyleyemeyeceklerini herkes biliyor.

Olayın bir PR etkinliği olduğu ortada. Ayşegül Yürekli konferansa olan farkındalığın artması için, Hülya Avşar ve Okan Bayülgen’i yem olarak kullanıyor.

Avşar ve Bayülgen günler önceden basında, haberle, röportajla yer alıyor. Konferans gündeme geliyor. Böylece daha fazla koltuk satılıyor. Bu konuda Ayşegül Yürekli’yi kutlamanın anlamı yok. O işini olması gerektiği şekliyle yapıyor. Benim kutlamak istediğim marka konferansına Hülya Avşar’ı ve Okan Bayülgen’i dinlemek için gidenler... Marka konusunda trendleri öğrenmek için... Hülya Avşar’dan... Okan Bayülgen’den...

Kutluyorum... Valla çok kutluyorum.
Ben de niye Türkiye’de bu kadar az adam marka işinden anlıyor diye, merak ediyordum!

Okan Bayülgen olmasa

Okan Bayülgen Zaga’ydı. Zaga ömrünü doldurdu. Bayülgen Televizyon Makinası’na başladı. Televizyon Makinası Bayülgen değil. Hakkı Devrim var, çok sayıda konuk var ve konuk performansları var. Bayülgen tek başına çekilmediğinin farkında galiba... Hatta Bayülgen olmasa Televizyon Makinası daha mı çok çekilir ne!
Yazının Devamını Oku

Kuşkucu eczacılar

28 Kasım 2005
DÜN günün ilk ışıklarıyla birlikte e-posta kutuma tam 17 adet e-mektup düştü. Hepsi de Eczacılardan (Biliyorsunuz tezgah üstü ilaç reklamlarını savunduğum için beni çok severler!). 17 mektup da aynı şeyi söylediği için temsilen bir tanesine yer vereyim: ‘Yazınızda Selçuk Ecza Deposu’nun bu reklamı ne için yaptığını anlayamadığınızı olsa olsa eczacılar ile iletişim kurmak için yapmış olabileceğini belirtiyorsunuz. Hiçbir yerinde Eczacı, Eczacılık ve Eczane adı geçmeyen ve sadece son bölümde arka planda süs gibi bir eczane görüntüsü olan bir reklamın bizimle hiçbir alakası yoktur. Bu reklam camiamızdan büyük tepki almış, birçok arkadaşımız bu depodan ilaç alımını durdurmuştur. Reklamın amacı ya borsaya kote olmak isteği ya da yabancı bir firmaya satılacak olan deponun tanıtımını yapmaktır. İhtiyaç duymanız halinde 20 yılını bu mesleğe vermiş mesleki bilgi ve yasalardan oldukça haberdar olan bir eczacı olarak sizi ilaçla ilgili her konuda aydınlatabilirim. Tabii ki bu yazılarınızın alt yapısı hazırlanmakta olan ve eczacıları büyük holdinglerin maaşlı elemanı haline getirecek Zincir Eczanelere üstü kapalı destek vermek değilse... (Ecz.İbrahim Hamdi Ergüney)’

Yorum: Reklamın ana hedef kitlesi kim demiştim? Eczacılar. Sabahın ilk ışıkları kimlerden mesaj geldi. Eczacılardan. Seçici algı. Siz ne derseniz deyin Selçuk Ecza deposu reklamının öncelikli hedef kitlesi eczacılar. Çünkü Selçuk Ecza Deposu borsaya açıldığına ilk alıcıları bu işi bilen Eczacılar (küçük borsa yatırımcıları) olacaktır. Sedat Bey’den bir yanıt gelsin bu konuya yeniden değineceğim. Bilmem anlatabildim mi?

Bu arada Ecza Deposu’ndan ‘holdinglere’ nereden geldiğimizi ise anlamadım. Bu kadar kuşkuculuk da fazla..Kuşkucu Eczacılar yüzünden Türkiye’de ilaç sektörü ile ilgili hiçbir yasa gerektiği gibi çıkartılamıyor. İşte 2005 yılı hala tezgah üstü ilaç reklamı yasak! Neden? Eczacılar kendilerinin de bildiği evrensel gerçeklere daha ne kadar direnebilecekler. Şüphenin ilaç tüketicisine faydası yok..

Türkiye ‘deri’ ülkesi olursa

SED/Sosyal Sorumluluk Egitim Dernegi Baskanı Yuli C. WEston’dan ilginç bir e-mektup aldım. Weston, Türkiye’yi Deri ülkesi yapmaya çalışan Türkiye Deri Tanıtım Grubu’nun Türkiye’nin aleyhine çalıştığını söylüyor. Türkiye’yi deri ülkesi yapmak Türkiye’nin ‘barbar’ imajını pekiştirebilirmiş. Tüm dünyada etkili olan ‘Kürke hayır!’ kampanyası çok yakında ‘Deri’ye Hayır’ kampanyasına dönüşebilirmiş. Eğer Türkiye deri ile özdeşleşirse de en büyük hedef ülkelerden biri haline gelebilirmişÖ Çok ilginç bir görüş paylaşayım dedim.

Rakı güzelleşiyor mu

NATALİE Tan ve Nur Canol isimli okurlarım rakı sektörü ilgili yazdığım yazıları okuyup, aşağıdaki kısa ama çok samimi e-mektubu göndermişler. Rakı kampanyaları, şişeler vs. güzel ama bizce rakı güzelleşmiyor. Hepsi bize çok tatlı geliyor artık. Yanılıyor muyuz? Rakı içemez olduk.

Yorum: Tan ve Canol’a katılamayacağım. Özel sektörün ürettiği rakıları da çok beğeniyorum. Özelleşme rakı demokrasisi yarattı. Herkese her damağa rakı var ve daha da olacak gibi görünüyor. Sizce?

Nelere dikkat ediyorlar

BİR e-mektup da Kayseri’den.

ATV de yayınlanan Aşka Sürgün dizisindeki sponsor Ofçay’ın reklamında yer alan kar manzarasında kardan adamların arkasındaki evin bacasından çıkan siyah dumanın manasını anlamak mümkün değil.

Hocam daha geçenlerde hattı açılan mavi akım projesi ile daha temiz daha sağlıklı bir çevre için doğalgazın temelleri atılırken ve de belediyelerin kaçak kömür kullanmamaları için vatandaşları uyarıları ve bacasından siyah duman çıkan apartmanlara ceza yazmaları durumları varken, bence o bacadan simsiyah bir duman değil de beyaz bir duman çıkabilirdi.

Yazılarınızı büyük bir zevkle okuyorum. Allah kaleminize kuvvet versin.

Hocam selam ve saygılarımla ellerinizden öperim. (Recep Sarısaslan)’

Yorum: Ayrıntılara bu kadar önem veren halkımız gözünün önündeki koca koca hatalara nasıl göz yumuyor anlamak mümkün değil. Berhudar ol evladım! (Not: Köşedeki fotoğrafı acilen değiştirmem lazım. Algılamanın nasıl olduğu çok belli!)

Çekirgelik

Erken yat, erken kalk, eşek gibi çalış ve reklam yap.

(Ted Turner)
Yazının Devamını Oku

Nejat Amca bilgi yetmezliğinden öldü

27 Kasım 2005
ECZA deposundan ilaç alanınız var mı? Hani toptan fiyatına ucuz olsun diye.. Yok. Alamazsınız zaten... Kanunen ‘ilaç’ tanımına giren her şey eczanede satılır. Bir ecza deposu niye reklam yapar o zaman? Üstelik de televizyonu kullanarak... Bahadır’ı, Saadet Teyze’yi, Nuri’yi, Hande’yi, Nejat Amca’yı niye etkilemeye çalışır? Yanıt? Yok mu? Hiç çalışmıyorsunuz hiç... Olmaz böyle çocuklar olmaz... Ananız, babanız sizin için her bir yerlerini süpürge etsin, siz hálá iki elim ayna dön dön oyna! Eczacılar için yapıyorlar, eczacılar..

Selçuk Ezca Deposu başta Türkiye’nin her santimetre karesindeki 22-23 bin eczacıya sesleniyor, sonra ilaç üreticilerine, sonra 4 bin 600 çalışanına, onların ailelerine, daha sonra Sağlık Bakanlığı’na, daha sonra diğer kuruluşlara...

İlaç dağıtım işinde de rekabet büyük... Selçuk Ecza deposu 47’nci yılını kutlarken bir fırsatı değerlendiriyor, farklılaşmaya, hedef kitlesi ile ‘iletişim’ kurmaya özen gösteriyor.

Ancak böylesine seçilmiş ve de ‘okur-yazar’ bir kitleyle ‘iletişim’ kurmak için televizyon gibi bir kitle iletişim aracını niye kullandıklarını pek anlamadım. Gazeteler kullanılsa ya da gazete-televizyon ikilisi ya da gazete-televizyon-internet üçlüsü... Daha verimli olmaz mıydı?

Anlamadığım bir nokta da ‘yüzde 100 Türk sermayeli’ olmanın bir ilaç deposuna getirdiği rekabetçi yarar. Ve kalktım ‘anlamak’ için Selçuk Ecza Deposu’nun merkezini aradım. Karşıma santraldaki bayan çıktı. Kendimi tanıttım. İsteğimi özetledim. ‘Halkla ilişkilerciniz var mı?’ diye sordum. ‘Bu işle Sedat Bey ilgileniyor’ dedi ve görevinin sadece ‘bir yere birini bağlamak olduğunu sanan’ çoğu santralcı gibi ‘zart’ diye bir yere bağladı..

Yaklaşık üç dört dakika Sedat Bey telefonu açsın diye bekledim. Telefonu kapatıp yeniden santralı aradım. ‘Ulaşamadım’ dedim. ‘Bir daha bağlayayım’ dedi. Sedat Bey yine yok!

İnatla santralı bir kez daha aradım. İstediğim bilginin acil olduğunu belirttim. Sedat Bey’in cep telefonunu istedim. Hanımefendi biraz sinirlenmeye başladı. ‘Bende yok beyefendi ben sadece santralım!’ ‘Beni o zaman pazarlamaya bağlayın’ dedim. Santralcı sinirli sinirli ‘Bizde pazarlama yok, Sedat Bey var’ dedi ve ‘zart’ diye bir kere daha bir bilinmeze bağladı.

Telefon biraz çaldı. Karşıma bir bayan çıktı. ‘Telefon numaramı aldı. Sedat Bey’e sizi aratacağım’ dedi. Hasta bir süre Sedat Bey arasında ve bilgi ihtiyacını karşılasın diye bekledi... Sonra bilgi yetmezliğinden sizlere ömür! Ruhuna El-Fatiha!

Keşke tüm iletişim sorunlarımız bir televizyon reklamı yapmakla çözümlenseydi değil mi?

Erdoğan kendi kalesine ‘gol’ attı

ŞEMDİNLİ olayında güvenlik görevlisi başı sıkışınca DYP Başkanı Mehmet Ağar’ı aradı. Ağar bu fırsatı iyi değerlendirip Tayyip Erdoğan’a yüklendi: ‘Hálá ne duruyorsun Şemdinli’ye git!’

Tayyip Erdoğan,
hiçbir şey söylemeden kalktı, Şemdinli’ye gitti. Ağar sanki siyasi iletişim yönünden Erdoğan’a gol atmış gibi göründü. Zihinlerde ise henüz ‘Mehmet Ağar zorladı da gitti’ kararı verilmemişti. ‘Başbakan gidecekti, şimdi gitti’ diye düşünülüyordu.

Amaaa... Başbakan kalktı ve ilk kez DYP Başkanı Mehmet Ağar’ı hedef aldı: ‘Sen de başkansın sen de git!’

Tayyip Erdoğan
kendi kalesine gol attı, geçmiş olsun. Bir liderin potansiyel alternatiflerinden birini muhatap alması siyasi konumlandırma açısından büyük hata!

Erdoğan ve danışmanları varolan siyasi konjonktürde AKP’nin alternatifinin yine sağın bir türü olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu nedenle de DYP’ye Ağar’a bugüne kadar hiç yüklenmediler. Onu görmezden geldiler. Gündeme taşımak istemediler.

Şimdi ne oldu? Değişen ne? Kamuoyu araştırmaları bizim bilmediğimiz bir şeyi mi gösteriyor?

Ağar, Erdoğan’ın tepside sunduğu fırsatı iyi değerlendirip ‘başı sıkışanın aradığı güvenilir kişi’ imajını yaygınlaştırabilirse kazanır... Gündem Erdoğan-Ağar kıyaslamasına kayarsa da Erdoğan, rekabetçi olarak her şey diyebilir ama artık bir şeyi diyemez: Denenmeyeni deneyin!

Reyting bölücüleri!

TELEVİZYON kanalları çok ilginç bir taktiği yeniden kullanmaya başladı. Bir programı ikiye üçe bölüp, reyting raporlarında üst sıralara birden fazla programa sokmaya çalışıyorlar. Sanki üç ayrı programmış gibi. Sunucu aynı, dekor aynı, bazen konuklar da aynı... Değişik olan bazen bir olay bazen bir görüntü...

Niye böyle yapılıyor? Çünkü dünya televizyonlarında görülmeyecek kadar uzuuuun süren programlarda bazı bölümler daha çok izleyici ilgisi çekebiliyor. O bölümü tüm program süresine oranladığınızda dakika başına ortalama düşük çıkıyor. Ama sadece o bölüme oranladığınızda dakika başına ortalama yükseliyor. Olan kime oluyor?

Başta reklamverene... Tüm reyting sistemi altüst oluyor. Veri tutarlılığı ortadan kalkıyor. Zaten izleyici niteliğine bakan olmadığı için nicelik sağlayan veri de içinden çıkılmaz hale geliyor.

Televizyon kanalları da yaparken yaratıkları ‘hormonlu’ reyting kurbanı olup hatalı programlama yapıyor. Zaten ‘ilk yüz program’ soyut bir başarı ölçütü, bir de bu soyut ölçüt daha soyutlaştırılıp işin suyu çıkarılıyor.

TİAK’ın duruma el koyması şart! Koymazsa gidiş kötü... Yakında bir program on beş parçaya bölünür, RTÜK telefon hatları şikayetten geçilmez. Bir bakarsınız bir gece içinde program bölmek yasaklanmış! Hatta programlara süre sınırı konmuş! Olur mu olur. Liberal ekonomilerde kural budur. Kendi ayarını yapamayanı biri çıkar ayarlar. Ayar birine bırakıldığında ayarın nasıl olacağını bir Allah bilir! (Bakınız 28 Şubat Sözlüğü: Balans ayarı)

Sorumsuz bakan

MALATYA’daki çocuk yuvası rezaleti gündemde değil artık. Unuttuk. Ben unutmadım. Malatya’da çocuk yuvasında işkence gören çocukların çektikleri acı hálá yüreğimde... Acıtıyor... Nimet Çubukçu ise hálá görevde... Peki biz hálá ona niye Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı demeye devam ediyoruz. ‘Sorumsuz Bakan’ diyelim olsun bitsin...

Bir kere öğrendik ya kilimcim

KİLİM’in ünlülerin kullanıldığı ‘Bir Kilim Yeter Sevgilim’ kampanyası Filli Boya’nın ‘En güzel sarı, en güzel kırmızı... Filli Boya’da’ diyen kampanyasına benziyor. Ancak Filli Boya reklamlarında boyanın temel özelliği renk farklılığı üzerinde duruluyordu. Kilim’de ise slogan ezberletiliyor. Üstelik Kilim reklam filmlerinin yapım kalitesi daha kötü.. Oysa biz zaten ‘Bir Kilim Yeter Sevgilim’i çok hoş reklam filmleriyle öğrenmiştik. Niye öğrenilen bir sloganı tekrar tekrar, üstüne baba basa öğreniyoruz? Faydası ne?

Nefis bir reklam ama...

MARET’in ‘nefis sosisli şiirler’ reklamı çok şirin. Çünkü oradaki çocuk çok şirin. ‘Abim ıspanak yesin, çünkü ıspanak zeka geliştirir’ esprisi çok şirin. Sosis görüntüleri çok şirin... Neredeyse beş yıldızlık etkili bir reklam filmi... Çok etkili hem de haddinden fazla... Ama etkilenmeye çalışılan çocuk... Çünkü anne-babaların bu tür ürünlere karşı direnişi var. Çocuk masumca, diretsin diye...

Avrupa Birliği ülkeleri çocuklara yönelik reklamlara standart getirmeye uğraşıyor. Hedef ‘aşırı kiloların önüne geçmek, sağlıklı beslenmeyi sağlamak...’ Çok yakında Türkiye’de de çocuklara yönelik yiyecek içecek reklamları yasaklanabilir. Şu anda bir yasak yok. Maret yasal olanı yapıyor. Ama sorun da ortada...

İlk dört ne ki

BALPARMAK’ın reklamında da bir çocuk var. Parmaklarının ismini öğreniyor. ‘Yenilesi’ bir tonda sayıyor: ‘Serçe parmak, yüzük parmak, orta parmak, işaret parmak...’ Sonra baş parmağını gösterip vuruşu yapıyor: ‘Balparmak...’ Reklam filmi ‘Hayatınızın ilk beşinde...’ son sözü ile bitiyor. Yine çocuk kullanımı. Son söze kadar çok güzel reklam. Son söz biraz ilgisiz, reklamın konseptine yabancı. Ama ortada ürün yok... Arzulatma yok. Sadece beğenilir ve markayı belletir bir reklam var... Çocuklara yönelik reklamlar yasaklanınca Balparmak türü reklamlar da yasaklanacak. Ana babaların bala itirazları olmasa da... Ya Balparmak türü reklamlarda markalar ‘Bizim hedef kitlemiz analar-babalar’ derlerse...

Demek ki yasaklanan ne olacak?... Reklamda çocuk kullanımı..Ha gayret...

Az kaldı.

Çekirgelik

DEVE bir komitenin bir araya getirdiği attır.

(Tüm zamanların en büyük 101 işletmecilik ilkesi, Leslie Pockell, 2005)
Yazının Devamını Oku