Ali Atıf Bir

Aksoy: İyi sorgulandık ama ihale süreci değişmeli

19 Aralık 2005
GEÇEN yıl, ajansı Wunderman Turizm Tanıtım İhalesi’ni kazanamayınca Atilla Aksoy açmıştı ağzını yummuştu gözünü.

Ne bakan bırakmıştı, ne ihale ne de ihale süreci! Bu yıl aynı ihale süreciyle Wunderman Türkiye’nin turistik tanıtımını üstlenince Aksoy’a sordum: ‘İhale süreci geçen seneden farklı mıydı? Bu sene ihaleye katılan işlerin sergilenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?’

Sevgili Aksoy’’dan yanıt geldi.

‘ Geçtiğimiz yıl ihale sürecine getirdiğim eleştiriler bir ajansımızın (Ddf’in) sürekli olarak kazanması noktasında değildi. Bir ajans sürekli olarak diğer ajanslardan daha iyi işler üretebilir. En azından bu kuramsal olarak mümkün.. Yıllardır bu konuda çeşitli dedikodular var mıydı? Daha işler ortada yokken ihaleyi aynı ajansın kazanacağı söylentisi, hatta inancı yurtdışında yaygınlaşmamış mıydı? Büyük ajans networkleri uzun bir süredir Türkiye turizm tanıtım konkuruna bu yüzden mi katılmıyorlardı? Katılmamaları ülke için bir kayıp değil miydi? Bu soruların cevabı için fazla zahmete gerek yok, endüstriden herhangi bir ajans yöneticisi durumu açıklayacaktır. Gelelim bu yıl ki ihaleye. Katıldık ve final sunuma çağırıldık. Yaklaşık 10 kişilik bir yönetici ekip bizi ve diğer ajansları dinlediler ve itiraf edeyim terletecek kadar profesyonelce sorguladılar. Sunumdan umutla çıktık ve geçen hafta 2006 yılı çalışmaları için seçildiğimizi belirten yazıyı aldık. O günden bu yana neredeyse nefes almaksızın işleri uygulamaya hazır hale getirmekle ve ülkelerden detaylı brifler almakla meşguluz. Daha ilk toplantıda kararlaştırdığımız gibi önümüzdeki hafta tüm çalışmalar basına ve turizm endüstrisine sunulacak. Yani, basında çıkan haberde yer alan geçen yılki afişlerle herhangi bir ilişkimiz yok. Ayrıca şunu belirteyim olsaydı, telif hakkı eski ajansın olurdu. Hepimizin çok iyi bildiği gibi ajans ilişkileri strateji ve medya başta olmak üzere pek çok hayati hizmeti kapsayan bir bütündür. Yaratıcılığın dışında da pek çok faktör başarıyı ve seçimi belirler. Türkiye’den reklamcılık alanında ilk uluslararası ödülü New York Festivali’nde almış bir ajansın kurucusu olarak yaratıcılık sıkıntısı çekmem herhalde düşünülemez. Sanırım ihaleye katılan işlerin -katılan ajanslardan izin almak koşuluyla- sergilenmesi konusundaki görüşümün geçen yıldan bu yana değişmeyeceğini tahmin edersin. Ayrıca belirtmek isterim, süreç sonunda beni en çok sevindiren noktalardan biri endüstrideki meslektaşlarımdan aldığım sevinç tebrik demiyorum- mesajları oldu. İlk toplantımızdan itibaren ihale sürecinin iyileştirilmesi konusunda özellikle Reklamcılar Derneği ortak bir çalışma yapılması önerimiz Bakanlık yöneticileri tarafından son derece olumlu karşılandı. Gelecek yıl için Dernek’ten bir çalışma taslağı istenmesine karar verildi. Konuyu büyük bir heyecanla Dernek koordinatörü Ayşegül Molu’ya çoktan aktardım. Türkiye turizm tanıtımın bana ve ajansıma yüklediği görev ve sorumluluğun sadece en iyi çalışmaları gerçekleştirmek olmadığını; bunun ötesinde örnek bir konkur süreci yaratmak olduğunu inancındayım. Ne de olsa senin teveccühle belirttiğin ‘duayen’ sıfatına layık olabilmek bunu gerektirir diye düşünüyorum.’Okuduğunuz üzere Atilla Aksoy, bu yıl Türkiye’nin ihale sürecinin kendi tanık olduğu bölümüyle iyi işlediğini söylüyor. Ama gelecek yıllarda iyileştirilmesi gerektiğini de..Var mı itirazı olan?

Yeni reklamcılık ve risturn
GEÇEN hafta sevgili Atilla Aksoy piyasaya yeni çıkan ‘Yeni Reklamcılık’ kitabıyla da ‘risturn’ ( medyanın , reklamverenden haberli ya da habersiz, reklam getirene verdiği artı komisyon) konusundaki sorularımızın muhatabı idi. Yeni Reklamcılık adını verdiği kitabını okumadan Aksoy’a sorularımı yönelttim. Çünkü ‘risturn’ konusu reklamcılık sektöründe bir tabu ve Aksoy’un böyle bir konuyu ‘Yeni reklamcılık’ kitabına almayacağından emindim. Nitekim, kitabı edindim, okudum, almamış. Aksoy’un bu konudaki yanıtı da şöyle:

Yazının Devamını Oku

Pamuk, Aşkın yargılanıyor mideler yanıyor

18 Aralık 2005
BİR ülke düşünün. İnsanları yazarken, çizerken, konuşurken içeri atılmamak için hálá büyük endişe duyuyor. Kalkmış bir köşe yazarı da ‘reçetesiz ilaçlara konuşma özgürlüğü’ diye bas bas bağırıyor. Komik değil mi? Çok komik. Ama yapacak bir şey yok. Sorun bende değil. Midelerde... Hálá yazarını, çizerini, profesörünü mahkeme kapılarında inim inim inlettiğimiz, hapishanelerde ölüme terk ettiğimiz bir ülkede mideler tabii ki cayır cayır yanıyor!

Eczanelere gidiliyor ve birbiriyle eşdeğerde ama fiyatları, adetleri farklı antiacidlerden biri tercih ediliyor.

Örnek, Gastrosidin. İçinde 40 mg Famoditin var. Üreticisi Eczacıbaşı. Diğer ilaç Famodin. Yine içinde 40 mg Famoditin var. Üreticisi İlsan-iltaş. Tek farkları fiyatları, ya da kár marjları ya da reçetelere yazılmakla sağlanan avantajları. Bu size söylenmez. Her gün yüzbinlerce mide ilacı bu gerçekler bilinmeden yalan yanlış yalanır yutulur!
/images/100/0x0/55eb2b33f018fbb8f8afc6cb
Niye söylenmez? Çünkü ilaç ‘zehirdir!’ Madem antiacid zehir de her önüne gelen istediği antiacidi, hem de reçetesiz bir şekilde istediği eczaneye gidip alabiliyor? Gidin bakalım bir eczaneye. Bir Famodin isteyin, size soru soran olacak mı? Ya da Talcid, Rennie, Mucaine, Dank isteyin, ‘reçete’ diye direten olacak mı?

Peki isteyenin istediği şekilde aldığı, satış noktasının da kár marjına göre ittirebildiği mide ilaçlarının reklamları niye yasak? Niye ilaç üreticileri doğrudan tüketicisini bilgilendiremiyor. Neden bir ilacın kendini ifade etme hakkı engelleniyor. Ya da niye ilaç tüketicisi reklam yoluyla ‘bilgilenme’ hakkından mahrum bırakılıyor?

Yanıt basit. Bu ülkeyi yönetenlerin kafaları (Sağlık Bakanlığı’ndakiler dahil) özgürleştirmeye değil, kısıtlamaya kodlu! Oysa birkaç araştırma sonucuna bakılsa, örneğin antiacid ilaç kategorisinde olan biten modellenebilse sorun çözülecek.

TNS PİAR ekim ayında Türkiye temsili 18 yaş üstü 2 bin 13 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç mide yanması ve antiacid ilacı nedir?’ diye sordu. Sadece 710 kişi (yüzde 35) en az bir antiacid ilacı markası anımsadı. Antiacid liginin kralı yüzde 74.8 anımsanma oranı ile Talcid. İkinci sıradaki Rennie’den (yüzde 19.8) açık ara önde. Lansor gibi ‘tedaviye’ yönelik ilaçların da ‘antiacid’ liginde anımsanması tüketiciyi antiacidler konusunda ne kadar bilgilendirdiğimizin iyi bir göstergesi! Olan biten ortada. Mideler yanıyor. Cayır cayır. Ben yazmasam, sen yazmasan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?

Not: Dank da ne markaymış ama... Kendi yok adı kalmış yadigar..

dDf neden ihaleye katılamadı

Turizm Bakanı Atilla Koç’a Türkiye’nin ‘turistik’ tanıtım ihalesi ile ilgili sorular sormuştum. Beş yıl üst üste ihaleyi kazanan ancak bu yıl ihaleye giremeyen dDf International’dan yanıt geldi:

‘2000-2005 yılları arasında, Türkiye Turizm Tanıtım Kampanyalarını yürüten dDf International firması hakkında halen yargı süreci devam etmekte olan bir ihale yasağı kararı söz konusudur. Bakanlığın tek taraflı idari tasarrufu olan bu ihale yasağı kararının 5 yıldır katıldığımız ‘T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtım İhalesi’ ve ona bağlı süreçlerle ilgisi yoktur. Bu karar, 2002’de Turizm Bakanlığı için dDf International’ın gerçekleştirdiği ‘Film ve dia pozitif arşivi oluşturma projesi’ne ilişkindir. Bu proje kapsamında; 5 binin üzerinde dia pozitif çekilmiş ve sözleşme gereği 1250 adedi Bakanlığa zamanında eksiksiz teslim edilmiştir. Bakanlık teslim edilen dia pozitiflerden 8 adet Uludağ diasının geç teslim edildiğini ve ‘devlet zararı’ oluştuğunu iddia etmektedir. Dava Danıştay aşamasındadır. Bu dialar stok amaçlı çekilen kış dialarıdır. 2003-2004 yıllarında tanıtım kampanyalarında kullanılmamıştır. Tüm bu projelerin yedd-i emini durumunda bulunan ve işin doğası gereği Bakanlıkla sürekli dia alışverişinde olan dDf International için yukarıda belirtilen gerekçe ile ihaleden yasaklanma kararı alınmıştır.’

Yanıt sırası şimdi Atilla Abi’de... Tabii eğer uyku sorunlarını çözdüyse. Ya da diyet... Bekliyoruz. Israrla ve merakla. Madem reklam ajansı değiştirdiniz niye eski reklam ajansının işlerini kullanıyorsunuz Sayın Bakan? Erkan Mumcu’dan farklı ne yaptınız?

Not: Yeni ihaleyi kazanan Wunderman’ın yönetim kurulu başkanı Atilla Aksoy’un yanıtı yarın.

Vodafone-Arter stratejik işbirliği

TELSİM
’i 4.5 milyar dolara Vodafone alınca sevindim. ‘Vodafone çok deneyimli, ciddi bir rakip farklı pazarlama ve reklam uygulamalarıyla GSM sektörünü hareketlendirir’ diye düşündüm.

Referans’tan (Eyüp Can Sağlık) öğrendim ki Vodafone ihale öncesinde AKP’nin reklam ajansı Arter’in sahibi Erol Olçak’la çalışmış.

Meraklandım, araştırdım. İki ay önceye kadar Vodafone Türkiye’nin büyük halkla ilişkiler şirketlerinden Bersay’dan danışmanlık alıyormuş. Bersay, Türk Telekom’u müşterileri arasına katınca Vodafone, ‘Avea’nın yüzde 40’ı Telekom’un, çıkarlar çatışır’ diyerek halkla ilişkiler şirketini değiştirmiş. Arter’i seçmiş.

Söylentilere göre Vodafone’un reklam ajansı da Arter olacakmış.

Peki kim bu Arter? Avrupa’nın GSM devi Vodafone’un Türkiye’deki pazarlama iletişimini yürütmek için gerekli deneyime, bilgiye nereden sahip...

Bildiğimiz gibi Arter, Tayyip Erdoğan’ın uzun yıllardır siyasal iletişim danışmanlığını yapan Erol Olçak’un reklam ajansı. Hálá da AKP’nin reklamlarını yapıyor. Uzmanlığı da daha çok açık hava reklamcılığı ve etkinlik yönetimi.

Peki nasıl oluyor da Avrupa’nın GSM devi Vodafone, Arter gibi farklı alanda uzmanlaşmış bir ajansı kendine halkla ilişkiler ve reklam ajansı olarak seçiyor?

Erol Olçak’ı aradım. Olçak, ‘Vodafone’la üç aylık anlaşma imzaladık. Halkla ilişkiler şirketi Mediapoint’le stratejik işbirliği yaptık. Reklam işinde biz yokuz. Vodafone global ajanslarından biriyle çalışacak. Ajansını da 2006’nın ikinci yarısında seçecek’ dedi.

Telsim’in satış süreci şeffaftı. Bu konuda diyecek bir şeyim yok. Ama iktidarda AKP, ihaleyi alan Vodafone, ihale sürecindeki danışmanı da AKP’nin reklam ajansı olunca ister istemez ‘Hooop ne oluyor beyler!’ oluyor insan. Olanı yazdık. Gelişmeleri tabii ki izliyoruz.

İş’ten Türkiye gitti

BİLMEM
dikkat ettiniz mi? Türkiye İş Bankası Maksimum kampanyasında hem ‘Türkiye’den hem de ‘banka’dan vazgeçmiş. Reklamlarda sadece İş var. İster misiniz şimdi de İş Bankası’nın müşterileri arasında bir ‘Türkiye’mizi’ geri isteriz kampanyası başlasın. Bazıları ‘Türkiyeli üst kimliğinin tartışıldığı bir ortamda zamanı değildi’ desin. Bazıları ise olayı CHP-İş Bankası bağlantısından Deniz Baykal’ın Kürt politikasına kadar getirsin. Burası Türkiye, her şey olabilir... Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki iyi niyetli bir bröve sadeleştirmesini askerin ‘ılımlı İslama’ ayak uydurmasına bağladık ya, bizden her şey beklenir. Her şey...

Ninja çekirge

EKRANDA oldukça dikkat çekici bir çekirge var. Bir sıçrıyor, iki sıçrıyor, üç sıçrıyor. Sonra sıçramaya devam ediyor. Hayat Ankara Sigorta’yla devam ediyor. Hiçbir şey olmamış gibi... Reklamın fikri parlak. Bilinen çekirge öyküsünden ‘Ankara Sigorta’nız varsa hasarlar tam olarak ödenir, siz sıçramaya devem edersiniz’ sonucu çıkarmamız bekleniyor. Kısmen çıkarıyoruz. Tam değil. Mesaj biraz havada kalıyor. Bağlantı daha iyi kurulabilir, uygulama da daha iyi olabilirmiş. Ankara Sigorta’nın çekirgesi hafiften Ninja Kaplumbağa’ya benzemiş. Dikkat çekici, anımsanma kapasitesi yüksek ama markayla olan ilişkinin zayıf kurulduğu bir reklam. Bu ilişki daha iyi kurulur, uygulama daha iyi olursa Ankara Sigorta çok önemli bir rekabet avantajı elde edebilir.

Çekirgelik

Özgürlük yanlış olma hakkıdır yanlışı yapma değil

(J.G.Diefenbaker)
Yazının Devamını Oku

Şiddetin çok kötü bir tarihçesi

16 Aralık 2005
Şiddetin Tarihçesi iyi bir film mi kötü bir film mi kararsızım. Hatta ‘Bir kere daha mı izlesem acaba?’ diye düşünmedim desem yalan olur. Yönetmen David Cronenberg olunca haliyle insan filmi beğenmeyince bir şey mi kaçırdım diye düşünüyor. Hani ‘düşündüren’ film iyi sayılır ya, ben de bu kadar çok filmi anlamaya çalışma çabamı filmin iyiliğine mi yorayım diye düşünüyorum. Genellikle bir filmle ilgili yazmadan önce kim ne demiş, ne yazmış ilgilenmemeye çalışırım ama bu kez ilgilendim. Yazılanları bir güzel okudum. Beğeni üst düzeyde. Öven övene.

Benin düşüncem değişmiyor. Abartıyorlar. Filmin ilk yarısı merak uyandırdığı için iyi olabilir ama ikinci yarı kesinlikle sıradan. Hatta çok kötü. Film, Tom (Viggo Mortensen) ve ailesinin öyküsünü anlatıyor. Tom küçük bir lokanta işletiyor. İki kanun kaçağı lokantasına gelip kabadayılık taslayınca, Tom birden vahşileşiyor ve her ikisini de öldürüyor. Bu olaydan sonra Tom birden medyanın gözdesi oluyor ve kahramanlık mertebesine çıkartılıyor.

Ancak devreye medyada onu görüp tanıyan Carl (Ed Harris) giriyor. Carl, Tom’un Joey olduğunu iddia ediyor. Yani geçmişte gözünü kör eden belalısı. Tom ‘yanılıyorsun’ diyor ama Carl dinlemiyor ve Tom’dan intikam almak üzere çevresinde dolaşmaya başlıyor. O arada Tom’un oğlu Jack’in okulda kendisini tehdit edenleri nasıl patakladığına tanık oluyoruz. Anlıyoruz ki şiddet, bu ailenin genlerinde var. Sonra mı ne oluyor?

Anlamsız mı anlamsız bir ikinci yarı. Tom ortalığı kan gölüne çeviriyor ama mafyatik hayatı meçhul. Filmin başında peşinden ayrılmayan medya bir anda kayboluyor, nereye gitti meçhul. Daha sonra ortaya çıkan kardeşi Richie’nin Tom’dan neyi, niye istediği meçhul.

Filmin ilginç sahnesi Tom’un karısıyla merdivenlerde seviştiği sahne. Ama bu sahnede olayın bir sevişme sahnesi mi tecavüz sahnesi mi olduğu meçhul.

Filmde oyunculuğu ön planda olan sadece Viggo Mortensen var. Yakışıklı oyuncunun Yüzüklerin Efendisi’ndeki oyunculuğu sıradandı. Mortensen’in sorunu duygusuz görünmesinde. Bu filmde hiç olmazsa vahşet sahnelerinde Cüneyt Arkın kıvamında bir oyunculuk sergiliyor ama anlaşılıyor ki, duygusuzluk adamın tarzı, yapacak bir şey yok.

Görelim mi? Yanıtım:?

Fazıl Say müzikle aşk yaşıyor

Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi, sınırları içinde açtığı çok amaçlı sahneye Fazıl Say adını verdi. 300 kişilik Fazıl Say Sahnesi pazartesi gecesi Fazıl Say’ın her zamanki müthiş performansıyla açıldı.

Resital başlamadan önceki törende Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Enver Yücel ‘Bu tür salonları yapmak kolay, ancak Fazıl Say’ları yetiştirmek zor. Fazıl Say için böyle on sahne daha yapabiliriz, yeter ki Fazıl Say’lar yetişsin’ dedi ve salondan çok alkış aldı.

Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum ise ‘Bir listeden Yaşar Kemal ve Fazıl Say isimlerine gelindi, sonunda yaşayan bir isim olmasına rağmen yaşarken kendini dünyaca kanıtlayan bir sanatçımız olduğu için Fazıl Say’da karar kılındı’ dedi.

Fazıl Say daha 35 yaşında. Ben de sahnenin isminin Fazıl Say olması konusunu destekledim. Fazıl Say’ın neredeyse 2007 dünya konserlerinin anlaşmaları bile yapılmış durumda. Fransa, Japonya, İngiltere, Amerika’daki albüm satışları dikkate değer bir büyüklüğe ulaştı, hatta Amerika’da altıncı sıraya kadar yükseldi. Fazıl Say bana göre de bir sahneye adının verilmesi için gereken zaman testinden daha yaşarken geçmiş bir sanatçı.

O gece verdiği resitalde de ne kadar iyi bir sanatçı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Sahne aldığında ‘Bu gece bu yılın en mutlu günü benim için, sevdiğim şarkıları çalacağım’ dedi ve kendi bestelerini çaldı. Aşık Veysel’den esinlenerek bestelediği Kara Toprak’ı, 5 yaşındaki kızı için bestelediği Kumru’yu... Sonra salonun istekleri doğrultusunda Türkan Şoray, Çanakkale Şehitleri, Attila İlhan üzerine doğaçlamalar yaptı ve konserini Ulvi Cemal Erkin’in Zeybek’iyle bitirdi. Salon Say’ı uzun süre ayakta alkışladı.

Kokteylde ayaküstü sohbet ettik. Say’ın yaptığı müzikle bir aşk yaşadığı her halinde belli. Bir ara ‘Müziği 7 yıl karımla aldattım’ diye de espri yaptı. Önündeki yorucu konser programından söz etti. Neredeyse yılda 200’e yakın konser verdiğini söyledi. Ertesi sabah beşte İspanya’ya konser vermek üzere yola çıkacaktı. Çok sigara içiyor, sağlığına da dikkat etmiyor gibi geldi bana.

Fasıl Say, Türkiye’nin dünyaya açılan en önemli kapılarından biri. Gelecekte önemi daha da anlaşılacak. Sağlığına dikkat etmesi hepimiz için önemli. Ne yapalım edelim, ona sigarayı bıraktıralım.

CUMA İTİRAFI

dağdaesenrüzgar; Cinsiyet: Kadın;

Yaş: 28; Ülke: Almanya

Sekiz yaşındaki oğlum İslami bir okula gidiyor. Arkadaşları ve öğretmeni bizdeyken Almanya’da yaşayan teyzesi sürpriz yapıp çıkagelmiş. Sonraki gün arkadaşları, ‘Senin teyzen ne kadar açık giyiniyor, ne kadar günaha giriyor!’ demişler. Benimkinin cevabı, ‘Hayır teyzemin kıyafetleri küçük geliyor, buraya alışverişe geldi’ olmuş. Teyzesine anlattığımda yanıt daha da ilginçti: ‘Ya abla beni fakir gibi göstermiş!’ Valla ikisi de bir alem!

Yorum: Sekiz yaşında gidilen bu İslami okulu çok merak ettim. Sekiz yaşında ve teyzeyi açık giyindiği için günahkar olarak gören kafalar! Almanya’da yeni Şevki Yılmazlar yetişiyor. Ne güzel!
Yazının Devamını Oku

Bir İbo, iki İbo bana bir bade Yıldız

16 Aralık 2005
Herkesin ‘zevkine’ saygı duyarım. Her türlü zevkine... Yeme, içme, giyme, okuma, izleme, dinleme... Sanmayın ki İbrahim Tatlıses, Seda Sayan, Yıldız Tilbe, Mehmet Ali Erbil, Kuşum Aydın çok izleniyor diye ‘ratingler yanlış, nasıl bunlar izlenir’ diyenlerdenim. Asla!

Televizyon ölçülerinin mantığını, işleyişini, mekaniğini (haydi çok iyi demeyeyim) bilen biri olarak böyle bir savunuda bulunmam imkansız..

Ancaaak..

Televizyon izleme ölçümlerinin panel kurulum esasları, denetim raporları, örneklem rasyonelleri, statü hesabı mantığı şeffaflaşmalı..

‘Bin aileyle ölçüm olur mu, sonuçlar yanlış’ dönemi kapandığına göre niye ‘eş zamanlı anket’ sonuçlarından bile herkesin haberi olmasın. Olmalı da!

RTÜK denetim ve raporlama işinde diğer ülkelerde (dikkat edin, ölçme işinde değil!) gerekirse ‘kanun koyularak’ rol üstlenmeli.

A Grubu gerçekten A Grubu mu

Neden? Örneklerle açıklayayım. Şu anda yaklaşık 3.5 milyon evde uydu aracılığı ile televizyon izleniyor. Bu demek ki AGB panelindeki evlerin 500’ünde televizyon izlemenin uydudan yapılması gerekiyor. Yapılıyor mu? Yaklaşık 1 milyon digiturk 1.3 milyon da kablo TV abonesi var. Bu oranlar, hem de statü kırımlarına uyan bir şekilde, panelde de aynı mı? Futbol maçlarının olduğu saatlerde ‘other’ çok fazla artmıyor. Bunun nedeni digitürk üyelerinin panelde daha az temsil edilmesi olabilir mi? Ne de olsa paralı adamlar... Niye ‘iki üç hediye’ alacağım diye evlerine cihaz taktırsınlar. E öyleyse! Paneldeki A grubu da aslında gerçek, toplumda tüketim biçimleriyle A grubu değil mi? Aslında A grubu B grubu, B grubu da C grubu mu? Bu noktada çok ciddi denetim gerekmez mi?

Parçala beni yönetmenim

Diğer müdahale edilmesi gereken nokta... Program parçalama operasyonu. Yıldızların Altında yedi parça, İbo Show üç parça, ratingler paramparça... Bu sisteme izin verildiği sürece televizyon kanalları ellerindeki fırsatı en iyi şekilde değerlendirmekte haklı. Rating hakkından imansız gelir! Gerçek izleme davranışı ne kadar raporlamaya yansıyor peki? İzleyici aslında tek program mı izliyor? Beş altı farklı programı mı? Bırakalım reklam yerleştirme amaçlı planlama mantığını program planlamanın zemini yerinden oynamıyor mu?

‘Kamusal frekansı kullananların’ birbirleriyle yarışırken program çeşitliliğine önem vermelerinin önünü kesmiyor mu? Kesiyor, hem de bal gibi.

RTÜK’ün televizyon izleme ölçümü işinin özünü ve denetim mekanizmasını kavramasında yarar var. AGB panelindeki ev sayısı mutlaka 5000’e çıkmasını sağlamasında. Televizyon sistemini düzenlemek için kanunla, halk adına kurulan RTÜK ölçümlerle ilgilenmeyecek de neyle ilgilenecek! Hane sayısı 5000’e çıkmalı ki farklı program tatları arayanların da ihtiyaçları karşılansın, gelenekler görenekler yaşasın, daha fazla ses duyulsun..

Rating sistemi ‘düşük zevkleri’ mi pekiştiriyor? Bu sorun ölçümlerin uygulandığı her ülkede söz konusu. Türkiye’de önce program demokrasisini sağlayalım, televizyonu sadece tek tip eğlence gereksinimi karşılayan bir araç olmaktan çıkaralım, sonrasına bakarız.

Baydı..

Semra hanım kaynana, Semra hanım mağdur, Semra hanım eleştirmen, Semra hanım tiyatrocu, Semra hanım Paris’te, Semra hanım küçük hanımın şoförü... Vallahi de billahi de baydı bu Semra hanım. Semra hanım da baydı, Semra hanımı her allahın anı oraya buraya sokuşturup bize bayanlar da baydı. Yeter artık lütfen. Biraz otokontrol, biraz.

Kutlarım..

Şebnem Schaefer’in bekaretini tescil eden doktoru kutluyorum. Yüzyılın tescili bu. Ya da yüzyılın doktoru mu desek!

Mış gibi yapmak..

Bu ülkede, ‘içki kötüdür’ diye değil ‘içki günahtır’ diye içki yasaklanıyor. Sistemli bir şekilde. Göz göre göre.. Öyle bakıyoruz. Laikliği, Atatürk devrimlerini korumak için laflar söyleyip ‘mış’ gibi yapıyoruz. Sonra niye bu ülkede Milli Güvenlik Kurulu var, niye 28 Şubat’lar oluyor diye askere kızıyoruz, ‘Demokrasilerde asker bu kadar her şeyin içinde olmaz’ diye klişeler savuruyoruz. Söyleyin adım adım günah olan şeylerin sayısını artırıyorlar, ne yapıyoruz?

Özür

Salı günü Selvi Boylum Al Yazmalım’ın galasındaki izlenimlerimi aktarırken ‘Ancak filmi izlemeyen birinin bu oyundan çok fazla zevk alacağını sanmıyorum’ yazmıştım. Ne olduysa olmuş ‘filmi izlemeyen’, size ulaştığında ‘filmi izleyen’ olmuş. Düzeltir, özür dilerim.

Garipsedim

Hálá ısrarla soruyorum. Kaya Çiligiroğlu, Hülya Avşar’ın eski eşi olmaktan başka bir özelliğe sahip mi? Şarkıcı mı? Türkücü mü? Futbolcu mu? Yazar mı? Çizer mi? Düşünür mü? Siyasetçi mi?

Değil... Değilse hálá niye gündemde?.. Eski eşiyle evliliği bittiğine göre niye bu kadar önemli? Sadece tanınıyor olmak, gündemin tepsine oturmaya yetiyor mu?
Yazının Devamını Oku

Selvi boyunlu oldum al yazmaya az kaldı

13 Aralık 2005
Bazıları Selvi Boylum Al Yazmalım’ı sadece 1977’de Atıf Yılmaz’ın çektiği film sanıyorlar. Oysa Selvi Boylum Al Yazmalım’ın kökü, Kızgızistan’ın milli yazarı Cengiz Aytmatov’un 1963 yılında yazdığı bir öyküye dayanıyor. Aytmatov, dönemin rejim aleyhtarlarından. O dönemde de rejimin ne olduğu belli.

Türkiye’de özellikle kadınlar Selvi Boylum Al Yazmalım’ın öyküsünü çok sevdi. ‘Bana emek vereni mi yoksa aşkımı mı seçeyim ikilemi’ filmi baştacı yaptı. Hala hangi hangi kanalda yayınlansa rating alıyor. Kaç kez yayınlandığını ise bilmek kesinlikle mümkün değil. Bildiğim, bizim evde bir Selvi Boylum Al Yazmalım sapığı olduğu ve bu sapığın nerede selvi görse tapındığı...

Tabii ki kolay değil böylesine, oyuncusuyla, müziğiyle, görüntüleriyle, mekanıyla belleklere kazınmış bir filmi tiyatroya aktarmak. Hele de Sadri Alışık Kültür Merkezi gibi bir küçük bir mekanda!

Cesur olmak lazım.

Hülya İniş’in filmin belleklerde bıraktığı izler düşünüldüğünde öyküyü sahneye uyarlamasında sorun yok. Çocuğun büyük halinin anlatıcı olarak kullanılması, zaman zaman da oyuna katılması zeki bir buluş. Ancak filmi izleyen birinin bu oyundan çok fazla zevk alacağını sanmıyorum. Hele de böylesine güç sahneleme olanaklarıyla...

Yönetmen Barış Erden ve yardımcısı Rıza Kocaoğlu oyunu izleyicilerin içine sarkıtma konusunda ısrarcı davranmışlar. Oyunun neredeyse yüzde 70’i sahne önüne dikine uzatılan platformda geçiyor. Ellerindeki metin gereği uygulamalarında haklı olabilirler. Ama böyle olunca öndeki yaklaşık 100 koltukta oturanlar, oyunu izleyeceğim diye boyun spazmı geçirmek zorunda kalıyor. Hiçbir şeyin de tadı çıkmıyor. Oyun böyle oynanacaksa ilk 100 koltuğa bilet satılmasa çok iyi olur. Ya da girişte birer boyunluk dağıtılsa! Aralarda destek olsun diye..

Yönetimde bunun dışında sorun yok. Erden ve Kocaoğlu, metni bir seyirlik oyun havasında yorumlamışlar. Selvi Boylum Al Yazmalım bağımlıları için sahnede, filmi izlerken yaşanan her türlü duyguyu başarıyla yaşatmışlar. Başarılarında, seçtikleri müziklerin de büyük payı var. Oyunculara gelince... İpek Tuzcuoğlu, Menderes Samancılar mükemmel oynuyorlar. Kerem Alışık’la ilgili önyargım vardı, şaşırttı beni. Her duyguyu öre öre, yedire yedire oynadı... Zuhal Topal, Gülsen Tuncer, Metin Buktel, Muharrem Özcan, Serhan Yiğit de kusursuz oynadılar. Sahnede işini doğru yapmayan oyuncu yok gibiydi. Oyunculuktan çok keyif aldım.

Peki Barış Erden’in, oyunun broşüründe belirttiği gibi öykü sahneye konduğunda ‘farklı bir derinlik’ kazanmış mı? Evet. Bu sorunun yanıtı kesinlikle evet. Ancak daha önce de dediğim gibi eğer film bu kadar belleklere kazınmamış olsaydı, girdiğimiz ‘derinlikten’ çıkamayabilirdik.

Kadir İnanır’dan Şoray’a ters kaş

Selvi Boylum Al Yazmalım bittikten sonra salonda duygu yoğunluğu yaşandı. Kerem Alışık sahnede yaptığı samimi konuşmalarla resmi olmayan bir töreni, son derece resmi bir tören haline getirdi. Önce oyuncuları alkışlattı. Sonra ‘her şeyimizi borçluyuz’ dediği Çolpan İlhan’ı sahneye davet etti. Çolpan İlhan bir iki cümle kurdu ama sonra topu yine Kerem Alışık’a verdi.

Kerem Alışık daha sonra filme emeği geçenlerin salonda olduğunu söyledi. Herkesi sahneye davet etti. Ancak salonda kıpırdayacak yer olmadığı için sadece Ahmet Mekin sahneye ulaşmayı becerebildi. Atıf Yılmaz, Ahmet Mekin (Cemşit), Kadir İnanır (İlyas), Türkan Şoray (Asya), Ali Özgentürk (öyküyü sinemaya uyarlamıştı ama gecede yoktu), Arif Keskiner (yapımcı) adları sayıldıkça dakikalarca alkışlandılar. Türkan Şoray da oturduğu yerden sahneye çıkmaya yeltendi ama yanında oturan Kadir İnanır’ın hafif bir ‘ters kaş’ uyarısıyla devamını getiremedi. Kadir İnanır haklıydı. Eğer Türkan Şoray oturduğu sıkış tepiş yerden sahneye çıkmak için harekete geçseydi, tahminen şu sıralarda amacına ulaşıyor olabilirdi! Gördüğünüz gibi bu Kadirizm bazen oldukça işe yarayan bir şey!
Yazının Devamını Oku

Turizm Bakanı’na ve Aksoy’a sorular

12 Aralık 2005
BUGÜN izin verirseniz biraz geçmişe dönüp 7 Şubat 2005 tarihinde bu köşede yazdığım bir yazıdan alıntılar yapacağım. Dönüyorum: ‘KÜLTÜR ve Turizm Bakanlığı ‘Tanıtım İhalesi’ni, bu yıl da, daha önce aynı ihaleyi beş kez üst üste kazanan Ddf reklam ajansı kazandı. İhaleye katılan Wunderman reklam ajansı Yönetim Kurulu Başkanı, sektörün duayeni Atilla Aksoy ‘İhalenin sonucu ortadaysa niye ihale yapılıyor’ diye isyan etti, ihale sürecindeki ciddiyetsizliğe dikkat çekti. İhalede yasalara uygun olmayan bir şey yok. Hatta yasa bakanlığın tanıtım işini istediğini verebileceğini de söylüyor. Ancak Bakanlık her yıl ihale açıyor ve sonucunda ihaleyi hep Ddf reklam ajansı kazanıyor. Her yıl Reklamcılar Derneği ve ihaleye giren Türkiye’nin ‘muteber’ ajanları, ihale sürecinin ciddiyetsiz yapıldığını ve ‘adeta Ddf’in kazanması için tasarlandığını ima ediyorlar. Hatta bazı gazeteler ve meslek dergileri Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun ihaleyi kazanan ajansın sahibi ile ‘dostluk’ ilişkisini vurguluyorlar. Kanıt sunan yok ama. Herkes karnından konuşuyor.Sonuç değişmiyor. İhale yine aynı şekilde yapılıyor. Yine Ddf ihaleyi kazanıyor.

Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu Marketing Türkiye’nin 1 Şubat 2005 sayısında eleştiriler karşısında şöyle diyor: ‘..
İmaların arkasına sığınmak benim anlayabileceğim bir yol değildir. Bütün projeleri Reklamcılar Derneği’nde veya başka herhangi bir yerde sergileyip kamuoyunun ve uzmanların değerlendirmesine sunalım. Biz hazırız.’ Atilla Aksoy’da aynı dergide Mumcu’ya yanıt veriyor: ‘Hodri meydan sayın Bakan!’

Sonra ne oldu?’ diye merak ediyorsunuz değil mi? Bir şey olmadı. Eski tas eski ihale... Erkan Mumcu’nun Bakanlık’taki ömrü ihaleye katılan işleri sergilemeye yetmedi. Yerine Atilla Koç atandı. Bir süre önce yine yöntemlerle ihale açıldı ve bu kez İhaleye Ddf reklam ajansı katılamadı. Kapalı kapılar ardında yapılan ihaleyi bu kez geçen sene ihale sürecini ciddi bulmadığını açıklayan Atilla Aksoy’un reklam ajansı Wunderman kazandı. Ve Turizm Bakanlığı geçen hafta 2006 kampanyasını açıkladı. O ne! Gazetelerde yer alan afişler geçen sene Ddf tarafından üretilen afişler. Şimdi sorulara gelelim.

Bu nasıl iş sayın Bakan? Eğer Ddf reklam ajansının (sorumlu olduğu ülkelerde) Türkiye’yi doğru tanıtamadığına inanıyorsanız niye hala onun işlerini kullanıyorsunuz? Madem Ddf’in işleri bu kadar iyi idi niye ihaleye katılamadı? Yeni ihaleyi Wunderman kazandığına göre hala eski ajansın işlerini kullanmakta etik bir sorun görmüyor musunuz? Son iki sorum da Atilla Aksoy’a: İhale süreci geçen seneden farklı mıydı? Bu sene ihaleye katılan işlerin sergilenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Başka sorum yok.

Banka seçimi konusunda iç konuşmalar

Benim hayatımın bankası İş BankasıÖ Vakıfbank’la kamusal alanda maaş ilişkisi nedeniyle karşılaştım. Hepsi okumuş çocuklar, iyi banka, sağlam banka ama İş Bankası’ndan vazgeçem.

Geçenlerde gittiğim bir şubesinde yaklaşık bir saat kuyrukta beklesem de (Bu ziyaretimde İş Bankası’nda çok ilginç bir olayla karşılaştım. Genç güvenlik görevlisi bilgisayarın başına oturmuş bir taraftan gelenleri bankolara yönlendiriyor, bir yandan da bilardo oynuyordu. Tam bir saat... Gençliği boş oturtmak zor!), evimin hemen yanındaki bankomat neredeyse iki aydır çalışmıyor olsa da İş Bankası başka bir alışkanlık.

İnternetten çoğu işlemi kendim yapıyorum zaten, bankamatik her köşe başında var, (Maksimum Nakit Noktası’nı da görmedim sanmayın! Gördüm hoşuma gitti... ’Yayıldıkça yayılıyoruz, heh heh, aslan bankam’ dedim), Nihal’le Arda da sağolsunlar bir dediğimi iki etmiyorlar..

Şimdilerde Yapı Kredi yine benim dışımda nedenlerle hesap ilişkisine girdim. Sevmeye başladım. Bu arada HSBC’nın Fındıklı Şubesi’nde bir Filiz hanım var. Müdür. İnanılmaz bir şey..Ben böyle satışçı, böyle takipçi bir bankacı göremedim. Hayatımız değiştirmek için bana ev bile arıyor. Ev kredisi verecekmişÖ Düşüp bayılıyordum. Her banka müdürü Filiz hanım gibi olsa var ya, bu bankaların hiçbirinin sırtı yere gelmez..Bu hafta bana Bölge Müdürü’nü getiriyor. Tahminim bu kez de beni ikna edemezse son koz Genel Müdür. Filiz’de bu kapasite var!

Fortis’le ilişkim ise henüz televizyonda, gazetede. Dışbank reklamlarını göremiyorduk, Fortis reklamları oldukça görünülür! Fortis ismi ilk başta kulağa hafif ilaç ismi gibi gelse de (Novartis gibi) yakında beyinlere sadece banka olarak çakılacağından kimsenin şüphesi olmasın.

Logosu da amblemini de çok beğendim. Hele amblemine bittim. Çok hareketli, çok çağdaş, ‘avantajları’ iyi çağrıştıran bir amblem. Reklam filmini izleyince Fortis’in hayatımı değiştireceğini anladım da nasıl değiştireceğini anlamadım. Bir de bir hafif yapaylık var gibi, müzik iniyor, çıkıyor, bir yerde kesiliyor falan..

Hayatı değişen insanlar görmek hoşuma kesinlikle hoşuma gitti. Nasıl yapacaklar diye merakla bekliyorum. Sadece nohut-pilavcının restoran açma olayı kafamı karıştırdı. Dışbank böyle nohut-pilavcıya giden bir banka değildi? Fortis nasıl nohut-pilav işine girdi..

Banka dış cephelerini de gördüm. Bayağı iyi olmuş... Kırmızıyı severim. Fortis’e karşı kendimi kapamasam iyi olacak. Ama şu bankamatik sayısı, şube sayısı? Diana Kroll konserine gitmedin mi be adam... Orada söylediler ya şube sayısı iki katına çıkacakmış diye... Bekle bakalım, beynindeki banka marka portföyüne aldın Fortis’i işte. Bekleee. Filiz’le bölge müdürü de gelecek bu hafta...

Yeni reklamcılık eski ristürn

WUNDERMAN Reklam Ajansı’nın yönetim kurulu başkanı Atilla Aksoy Yeni Reklamcılık isimli bir kitap yazmış. Okumadım, bizim İK’da Gaye Güzelay Aksoy’la röportaj yapmış, oradan haberdar oldum. Aksoy’un yanıtlardan anladığım kadarıyla kitabında reklamcıları, reklamverenleri ve medyayı eleştiriyor. ‘Değişmeliyiz, bu yüzden de tartışmalıyız’ diyor. Röportajda Aksoy ‘risturn’ konusuna değinmemiş. Yani medyaya reklam yerleştirenlerin (reklamverenden haberli ya da habersiz) yıl sonunda medyadan aldığı ek komisyonlara..

Aksoy’un kitabını hemen edinip okuyacağım. Eğer orada da ‘ristürn’ konusuna değinmemişse Aksoy’a dönüp soracağım: Bu nasıl yeni reklamcılık sevgili Aksoy? Reklam sektörünün bugün en büyük sorunu ‘risturn’ konusu değil mi? ‘Risturn’ konusu çözülmeden ister eski ister yeni reklamcılık yapmışsın fark eder mi? ‘Risturn’ neye prim veriyor? Yaratılığa mı? Doğru yere doğru reklamı yerleştirmeye mi? Reklam yatırımlarının artmasına mı? ‘Ristürn’ neye kime hizmet ediyor? Risturn yüzünden reklama yatırılan paraların % 50’si boşa gidiyor olabilir mi? Önce bir kitabı okuyayım ama sonra soruları soracağım. Yanıtını alamazsam başkalarına daÖYine alamazsam oturup ristürn dosyasını kendim açacağım... Yakında bu köşede.

(*) Atilla Aksoy (2005) Yeni Reklamcılık, Bilgi Üniversitesi.

Çekirgelik

Tek bir ölüm trajedi, bir milyon ölüm istatiksel veridir

(Stalin)
Yazının Devamını Oku

Sapla samanı karıştırmak

11 Aralık 2005
İLHAN Selçuk, Doğan Kitap’ın nasıl çalıştığını sanıyor acaba? Hasan Cemal’in ‘Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim’ isimli kitabı genel yayın yönetmeninin önüne gelecek, yayın yönetmeni kitabı okuyacak ve diyecek ki: ‘Abi yayınlayamayız, Aydın Doğan’a sormamız lazım hem bu kitabı yayınlarsak dincilerin ekmeğine yağ süreriz, üstelik de Cumhuriyet’e saldırmış oluruz!’ Böyle bir şey nasıl denir! Nerede kaldı konuşma özgürlüğü! Nerede kaldı basın özgürlüğü... Hasan Cemal’in görüşlerini sansürleyelim Cumhuriyet kurtulsun! Hasan Cemal konuşacak Cumhuriyet batacak..Olacak iş mi bu... Hangi Hasan Cemal böyle bir sansüre karşı durabilir?

Bastıracak tabii ki Hasan Cemal’in kitabını. Konuşma özgürlüğü varsa bastıracak, demokrasi varsa bastıracak. Doğan Kitap basmasa Moğan Kitap basardı. Kitap basıldıktan sonrası ise doğal süreç..

Popüler kültür dünyası çok kalabalık ve herhangi bir kitabın da bu dünyada pastadan bir dilim koparabilmesi için savaşması şart!

Doğan Kitap da Hasan Cemal’in Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim isimli kitabını duyurmak için elindeki fırsatları değerlendirdi. Ropörtajlarla, haberlerle, reklamlarla... Aynı diğer kitaplara yaptığı gibi... İçeriğine karışmadan!

Kitabın yazarı Hasan Cemal gibi bir ‘abi, arkadaş, dost, gazetecilik fenomeni’ olunca, konu da bir dönem Cumhuriyet gazetesinde yaşananlar olunca haliyle ‘kapsam’ biraz genişledi. Teknik anlatımıyla bütünleşik iletişim çok etkili bir hal aldı.

Hasan Cemal’in anılarında resmedilen halini beğenmeyen İlhan Selçuk da kıvrak bir kalem hareketiyle tam anlamıyla bir pozisyonlama yaptı: ‘Doğan Grubu topyekün savaş açtı, dincilerle birlik oldu, Cumhuriyet’i yok etmeye çalışıyor!’

İlginç bir ‘savunma’ ve mükemmel bir konudan uzaklaştırma stratejisi... Hedef ben değilim Cumhuriyet! Kimse Hasan Cemal’in kitapta anlattığı İlhan Selçuk’u tartışmasın, Cumhuriyet’e yapılan saldırıyı tartışsın... İlhan Selçuk gerçekten usta bir iknacı! Şapka çıkardım! Metin yazarı olsa rakipleri karşısında asla duramaz!

Oysa tartışılması gereken Hasan Cemal, Hasan Cemal’in anıları... Öykülerken kullandığı sıfatlar, yaptığı tanımlamalar... Bu konuları isteyen istediği gibi tartışır, yanlış der, doğru der, istediği gibi yorumlar. Hasan Cemal’in anıları bana kadar gelip dokunuyorsa Selçuk’un stratejik manevrası konusunda sizleri aydınlatmak benim görevim.

Haftada beş gün Hürriyet’te yazıyorum daha kimse, ne Aydın Bey, ne Ertuğrul Özkök çıkıp da şunu yaz bunu yazma diye bir şey demedi. AKP’nin Türkiye’yi ‘ılımlı İslam’ ülkesi yapma girişimlerine karşıyım, yazıyorum. Türkiye’yi küresel dünyadan koparmaya çalışanlara karşıyım yazıyorum. Devletçi kafalara karşıyım yazıyorum, şeyhçi, şıhçi kafalara karşıyım yazıyorum. Bu gazetenin de en önemli gelir kaynağı reklamları, reklam dünyasını eleştiriyorum, yazıyorum. Hiç kimse şunu yaz bunu yazma demiyor, sürekli yazıyorum. Hatta Aydın Bey, her karşılaşmamızda ‘Hoca çok doğru bir iş yapıyorsun, çok öğretici’ deyip destekliyor. Durum böyleyken Hasan Cemal’in yazdıklarının ucu gelip bana, benim yazdığım ortama dokunuyor anlayamıyorum.

Not: Aydın Bey’in İlhan Selçuk’a yazdığı mektuptaki yaklaşıma da şapka çıkardığımı belirteyim. ‘Beni karıştırmayın İlhan Bey, haberim yok, ben kimseye karışmadım, karışmam da! Nokta..’ Bir tartışma dışında kalmak bundan daha iyi nasıl noktalanabilir? Nitekim noktalandı da.

Şemdinli ve ROJ TV Erdoğan’a yaradı

SON zamanlarda ‘Bugün seçim olsa kime oy verirdiniz?’ anketleri çoğalmaya başladı. Hepsi yanlış. Bugün seçim yok. Ortada sandık bile yok. Ortada sandığın bile olmadığı yerde herkes geçmiş verilere göre kararsız oyları dağıtarak parti oyu hesaplamaya çalışıyor. Hata yapıyor.

Seçmen yaşındakilerin yüzde 50’si hala kararsızsa hangi varsayımlarla bu kararsızları dağıtırsınız? Saçmalamayın... Para kazanacağız diye abuk sabuk araştırmalar yapmayın... Yüzde 50 kararsız seçmen, sandık ortaya konduğunda diğer yüzde 50’yi bile etkileyebilecek bir kamuoyu gücüne sahip olabilir. En doğrusu farklı sorularla tahminlerde bulunmak... Örneğin TNS Piar’ın yaptığı liderlerin form grafiği araştırmasına bakarak...

18 yaş üstü kır-kent temsili 2000 kişiyle her ay yapılan araştırmanın sonuçları geldi. Kasım Ayı sonuçları. Başbakan Erdoğan 3.8 puan formunu arttırmış. Erdoğan’ı olumlu bulanların oranını yüzde 42.8’ye çıkmış. Şemdinli’de yaptığı çıkış, ROJ TV’yi engellemesi Erdoğan’a yaramış.

Erdoğan’ın formu her zaman AKP’den yüksek çıkmıştır. Şu an AKP’ye oy vereceklerin oranını yüzde 42,8 sanmayın. Geçmişteki araştırmalar ve seçim sonuçları ilişkilendirildiğinde AKP’nin oylarının en fazla yüzde 28 olduğu söylenebilir. Yani Türkiye’nin yüzde 72’si hala AKP’nin karşısında..

AKP içkiyi yasaklarken, imam hatiplilerin önünü açarken bu sonucu görmezden gelmese iyi olur.

Peki ya diğerleri? Sağ’dakilerin hepsi ya yerinde sayıyor düşüşte..Sadece Baykal’da 1.5 puanlık bir artış var. Sonuç: Türkiye’nin alternatif lider arayışı sürüyor!

Üç ayda liderlerin form grafiği (%)

Liderler Eylül Ekim Kasım

Erdoğan 40.1 39.0 42.8

Baykal 11.1 10.3 12.6

Bahçeli 13.9 11.9 11.9

Ağar 12.9 10.5 9.9

Mumcu 12.0 10.5 9.7

Kaynak: TNS Piar, bağımsız araştırma, o liderle ilgili olumlu görüş bildirenlerin oranı. Saha: 7-29 Kasım.

Doğru soruyla dünya markası olmak

‘SABUN cildi kurutuyor, ne yapalım?’ sorusuyla başlayan marka macerası dünyanın en başarılı markalarından birini doğurdu: Dove... Dove o kadar başarılı bir marka ki genişledikçe genişliyor. Artık sadece sabun değil (pardon nemlendirici diyecektim), saç kremi, şampuan, cilt bakım kremi olarak da Dove var. Dove reklamları hep basit, hep damardan... Hep nemli... Şu anda yayınlanmakta olan cilt bakım kremi reklamı da mükemmel. Dove’un cilde yaptığı etkiyi suyun çiçeğe yaptığı etkiyle anlatıyor. Bir yandan da kadınlara ‘Siz çiçeksiniz’ diyor. Bir mesaj bundan daha basit, daha etkili ve damardan nasıl verilebilir?

Ekim ayında TNS Piar bizim için Trendpoll araştırmasında 18 yaş üstü 2000 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç güzellik ve bakım kremi nedir?’ diye sordu... 1354 kişi (Yüzde 67) en az bir marka anımsayabildi... Bu kategoride hala gidilecek yol var anlayacağınız.

Kim mi ilk anımsanan marka? Tahmin edin bakalım... Arkoooooo. Anımsanma oranı yüzde 56.7, sonra Nivea geliyor (Yüzde 52,6). Arko, gördüğünüz gibi, Nivea gibi bir dünya deviyle iyi mücadele veriyor. Doğru stratejileri uygularlarsa bizim markalarımız da küresel markalarla çok rahat rekabet edebiliyor. Yeter ki reklamın değerini anlasınlar.

Dove ise pazara geç girmesine rağmen yüzde 17 ile dördüncü sırada ve çabalarına baktığımda uzun süre bu oranda kalacak gibi görünmüyor. Çok katlı pazarlama taktikleri uygulayan Avon ve Oriflame’in ilk beş marka arasına girmesi ise kadınlara birebir pazarlama yapmanın ne kadar etkili olduğunu göstergesi. İş bilenin pazar payı anımsananın.

Güzellik ve Bakım Kremi Marka Ligi

Markalar Anınmsanma (%)

Arko 56.7

Nivea 52.6

Avon 28.2

Dove 17.0

Oriflame 9.3

Loreal 6.0

Vichy 5.3

Vazelin 2.8

Lancome 2.2

Hobby 1.7

Eker aradı

TARIM ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker geçen hafta yapdığım ihbar üzerine aradı ve tüm semt pazarlarında izinsiz tavuk kesimini önlemek için İl Tarım Müdürlerine emir verdiğini söyledi. Aynı zamanda kuşların uğrak yeri olan havzalarda nasıl virüs taraması yaptırdığını anlattı. Daha önce de belirttiğim gibi Mehdi Eker’in ‘kuş gribi’ gibi bir krizi yaşarken bakanlık yapması hepimizin bir şans. Kuş gribi krizi gıda sektöründe hijyen sorununun çözmemiz fırsat ve Mehdi Eker bu fırsatın farkında... Eker’e uyarılarım devam edecek.

Çekirgelik

HER gazeteci eğer aptal değilse ya da kendi önemini abartmıyorsa ahlaki olarak neyin doğru olup olmadığını bilir.

Janet Malcolm
Yazının Devamını Oku

Kız kardeşiniz sevgilinizle yatarsa

9 Aralık 2005
Yerinde Olsam’ı en sevdiğim sinema salonu Gmall’da izledim. Gmall’un rahat ve huzur veren salonunun keyfini bir yana bırakacak olursam, iki saat on dakika süren film de oldukça keyifliydi. Oyuncu seçimine diyecek yok, yönetmene diyecek yok. Curtis Hanson, romandan uyarlanan bir senaryoyu elinden geldiğince dokunaklı işlemiş işte. Ama filmin sonunda bıraktığı duygu sentetik bir duygu. Bunun nedeni de, bu tür filmlerdeki formüller.

Maggie (Diaz) vurdumduymaz, aklı havada, model olmaya çalışıyor. Çok seksi, çekici ama cahil. Ablası tam tersi bir kişiliğe ve fiziğe sahip Rose (Colette). Çok başarılı bir avukat, sorumluluk duygusuna sahip bir kadın. Ama çekicilik açısından sorunlu. Böylesine iki zıt karakterin çatışmasından doğan formül bir öyküyü izlemek keyifli olmaz mı! Üstelik daha filmin ilk on beş dakikasında Maggie, Rose’un sevgilisiyle yatarsa, Rose da onu evinden kovarsa, Maggie de Florida’ya daha önce yüzünü bile görmediği anneannesinin (MacLaine) yanına taşınırsa...

Keyifli olur ama formül açığa çıkmışsa filmi izlerken oluşan sentetik duygular filmi izledikten sonra keçi boynuzu yemiş etkisi yaratır. Yerinde Olsam’da sorun bu işte. Formül birtakım aykırı olaylarla farklı formül haline getirilmeye çalışılsa da, özünde aynı formül işte. Aslında aykırı dediğim nokta da bir çeşit formül. Kız kardeşinizin evlenmeyi düşündüğünüz adamı elinizden aldığını düşünsenize. Ne yaparsınız? Namus cinayeti olur mu? Neden? Tam tersi olsaydı? Erkek kardeşiniz sevgilinizi elinizden alsaydı? Çok ilginç bir toplumuz değil mi? Namus kavramı koromozom yapısına göre değişiyor.

Neyse hiç bu konuya girmeyelim, son sözü söyleyelim. Film bir yönetmen filmi olsa da Cameron Diaz’ın çok iyi bir oyunculuk sergilediğini söylemek mümkün. Yıllar sonra Shirley MacLaine’i beyazperdede görmek çok hoş. Gidelim mi?

Shirley MacLaine’li Sevgi Sözcükleri filmini anımsamak isteyenler, Yerinde Olsam’ı kaçırmasalar çok iyi olur. Diğerleri için kararsızım. Gitseler de olur gitmeseler de...

Filmle ilgili anlamadığım bir nokta var. ’In her shoes’ filmin İngilizcesi. Yerinde Olsam güzel bir çeviri ama İngilizce’deki çift anlamlılığı içermiyor. Filmin içinde de ilginç bir nokta var: Her iki kardeşin ayakkabı numaraları aynı ve Rose’un çoğu kadın gibi ayakkabı takıntısı var. Güzel ayakkabıların onu güzel kadınlarla algısal olarak eşitlediğini düşünüyor. Maggie de sürekli Rose’un ayakkabılarına sarkıyor. Ama ortaya net bir anlam çıkmıyor. Benim kaçırdığım bir şey mi var? Yoksa sorun yönetmende mi?

Bütün türküleri Zara mı söylese ne

Bu Toprağın Türküsü’ndeki jüri üyeliğim beni türkü manyağı yaptı. Geçen haftayı sadece türkü dinleyerek geçirdim. Tabii ki Zara’nın 2 CD’den oluşan Zamanı Geldi adlı albümünü de dinlemeyi ihmal etmedim. Zara’nın albümü zarfıyla, mazrufuyla gerçekten de çok etkileyici bir albüm olmuş. Niye yalan söyleyeyim, türkülerden oluşan ilk albümü dinledikten sonra bir an içimden şu düşünceyi geçirdim: ‘Tüm türküleri Zara söylemeli!’ Ya da şöyle söyleyeyim; Zara’nın albümündeki türkülerin düzenlemelerini kim yaptıysa, tüm türkülerin düzenlemelerini o yapmalı. Bakın o zaman türkü nasıl ‘trend’ oluyor!

Tamam belki biraz abartıyorum ama ne dediğimi anlamak, Zara’nın son albümünün değerini görmek için alın, mutlaka dinleyin. Mapushane İçinde’yi, Kırklar Semahı’nı, Yandı Bağrım’ı, Müdür Beyin Yeşil Kürkü’nü... Zara türkü söylemiyor, türküleri konuşturuyor.

İkinci CD nostaljik bir CD. Zara 70’li yılların çok bilinen şarkılarını; Beni Unutma’yı, Tükeneceğiz’i, Baharda Kuşlar Gibi’yi kendi yorumuyla, akustik piyano eşliğinde söylemiş. Canlı canlı kayıtları yapılmış, albüm haline getirilmiş. Zara’nın sesi 70’li yılların pop şarkılarına da çok güzel gitmiş. Ceyhun Çelik de piyanosunu konuşturmuş. Ortaya tadından yenmez başka bir albüm çıkmış.

Şimdiii... Soruna gelelim. Anlaşılıyor ki Zara’nın sesi iyi, ses eğitimi iyi, müzik eğitimi iyi, ekibi sağlam. Daha önce çıkardığı Türk sanat müziği albümünü ben dinlemedim ama, öve öve bitirilemiyor. Zara her tür müziği hakkıyla söylüyor. Peki Zara ne sanatçısı olarak görülmek istiyor? Ses sanatçısı mı? Hani her şeyi yorumlayan.

Birini seçse daha iyi olmaz mı? En azından müzik market raflarına albümleri dizen satış elemanlarına yardımcı olmak için. Her şeyi söyleyen bir sanatçının albümlerini nereye koysun şimdi bu çocuklar?

Televizyona kafa tutan müthiş komedi

Salı gecesi BKM’de izlediğim 27 Numara, türler içine hapsedilemeyen bir oyun. Absürd desem absürd değil, vodvil desem vodvil değil, doğaçlama desem doğaçlama değil, epik desem epik değil... Bıraktım tür tahminini, sadece çok komik bir oyun diyorum. Ama çok zekice kurgulanmış bir komedi. Trendlerden beslenen, üstelik televizyon popüler kültürüyle iç içe geçerek televizyona kafa tutan bir oyun. En önemlisi de yıllar içinde özü itibarıyla geleceğe taşınabilecek bir oyun.

27 Numara, biri kadın üçü erkek dört kişinin ellerindeki aynı türden çantalarıyla bir apartman dairesinde buluşmalarıyla başlıyor. Biri pezevenk, biri jigolo, biri entel inzivacı, diğeri bir futbol spikeri... Kısa süre sonra devreye bir de apartmanın kapıcısı giriyor. Dört kişi aralarında hesap kesiyor. İşler karışıyor, karşıyor hatta o kadar karşıyor ki, bu kez devreye öteki dünyanın hesap kesicileri giriyor. Ortaya çıkan komedi tadından yenmiyor. İki saat sürekli gülüyor, bir yandan da oyunu yorumlamaya çalışıyorsunuz.

Oyundaki tek sorun, çok kısa süreli duraksamalar. Oyunun sahneye konuşundan kaynaklanan küçük duraksamalar, oyunun sonuna doğruyu tempoyu düşürüyor. İzleyicinin soğumasına yol açıyor. Sonraki oyunlarda sarkan kısımlara tedavi uygulanacağına eminim.

Oyunda yıldızlaşan çok oyuncu var. Başta Murat Akkoyunlu, müthiş oynuyor. İnanılmaz bir komedi oyuncusu. Hakan Bilgin, Doğa Rutkay, Yosi Mizrahi oynadıkları karakterlere hakkını veriyorlar. Uğur Uludağ ise 27 Numara’daki yazarlığı, yönetmenliği ve oyunculuğu ile çok farklı bir ‘tiyatro beynine’ sahip olduğumuzun müjdesini veriyor. Diyorum ki: ‘Uğur Uludağ’a dikkaaaaat. 27 Numara mutlaka izlenmeli.’

CUMA İTİRAFI

Kocasının Fıstığı; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 28; İl: İstanbul

Beş yıllık evli olmamıza rağmen eşimin mahrem yerine ne bakabiliyorum, ne de dokunabiliyorum. Okuduğum itiraflarda oral seksten anal sekse kadar pek çok şey var. Bunları ne aklım, ne de midem alıyor. Bazen düşünüyorum da, ben çok şey mi kaçırıyorum acaba?

Yorum: Şimdi ne diyelim. Beyefendiye sormak lazım. O bir şey kaçırdığını düşünmüyorsa sorun yok. Düşünüyorsa kimin neyi kaçıracağını zaman gösterir. Haksız mıyım?

CUMA Lakırdısı

‘Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.’ (Mevláná)

CUMA TAKINTISI

Dr. Erdal Atabek, eleştirel düşünebilen çocuklar yetiştirmeyi amaçlayan anne babalar için Başarı Adım Adım isimli bir kitap çıkarmış. Piyale Madra da içine çok hoş karikatürler çizmiş. Hafta sonu ‘Çocuğumu nasıl yetiştireceğim?’ kaygısıyla geçecekse, Atabek’in kitabı takılacak bir kitap. Takın...
Yazının Devamını Oku