Ali Atıf Bir

Noel Baba’nızın yaşı kaç

30 Aralık 2005
Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı J.R.R Tolkien’in nasıl bir düşgücü potansiyeline sahip olduğunu merak eder dururdum. Kolay değil, Orta Dünya gibi bir ülkeyi, ilişkileri, sembolik anlatımları kağıt üzerinde kurmak. Kolay değil olmayan bir dünyayı sanki varmışçasına ince ince tanımlamak ve yazdıktan neredeyse elli altmış yıl sonra bile okuyanları "Ne diyor bu ya?" diye sorgulatmak.

Okuyanus yayınlarından yeni çıkan "Noel Baba’dan Mektuplar"ı okuyunca, çizdiği resimleri görünce, J.R.R Tolkien’le ilgili aklımdaki sis perdesi biraz dağıldı. "Noel Baba’dan Mektuplar", J.R.R Tolkien’in 1920-1943 arasında Noel Baba’nın yerine geçip, çocukları John, Michael, Cristopher ve Priscilla’ya yazdığı mektupları kapsıyor.

Yüzüklerin Efendisi hayranı iseniz mutlaka okumanız gereken mektuplar. Tolkien gerçekten inanılmaz yaratıcı bir beyin. Hangimiz Noel Baba’nin bir kutup ayısı ile yaşadığını, zamanla evin içine kar perilerini, kızıl yercücelerini, gulyabanileri, kardan adamları, in ayılarını aldığını düşünebilir? Hatta kutup ayısının Paksu ve Valkotukka isimli iki yeğeni olduğunu. Noel Baba’nın bir de kendine perilerden İlbereth isimli bir sekreter atadığını...

J.R.R Tolkien’in Noel Baba’sının yaşı bindokuzyüzyirmibeş. Bu yüzden mektuplarında harfler biraz titrek. Sizin Noel Baba’nızın yaşı kaç? Nerede oturuyor? Ne yiyor ne içiyor? Bu yılbaşı çocuklarınızla konuşup bir Noel Baba dünyası kurmayı denesenize. Keşke Himiniler küçükken Tolkien’in bu kitabını okusaydım da, böyle bir dünya kurmak önceden aklıma gelseydi. Kimbilir yeni yıl hediyeleri nasıl daha da heyecanlı açılırdı. Kaçan bir şey yok. İşte size Tolkien’in ilk mektuplarından biri:

"Sevgili oğullarım, bu yıl çok işim var. Bunu düşününce bile elimin titremesi artıyor. Üstelik param da kalmadı. Doğrusu çok korkunç şeyler geldi başıma. Hediyelerin bir kısmı bozuldu. Kutup Ayısı da bana eskisi gibi yardım etmiyor artık. Üstelik tam Noel öncesi taşınmam da gerekti. İşte şimdi ne durumda olduğumu gözünüzün önüne getirebiliyorsunuzdur. Yeni eve taşınmak zorunda kalışımın ve ikinize ayrı ayrı mektup yazamayışımın nedenini de şimdi öğreneceksiniz.

Olay şu: Kasım ayının çok rüzgarlı bir gününde kukuletam uçtu, uçtu, gitti Kuzey Kutbu’nun tepesine takıldı. Benim "Hayır, yapma" dememe kalmadan bizim Kuzey Kutbu Ayısı kukuletamı almak için Kuzey Kutbu’nun o incecik tepesine tırmanmaya kalktı. Evet, kukuletayı oradan alabildi ama koskoca Kuzey Kutbu ortadan ikiye kırılıp bizim evin üstüne düştü. Kutup Ayısı da paldır küldür çatıda açılan delikten oturma odasının tam ortasına düştü. Burnunun üstünde benim şapkamla beraber. Çatının üstündeki karlar da onunla beraber içeri girmiş oldu ve bütün mumlar söndü. Karlar eriyince bu kez sular, bu yıl için hazırladığım hediyeleri sakladığım bodruma dolmaya başladı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Kutup Ayısı’nın bacağı da kırılmış oldu.

Kutup Ayısı iyileşti ama kendisine çok kızıp söylenmiş olduğum için bir daha bana hiç yardım etmeyeceğine yemin etti. Onu biraz kırmış oldum galiba ama umarım gelecek yıla her şey düzelir.

Başımıza gelen kazanın ve Kuzey Kutbu kayaları üstündeki yeni evimizin birer resmini, bu mektubun içine koyup gönderiyorum. Evin altındaki kayaların içinde çok güzel kilerler var. John, benim gibi bin dokuz yüz yirmi beş yaşındaki bir ihtiyarın titrek el yazısını okuyamıyorsa bu konuda babasından yardım isteyebilir. Bakalım Michael ne zaman yazı yazmayı öğrenip bana kendi eliyle mektuplar yazmaya başlayacak? Her ikinize ve adaşım Christopher’a çok çok sevgiler. Şimdilik bu kadar, hoşça kalın. Noel Baba."

Hepinize tatlı anları çok, acı anları az yeni bir yıl diliyorum. Yeni yılın ilk günü görüşmek üzere.

Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı J.R.R Tolkien’in nasıl bir düşgücü potansiyeline sahip olduğunu merak eder dururdum. Kolay değil, Orta Dünya gibi bir ülkeyi, ilişkileri, sembolik anlatımları kağıt üzerinde kurmak. Kolay değil olmayan bir dünyayı sanki varmışçasına ince ince tanımlamak ve yazdıktan neredeyse elli altmış yıl sonra bile okuyanları "Ne diyor bu ya?" diye sorgulatmak.

Okuyanus yayınlarından yeni çıkan "Noel Baba’dan Mektuplar"ı okuyunca, çizdiği resimleri görünce, J.R.R Tolkien’le ilgili aklımdaki sis perdesi biraz dağıldı. "Noel Baba’dan Mektuplar", J.R.R Tolkien’in 1920-1943 arasında Noel Baba’nın yerine geçip, çocukları John, Michael, Cristopher ve Priscilla’ya yazdığı mektupları kapsıyor.

Yüzüklerin Efendisi hayranı iseniz mutlaka okumanız gereken mektuplar. Tolkien gerçekten inanılmaz yaratıcı bir beyin. Hangimiz Noel Baba’nin bir kutup ayısı ile yaşadığını, zamanla evin içine kar perilerini, kızıl yercücelerini, gulyabanileri, kardan adamları, in ayılarını aldığını düşünebilir? Hatta kutup ayısının Paksu ve Valkotukka isimli iki yeğeni olduğunu. Noel Baba’nın bir de kendine perilerden İlbereth isimli bir sekreter atadığını...

J.R.R Tolkien’in Noel Baba’sının yaşı bindokuzyüzyirmibeş. Bu yüzden mektuplarında harfler biraz titrek. Sizin Noel Baba’nızın yaşı kaç? Nerede oturuyor? Ne yiyor ne içiyor? Bu yılbaşı çocuklarınızla konuşup bir Noel Baba dünyası kurmayı denesenize. Keşke Himiniler küçükken Tolkien’in bu kitabını okusaydım da, böyle bir dünya kurmak önceden aklıma gelseydi. Kimbilir yeni yıl hediyeleri nasıl daha da heyecanlı açılırdı. Kaçan bir şey yok. İşte size Tolkien’in ilk mektuplarından biri:

"Sevgili oğullarım, bu yıl çok işim var. Bunu düşününce bile elimin titremesi artıyor. Üstelik param da kalmadı. Doğrusu çok korkunç şeyler geldi başıma. Hediyelerin bir kısmı bozuldu. Kutup Ayısı da bana eskisi gibi yardım etmiyor artık. Üstelik tam Noel öncesi taşınmam da gerekti. İşte şimdi ne durumda olduğumu gözünüzün önüne getirebiliyorsunuzdur. Yeni eve taşınmak zorunda kalışımın ve ikinize ayrı ayrı mektup yazamayışımın nedenini de şimdi öğreneceksiniz.

Olay şu: Kasım ayının çok rüzgarlı bir gününde kukuletam uçtu, uçtu, gitti Kuzey Kutbu’nun tepesine takıldı. Benim "Hayır, yapma" dememe kalmadan bizim Kuzey Kutbu Ayısı kukuletamı almak için Kuzey Kutbu’nun o incecik tepesine tırmanmaya kalktı. Evet, kukuletayı oradan alabildi ama koskoca Kuzey Kutbu ortadan ikiye kırılıp bizim evin üstüne düştü. Kutup Ayısı da paldır küldür çatıda açılan delikten oturma odasının tam ortasına düştü. Burnunun üstünde benim şapkamla beraber. Çatının üstündeki karlar da onunla beraber içeri girmiş oldu ve bütün mumlar söndü. Karlar eriyince bu kez sular, bu yıl için hazırladığım hediyeleri sakladığım bodruma dolmaya başladı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Kutup Ayısı’nın bacağı da kırılmış oldu.

Kutup Ayısı iyileşti ama kendisine çok kızıp söylenmiş olduğum için bir daha bana hiç yardım etmeyeceğine yemin etti. Onu biraz kırmış oldum galiba ama umarım gelecek yıla her şey düzelir.

Başımıza gelen kazanın ve Kuzey Kutbu kayaları üstündeki yeni evimizin birer resmini, bu mektubun içine koyup gönderiyorum. Evin altındaki kayaların içinde çok güzel kilerler var. John, benim gibi bin dokuz yüz yirmi beş yaşındaki bir ihtiyarın titrek el yazısını okuyamıyorsa bu konuda babasından yardım isteyebilir. Bakalım Michael ne zaman yazı yazmayı öğrenip bana kendi eliyle mektuplar yazmaya başlayacak? Her ikinize ve adaşım Christopher’a çok çok sevgiler. Şimdilik bu kadar, hoşça kalın. Noel Baba."

Hepinize tatlı anları çok, acı anları az yeni bir yıl diliyorum. Yeni yılın ilk günü görüşmek üzere.

CUMA İTİRAFI

eylül2004; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 31; İl: İstanbul

Yılbaşının ay sonuna gelmesinden nefret ediyorum. Hediye almam gereken ailem, akrabalarım ve çok yakın arkadaşlarım var ama ay sonu yaklaştığı için çok param yok. Şu yılbaşı hediyelerini ay başından sonra versek ayıp mı olur?

Yorum: Gördüğünüz gibi yılbaşı yaklaşırken insanların yaşadığı sorunlar yaklaşık bir yüzyıldır aynı. Sizce J.R.R Tolkien niçin Noel Baba olarak yazdığı mektupta parasızlıktan söz ediyor acaba?

CUMA TAKINTISI

Kesinlikle Babam ve Oğlum... Görmediyseniz mutlaka görün. Çağan Irmak mükemmel bir filme imza atmış. Değerlerinizi sorgulayacağınız, sevdiklerinize daha da sokulacağınız bir filme... 2006’ya Babam ve Oğlum’u izleyerek girmek farklı bir 2006 yaşamanıza neden olabilir. Eğer gözyaşlarımı dindirebilirsem gelecek haftalarda sıkı bir Babam ve Oğlum analizi okuyabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Bizim için fark etmez

30 Aralık 2005
Mevlüt Tezel’e verdiği röportajda Fatih Ürek, "Taşıyıcı anne bulup çocuk sahibi olmayı ve babası olarak bir çocuk büyütmeyi istiyorum. Renkli kişiliğim, takılarım ve transparan gömleklerim hakkında ne düşünürse düşünsünler hiç umrumda değil" demiş.. Ne diyebiliriz.. Bizim için Ürek, ha baba ha anne ne fark eder. Önemli olan doğacak çocuğunun onu ne olarak kabul edeceği. Sizce?

Güner Ümit’in günahı

Yıllar önce Güner Ümit’in ağzından, canlı yayında, bir an boş bulunup talihsiz bir sözcük çıkmıştı.. Türkiye bir anda karıştı, Güner Ümit programını bırakmak zorunda kaldı. Bir daha da eski Güner Ümit olamadı.

Güner Ümit’in suçu neydi? Çok basit.. Sokakların yalan yanlış ürettiği bir söylemi ekranda meşrulaştırmak..

Başbakan Tayyip Erdoğan, İzmirlilerden söz ederken "İzmir’e yapılan bazı yakıştırmalar var. İlk seçimde bu yakıştırmaları üzerinizden silip atacaksınız" dedi.

Bu ne demek? Yine sokaktaki yalan yanlış bir söylemi meşrulaştırmak değil mi? Hem de meşrulaştıran bir Başbakan. Doğrudan bir il halkına, "Siz işbirlikçi Yunan tohumu gavur İzmir’siniz" demeye getiren..

Ama Başbakan öyle dememiş.. Sözcüsü Akif Beki’ye göre "solun kalesi" demiş. İlk seçimde İzmir sağın kalesi olacakmış..

Yıllar önce Akif Beki Güner Ümit’in sözcüsü olsaydı, acaba onu kurtarabilir miydi? Şimdi nasıl kurtarıyor?

Güner Ümit’in günahı neydi? Ya da Tayyip Erdoğan’a tanınan kredi, bir türlü niye bitmiyor?

Halkımız ve balık hafızası..

"Halkımız balık hafızalı" diyenleri yalancı çıkaran bir e-posta aldım. Okuyun bakalım Kerem’in yazısını da, yurdum insanı balık hafızalı mı değil mi karar verin..

"Esin Sabur isimli okuyucunuzun mektubuna yer vermişsiniz.. Kendisi gayet güzel konulara değinmiş.. Ben de bir konuya parmak basmak istiyorum..

Bundan 8 sene önce, Cem Özer henüz talk-show programını bırakmamışken, Kanal D’de yayınlanan sezonun ilk programında konuklarından biri Gönül Yazar’dı ve kendisi o gece aşırı alkollü bir şekilde çıkmıştı programa..

Hatta yayın öncesinde kafasına taktığı bir olay sonucu, nüfus kağıdını da beraberinde getirip, kameralara göstermek için epey çaba sarf etmişti.. Program bir şekilde kazasız belasız atladıldı.. Ertesi hafta programa başka bir konuk katıldı.. Bu konuk, bir önceki hafta yayınlanan "Laf Lafı Açıyor" programını seyredip hazırlıklı gelmişti programa.. Tiyatro geçmişinin verdiği profesyonellikle, eline bir Jack Daniel’s şişesi alıp, sallana sallana çıkmıştı seyircinin karşısına..

Yaklaşık bir 15 saniyelik gösteriden sonra, bunun bir oyun olduğunu ve geçen hafta yaşananları eleştirmek için hazırlanmış mizahi bir gönderme olduğunu anladık.. Bu olaydan 8 sene sonra, aynı konuk, bu sefer de kendi programında, 8 sene önce yaptığı şeyin tam aksini savunarak, sanatçıların programlara alkollü çıkmasında bir sorun olmadığını söylüyordu..

Bu arada fark ettim ki, yazıda Cem Özer’in de adı geçiyor.. Herhalde sizin için kabus gibi bir yazı oldu bu.. Allah size kolaylık versin.."

Yorum: Amin!

Baydı..

Sinan Çetin’in bitmek bilmeyen film maceraları baydı.. Çetin şimdi de Mevlana’nın hayatını filme çekmek istiyormuş. Çetin’in bu filmi çekeceği konusunda kimsenin şüphesi olmasın. Ama filmi bitirir mi onu bilemem?

Çetin’in niye bu kadar çok bitmeyen filmi var? Bizim bilmediğimiz bir şeyin peşinde olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Magazin sizi bozar hocam..

27 Aralık 2005
Esin Sabur isimli okurum, uzunca bir mektup göndermiş, yazdığım konuların altından girip üstünden çıkıp şöyle bir dertleşmiş benimle: ‘Hemen hemen her gün görüyorum ki, çok iyisiniz maşallah. Bugünkü yazınızla ilgili küçük birkaç nokta belirtmek istedim. Okuduktan sonra bunları ben zaten biliyorum derseniz eğer, vaktinizi aldığım için peşinen özrümü de sunuyorum. Önce Okan Bayülgen. Malumunuz kendileri Very Important Person (VIP), canlı yayınlara alkollü çıkılabileceğini savundu ve sanatçılar topluma örnek olmak zorunda değiller savını dile getirdi. Bu açıklamaları tipik bir kişisel savunma mekanizmasının harekete geçmesi. Bir eylem olumsuzluk içeriyorsa ve sen de zaman zaman bu eylemi gerçekleştiriyorsan, beyin hemen savunmaya geçer. Kendi yanlışını irdelemek yerine, otomatik savunma mekanizmamız o içinde bulunduğumuz eylemin doğruluğunu savunur. Bunun aksini kişisel gelişim konusunda yol katetmiş insanlar başarabilir, yani ruhunu terbiye edebilmek için çaba sarf edenler. Okan Bey’in yolunun çoook uzun olduğunu vurgulamak istedim.

Seda Sayan-Nihat Doğan vakası
için de söylemek istediğim birkaç bir şey var. Nihat Doğan ile ilgili bir tespit yapmak çok işe yaramayacak, çünkü o konu mankeni. Ama içinde olduğu konunun da tadını çıkardığını düşünüyorum. Seda Hanım ise, öncelikle yazmış olduğunuz gibi 41 yaşında değil. Doğrusunu biliyorum ama hanımların yaşı söylenmez! Bir de birlikte olduğu erkeği ortalıklara atmışsa iş bitmiştir. Bu durumu Mahsun Kırmızıgül, Gökhan Şükür ve başka örneklerde de yaşadık. Seda Hanım aşk ilişkisini hiçbir zaman malzeme yapmadı. Malzeme yaptığında ise o artık aşk ilişkisi değildi. Konuyu bir de bu açıdan irdelemeniz ,belki sorularınıza cevap verebilir. Çünkü yazınızda konuyu anlayamadığınızı belirtmiştiniz.

Hocam, siz gerçekten çok iyi niyetlisiniz. Magazin dünyası sizi bozar diye hayıflanmıyor değilim. Çünkü Sezen Aksu’nun resmini otel ilanına basmamasının nedenini çok masumca yorumlamışsınız. Ya da ben öyle anladım. Bu konuda mutlaka farklı bir sebep vardır. Ya avans alınamamıştır, ya ücrette anlaşma sağlanmamıştır, ya birden fazla teklif vardır ve Sezen Hanım açısından bayram için durum kesinlik kazanmamıştır. Ya da bu isimlerle yan yana gelmemesinin yalnızca yakın çevresinin bildiği başka bir sebebi vardır. Jüri arkadaşınız Pakize Hanım’ın bilgisine bir başvursanız bu konuda derim.

Epey kafanızı şişirdiğimin farkındayım. Ama bildiğim bazı konularda yazdığınız zaman size ışık tutmadan duramıyorum. İnanın kısa kestim. Sağlıklı ve mutlu kalın.(Esin Sabur)

Yorum: Valla ne diyeyim, siz iyisini bilirsiniz, her şeyi de biliyorsunuz zaten bu durumda bize ‘İyi ki kısa kesmişsiniz’ demek düşer. Bir de uzatsaydınız korkarım bizim evin önündeki park sorununa kadar el atacaktınız.

Niye sizi seçti ki..

Diğer bir okurum çok meraklı...

‘Merhaba hocam, dünkü Radikal gazetesinde Hakkı Devrim Bey sizin hakkınızda olumsuzluk kokan bir yazı yazmış. Acaba niçin medyadaki sayısız kişi arasından sizi hedef seçti anlayamadım. Güzel bir gün geçirmeniz dileğiyle’ (Samim Saygın)

Not: Hakkı Bey benden hoşlanmadığını milyonlarca kişinin önünde, televizyonda belirtti. Bir insanın söylediği ile yaptığı tutarlı olmalı değil mi?
Yazının Devamını Oku

Anadolu’ya yeni rektör

26 Aralık 2005
ANADOLU Üniversitesi benim için bir tür ‘baba ocağı’. Orada okudum, orada yetiştim, araştırmacılığı, hocalığı, üniversite kültürünü orada öğrendim.

Bir üniversitenin çalışmaları ile yakın çevresini ve Türkiye’yi nasıl değiştirebileceğini orada çok yakından gözlemledim. 25 yılda Anadolu Üniversitesi çok şey kattı bana, ben de onun yüzünü hiç kara çıkartmadım.

Orhan Oğuz efsane rektör Yılmaz Büyükerşen Anadolu Üniversitesi’nin temelleri atan, yeşerten, devleştiren eğitim girişimcileri. Engin Ataç’ın sekiz yıllık rektörlük döneminde de Anadolu Üniversitesi hiç durmadı, gelişti, büyüdü. Ataç çıtayı çok yükseklere taşıdı.

Yeni rektör Fevzi Sürmeli Dün ‘havacı rektör’ başlığına bakmayın. O aslında iyi bir karacı. Türkiye’nin önemli muhasebe bilim adamlarından. Havacılığı Türkiye’nin ilk Sivil Havacılık Yüksek Okulu’nun kuruluşunda yönetici olarak rol almasından ve sivil havacılık alanında yaptığı çalışmalardan geliyor.

Fevzi Sürmeli de Anadolu Üniversitesi’nin Atatürkçü, çağdaş, yüzü batıya dönük kültürü ile yoğrularak yetişmiş deneyimli bir eğitim yöneticisi. Bu nedenle de neredeyse Üniversitedeki oyların tamamını alarak rektör seçildi ve atandı.

Yazının Devamını Oku

İlaçların efendileri diyor ki

25 Aralık 2005
TIP Kurumu Başkanı Dr. Mehmet Altınok ve Genel Sekreteri Dr. Ali Rıza Üçer gönderdikleri e-postada geçen hafta yer verdiğim "antiacid" marka ligine itiraz ediyorlar: "Birinci itirazımız mide yanması ile Pamuk ve Aşkın davalarını ilintilendirmenizedir. Ancak Antiasidler ile antiasid olmayıp ülser ilacı olan diğer ilaçlarda reklamı savunan biri böyle bir ilinti kurulabilir. Zira AB’li küresel efendilerimiz gözümüzün içine baka baka Orhan Pamuk davasında Türkiye’ye gözdağları ve tehditler savurmaktadır. Aynı küresel efendiler ilaçta reklamın serbest olmasını ve raf üstü ilaçların (OTC) süpermarketlerde pazarlanmasını ısrarla istemektedir. Siz bu reklam pastasından pay alacak olan medya kuruluşunun çok okunan bir yazarısınız aynı zamanda. Küresel efendilerin çıkarlarıyla savunduğunuz görüşlerin uyumlu olması bu nedenle de şaşırtıcı değildir. Yazınızda belirttiğiniz Antiacid Marka Ligi (İlk 10) yanlışlıklarla doludur. Bu 10 ilacın yalnızca 5’i antiasid, 1’i dispepsi ve gastroözofagal reflü hastalığı için diğer ilaçlar grubunda 4’ü de H2 reseptör antagonistleri ve proton pompa inhibitörleri gibi ülser ilaçları grubundadır. Dolayısıyla elmalarla armutları, armutlarla da kestaneleri toplamış durumdasınız. Özellikle ülser ilaçları hastanın reklama göre karar verip süpermarketlerin raflarından alacağı ve kasaya ödeme yapacağı türden ilaçlar değildir. Böyle bir tutumun yaygınlaşması toplum sağlığı açısından büyük risk yaratır."

Yorum:
Gördüğünüz gibi Tıp Kurumu Başkanı ve Genel Sekreteri kendi ağızlarıyla yakalanıyorlar: "Özellikle ülser ilaçları reklama göre karar verilecek ilaçlar değildir!" Yani diyorlar ki "antiacid"lerin reklamı yapılabilir. Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten. "Antiacid" say deyince halk dispepsisini, reseptörünü, proton pompasını sıradan sayıyor. Büyük karmaşa var. Eğer "antiacid" gibi tezgah üstü ilaç reklamlarına izin verilirse hangisi "antiacid" hangisi değil kolayca anlaşılır, ilaç tüketicisi kendine en uygun "antiacid"i alır. Anlayacağınız görüşüm tek çıkarla uyumludur o da ilaç tüketicisinin çıkarı. 70 milyonun çıkarı 23 bin Eczacı’nın çıkarından üstün daha önemli değil midir? Yoksa değil midir?

Jeep’in Porsche’a ettiği

BİZİM yazıişleri’nin önemli sorunu sayfa tasarımını yaparken reklamları görememeleri...

Saatlerce uğraşıp, didinip mükemmel bir sayfa yapıyorlar sonra bir de bakıyorlar ki sayfadaki reklamın rengi, yazısı, fotoğrafı yaptıkları sayfanın grafik dengesini bozmuş... Mükemmel sayfa olmuş sana sıradan bir sayfa...

Çözüm ne peki? Ajansların reklam teslimini son dakikaya bırakmaması... Yazıişleri haklı olarak defalarca bu konuyu gündeme getirmemi söyledi. Kısmet bugüneymiş. İşte getiriyorum. Ama biraz farklı bir yönüyle.

Konuya dikkatimi çeken de Zeyno Cerrahoğlu isimli okurum. Cuma günü Hürriyet’in yedinci sayfasında yarım sayfa "Bir timsahı evlat edinir miydiniz?" başlıklı jilet gibi bir Porsche Caymen S reklamı vardı.

Hemen sayfayı çevirdiğinizde ise tam karşınızda bir Cherokee Jeep reklamı. Yine yarım sayfa, başlığı aynen şöyle: "Bazı hayaller daha kolay gerçekleşir!"

Sanki Jeep, Porsche’nin reklamını görüp de reklam vermiş gibi. İki reklam arka arkaya gelince Jeep reklamı anlamına anlam katmış: "Porsche almak hayal, siz gerçekleşmesi daha kolay bir hayalin, Jeep’in peşinden gidin!"

Sevimli bir tesadüf... Ama her tesadüf bu kadar sevimli olmayabiliyor. Dediğim gibi çözüm reklamların gazeteye erken teslimi... Erken teslim kanser önler. Ajanslarınızı uyarın!

Psikolojik savaş mı dediniz

GENELKURMAY, kendisinin nasıl yıpratıldığını teşhis etmiş: "İnternette psikolojik harp" yoluyla... Yani dedikoduya, iftiraya, saptırılmış habere dayalı ikna yoluyla...

Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl yıpratıldığını teşhis edebilen var mı?

Yücel Aşkın, rektör, içerde can çekişiyor... Orhan Pamuk, yazar, içeri girmek üzere... Erdoğan Teziç, YÖK Başkanı, savcılıkta... Mustafa Koç, işadamı, savcılıkta... Hrant Dink, yazar, yeni bir dava açıldı...

Dedikodu yok, yalan yok, iftira yok... Gerçek savaş var. Teşhis edebilen var mı?

Organize pazarlama işler

ORGANİZE İşler’in lansman kampanyası da, galası da kusursuzdu. Sinemaya gitme potansiyeli olup da Organize İşler’den haberdar olmayan, meraklanmayan, güdülenmeyen kalmadı... "Gitmezsem önemli bir şey kaçırırım" duygusu sinema meraklılarının akıllarına işlendi.

Peki Organize İşler’e gitmezseniz gerçekten bir şey kaçırır mısınız?

Kesinlikle... Tolga Çevik’in, Özgü Namal’ın, Cem Yılmaz’ın mükemmel oyunlarını... İstanbul’un muhteşem görüntülerini, Yılmaz Erdoğan’ın kara mizah öyküsü çıkarma ve anlatmadaki başarısını kaçırırsınız...

İstanbul’un nasıl kapkaççı çetelerine, mafyaya teslim olduğunu canlı canlı hissetme şansını kaçırırsınız.

Doğuş Holding, Organize İşler’in ana sponsoru. Bonus, NTV ve Garanti Bankası o kadar "doğal" bir şekilde filmin içine gömülmüş ki, böylesine mükemmel bir ürün yerleştirmesini görmezseniz çok şey kaçırırsınız.

Başka? Daha ne olsun... BKM, biletlerin efendisi Biletix’te Fenerbahçe’den sonra en çok bileti satılan eğlence sektörü markası. Film pazarlamasında da ne kadar ustalaştığını "Organize İşler"le bir kez daha kanıtladı. Organize pazarlama her zaman işler, görecekseniz Organize İşler’de de işleyecek!

Korkunun BSA’ya faydası var

BSA’nın (Business Software Alliance) korsan yazılımlar konusunda bilinçlendirme kampanyaları devam ediyor. Üçüncü reklamında da BSA korsan yazılım kullananları tehdit ediyor. Tehdit etmekte de haklı! Biz Türkler bu gibi konularda korkutulmadığımız sürece davranış değiştirmeyiz!

İşte korsan CD, korsan DVD, işte sigara kanunları, işte vergi kaçakları, işte trafik kuralları, işte uygulanmayan televizyon kanunları... Kurallar var ama "tehdit" eden olmadığı sürece uyan sayısı belli.

BSA Türkiye’de "korkutmanın" işe yaradığını deneyerek öğrenenlerden. İlk kampanyalarını anımsayın...

BSA’dan öğrendiğimize göre "tehditkar" ilk reklamlar çok işe yaramış, korsan yazılım oranını düşürmüş... Ama "doğuştan rahatsızlar" tarafından da çokça eleştirilmiş..

BSA’cılar sosyal baskılara boyun eğip ikinci filmde suya sabuna dokunmaya kibar reklam yapmışlar. Ama o dönemde korsa yazılım oranı da değişmemiş, hatta artmış. Bu nedenle de BSA’cılar üçüncü filmde yeniden tehdit etmeye karar vermişler...

Peki edebilmişler mi? İşin doğrusu yeni film biraz Türk filmi gibi... Asansördeki adam yakalanacağını bile bile niye hálá aynı katta iniyor? Yakalanınca niye "Küçük Emrah" kıvamında üzülüyor?

Üçüncü film ilk fil kadar etkili değil. Türk filmi tadı ikna ediciliği azaltmış. Türkler kibar tehditten ne anlar!

Sallandırılırken gösterecen iki korsan yazılımcıyı Taksim’in ortasında, bak bir daha korsan yazılım kullanan kalıyor mu? Ciddi söylüyorum...

Çekirgelik

Eğer yalan söylemek çıkarına ise insan neden doğruyu söylesin ki?

(Wittgenstein)
Yazının Devamını Oku

Din ve bilim karşı karşıya

23 Aralık 2005
Şeytan Çarpması’na korku filmi diye gittim, mahkeme filmi çıktı. Oysa filmin tanıtımları "müthiş bir korku filmi" duygusu yaratmak üzerine kurgulanmıştı. Filmde ise mahkeme sahneleri korku sahnelerinden uzun. Kötü mü? Kesinlikle hayır.

Keşke film din ve bilim arasındaki çatışma boyutuyla tanıtılsaydı. Filmde öyle bir konu var ki, Türkiye’nin gündemine ışık tutacak nitelikte.

Film üniversite öğrencisi Emily Rose’un şeytan çıkarma ayininde ölümüyle başlıyor.

Peder Moore, Emily’nin ölümüne neden olmaktan tutuklanıyor.

Bilim adamlarına göre Emily psikozlu bir sara hastası. Moore’a göre Emily’i şeytan ele geçirmiş.

Kilise, rahibi savunmak için Erin Bruner’i tutuyor. Bruner başarılı bir avukat, üstelik Tanrı’nın varlığı konusunda şüpheci.

Şeytana meytana da pek inanmıyor. Eyalet ise mahkemeye Ethan Thomas’ı atıyor. Thomas, kilise müdavimi bir Katolik.

Filmin hemen hemen tamamı mahkemede geçiyor. Geri dönüşlerle Emily’nin durumuna ışık tutuluyor.

Dönüşlerde birkaç korkutucu yer var, ama gözünüzü iki dakika kapatınca (korku severseniz bu sahneler sizi kesmez onu da söyleyeyim!) bu sahnelerden de etkilenmemek mümkün.

Önemli olan mahkeme süreci. Önemli olan mahkeme sürecinin kışkırttığı sorular.

Kim haklı, bilim mi din mi?

Peder Moore Emily’ye ilaç verilmesini, şeytanın dışarı çıkmasını engelliyor diye engellemiş, haklı mı haksız mı?

İlaçla tedavi engellenmese Emily iyileşebilir miydi?

Niye Emily?

Bir şeye inanmış olmak onun doğru olduğunu gösterir mi?

Peki bilimsel gerçekler ne kadar gerçek?

İnançlarla yaşayan, bilimsel bilgiye kulak tıkayan bir Türkiye’de herkesin Şeytan Çarpması’ndaki çatışmayı mutlaka izlemesi gerektiğini düşünüyorum.

Şeytan Çarpması, gerçek bir öyküden uyarlanmış. Scott Derrickson’un öyküyü iyi ve keyifli anlattığını düşünüyorum.

İki deneyimli oyuncu Laura Linney ve Tom Wilkinson’un oyunculuklarının da Derricson’un başarısında payı var.

Kaçırmayın.

Tekrar oku Ersan

Ersan Özer, Anadolu İletişim’den çok sevdiğim bir öğrencim. Derslerdeki farklılığını itiraf.com gibi "kült" hale gelmiş bir internet sitesi kurarak iş yaşamına da taşıdı.

Odaklanmanın, meraklarının peşine düşmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için birkaç defa Ersan’a yazılarımda "O sınıfta da çok fazla belden aşağı espri yapardı, itiraf.com’u kuracağı o günden belliymiş" diye takıldım.

Ersan güldü geçti.

Daha sonra yazılarından anladım ki Ersan bana bozulmuş.

Oysa amacım asla genelleme yapmak, onu utandırmak değildi.

Demek ki esprim amacını aşmış, onu kırmışım.

Hocalar da hata yapar, hata yapınca özür de diler. Özür dilerim Ersan.

Ama sen de bana bir özür borçlusun.

Geçen haftaki film eleştirimi tekrar oku lütfen. Hatta filmi hiç görmeyen birine okut. Filmin anahtarını vermediğimi göreceksin.

Hiçbir eleştirimde "anahtar" vermem demiyorum. Veririm. Eğer yapacağım eleştiri için önemliyse, filmin konusuna derinliğine girmekten kaçınmam.

Şiddetin Tarihçesi’ni yazarken kilit noktayı açıklamamaya özellikle özen gösterdim.

Tekrar oku, göreceksin.

CUMA İTİRAFI

uzuntatsızhayat; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 49; İl: Ankara

Oğlum bir kızla flört ediyor. Ben de o uyurken cep telefonunu alıp mesajlarını inceliyorum ki, eğer oğluma iyi bir şeyler yazmıyorsa aralarını bozup daha iyisini bulması için fırsat yaratayım. Daha şimdiden kaynanayım, ne yapayım!

Yorum: Gelin kaynana programları niye rating alıyor şimdi anlamışsınızdır sanırım. Bizde böyle anneler olduğu sürece ekranlar Semra Hanım’lardan kurtulmaz!

CUMA Lakırdısı

"Zenginliğin, insana ortalama bir seks kadar iyi gelmediğini öğrendim."

(Ted Turner, CNN mucidi)

CUMA TAKINTISI

İstanbul Kuruçeşme’deki Pafuli’ye takıyoruz arkadaşlar bu hafta sonu. Kara pancar diblesi, mısır ekmeği, turşu kavurması... Hepsi birbirinden güzel. Karadeniz yemekleri seviyorsanız balık öncesinde parmaklarınızı bile yiyebilirsiniz. Niye daha önce gitmemişim ben Pafuli’ye? Emin olun yıllardır önünden geçerim ve "Ya şuraya da bir gitsem nasıl acaba?" diye düşünürüm. Kısmet geçen haftayaymış. Pafuli’ye gitmemekle çok şey kaçırmışım. Siz kaçırmayın hiç olmazsa. Mısır unuyla inanılmaz güzel pişiriyorlar hamsiyi.

Takın, takın bu hafta sonu Pafuli’ye takın. Bana da "Ay çok haklıymışsınız, gittik parmaklarımızı bile yiyecektik" diye e-posta göndermeyin. Ben haklı olduğumu şimdiden biliyorum zaten.
Yazının Devamını Oku

Bayülgen kime örnek oluyor

22 Aralık 2005
Okan Bayülgen geçtiğimiz Cumartesi gecesi canlı yayında, Hakan Taşıyan’ın Kanal 7’de içkili halde programa çıkarılmaması konusuna parmak bastı: "Sanatçı topluma örnek olmak zorunda değil. Dünyada bunun örneği çok. Adam yayına içki içerek çıkabilir."

İlk bakışta Bayülgen doğru söylüyormuş gibi görünüyor: Sanatçının topluma örnek olmak gibi bir zorunluluğu yok!

Gelin görün ki sanatçı istese de istemese de, toplumun sanatçıyı örnek alma zorunluluğu var.

Sosyal psikoloji alanında bugüne kadar yapılan her araştırma şunu göstermiştir: İletişimcinin çekiciliği arttıkça, hoşlanılırlığı arttıkça, insanların o kişi gibi olma, o kişi gibi davranma istekleri de artar!

Sanatçılar reklamlarda, ikna kampanyalarında niye kullanılır? Bayülgen kimseye örnek olmuyorsa BKM reklamlarında ne işi var?

Sanatçıların dizilerde, filmlerde içki, sigara içmeleri niye yasaklanır? Niye ünlüler ABD’de alkollü araç kullandıklarında iki katı ceza alırlar?

Çünkü isteseler de istemeseler de topluma örnek olurlar.

O halde sanatçılar göz önündeki davranışlarına dikkat etmek zorundalar..

Tabii ki sanatçılar içkili ekrana çıkabilirler. Ama sarhoş olup rezalet çıkarırlarsa ve ekranlar sarhoş olup rezalet çıkaran sanatçılardan geçilmez ise yasalar çıkar, sanatçılar zorlanır..

Anlayacağınız sanatçı ekranda toplumu takmazsa, taktıran bulunur!

Seda’nın hanımlığı olmasa..

Nihat Doğan’ı geçtiğimiz Cuma gecesi Seray Sever’le birlikte Cine 5’te Başka Yerde Yok’a konuk aldık. Aklımızda ne varsa Doğan’a sorduk.

Yayındaki nişanı..

Yaş farkını.. (Seda Hanım: 41 - Nihat Doğan: 31)

Seda Hanım’la ünlü olmak için birlikte olup olmadığını..

Erkekliğin kitabında böyle kadına tutunmanın yazıp yazmadığını..

Yaptıklarının Muş’tan çıkıp gelmiş birine yakışıp yakışmadığını..

Nihat Doğan "Aşığım, her şeyini seviyorum, tüm kalbimle seviyorum, Allah sizi inandırsın çok seviyorum" dedi, başka bir şey demedi. Bu durumda iki şık söz konusu olabilir:

a) Gerçekten aşık, yapacak bir şey yok.

b) Suçluluk hissediyor, bu nedenle de çok aşığı oynuyor, önce kendini sonra bizi ikna etmeye çalışıyor.

Peki hangisi?

Emin olun anlayamadım. Yayında kaldığı yarım saat boyunca büyük aşkından Seda Hanım diye yapmacık bir tavırla söz eden birinin ne kadar samimi olabileceğini hálá düşünüyorum.

Hanımcılık oyunu, ilk şıkkın olma olasılığını zihnimde zayıflatıyor. Karar veremiyorum. Üçüncü bir şık mı ilave etsem acaba:

c) Hiçbiri..

Sungate’in gölge kadını..

Bir süredir gazetelerde Sungate Port Royal’in bayram pakedi ilanları yer alıyor. 10 Ocak’ta Hülya Avşar var, 14 Ocak’ta Serdar Ortaç, 12 Ocak’ta ise bir gölge kadın. Gölge kadının üzerinde "Bayramın özel sürprizi" yazıyor.

Öğreniyoruz ki bu sürpriz isim Sezen Aksu. Yıllardır bayramda otellerde sahne almayan Sezen Aksu, yıllar sonra ilk defa Sungate Otel’de programa çıkacakmış. Ama karizma çizilir diye gazete ilanlarında Hülya Avşar’la Serdar Ortaç arasında isminin ve resminin yer almamasını istemiş.

Tartışmasız star olmak demek bu işte.. Elalem adım Hülya Avşar’la Serdar Ortaç arasında yazılsın diye iki kapı arasında kırk göbek atar, Sezen Aksu ismim diğer starların arasında ezilmesin diye saklanacak yer arıyor. Ne diyeyim, bravo!
Yazının Devamını Oku

Siz olsaydınız kimi seçerdiniz

20 Aralık 2005
Deri Tanıtım Grubu, Ümit Zaim başkanlığında Türk derisini markalaştırmaya çalışıyor. Kampanyanın Türkiye ayağında ünlüler kullanılıyor. Cem Boyner, İshak Alaton, Hıncal Uluç, Tuncay Özilhan, Demet Akbağ, Hülya Koçyiğit kamera karşısına geçip, Türk derisinin Türkiye içi tanıtımına modellik yapıyorlar. Modellik yapan isimlerden biri de Gülben Ergen.

Şirin Sever ‘Niye Gülben Ergen var da Hülya Avşar yok?’ diye sormuş Ümit Zaim’e. Ümit Zaim’in yanıtı şöyle:

‘İkisi de aynı kulvarda. Gülben’le anlaşınca iki kişi istemedik. Kavga çıkarttırma şimdi...’

Zaim kavga çıkartmış bile. Gülben Ergen’i ve Hülya Avşar’ı aynı kulvarda koşturarak.

Oysa hem Avşar, hem Ergen aynı kulvarda olmadıklarını söylüyorlar.

Zaim ise onları aynı çerçeveye sokmuş, Avşar’ın da Ergen’in de farklılaşma stratejilerini bir güzel halletmiş!

Keşke doğruyu söyleseymiş Ümit Zaim. Deseymiş ki: ‘Şu sıralarda dayak, boşanma derken Avşar biraz imaj kaybetti, Ergen daha şirin, sempatik ve sevimli duruyor, riske girmek istemedik.’

Doğrusu bu değil mi?

Sibel Can’daki değişiklik

Sibel Can, Miami’den dönmüş. Oradaki evi kasırgadan zarar görmüş. Evi yenileniyormuş. Okuduklarım bunlar. Ama dikkatimi çeken ve meraklandıran, daha çok Sibel Can’ın görüntüsü...

Sibel Can eski Sibel Can değil. Tamam, saçını Miami’de yaptırmış ama fotoğraflardaki başka bir Sibel Can. Daha büyük suratlı, daha iri, daha farklı yüz ifadeli bir Sibel Can.

Kabul ediyorum, üç çocuk annesi ve farklı bir Sibel Can’a ulaşılması çok doğal ama... Kısa bir süre önce gördüğüm Sibel Can böyle değildi. Tanımlayamadığım bir şeyler var. Ne oldu Sibel Can’a? Niye bu kadar değişti?

Yılmaz Erdoğan: Devlet memurları Kürtçe öğrenmeli

Yılmaz Erdoğan’ın Organize İşler’i gösterime girmek üzere... Tanıtım kampanyası da bütün hızıyla devam ediyor.

Bu kapsamda Vatan’dan Elif Ergu ile röportaj yapmış. Konu gelmiş gelmiş Kürt kimliğine kadar dayanmış.

O da ‘Benim gibi adamlar her şeyi konuşmalı’ deyip çekmiş kılıcı, Kürt sorununu, ortaya karışık Organize İşler arasında çözmüş!

Demiş ki: ‘Kürtçe dil kurslarına kimse gitmedi deniliyor. İngilizlere Kürtçe kurs açarsanız giderler mi?’ Ergu sormuş:

‘Kim Kürtçe öğrenmeli?’

Erdoğan’ın yanıtı şöyle:

‘Türkiye’de Doğu’da görev yapanlar Kürtçe öğrenmeli. Hatta Kürtçe bilene fazla maaş verilmeli.

Bilmiyorsa hayatın bir noktasında orada bir insana özürlü muamelesi yaparsın!’

Bunlar güzel, değişik fikirler ama niye açığa çıkmak için Organize İşler filminin hemen öncesini bekliyorlar.

Kürt kimliği konusunda tezi olan her zaman konuşur, yazar, çizer. Röportaja çıkmak için Organize İşler’in gösterimini beklemez.

Bekliyorsa da konuyu Organize İşler’le sınırlı tutar ki Organize İşler’e gitme kararını böyle tartışmalı konular etkilemesin.

Ya şimdi biri kalkıp ‘Batı’daki Kürtler de Türkçe öğrenirse neden olmasın derse?’

Yani şakadan...

Tehlikeyi anlatabildim mi?

Keyifli bir yanıt

‘Kaya Çilingiroğlu hálá gündemde, niye, ne özelliği var?’ diye sormuştum. Çilingiroğlu’ndan ‘Merakınızı gidermek istiyorsanız, bir randevu talebinde bulunursunuz, merakınızı gidermekten keyif alırım’ şeklinde bir e-posta aldım. Böylece Kaya Çilingiroğlu’nun niye bu kadar gündemde olduğunu anlamış olduk.

Teşekkür eder, başarılarının devamını dilerim.
Yazının Devamını Oku