Ali Atıf Bir

Reklam hukuku tartışmaları

14 Kasım 2005
DÜN Vatan yazarı Tayfun Devecioğlu’ndan Vatan’a dava açıldığını öğrendim. Vatan bir süre önce, 1993’ten bu yana bir gazetenin kullandığı ‘Türkiye’nin en iyi gazetesi’ sloganını kullanmaya başlamıştı. Söz konusu gazete de ‘Hoppp ne oluyoruz, bu slogan bizim’ deyip dava açmış ve yürütmeyi durdurma karar almış. Vatan’da sloganını ‘ülkenin en iyi gazetesi’ olarak değiştirmiş.

Devecioğlu’nun sorduğu soruya gelirsek ‘En iyi’ sloganlaştırılarak tekel yaratılabilir mi?’ diyerek reklam hukukunu tartışmaya açtığı için Tayfun Devecioğlu’na teşekkür ederim.. Reklam sektörü 3 milyar dolar gibi önemli bir büyüklüğe doğru koşar adım ilerliyor. Ne yazık ki hukuk sistemimizin reklam hukuku konusunda henüz yürüdüğünü söylemek bile zor. Varolan hukuk eğitimi içinde reklam hukukuna ayrılan alan çok sınırlı..Neredeyse yok gibi. Reklam hukuku alanında uzmanlaşmış hukukçu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Akademisyen sayısı ise çok çok az.

Oysa liberal piyasalarda reklamların itici güç olabilmesi için sağlıklı düzenlenmeleri şart. Markalar arasındaki itilafların tarafsızca, reklamın doğasına zarar vermesinden çözülmesi şar. Reklamın bir konuşma özgürlüğü biçimi olarak savunulması şart! Reklam özgürlüğünü sınırlandırmak için de elde yeterince delilin olması şart! Reklamları, reklam sektörünü düzenlerken, ya da markalar arası ihtilafları çözerken haksız rekabete yol açmamak şart. Yaratıcılıktan doğan ‘fikri hakların’ korunması şart! Tüketicinin aldatıcı ve yanlış yönlendirici reklamlardan korunması şart.

ABARTALIM DA NEREYE KADAR

Türkiye yukarıda saydığım alanlarda yasa ve yönetmeliklerini AB standartlarına uydurdu ama uygulamada ‘reklamın doğasına yönelik konularda uzmanlar olmadığı’ için sorunlar çıktığı çok açık. Örneğin, sloganların markaların ayrılmaz ögeleri oldukları gerçektir. Zaten ayrılmaz öge olsunlar, slogan söylendiğinde markanın tüm vaadi anımsansın diye yaratılırlar. Marka değerini yaratmadaki katkıları paha biçilmezdir. Dolayısıyla sloganların marka sahibinin ‘fikri hakkı’ olarak yorumlanmaları doğrudur. Sloganlar korunmazsa markalar farklılaşamaz. Farklılaşamayan markanın da reklama gereksinimi kalmaz.

Peki ‘en iyi’ üstünlük sıfatı bir gazeteye atfedilerek sloganlaştırılabilir mi? Bu konu ise reklam hukukunun en tartışmalı konusudur. Çünkü ‘abartı’ (*) reklamın doğasında vardır. Reklamcılık açısından da abartı ile gerçekdışı iddia arasında bir sınır çizmek her zaman kolay değildir. Hergün reklamlarda doğal, çevreye dost, taze, besleyici, güvenilir, iyi gibi yüzlerce sıfat marka iddiaları olarak televizyonlarda gazetelerde, radyolarda gözümüzün önünde dansetmektedir.

Yapılan araştırmalar (Bu konuda yaptığım bir araştırma geçen yıl Uluslararası Çocuk ve İletişim sempozyumda sunuldu) çocukların 8 yaşından itibaren reklamların masum olmadıklarına inanmaya başladıklarını gösterir. Bu açıdan bu tür sıfatların artık çocukları bile kandırmadığı düşünülebilir. Reklamlardaki abartıya karşı karşımızda ‘şerbetli’ bir kuşak yetiştiği açıktır. Ancak reklama duyulan güvenin kaybolmaması için de ’abartı’nın dozu kaçmamalıdır.

YILLANMIŞLIK HAK MI

Bugün ABD’de bile reklam hukuku ‘davranışsal’ temeller üzerine oturmaz. Yani mahkemeler ‘Bakalım ‘en iyi’ deyince kim ne anlıyor, yanıltma var mı?’ diye kanıt aramazlar. Abartıya konu olan sıfatın neyi ifade ettiğine bakıp hedef kitleyi yanıltma potansiyeline göre karar verirler.

En iyi’deki sorun ‘en’ sözcüğünden kaynaklanıyor ‘En’ o ürünün rakiplerine göre ‘ölçülebilir’ somut ya da soyut bir üstünlüğü olduğunu ‘ima’ eder. Bu durumda ‘Niçin en iyisin?’ diye kanıt sorulması gerekir. Bu kanıt gösterilemezse abartının dozu kaçmış demektir. ‘En’ niye ‘en’ olunduğu kanıtlanamadığı sürece kullanılamayacak bir sözcük. Niye ‘en’ olduğunu kanıtlayamayan da kesinlikle kullanmamalı.

1990’lı yıllarda Ford Taunus’un lansmanı ‘en iyi yerli’ olarak yapılmıştı. O günlerde bu slogana karşı dava açıldığını anımsamıyorum. Rekabet şartları da, reklam düşüncesi de bugünkü seviyede değildi zaten. Bugün herhangi bir otomobil markasının ‘en iyi yabancı’ diye lansmana çıktığını düşünsenize? Bırakırlar mı?

Anlayacağınız sorun şu: yıllanmış bir slogan ‘yanıltıcı’ olsa da ‘kazanılmış hak’ konsepti içinde değerlendirilebilir mi?

Pazara yeni giren bir gazete markası yıllanmış ama ‘yanıltıcı’, ’en’ iddiası karşısında ‘Ben yeniyim şimdi etkilenmeye başladım’ deme hakkına sahip mi?

Mahkeme bitsin kendi görüşümüzü de açıklayalım.

Anlayacağınız üzere reklam hukuku göründüğünden çok derin açılımları içeriyor. ‘Daha çok uzmana gereksinim var’ demekte haksız mıyım?

Yeri gelmişken Vatan’ı, seçilen hedef kitleye yönelik ürün ve iletişim stratejileriyle gerçek bir başarı öyküsü haline getiren Zafer Mutlu ve arkadaşlarını kutlamak istiyorum. Ne zamandır bu kutlamayı yapacaktım da son olay fırsat verdi. Vatan’dan önce ‘köşe yazarları bir gazete için önemli mi değil mi’ tartışması yapılırdı. Vatan bu tartışmaya tam anlamıyla nokta koymadı ama ‘köşe yazarlarının bir gazetenin tirajına katkısı büyük’ düşüncesini savunanlara çok önemli bir referans kaynağı oldu. Tebrikler.

(*) Ünlü reklam hukuku kuramcısı Ivan Preston reklamda abartıyı ‘puffery’ diye tanımlayarak bu alanda öncülük yapan kişidir.
Yazının Devamını Oku

Evli kadınların yüzde 32’si dayak yiyor

13 Kasım 2005
PAZAR pazar pek de iç açıcı olmayan konulardan söz edeceğim ama ne yapayım, Türkiye’de kadına ve çocuğa yönelik şiddetin her türlüsü içimi acıtıyor. Acı veren sadece gördüklerim, duyduklarım değil aynı zamanda hissettiklerim. Türkiye’de kadın ve çocuk ‘erkek kültürünün’ altında çok ağır şekilde eziliyor. Hissediyorum... Gözümüzün önünde bir kadın kocası tarafından defalarca bıçaklanıyor kıllar kıpırdamıyor. Kadınlar güpegündüz çarşıda, pazarda, yolda tokatlanıyor, yumruklanıyor, yerlerde sürükleniyor, küfürlere boğuluyor sesler çıkmıyor. Her gün bazen elle bazen dille karısını, oğlunu, kızını evire çevire dövenler karşısında gözler kör, kulaklar sağır...

Topluma model olacak ünlüleri ‘şiddeti körüklemeyin’ diye uyarıyorum. Karşılık olarak ne görüyorum. Şiddet modellerine gazetelerde köşe, televizyonlarda yıkama yağlama, aklama programları... Sorumsuzluk diz boyu...

Neden? Çünkü kadına ve çocuğa uygulanan şiddete karşı kültürel olarak şerbetlenmişiz! Şiddetin farkında değiliz. Hatta gizli tetikçisiyiz.

Hürriyet’in ‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyasını bu yüzden çok önemsiyorum. Kadına ve çocuğa yönelik şiddeti durdurabilmek, bu konuda bir şey yapabilmek için önce bu şiddetin farkına varmak, sonra bu şiddetten rahatsız olmak gerekiyor. Hürriyet’in kampanyası önemi işte burada. Birçok şeyin farkına varmamızı sağlıyor. Bu nedenle de Hürriyet’in kampanyası özel sektörün Türkiye’de bugüne kadar uygulanan en önemli toplumsal sorumluluk kampanyalarından biri...

ERKEK HER YERDE ERKEK

Cuma günü ve dün Hürriyet’in önderliğinde Türkiye’de bir ilk gerçekleşti. ‘Aile içi şiddeti’ tartışan uluslararası bir konferans gerçekleştirildi. CNN Türk, Çağdaş Eğitim Vakfı, İstanbul Valiliği, Birleşmiş Milletler de konferansa destek veren diğer kurumlardı.

Konferans CNN Türk’ün hazırladığı Türkiye’den şiddet manzaraları ile açıldı. Kadın onurunu ayaklar altına alan, içler acıtan dakikalarca görüntü...

Görüntüler öylesine acıklı, öylesine şiddetle yüzleştiriciydi ki BM Nüfus Fonu Enformasyon, Medya ve Kaynak Oluşturma Birimi Direktörü Safiye Çağlar, açılış konuşması yapmak için mikrofona çıktığında hálá kendinde değildi. Birkaç dil yanlışı yapınca da çok etkilendiği için konuşmasını doğru dürüst yapamadığı söyleyerek dinleyicilerden özür diledi.

Kahve molasından sonra oturumlar başladı. Avustura’dan, İngiltere’den, Kanada’dan, Macaristan’dan, Amerika’dan, Bulgaristan’dan, Hollanda’dan, Almanya’dan gelen konuklar ülkelerinde aile içi şiddetle nasıl başa çıkmaya çalıştıklarının örneklerini verdiler. Diyarbakır’dan, Doğubeyazıt’tan, İstanbul’dan katılımcılar Türkiye’deki örnekleri anlattılar.

Hürriyet’in önderliğindeki konferansta farkına vardım ki erkek dünyanın her yerinde erkek! Dünyanın her yerinde de kadın, en büyük şiddete, bir ilişkiyi, bir evliliği bitirmek istediğinde maruz kalıyor. ABD’de 6 dakikada bir, bir kadına tecavüz ediliyor, her 15 saniyede bir, bir kadın dövülüyor. Türkiye’de evli kadınların yüzde 32’si kocalarından dayak yiyor. Evlenmeden önce babalarından dayak yiyen kızların oranı yüzde 21...

Şiddeti bitirmek isteyen bir ülke önce erkeklerini eğitmek, bunun için de yine erkekleri kullanmak zorunda. Bunu yapana kadar da yasal ve polisiye önlemlerle kadını korumak şart! Örneğin Avusturya’da, bir erkeğin şiddet uygulama potansiyeli varsa polis onu 10 gün süreyle evinden uzakta tutma yetkisine sahip...

ERKEKLER NE ÖĞRENMELİ

‘Erkeklere öğretilmesi gereken ne?
’ diyorsunuz değil mi? Söyleyeyim. Erkekler ‘üstün cinsiyet’ olmadıklarını bilmeli... Vurmadan, kırmadan, sevişme kasetlerini internete koymadan önce duygularını ifade ve kontrol edebilmeli... Seviştiği, evlendiği, birlikte yaşadığı kadın üzerinde hiçbir ‘erkeklik’ hakkı olmadığını öğrenmeli... Siddetin erkeği de mutsuz ettiğinin farkına varmalı.

Farkına varmak, öğrenmek çok keyifli bir süreç. Dediğim gibi Hürriyet’in liderliğinde düzenlenen konferansta çok şeyin farkına vardım. Öğrendiğim şeyler için başta Vuslat Doğan Sabancı olmak üzere ‘Aile İçi Şiddete Son’ konferansına destek veren herkese her kuruma teşekkür ederim. Umarım aile içi şiddeti önleme konusundaki enerjileri hiç bitmez. Aile içi şiddet kampanyasına desteğim her şekilde devam edecek.

Magandaları ve magandalıkları gördükçe içim acıyor... Bir şeyler yapmam lazım. Bir şeyler yapmamız lazım.

Pikolatadaki kasiyer

PİKOLATA reklamındaki kasiyer, bir reklam oyuncusunun bir reklama, bir markaya nasıl olumlu katkı yapabileceğinin en iyi kanıtı. Müthiş bir oyuncu seçimi, müthiş bir oyunculuk ve müthiş bir oyuncu yönetimi...

Sinem Güven kasa önünde... Kasiyer ‘severek izliyoruz’ gibi bir klişeden yola çıkarak reklamı açıyor... Sonra Pikolata’nın ‘enerji küpü’ çikolatadan ayırıcı yanları vurgulanıyor. Yeni ürün açıklanıyor. Sonra yeniden bütün sevimliliği ile kasiyer ekrana geliyor: ‘Severek yiyoruz!

Pikolata daha üretilmeden pazardaki konumu belli olduğundan aslında bir pazarlama harikası. Güzel vücutlu mankenler ve beğenilirlik katsayısı yüksek reklamlar da varolan pozisyonu çok doğru bir şekilde derinleştiriyor. Pikolata çikolataya alternatif bir ürün haline eliyor. Bir marka için budan daha iyisi şamda Pikolatalı kayısı... Pardon yeni Pikolata neliydi ya? (Beş yıldız).

Evy Lady yine tutturamadı

EVY Lady’yi anımsadığım kadarıyla Cem Özer’in kan rolünü oynadığı Evy Lady reklamında bırakmıştık. Bu kampanyanın mesaj stratejisi çok ama çok hatalıydı. ‘Kan’lı mesaj hedef kitleye çok itici geldi. Nitekim Evy Layd’ye hiç mi hiç yaramadı. Şimdi ise Evy Lady, çok zor bir pazarda İlhan Mansız’la rüzgarı arkasına almaya çalışıyor. Güzel bir kızımız Mansız’a futbol dersi veriyor. Mansız da apışıp kalıyor.

Evy Lady reklamı farkına varması kolay, dikkat çekici, hoş bir reklam. Söylemek istediği de şu: Eyv Lady kullanır, rahat rahat istediğiniz yaparsanız. Orkid’in ‘bayanlar milli voleybol takımına’ sponsorluk yaparak söylemek istediğinden farklı bir şey değil anlayacağınız.

Tartışılması gereken söyleme biçimi. Kadınların en hassas oldukları günlerde onları daha ‘iyi anlayan’ markalarla iletişime geçtiklerini düşünüyorum. ‘Bağlantı’ mizahla da kurulabilir ama bu mizahın tüketici duyarlılığını dikkat alması şart! Evy lady reklamının sorunu bu... İzleyen kadınlarda ‘sorunumu basite indirgiyor’ duygusu uyandırıyor.

Tüketici artık reklamların genetik kodlarını çözdü. Abartıya hoşgörüyle bakıyor ama reklamların ‘kendini gerçekten’ anlamsını istiyor. Onu ikna etmek için sadece espri adına espri yapılmasını ‘zorlama’ olarak görüyor. Hele de konu her ay yaşadığı ‘çok rahatsız edici’ bir sorundan kaynaklanıyorsa.

Chin-Ning Chu’yu kaçırmayın

BU hafta perşembe günü Medyacat Forum 2005’e çok önemli bir konuşmacı geliyor. Bütün konuşmacılar önemli de ben Chin-Ning Chu’nun önemini vurgulamak istiyorum. Chin-Ning Chu dünya üzerinde Sun Tzu’nun ‘savaş sanatı’ eserini pazarlama iletişimi açısından en iyi yorumlayan iletişimci. Eğer işiniz pazarlama ya da iletişimse Chin-Ning Chu’yu kaçırırsanız ayağınıza gelen çok önemli fırsatı kaçırırsınız. Çinlilerden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu hálá anlamadınızsa Çin gerçeğini bir daha bir gözden geçirin. Benden uyarması. (Medyacatforum.com)

Pınar’daki devrim

DANONE, Sütaş, Ülker derken yeni oluşmaya başlayan ‘ilaç gıdalar’ kategorisine Pınar da daldı. Reklamlarından Pınar’ın ürününü süt ya da yoğurt olarak isimlendirmek istemediği çok belli. O Pınar prebiyotik. Bağışıklık sistemini güçlendiren bir ürün... Üstelik reklam dili ile de Danone, Sütaş ve Ülker’den ayrılıyor. Zaten bu kadar geç kaldıktan sonra bir de diğerlerine benzemeye çalışsaydı Pınar ciddi olarak beyinlerde sorgulanırdı. Ama şimdi farklı bir mesaj stratejisini benimseyen Pınar’ın prebiyotik ürününe farklı bir ürün olarak bakılıyor...

Yaratıcı stratejiyi çok beğendim. Kuklalarla varolan reklam kirliliğinden sıyrılmak, iç organlar üzerine bir öykü kurup bu öyküyü Okan Bayülgen, Mehmet Ali Erbil gibi sevilen ve çabuk tanınan seslere anlattırmak yaratıcılık değil de nedir? Mesaj izleyiciye geçtiğine göre böylesine bir yaratıcılık aynı zamanda Pınar’ı yenilikçi de kılmaz mı?

Kesinlikle kılar. Pınar’ın böyle bir yenilikçiliğe gereksini mi de var. Hatta iddia ediyorum Pınar prebiyotik ürünlerdeki yaratıcı stratejisini tüm ürünlerine taşısın, genel imajını yeniler; çocuklar, gençler ve yetişkenlere yönelik ürünlerinde ciddi pazar payları kazanır.. Pınar’ın ‘durgun ve yaşlanan’ imajını kökten değiştirecek bir fırsat ayağına kadar gelmiş. Umarım topa vurmakta geç kalmaz.

Çekirgelik

Başkalarının haklarını korumak insan olmanın en asil en güzel yanıdır.

(Kahlil Gibran)
Yazının Devamını Oku

Tepetaklak’ın güldürme temposu müthiş

11 Kasım 2005
Tiyatro İstanbul’da Gencay Gürün’ün sahneye koyduğu Tepetaklak’ı izledim. Tepetaklak bir vodvil. Yanılgılara, yanlışlara, garipliklere dayanan bir komedi. Sıkı bir komedi ama... Çok gülüyorsunuz. Oyuncular da çok başarılı. /images/100/0x0/55eae22af018fbb8f89cd1d2

Çağdaş Türk tiyatrosunun cesuryüreği Gencay Gürün, Tepetaklak’ı geçen sene Paris’te izlemiş. Yazar Olivier Lejeune aynı zamanda başrolde oynuyormuş. Gürün hemen gerekli bağlantıları yapıp oyunu Türkçe’ye çevirmiş ve Türk tiyatroseverlere adeta armağan etmiş.

Oyunda Metin Serezli 12 yıllık sevgilisi ile hamile kaldığı için evlenmek zorunda kalan ünlü bir reklamcı. Ama başka sevgililer olduğu anlaşılınca ortalık ciddi şekilde tepetaklak oluyor.

Serezli’nin kardeşi rolünde Nilgün Belgün, sevgilisinin kardeşi rolünde de Volkan Severcan, olayın içine bodoslamadan dalınca oyundaki Tepetaklak konsepti tepetaklaklığı da aşıp resmen parande üstüne parande atmaya başlıyor.

Metin Serezli neredeyse iki buçuk saat süren oyun boyunca inanılmaz bir tempoda oynuyor. Onun mükemmel zamanlaması ve temposu Nilgün Belgün, Volkan Severcan’a ve sahnedeki diğer oyunculara da inanılmaz bir tempo kazandırıyor.

Nilgün Belgün çatlak kardeş Lucy rolünde harika iş çıkartırken söylediği rap bir şarkıyla izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyor. İster misiniz kısa bir süre sonra Rocco reklamlarında Nilgün Belgün’ü görelim! Valla olur mu olur. Belgün ’Ufacık, tefecik’ diye bir başlıyor, söylediği raple değme rapçilere taş çıkarıyor.

Gazeteci rolündeki Ardun Kıral, İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçısı. Çok başarılı bir komedi oyuncusu kazanıyoruz gibi geliyor bana. Tabii kendi isterse... Gözümüz üzerinde olacak.

Amerikan Başkanı’nı oynayan Levent Ulukut ise zaten yılların oyuncusu. Ona ne rol verirsen en iyisini yapmak için elinden geleni ardına koymuyor. Serezli’nin hamile eşini oynayan Şebnem Özinal ise rahat, göze batmayan oyunculuğu ile beni şaşırttı.

Tepetaklak’ta aksayan tek oyuncu Simge Selçuk. Oyunun uzunca bir bölümünü bikini ile oynasa da ‘çıplaklık’ onu kurtarmıyor. Sahnedeki duruşunu bir gözden geçirse iyi olur.

Tepetaklak’ta beni memnun eden nokta salonun tıka basa dolu oluşuydu. Bayramda bu kadar izleyiciyi toplayabildiği için Gencay Gürün’ü kutlamak istiyorum.

Gidelim mi? Kesinlikle... Hatta tiyatroya uzak duran birkaç arkadaşınızı da peşinize takın ki, tiyatroya bir hizmetiniz olsun. Bu oyunu gördükten sonra ‘Bu hafta bizi nereye götürüyorsun?’ diyen çok olacaktır.

Oyundaki reklamcı imajına gelince... Fransa’daki ‘cumhuriyetten’ beslenen bir tiyatro yazarından başka tür bir reklamcı imajı beklemek biraz abes olurdu. Neredeyse dünya üzerindeki en devletçi ülke sayılacak Fransa’dan çıkma bir yazar ‘Reklamcılar yalancıdır ‘ demesin de kim desin.

Reklamcı olmaya çalışan Volkan Severcan aracılığı ile oyunun içine Gencay Gürün tarafından yerleştirilmiş reklam metinleriyse oldukça komik. ’Ben reklamcı olmak istiyorum, bir reklam metni yazdım’ diye reklam ajanslarına başvuranların Tepetaklak’ı izlemelerinde fayda var. Tiyatro aynasında kendilerini görürlerse belki ne yapmaları gerektiği konusunda ders alabilirler!

Perihan Savaş vodvil oyuncusu

Bu hafta ikinci vodvil... İstanbul Şehir Tiyatroları, Üsküdar Müsahipzade Celal Salonu’ndan... Kim Kimi Kiminle... Yazarı ünlü İngiliz oyun yazarı Alan Ayckbourn. Karşımızda yine yanlışlıklar ve tuhaflıklara dayanan bir güldürü var. Ancak o kadar güldürdüğünü söyleyemeyeğim.

Oyunun konusu birbirini tanıyan çiftlerin arasındaki aldatma-aldatılma durumlarına dayanıyor. Perihan Savaş Nejat Birecik’i, Birecik’in iş arkadaşı genç Burak Davutoğlu ile aldatıyor. Burak Davutoğlu’nun eşi de duruma müdahale edince ortaya kocaman bir yanlışlıklar komedisi çıkıyor. Yönetmen Nedret Denizhan oyunun gerektirdiği paralel kurguyu sahneye çok iyi aktarmış. Bazı sahneye giriş çıkışlar sorunlu. İzleyicinin konsantrasyonunu ve anlamı bozuyor. Bunun dışında yönetimde bir sorun yok. Sorun oyuncularda... Oyuncular bir vodvilin gerektiği tempoda ve zamanlamada oynayamadıkları için oyun çoğu sahnede düşüyor.

Genç oyuncular Burak Davutoğlu ve Senan Kara bir vodvil için iki numara dar gelmişler. Hikmet Körmükçü ise çok iyi bir oyuncu ama Bora Seçkin’in yanında özellikle aldattığı sanılan kadın rolüne çok gitmemiş. Ve her nedense de çok demode bir kadın tipini çok da abartılı bir şekilde oynamayı seçmiş.

Bora Seçkin çok iyi vodvil oyuncusu. Nejat Birecik de istenen neyse yapmış. Perihan Savaş’ın bu kadar iyi bir tiyatro oyuncusu olduğunu bilmiyordum. Bazı sahnelerde ağır kalıyor ama yine de Nejat Birecik’in gözü dışarda eşini çok iyi yorumladığını söylemek mümkün.

Gidelim mi? Oyun daha tempolu oynanırsa, yanlışlıklardan doğan durumlarda espri zamanlamalarına daha dikkat edilirse neden olmasın. Şunu da söyleyeyim salon tıka basa doluydu. Genç ve çocuk sayısı da hatırı sayılır bir çoğunluktaydı. Gözlemim hepsinin keyifli anlar geçirdiği yolunda. Teknik açıdan söylediğim hatalar olsa da Kim Kimi Kiminle’den keyif alacakların sayısı almayacaklardan daha fazla olabilir.

Elizabethtown’da hayal kırıklığı

Bu filmin reklamlarını okuyunca gözümde çok mu büyüttüm ne... Filmde hiç istediğimi bulamadım. İyi başlayan ama ağır aksak giden, bazı sahnelerin Amerikan pop kültürden, akrabalık ilişkilerinden, gündelik ritüellerinden çok fazla etkilendiği sıradan bir film işte.

Orlando Bloom, sekiz yıldır bir firmada ayakkabı tasarımcısı olarak çalışıyor. Son tasarımda bir hata yapıyor ve firma 1 milyar dolar zarar ediyor. İntihar edecekken babasının öldüğünü öğreniyor. Hemen babasının öldüğü Elizabethtown’a gidiyor. Yolda ilginç kişilik Kirsten Dunst ile tanışıyor. Sonra kader ağlarını örüyor. Babası yakılıyor. Kirsten’le aşk mı değil mi ne olduğu bilinmeyen bir şey yaşanıyor.

Film boyunca ayakkabı niye tutulmadı bir türlü anlaşılamıyor. Sonra Orlando kendini yollara atıyor. Peşinden Kirsten onu buluyor ve ‘veciz’ sözcüklerle ona hayatta başarının anlamını anlatıyor.

Film birden bitiyor. ’Eeeee?’ diyorsunuz. ’Ne anlamalıyım şimdi bu öyküden.’ Eğer film sanatı bir ‘öykü anlatma’ sanatı ise bu filmin anlattığı şeyi anlatma biçiminden ben bir şey anlamadım. Tabii ki ne demek istediğini anladım da... Anlatma biçimi bana keyif vermedi. Hiç tatmin olmadım hiç.

Yalnız filmin sonunda, Susan Sarandon’un ölen kocası olmadan hayatın neye benzediğini tarif ettiği bölüme bayıldım.

CUMA İTİRAFI

şuursuzum_ben; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 25; İl: İstanbul

‘Dün gece eski erkek arkadaşımla ve diğer arkadaşlarla buluştum. Beş yıldır bitmeyen ama bir arada da olmamıza imkan vermeyen bir aşkımız var. Yıllardır bana ilk kez, ‘Seni seviyorum, yıllardır çok hatalar yaptım’ dedi. İşin kötü yanı şu ki ben yeni evlendim. Eşim tam anlamıyla mükemmel bir insan ve ben onu dün gece aldattım! Daha önce de olmuştu ama evli değildik ve ne alakaysa hiç pişman olmamıştım. Şimdi çok pişmanım.’

Yorum: İtiraf com’dan itiraf seçerken ‘Uydurma’ hissi vermeyenleri seçmeye çok özen gösteriyorum. Yukardaki itiraf uydurma mı değil mi karar veremedim! Sizce? ‘Kocasının gerçekten mükemmel bir insan olduğunu’ düşünen bir kadın aldatır mı? Ya da evlenmeden önce aldatıp pişman olmayan kadın evlendikten sonra aldatınca niye pişman olur? Garip bir itiraf. Garip bir kadın. Garip erkek arkadaşı. Garip bir koca. Hepsi garip işte... Ne diyeyim...

CUMA TAKINTISI

Beşiktaş Çarşısı’ndaki ‘Beşiktaş Balık Lokantası’nı yeni keşfettim. Neredeyse otuz yıllık bir mekanmış ama ben yeni keşfettim ne yapayım. Küçük ama dostluk, arkadaşlık kokan bir ortam. Mezeler, salatalar da hoş. Benim size önerim Beşiktaş Balık Lokantası’na özel hamsi kapamayı mutlaka tatmanız. Kağıtta hamsi kebabı gibi bir şey ama lezzeti muhteşem, muhteşem. Takılacak kadar var. Takın...

CUMA LAKIRDISI

Bugün... Her zamanki patikadan değil de, yonca tarlalarıyla bezeli alçak tepeleri aşarak vardım eve. Yalnız kalmanın en iyi yöntemi meğer yolu uzatmakmış.’ (Sema Kaygusuz)
Yazının Devamını Oku

Bakanlara Nimet Çubukçu taktikleri..

10 Kasım 2005
Nimet Çubukçu 2005 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlarından biri. Çubukçu’nun sorumluluk alanları Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü ile Kadının Statüsü ve Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü. Yani bu müdürlükler sayın Bakan’a bağlı.. Aslında Yener Süsoy’a söylediklerinden anladığımıza göre Nimet Hanım bu müdürlüklere kökünden bağlı.. O kadar bağlı ki bu müdürlükleri elindeki insan, araç, para ve yasayı kullanıp yönetmeyi reddediyor!

İniyor sahaya ‘bizzat, şahsen, kendisi’ 4. Murat’vari yöntemlerle yönetiyor..

Bakın ne diyor sayın Bakan, Süsoy’a:

‘Bugüne kadar 25 ilde 150’ye yakın kuruluşumuza ani baskınlar yaptım. Bunların hiçbirinde yanıma basın mensuplarını almadım, kimsenin haberi olmadı. Gittiğim yerlerde sürekli çocukların vücutlarını kontrol ediyorum, sohbet ediyorum, masal anlatıyorum. Karşılıklı güven oluştuktan sonra kurumla ilgili bilgiler alıyorum onlardan. Ziyaret ettiğim kurumların hepsinde şu anda en az 4’er muhbirim var. Bana mektup yazıyorlar, telefon açıyorlar, bilgi veriyorlar.’

Bravo.. Bravo.. Bravo..

Çağdaş yönetim işte buna denir. Kim demiş ‘çağdaş yönetim insanlara iş yaptırtma sanatıdır’ diye..

Kim demişse halt etmiş! Çağdaş yönetim muhbir yaratma, yaşatma ve baskınlarla yönetme sanatıdır.

Niye Nimet Hanım’ın sistemini diğer bakanlar da uygulamaz ki?

Örneğin Tarım ve Köyişleri Bakanı.. Her kümeste iki tavuk, iki hindi muhbir yarattı mı bak bir daha kuş gribine yakalanan kanatlı hayvan kalıyor mu?

Ya Turizm Bakanı? Otel yataklarının yumuşaklığını saptamak için baskın ziyaretler yapsa fena mı olur.. (Ama her kontrol ettiği yatakta uyuya kalmamak şartıyla!)

Sağlık Bakanı’na ne dersiniz? Hasta kılığına girip ameliyathane ameliyathane dolaşsa.. Böbreklerini, bademciklerini, safra kesesini sırasıyla aldırsa.. (Kaçıncı organda sizlere ömür olur dersiniz?)

Milli Eğitim Bakanı’nı düşünsenize.. Şeriatçı kılığında her gün baskın yapıp fişleme var mı yok mu diye kontrol etse, Van’daki üniversiteye rektör mü dayanır!

Aslında Nimet Hanım’ın yönetim taktiklerini öğrendikten sonra AKP’li diğer bakanlara karşı da bir güvenim arttı, bir güvenim arttı sormayın. Şu Türkiye ayakta duruyorsa kesinlikle onlar sayesinde duruyordur! Altımızdan kaydığını hissettiğim şeyin ise ne olduğunu emin olun bilmiyorum.

AKP’liler Nimet Çubukçu o makamda kaldığı sürece altlarından neyin kaydığının farkındalar mı peki? Fikri olan var mı?

Biletix’te ikinci fiyasko..

Phil Collins’i dinlemek için Abdi İpekçi’de yerimi alayım dedim. 4’üncü Blok’u arıyorum. Bir Allah’ın görevlisi yok.. Yer yarılmış bütün görevliler içine girmiş..

Göz yordamıyla 4’üncü Blok’u buluyorum. 22’nci sıradayım. Sıraları sayıyorum.. 17, 18, 19, 20, 21.. Ahh! Duvar!

‘Ahh!’ kafayı duvara çarpma sesim.. 22’nci sıra yok.. Kafamı bu kez bilinçli bir şekilde duvarlara vuruyorum. Şaşkınım...

Yeniden görevli birini arıyorum. Yaklaşık yirmi dakika.. Bulamıyorum.

Kapıda bilet kesenler yanlarda birine yönlendiriyorlar. Derdimi anlatıyorum. Elindeki telsizden bir kadınla konuşuyor. Kadın ‘Onlar aslında 16’ncı sıradalar, oraya oturt’ diyor.. Gerisin geri gidip 16’ncı sıraya oturuyorum.

Phil Collins dinleyeceğim derken yaklaşık 45 dakika sinir harbi içinde geçiriyorum.

Anımsarsanız geçenlerde Beşiktaş maçında da biletin üzerinde yazan koltuk numarasını bulamamıştım. Niye hep benim başıma geliyor böyle şeyler. Yoksa başkalarının başına da geliyor mu? Sorun, Biletix’de mi?

Kutlarım..

Geçen hafta eklerden birinde ‘Sezen Aksu Ajda’ya şarkı verdi’ diye bir haber vardı.. Bayat bir haber. Neredeyse iki aydır Sezen Aksu-Ajda Pekkan haberi biliniyor.. Ama gelin görün ki (ismi lazım değil) gazete ekine bu haber sanki yeniymiş gibi kapaktan kocaman puntolarla ve fotoğrafla girmişti..

Hata, hata, hata.. Büyük hata..

İnsanların her şeyin ucuzunu, kalitelisini ve ‘şimdi’sini aradığı bir dünyadayız. İnternet yumurtası kapıda. Her türlü haber anında cep telefonlarına düşüyor.

‘Alt tarafı magazin haberi’ yapıyoruz diye önemsenmediği çok belli sakız bir haber bir ekin ön sayfasını süslüyor.. Okuru eklerden, hatta gazeteden soğutmak için bundan daha iyisi yapılamaz! Kutlarım..

Bindiğiniz dalı kesin ki ortada okur mokur kalmasın..

Garipsiyorum..

Bizim Kelebek’te neredeyse her gün bir ünlünün Nişantaşı’ndan alışveriş manzaraları haberi yer alıyor.

Düşünüyorum, düşünüyorum Nişantaşı’ndan alışveriş yapan bir ünlü haberi ile kim ilgilenir, niye ilgilenir bir türlü bulamıyorum. Ünlü Salı pazarında, ya da Çarşamba pazarında alışveriş yaparken yakalansa hadi anlayayım..

Ya da halden kasa ile portakal alırken yakalansa onu da anlayayım.. Ama Nişantaşı’ndan alışveriş yapan ünlünün kerametini bir türlü anlamıyorum. Garipsiyorum.

Tam baydı..

Hülya Avşar-Gülben Ergen arasında 40 gün 40 gece süren atışmalar bayım bayım bayıyordu. İçin işine bir de Helin Avşar girip ‘Gülben’i ablam yarattı’ deyince olayın seyri değişti ve bu kez imam da şak diye düştü bayıldı..
Yazının Devamını Oku

Olan Nurgül Yeşilçay’a oluyor

8 Kasım 2005
Bu nasıl iştir anlamadım. Nurgül Yeşilçay, Cem Özer’le evlenmeden önce eleştirilere karşı doğru bir sanatçı tavrı gösteriyordu. Özer’le evlendi, her türlü sanatçı tavrından vazgeçti, eleştirişlere yanıt vermek için ortalıklara döküldü. Onu da bırakın, Özer kendi oyunculuğunu, işini bırakıp karısına yapılan eleştirilere yanıt verebilmek için ortalara döküldü.

Böyle, ‘Bize saldırıyorlar, hepsini püskürtelim’ tavrı içinde ortalarda birlikte görünmeye devam ederlerse herkes onları Lorell ve Hardy gibi ikili sanacak, olan da henüz oyunculuk kariyerinde basamakları çıkmakta olan Nurgül Yeşilçay’a olacak.

Peki Cem Özer niye böyle davranıyor olabilir?

Daha olgun bir oyuncu olarak ‘eleştiri’ kurumuna karşı soğukkanlı bir ‘duruş’ sergilenmesi gerektiğini bugüne kadar öğrenememiş mi?

Birlikte bu kadar anılmalarının Yeşilçay’ın ‘ününe’ zarar vereceğini bilmiyor mu?

Bilemiyoruz.

Bildiğimiz Cem Özer’in Nurgül Yeşilçay’la birlikte ‘ikili’ olarak anılmasının, Cem Özer’in işine daha fazla yaradığı.

Bir dönemin yıldızı iken birçok alana ‘nüfuz’ etmeye çalıştığı için, kendi yıldızını söndüren Cem Özer’in, Nurgül Yeşilçay’ın popülerliğine yaslanarak, yeniden popülerliği yakalamak istemesinden daha doğal ne olabilir? Gerçekten Yeşilçay’ın oyunculuk kariyerini, geleceğini düşünen biri, kalkıp onunla ‘ikili’ olarak anılacak davranışlar içine girer mi?

Nurgül Yeşilçay’a da ne diyeyim?

Cumartesi gecesi Okan Bayülgen’in Televizyon Makinası’nda sözünü ettiğim ‘ikili’ kurmaca içinde, ne kadar ‘etkisiz bir eleman’ olduğunu hep birlikte gördük.

Etkili olanın da ne yapmak istediği ortada.

Not: Ahmet Hakan, cumartesi gecesi Televizyon Makinası’nı izlemiş. Pazartesi günü bu programa katılan Cem Özer’in yaptığı esprilerle ‘feci demode’ kaldığını yazdı. Bakalım bu yorumundan sonra Özer-Yeşilçay ikilisi, Ahmet Hakan’ı ne düşkünlüğü ile suçlayacak?

Hakemlerin adaleti yok

Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu Başkanı Ufuk Özerten’in haftalık olağan basın toplantısını geçen hafta özetlemiştim.

‘Özerten ‘Hakemlerimiz kötü, yüreksiz ve kapasitesiz’ demiyor mu? ‘Elimizdeki mal bu, yapacak bir şey yok’ demeye getirmiyor mu?’ demiştim.

Özertem yazım üzerine aradı ve ‘Konuşmamda sadece hakem camiasını hedef aldım. Medyadan ve baskılardan etkilenmemeleri gerektiğini kamuoyu önünde söyleyerek yüreklendirmek istedim ve başarılı oldum. Hakem arkadaşlarımdan çok iyi tepkiler aldım’ dedi.

Özertem, bomba gibi bir de açıklama yaptı:

‘Fenerbahçe-Konyaspor maçında FB’nin attığı gol öncesinde faul olduğunu ama üzerlerinde baskı hisseden hakemlerin golü verdiklerini açıklamıştım. Maçın hakemlerinin yüzüne de aynı şeyi söyledim, onlar da beni onayladılar.’

Bomba gibi açıklama değil mi?

Merkez Hakem Kurulu Başkanı Konyaspor-Fenerbahçe maçında hakemlerin baskı altında kalarak doğru karar vermediklerini kabul ettiklerini açıklıyor. Hatta Özertem daha da ileri giderek Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş’la bir Anadolu takımı maç yaptığında hakemlerin kendilerini psikolojik baskı altında hissederek pozisyonları büyük takımların lehine yorumladıklarını söylüyor..

Konuşan sıradan biri, bir maç yorumcusu ya da spor yazarı olsa diyeceğim ki subjektif bir görüş! Ama açıklamayı yapan Merkez Hakem Kurulu Başkanı...

MHK Başkanı’nın üzerlerine böyle konuştuğu bir hakem cemaatinin adaletine nasıl güveneceğiz? Üç büyüklerin Anadolu takımları ile yaptıkları maçlarda her pozisyonda hakemlere ana avrat düz gidilmesinin, küfür de yetmeyince şiddete başvurulmasının önüne nasıl geçeceğiz?

Özerten’e ‘Niye hakemlere psikolojik destek vermiyorsunuz?’ diye sordum. ‘Veriyoruz’ dedi.

MHK hakemlere psikolojik destek konusunda Acar Baltaş’tan destek alıyormuş. Hakemlerin psikolojik destek almış halleri bu ise, almasalar ne halde maç yönetecekler acaba? Dakika 10, altı kırmızı kart..

Üç büyükler hep galip.

Madem hakemler böyle maç yönetecekler, üç büyükler kendi aralarında bir çok süper bir lig düzenlesinler, Anadolu takımlarını da boş yere yormasınlar olsun, bitsin.

Televizyon Bayülgen’in babasının malı değil..

Okan Bayülgen, cumartesi gecesi Hakkı Devrim, Cem Özer ve Nurgül Yeşilçay’ı bir masa başında toplamış, ‘Eee Ali Atıf Bir’i ne yapacaksınız’ diye olumsuz konuşmaları için çanak tutuyor.

Cem Özer, ‘Otomobil düşkünü demek, oto hırsızı mı demek? Niye alınıyor ki?’ gibi düşüşe geçtiği dönemlerdeki çıkışlarını anımsatan, özlü ve güzel bir söz söylüyor, Bayülgen’den çıt yok!

Metin Arolat ‘Kız düşkünü’nden ben kötü bir şey algılıyorum’ diyor. Bayülgen’den çıt yok.

Hakkı Devrim ‘Hep beni rahatsız eden adamlardan söz ediyorsunuz’ gibi kendine, beyefendiliğine yakışmayan bir söz sarfediyor, Bayülgen’den çıt yok.

Bu mu Bayülgen’in televizyonculuk anlayışı?

Ertuğrul Özkök’ün, kendi kişisel hesaplarını köşelerinde kesmeye çalışan yazarlara yönelik olarak yazdığı ve gazetecilik tarihine hediye ettiği bir cümleden esinlenerek soruyorum:

Bayülgen’in TV’de kullandığı süre, babasının malı mı?
Yazının Devamını Oku

Rakıcılar markalaştıkça güzelleşiyor

7 Kasım 2005
RAKI işi özelleşti, bu alanda rekabet tadından yenmez hale geldi. Elda Pazarlama’nın markası Efe etkili basın reklamları, uyguladığı halkla ilişkiler etkinlikleri ve kategoriye getirdiği yeniliklerle çok başarılı bir rakı markası haline geldi. Burgaz daha etkili basın reklamları yapabilir. Kırmızı kapağını daha da imaja yönelik kullanabilir Yine de iletişimdeki tutarlılığına ve sürekliliğine saygı duymak gerekir.

Tekel’i alan Mey grubu kısa sürede rekabete yanıt verip Yeni Rakı’nın şişesini, logosunu, amblemini değiştirdi. Yeni Rakı reklamları da rakı kültürünün gerçekleri ile örtüşünce ortaya mükemmel bir Yeni Rakı ‘relansmanı’ çıktı.

Yeni başlayan, günlük hayattan ‘rakı öykülerini’ basına taşıyan Yeni Rakı kampanyası da çok beğendim. Çok cesur bir kampanya. Yeni Rakı’nın rakıcılarla duygusal bağlarını güçlendirmesi için bire bir..

Elda pazarlama ise ikinci markaya bile girdi. Çilingir. Yeni Rakı’nın pazarına sert bir saldırı dahaÖHem de fiyat rekabetiyle. 22,5 YTL yerine 21,5 YTL. Çok yerinde bir pazarlama stratejisi..

Peki ama Çilingir’in niye Efe’nin ‘arkagücü’ne gereksinimi var? Basın reklamında ‘Bu sefer sert çıktık’ diyen kim? Elda pazarlama mı yoksa Efe mi? Keşke Elda Pazarlama olsaydı. Efe’yi ‘arka güç’ olarak kullanmak Efe’nin ürün çağrışımlarını bozabilir. ‘Ay Efe’de sertleşti’ diye algılayanlar çoğalabilir. Efe Efe Çilingir Çilingir olmalı. Büyük olasılıkla her iki markaya da aynı marka yöneticisi bakıyor. Oysa Elda Pazarlama her iki markayı ayrı ellere teslim etmeli. Bak o zaman Çilingirci kendi alanına Efe’yi sokuyor mu?

Dün ise Tariş/Tat’ın ’in çıkardığı Mercan Rakı’nın lansmanı başladı. Reklamlarda gördüğüm Mercan şişesi çok güzel bir şişe. Kutlarım. Ama reklamın başlığı aynı şeyi söyleyemeyeceğim: Rakının reklamı olmaz takdimi olurÖNe demek şimdi bu? Yani ‘ben bildiğiniz rakıyı üretiyorum, sadece duyuruyorum mu’ demek. Farklı değil aynı yani? Değil mi? Niye okur bu kadar düşünsün ve yandaki metni okusun ki. ’Keşke Her Şişede Aynı Tat, Aynı Muhabbet’ başlık olarak kullanılsaydı..

Neyse. Dediğim gibi. Rakı işi özelleşti, rakı muhabbeti keyifli hale geldi. Keyifsiz olan Türk ekonomisinin en büyük düşmanı komünist kafalar. Bu kafalar görüldükleri yerde sevilmeli.

Doğadan kendine iyilik yapmıyor

DOĞADAN ‘sağlıklı ürünler’ markası değil mi? Adı bile bu yüzden ‘Doğadan’ değil mi? Peki bu Hot Chocolate Tea (çikolata aromalı çay) nereden çıktı? Nerede kaldı doğadan ‘farklılığı’? Çikolata yiyerek de tabii ki kendimize bir iyilik yaparız da çikolata ile ‘sağlık’ kavramının ortak akılda algısal olarak örtüşmediği ortada.

Doğadan ‘sağlık’ çağrışımlarını çok iyi yansıtan başarılı bir markaydı, Hot Chocolate Tea’den sonra nasıl bir bir marka olacağını hep birlikte göreceğiz. Marka kuramı bize odağını kaybeden markanın güç kaybedeceğini söylüyor. Bir de ‘sağlık’ alanını başka çaylara açacağını..Umarım yeni ürünlerden sağlanan kar ürkütülen kurbağaya değer!

Yeri gelmişken. ‘Doğadan’ reklamlarındaki basit çözümlerini doğru bulduğumu söyleyeyim.. Yeşil çay reklamındaki çekik göz esprisi, çikolatalı çay reklamındaki ağızda çay demleme esprisi hoş, dikkat çekici espriler.

Ancak kuramsal ‘ikna’ açısından etkili olduklarını söylemek zor. Yani ‘Doğadan’ın ki daha iyidir, onu alayım’ duygusu yaratmıyorlar. Sadece Doğadan’a ve reklamı yapılan ürünlere karşı ‘beğenilirliği’ arttırıyorlar. Bu özellik de küçümsenecek bir özellik değil. Çoğu durumlarda ‘beğenilir reklamlar’ satışın ciddi tetikleyicisi olabiliyor. Son noktayı da şöyle koyalım: Marka olmak bazen satış baskısına rağmen potansiyel kardan vazgeçmeyi gerektirir.

Renault Megane’ın abartılı ejderhası

RENAULT Megane reklamında yol ejderha oluyor, sürücü de yol boyunca bu ejderhayla savaşıp onu dize getiriyor. Konumlandırma ortada: bütün virajları dize getiren araç! Müthiş bir animasyon, iyi fikir ama abartının dozu fazla.. Amaç sadece otomobil alıcılarını Renault bayilerine getirip ‘Niye ya? Bu arabanın nesi var?’ dedirtmekse bile fazla. Renault Megane için ‘bütün virajları dize getiren’ araç konumlandırması yapıyor ama niye sorusunun kanıtını bize vermiyor. Kısa dönemde bu sorunun yanıtı başka mecralarda verilirse o zaman sorun kalmayabilir. Uzun dönemde ise iletişimdeki ‘uyku etkisiyle’ ‘virajları dize getirme’ özelliği daha fazla anımsanıp etkili olabilir. Ya ejderha akılda kalırsa? O zaman paralar boşa gider.

Çin gibi olduk şimdi

ÇAYKUR’un yeşil çay gibi ‘Uzak Doğulu’ çağrışımlarını mizah kullanarak söylemenin çeldirici olduğunu düşünüyorumÖ Yeterince yeni ve önemli bir şey söylüyorsunuz zaten Bu mesajı bir de ‘Chai chen’ gibi çok vurgulu bir mizahla çeldirici hale getirmenin ne alemi var. Çaykur’un Yeşilçay’ı başlıbaşına star olmalıydı. Niye Hülya Koçyiğit (ya da bir ünlü diyelim) işin içine sokulup mesaj bulamacı yapılıyor? 40 yıllık ‘siyah çay’ markası Çaykur’un ‘yeşil çay’ reklamı yapması tabii ki büyük cesaret, yenilikçi imajı için büyük kazanımÖTakdir ediyorum. Amaa. ’Chai Chen’ gibi ‘eğreti’ duran bir mizahı da hem teknik olarak hem de artistik açıdan Çaykur için doğru bulmuyorum.

Lipton’un gerçek yeşil ‘Chai Chen’ leri oynattığı, otantik atmosferli yeşil çay reklamı ‘uzak doğulu ürün imajını’ yaratma açısından çok daha etkili. Hiç kuşkusuz bu etki de Lipton’un marka olarak yarattığı ‘karizmanın’ da etkisi varÖ Sallama çayın şahı Lipton’un yeşilçay’ı da dökme çay olarak pazarlama çabası çok ilginç. Üstelik işi gücü bırakmış reklamlarında bir de bize yeşil çay demlemeyi öğretiyor. Neden acaba? Lipton pazarlama işini biliyor olabilir mi? Var olan alışkanlıkları değiştirmek çok zor ve pahalı. Varolanları pekiştirmek ise en kolayı. Bilinen çay demleme yolunu yeşilçaya uyarlamak daha akıllıca değil mi?
Yazının Devamını Oku

Phil Collins ve 40 yaş gençliği

6 Kasım 2005
PHIL Collins’in perşembe gecesi Abdi İpekçi’deki konseri muhteşemdi. Etkinlik ve doğru pazar bölümlemesi arasındaki bağlantıyı görmeyen pazarlamacıların Collins’in bu muhteşem konserini izlemelerini isterdim.. Salonda yaklaşık 10-12 bin Collinssever vardı. Yüzde 50’den fazlası 40 yaş üzeri... Pazarı sadece gençlerden kurulu sananlar o gece Abdi İpekçi’de olmalı ve 40 yaş üstünün gerçek gücünü görmeliydiler. Doğru ‘psikografik düğmelerine basılırsa’ neler yapabileceklerini de...

Phil Collins, davul şovunu bitirip hit parçalarını arka arkaya patlatmaya başlar başlamaz 40 yaş üzeri grup sanki bir ayindeymişçesine kendinden geçti. Nostalji gibi çok güçlü bir duygunun bir araya getirdiği 8-10 bin kişi tüm parçaları Collins’le birlikte söyledi.

Against All Odds, Don’t Loose My Number, One More Night, Can’t Stop Loving You, Another Day in Paradise, Susudio birbiri ardına geldikçe ‘40 yaşı üstündekilerin’ yaşadıkları coşku Tarkan konserindeki ‘20 yaş’ gençliğinin çoşkusuna dönüştü.

Sanki bir ayindeymiş gibi ama aynı çoşku... ’Bu insanları biraraya getiren sadece nostalji duygusu olamaz, hálá Phil Collins’in çağrıştırdıklarından beslenen bir ‘40 yaş nişi’(*) var’dedirten bir çoşku.

40, 50, 60, 70 hatta bazen 30 yaşındakileri bile adamdan saymayan, elindeki avucundakini gençleri memnun etmek için klişelere dönüştürenlerin suratlarında tokat gibi patlaması gereken bir coşku.

Perşembe gecesi Abdi İpekçi’de Phil Collins şovunu izleyen ‘40 yaş üstü’ çok mutlu oldu. Abdi İpekçi’nin büfesinde satılan tek tip bira, cips, patlamış mısır ve sosisli sandviç ise ‘40 yaş üstünü’ mutlu etmekten çok uzak ürünlerdi. Nasıl ürünler mi olmalıydı?

Bilemem. Perşembe gecesi sadece bir gözlem yaptım. Araştırmak lazım. Pazarlamacıyım diyen (20’li yaşlardakiler dahil) farklı pazar bölümlerinin nasıl ‘çok mutlu’ edilebileceğini araştırır. Kendilerinden başkalarına ‘mutlu olmayı’ çok görenler gibi ’Iyyyyk 30 yaş üstü, ıyyyyk 40 yaş üstü’ diye burun kıvırmaz...

(*) Küçük ama kárlı pazar bölümü.

Phil Collins’in heyecanı

PHIL Collins davul şovu bittikten sonra sahneye çıktı ve eline aldığı kocaman kağıtlardan ‘Teşekür iderim, iyi akşamlar İstanbul... İyi bayramlar İstanbul, sonunda Türkiye’deyim..’ cümlelerini okudu... İstanbul’un üstüne basa basa... İstanbul’daki ‘bul’u dudaklarının arasında sindire sindire...

Belli ki daha önce İstanbul’a ayak basmayan dünya Rock starı İstanbul’da olmaktan ayrı bir heyecan duyuyordu. Final Farewell adını verdiği turnesi kapsamında dolaştığı Dubai, Helsinki, Prag, Dublin, Moskova, Zagrep, Düsseldorf, Glaskow, Belgrad, Belfast, Beyrut, Budapeşte, Atina’da duyduğu heyecan gibi.

Bir halıya pazarlıksız 40 bin YTL veren Collins’in İstanbul’da duyduğu heyecan hepimize ders olmalı. ‘Heyecan duymak’ tüm turistik aktivitelerin arkasındaki en önemli dürtü..

İstanbul’un ‘heyecan’ gücünden yararlanmak lazım. ‘Heyecanlandıran’ İstanbul’u korumak, İstanbul’un değerlerini siyasi çekişmelerle, çıkar oyunlarıyla har vurup harman savurmamak lazım. Koca koca alışveriş merkezlerini İstanbul’un orta yerlerine yapıp İstanbul’un trafiğini felç etmemek lazım. Plansız yol onarım çalışmalarıyla İstanbul’un trafiğini katletmemek lazım. Türkiye’nin geleceği için ‘İstanbul’un çıkarını’ kamu çıkarından bile üstün tutmak lazım.

Yabancı sermayeye nereden gelirse gelsin karşı değilim ama ‘Dubai Kuleleri’nin İstanbul’a duyulan heyecanı Dubai’de duyulan heyecanla karıştıracağını düşünüyorum. Haksız mıyım?

Çubukçu istifa etmeli

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Nimet Çubukçu’yu savunmakla ne yaptığının farkında mı? Bu ne demek? ‘Malatya çocuk yuvasındaki’ gibi rezaletler diğer kamu kuruluşlarında da ortaya çıkarsa mevcut bakanlara da Başbakan sahip çıkacak demek... Mesaj bu. AKP üçüncü yılını kutlarken Malatya’daki utanç verici olaydan böylesine kolayca sıyrılmamalı. AKP varolan sistemi karalaya karalaya bugünlere geldi. Başbakan her skandalda geçmiştekiler gibi davranırsa nerede kaldı AKP farkı?

Reklamdaki fikri takip

HÜRRİYET ‘aile içi şiddete’ karşı farkında olmayı arttırmak için çektiği mükemmel reklam filmini ‘gündeme’ uyarlayarak yayına koydu. Reklamda çocuklara kötü davranan kamu görevlilerine verilecek ceza anımsatılıyor. Hürriyet bu mesajla ‘Aile içi şiddete son’ kampanyasındaki duruşunu sağlamlaştırıyor. ‘Çocuğa yönelik şiddet’ gözler önündeyken ‘Aile içi şiddete son’ kampanyasını sosyal bir harekete dönüştürmenin kıvılcımları yakılıyor.

Teorik olarak bakarsak da Hürriyet haberciliğin en önemli ilkelerinden biri olan ‘fikri takip’ ilkesini bir sosyal reklam kampanyasına uyguluyor. Neydi fikri takip? Ortaya atılan olayın, düşüncenin peşini bırakmamak, eşelemek, iz sürmek, bağlantılar kurmak. Hürriyet teknik olarak çok doğru bir iş yapıyor. Sosyal reklam kampanyası yürütenler bu kampanyayı ve sonuçlarını iyi izlesinler.

Eti-Ülker rekabetinin keyfi

YABANCI Damat’taki performansıyla göz dolduran Erdal Özyağcılar, Eti reklamında oynayınca Ülker de dizinin diğer göz dolduran Memik Dede’sine (Arif Erkin Güzelbeyoğlu) reklam teklifi götürmüşler. 28 Şubat’ın yarattığı dalgayla Ülker ürünlerine sıcak bakmayan ‘eski tüfek’ Arif Erkin Güzelbeyoğlu da, daha ücreti bile öğrenmeden teklifi reddetmiş.

Ama gelin görün ki Erdal Özyağcılar ve Arif Erkin Güzelbeyoğlu, Yabancı Damat’ın cuma gecesi yayınlanan bölümünün senaryosu ellerine geçtiğinde biraz ‘huzursuz’ olmuşlar. Çünkü senaryo gereği akrabalar Ülker-Panatinaikos maçına gidiyor Özyağcılar ve Güzelbeyoğlu da Ülker basketbol takımının formasını giyiyorlarmış.

Biri Eti reklamında oynayan diğeri ideolojik nedenlerle Ülker reklamında oynamayı tercih etmeyen iki usta oyuncu böyle bir durumda ‘şok’ yaşamasın da kim yaşasın. Tabii ki profesyonellik gereği kalkmışlar koçlar gibi Ülker formasını giyip rollerini oynamışlar. /images/100/0x0/55eb630cf018fbb8f8bdd1e1

Gördüğünüz gibi Ülker-Eti rekabetinden çok keyifli bir öykü çıkmış ortaya. Arif Erkin Güzelbeyoğlu’nun Ülker’in teklifini reddetmesi dışında. 28 Şubat’ın üzerinden çok sular geçti. Ülker’i o günlerde ‘şeffaf’ olmadıkları için ben de eleştirdim.

‘Kurumsal’ olarak da mesaj vermeleri, Ülker’i ürünlerinden ayrı bir holding gibi ifade etmeleri konusunda tekrar tekrar uyardım. Ülker’in o günlerdeki sorunu kendini ifade etme sorunu idi. Bugün Ülker kendini daha iyi ifade ediyor. Özü değişmeden, değerlerini değişmeden. Yıllardır klasik müzik konserlerinden, kukla tiyatrosuna birçok kültürel etkinliğe destek veriyor. Gençler artık Ülker ürünlerine ideolojik gözlükle bakmıyor. Ülker’den çekinenler bir takım ‘40 yaş üstü’ kuşağı.

Ülker onlara da kendini daha iyi anlatacak yollar bulmalı... Şeffaflık her şeyin ilacı. Kendini ifade etmek her şeyin ilacı. Bazı markaların arkasındaki aileler daha daha alçak gönüllü bir hayat tarzını benimseyebilir. Bazı markaların arkasındaki aileler ise daha iddialı... Ülker kurumsal iletişiminde de daha alçakgönüllü bir çizgi çiziyor. Yapacağı bu alçakgönüllük içinde ‘iddialarını’ bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiyle ortaya koymak...

Çekirgelik

Herkesin isteği öğrenmektir ama kimse ücretini ödemeyi istemez.

(Juvenal)
Yazının Devamını Oku

‘Mış gibi’ yaşam kültürü üzerine

4 Kasım 2005
Bilmiyorum bayramda okuyacağınız kitabınızı seçtiniz mi? Seçmediniz mi? Seçmediyseniz Doğan Cüceloğlu’nun yeni çıkan ‘Mış Gibi Yaşamlar’ kitabını öneriyorum.

‘Mış gibi’ yaşam? Yakından bildiğiniz bir yaşam. Düşüncelerinin arkasında durmayan, sözü özü, davranışı birbirine uymayan insanların yaşamı.

Çevrenize bir bakın. Ne görüyorsunuz? Demokrasi vaat ettiği halde partisini faşistçe yöneten liderler yok mu? Ya ‘Çocuğum her şeyim’ deyip çocuğunu sevgisiz bırakan, ilgiyi parayla, hediyeyle ölçenler?

Profesörüm deyip eline okumak için son on yıldır gazete bile almayanlar? ‘Hukuk devletiyiz’ deyip hukuk sisteminin suyunu çıkaranlar? ‘Trafikte kurallara uyalım’ deyip ilk direksiyona geçişte emniyet şeridini babasının malı gibi kullananlar.

Yok mu bunlardan çevrenizde, medyada, devlet dairelerinde, özel şirketlerde hatta evinizde...

Yazının Devamını Oku