ECZA deposundan ilaç alanınız var mı? Hani toptan fiyatına ucuz olsun diye.. Yok. Alamazsınız zaten... Kanunen ‘ilaç’ tanımına giren her şey eczanede satılır. Bir ecza deposu niye reklam yapar o zaman? Üstelik de televizyonu kullanarak... Bahadır’ı, Saadet Teyze’yi, Nuri’yi, Hande’yi, Nejat Amca’yı niye etkilemeye çalışır?
Yanıt? Yok mu? Hiç çalışmıyorsunuz hiç... Olmaz böyle çocuklar olmaz... Ananız, babanız sizin için her bir yerlerini süpürge etsin, siz hálá iki elim ayna dön dön oyna! Eczacılar için yapıyorlar, eczacılar..
Selçuk Ezca Deposu başta Türkiye’nin her santimetre karesindeki 22-23 bin eczacıya sesleniyor, sonra ilaç üreticilerine, sonra 4 bin 600 çalışanına, onların ailelerine, daha sonra Sağlık Bakanlığı’na, daha sonra diğer kuruluşlara...
İlaç dağıtım işinde de rekabet büyük... Selçuk Ecza deposu 47’nci yılını kutlarken bir fırsatı değerlendiriyor, farklılaşmaya, hedef kitlesi ile ‘iletişim’ kurmaya özen gösteriyor.
Ancak böylesine seçilmiş ve de ‘okur-yazar’ bir kitleyle ‘iletişim’ kurmak için televizyon gibi bir kitle iletişim aracını niye kullandıklarını pek anlamadım. Gazeteler kullanılsa ya da gazete-televizyon ikilisi ya da gazete-televizyon-internet üçlüsü... Daha verimli olmaz mıydı?
Anlamadığım bir nokta da ‘yüzde 100 Türk sermayeli’ olmanın bir ilaç deposuna getirdiği rekabetçi yarar. Ve kalktım ‘anlamak’ için Selçuk Ecza Deposu’nun merkezini aradım. Karşıma santraldaki bayan çıktı. Kendimi tanıttım. İsteğimi özetledim. ‘Halkla ilişkilerciniz var mı?’ diye sordum. ‘Bu işle Sedat Bey ilgileniyor’ dedi ve görevinin sadece ‘bir yere birini bağlamak olduğunu sanan’ çoğu santralcı gibi ‘zart’ diye bir yere bağladı..
Yaklaşık üç dört dakika Sedat Bey telefonu açsın diye bekledim. Telefonu kapatıp yeniden santralı aradım. ‘Ulaşamadım’ dedim. ‘Bir daha bağlayayım’ dedi. Sedat Bey yine yok!
İnatla santralı bir kez daha aradım. İstediğim bilginin acil olduğunu belirttim. Sedat Bey’in cep telefonunu istedim. Hanımefendi biraz sinirlenmeye başladı. ‘Bende yok beyefendi ben sadece santralım!’‘Beni o zaman pazarlamaya bağlayın’ dedim. Santralcı sinirli sinirli ‘Bizde pazarlama yok, Sedat Bey var’ dedi ve ‘zart’ diye bir kere daha bir bilinmeze bağladı.
Telefon biraz çaldı. Karşıma bir bayan çıktı. ‘Telefon numaramı aldı. Sedat Bey’e sizi aratacağım’ dedi. Hasta bir süre Sedat Bey arasında ve bilgi ihtiyacını karşılasın diye bekledi... Sonra bilgi yetmezliğinden sizlere ömür! Ruhuna El-Fatiha!
Keşke tüm iletişim sorunlarımız bir televizyon reklamı yapmakla çözümlenseydi değil mi?
Erdoğan kendi kalesine ‘gol’ attı
ŞEMDİNLİ olayında güvenlik görevlisi başı sıkışınca DYP Başkanı Mehmet Ağar’ı aradı. Ağar bu fırsatı iyi değerlendirip Tayyip Erdoğan’a yüklendi: ‘Hálá ne duruyorsun Şemdinli’ye git!’
Tayyip Erdoğan, hiçbir şey söylemeden kalktı, Şemdinli’ye gitti. Ağar sanki siyasi iletişim yönünden Erdoğan’a gol atmış gibi göründü. Zihinlerde ise henüz ‘Mehmet Ağar zorladı da gitti’ kararı verilmemişti. ‘Başbakan gidecekti, şimdi gitti’ diye düşünülüyordu.
Amaaa... Başbakan kalktı ve ilk kez DYP Başkanı Mehmet Ağar’ı hedef aldı: ‘Sen de başkansın sen de git!’
Tayyip Erdoğan kendi kalesine gol attı, geçmiş olsun. Bir liderin potansiyel alternatiflerinden birini muhatap alması siyasi konumlandırma açısından büyük hata!
Erdoğan ve danışmanları varolan siyasi konjonktürde AKP’nin alternatifinin yine sağın bir türü olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu nedenle de DYP’ye Ağar’a bugüne kadar hiç yüklenmediler. Onu görmezden geldiler. Gündeme taşımak istemediler.
Şimdi ne oldu? Değişen ne? Kamuoyu araştırmaları bizim bilmediğimiz bir şeyi mi gösteriyor?
Ağar, Erdoğan’ın tepside sunduğu fırsatı iyi değerlendirip ‘başı sıkışanın aradığı güvenilir kişi’ imajını yaygınlaştırabilirse kazanır... Gündem Erdoğan-Ağar kıyaslamasına kayarsa da Erdoğan, rekabetçi olarak her şey diyebilir ama artık bir şeyi diyemez: Denenmeyeni deneyin!
Reyting bölücüleri!
TELEVİZYON kanalları çok ilginç bir taktiği yeniden kullanmaya başladı. Bir programı ikiye üçe bölüp, reyting raporlarında üst sıralara birden fazla programa sokmaya çalışıyorlar. Sanki üç ayrı programmış gibi. Sunucu aynı, dekor aynı, bazen konuklar da aynı... Değişik olan bazen bir olay bazen bir görüntü...
Niye böyle yapılıyor? Çünkü dünya televizyonlarında görülmeyecek kadar uzuuuun süren programlarda bazı bölümler daha çok izleyici ilgisi çekebiliyor. O bölümü tüm program süresine oranladığınızda dakika başına ortalama düşük çıkıyor. Ama sadece o bölüme oranladığınızda dakika başına ortalama yükseliyor. Olan kime oluyor?
Başta reklamverene... Tüm reyting sistemi altüst oluyor. Veri tutarlılığı ortadan kalkıyor. Zaten izleyici niteliğine bakan olmadığı için nicelik sağlayan veri de içinden çıkılmaz hale geliyor.
Televizyon kanalları da yaparken yaratıkları ‘hormonlu’ reyting kurbanı olup hatalı programlama yapıyor. Zaten ‘ilk yüz program’ soyut bir başarı ölçütü, bir de bu soyut ölçüt daha soyutlaştırılıp işin suyu çıkarılıyor.
TİAK’ın duruma el koyması şart! Koymazsa gidiş kötü... Yakında bir program on beş parçaya bölünür, RTÜK telefon hatları şikayetten geçilmez. Bir bakarsınız bir gece içinde program bölmek yasaklanmış! Hatta programlara süre sınırı konmuş! Olur mu olur. Liberal ekonomilerde kural budur. Kendi ayarını yapamayanı biri çıkar ayarlar. Ayar birine bırakıldığında ayarın nasıl olacağını bir Allah bilir! (Bakınız 28 Şubat Sözlüğü: Balans ayarı)
Sorumsuz bakan
MALATYA’daki çocuk yuvası rezaleti gündemde değil artık. Unuttuk. Ben unutmadım. Malatya’da çocuk yuvasında işkence gören çocukların çektikleri acı hálá yüreğimde... Acıtıyor... Nimet Çubukçu ise hálá görevde... Peki biz hálá ona niye Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı demeye devam ediyoruz. ‘Sorumsuz Bakan’ diyelim olsun bitsin...
Bir kere öğrendik ya kilimcim
KİLİM’in ünlülerin kullanıldığı ‘Bir Kilim Yeter Sevgilim’ kampanyası Filli Boya’nın ‘En güzel sarı, en güzel kırmızı... Filli Boya’da’ diyen kampanyasına benziyor. Ancak Filli Boya reklamlarında boyanın temel özelliği renk farklılığı üzerinde duruluyordu. Kilim’de ise slogan ezberletiliyor. Üstelik Kilim reklam filmlerinin yapım kalitesi daha kötü.. Oysa biz zaten ‘Bir Kilim Yeter Sevgilim’i çok hoş reklam filmleriyle öğrenmiştik. Niye öğrenilen bir sloganı tekrar tekrar, üstüne baba basa öğreniyoruz? Faydası ne?
Nefis bir reklam ama...
MARET’in ‘nefis sosisli şiirler’ reklamı çok şirin. Çünkü oradaki çocuk çok şirin. ‘Abim ıspanak yesin, çünkü ıspanak zeka geliştirir’ esprisi çok şirin. Sosis görüntüleri çok şirin... Neredeyse beş yıldızlık etkili bir reklam filmi... Çok etkili hem de haddinden fazla... Ama etkilenmeye çalışılan çocuk... Çünkü anne-babaların bu tür ürünlere karşı direnişi var. Çocuk masumca, diretsin diye...
Avrupa Birliği ülkeleri çocuklara yönelik reklamlara standart getirmeye uğraşıyor. Hedef ‘aşırı kiloların önüne geçmek, sağlıklı beslenmeyi sağlamak...’ Çok yakında Türkiye’de de çocuklara yönelik yiyecek içecek reklamları yasaklanabilir. Şu anda bir yasak yok. Maret yasal olanı yapıyor. Ama sorun da ortada...
İlk dört ne ki
BALPARMAK’ın reklamında da bir çocuk var. Parmaklarının ismini öğreniyor. ‘Yenilesi’ bir tonda sayıyor: ‘Serçe parmak, yüzük parmak, orta parmak, işaret parmak...’ Sonra baş parmağını gösterip vuruşu yapıyor: ‘Balparmak...’ Reklam filmi ‘Hayatınızın ilk beşinde...’ son sözü ile bitiyor. Yine çocuk kullanımı. Son söze kadar çok güzel reklam. Son söz biraz ilgisiz, reklamın konseptine yabancı. Ama ortada ürün yok... Arzulatma yok. Sadece beğenilir ve markayı belletir bir reklam var... Çocuklara yönelik reklamlar yasaklanınca Balparmak türü reklamlar da yasaklanacak. Ana babaların bala itirazları olmasa da... Ya Balparmak türü reklamlarda markalar ‘Bizim hedef kitlemiz analar-babalar’ derlerse...
Demek ki yasaklanan ne olacak?... Reklamda çocuk kullanımı..Ha gayret...
Az kaldı.
Çekirgelik
DEVE bir komitenin bir araya getirdiği attır.
(Tüm zamanların en büyük 101 işletmecilik ilkesi, Leslie Pockell, 2005)