25 Kasım 2005
‘Doğuya gelenler bilir. Hemen her yerleşim yerinin en gözde tepesinde ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazısını görmek mümkündür. Düşünüyorum da, Batı’da herhangi bir yerde ‘Ne Mutlu Kürdüm Diyene’ yazılsaydı ne olurdu? Düşünülmesi bile korkunç değil mi? Ya her sabah ant içerken çocuklarımız ‘Kürdüm, doğruyum, çalışkanım...’ diye ant içmeye başlasalardı... Tuhaf değil mi? Biz her sabah ‘Türküz’ diye yemin ettik belki, ama Kürt olarak mutlu olmaya çalıştık. Kendinizi bizim yerimize koyun, o zaman bizi daha iyi kavrayacaksınız. Ve günün birinde bizi anlayacağınıza yürekten inanıyorum.’ (Van’dan Betül Yalçın, Ruşen Çakır, Türkiye’nin Kürt Sorunu, s. 81, 2004)
Yorum: Başbakan’ın ‘Türkiyelilik üst kimliktir’ açıklamasını okuduğumda nedense aklıma yukarıdaki ifade geldi. Çakır’ın kitabında bir yıl önce bu satırları okurken biraz şok olmuştum. Nasıl olur da bir Kürt kökenli Türk vatandaşı, Türk şemsiyesi altında bulunmaktan bu kadar rahatsız olur? Niye ‘Türk olmak (köken olarak değil, vatandaş olarak) onu mutlu etmez ‘ diye düşünmüştüm. Ve de sorunun temelinde bir takım ‘demokratik hakları elde etme güdüsü’ olmadığına inanmıştım. Son gelişmeler beni doğruluyor. Birileri kesinlikle daha fazlasını istiyor, bu uğurda kardeşi kardeşe kırdırmak için provokasyon yapıyor, strateji uyguluyor. Aman dikkat! Hem de çok dikkat. Soğukkanlı olalım!
Elisa aşık mı, zorunlu mu yoksa mazo mu?
Gilles’in Karısı çok ilginç bir konuya sahip. Fransa... 1930’lar... Elisa iki çocuk sahibi. Bir diğerine de hamile. Kocası Gilles azıyor ve baldızı Victorine’e sarkıyor, aşık oluyor, sonra da onu saplantı haline getiriyor. Siz olsanız bir kadın olarak böyle bir durumda ne yaparsanız?
Elisa mı ne yapıyor? Kocasını geri getirebilmek için resmen kocasına yardımcı oluyor. Onu hasta kabul edip iyileştirmeye çalışıyor. Kardeşini gizlice izleyip, kocasına rapor veriyor. Hem de Gilles ‘Asla ben kardeşinin peşini bırakmam’ dese bile.
Gilles’in Karısı, Madeleine Bourdouxhe’un romanından sinemaya uyarlanmış. Yönetmen Fonteyne de her kareyi neredeyse Renoir tablosu gibi çekmiş. Ortada çok hoş bir görsel şölen var. Elisa rolünde Emmanuelle Devos mimikleriyle adeta oyunculuk dersi veriyor.
Ama eninde sonunda Gilles’in Karısı bir Avrupa sineması örneği! Amerikan filmlerindeki tempoyu beklemeyin. Ama filmi izlerken kafanızda çok soru oluşuyor. Elisa çok mu aşık? Kocasına çok mu bağımlı? Mazo mu? Bu soruların yanıtı filmde yok. Çünkü Elisa’nın film boyunca dertleştiği kimse yok. Bir kadının davranışlarının nedenlerini dertleştiği kimse yoksa anlamak bu kadar zor mu? Niye bir insan onu döven bir adama koşa koşa geri döner?
Sevgili Hıncal Uluç’un kanıtı sorunlu
Mert&Marcus ikilisinin çektiği Pirelli 2006 takvimindeki bazı fotoğrafların ‘porno kıvamında’ olduğunu yazdım. Paris gezisini birlikte yaptığımız sevgili Hıncal Uluç ise takvimde ‘Bırakın pornoyu neredeyse çıplak fotoğraf bile yok!’ demeye getirdi. İddiasına da ‘erkekçe dergisi editörlüğünü’ kanıt olarak gösterdi. Buradan şunu anlıyoruz ki, erkek dergisi editörleri porno fotoğrafla porno olmayan fotoğrafı birbirinden ayırt edebiliyor, biz edemiyoruz. Oysa tam tersi olması gerekmez mi? Çok sayıda çıplak fotoğrafa maruz kalmak ‘pornomsu algılama eşiğini’ yükseltmez mi? Buna da mesleki deformasyon denmez mi?
Zuhal Olcay’ın Başucu Şarkıları... Ruhunuza
Gece yarısına yakındı. Yazı yazmak için masaya oturdum. Televizyon açıktı. Kapadım. Ruhumu biraz dinlendireyim diye Zuhal Olcay’ın yeni albümünü CD çalara yerleştirdim. Başucu Şarkıları 2... İlk defa dinliyorum. Müzik Direktörü Bülent Ortaçgil. Özdemir Erdoğan’dan Pervane, Bora Ayanoğlu’ndan Adım Kadın, Doğan Canku’dan Gecelerim, Ortaçgil’den Beni Kategorize Etme... Zuhal Olcay yumuşak yumuşak söylüyor. Bilgisayarımın tuşlarına daha bir keyifle dokunuyorum. Bir rahatlık, bir rahatlık. Zuhal Olcay’ın sesi, yorumu huzur veriyor. Ruhum dinleniyor. Bir ses son noktayı ‘bitti’ diyerek koyuyor. Sesssizlik. Huzursuz oluyorum. Albümü başa alıyorum. Yeniden huzur, yeniden ruh dinlenmesi. Ruhunuz yorgunsa Zuhal Olcay’ı mutlaka dinleyin. Son albüm ruhlara birebir.
Yayınevine bastığı kitap dokunmuş!
Geçen hafta iki kitap önerecektim. Birini önerdim ikinciye yer kalmadı. İkinci kitap Kışkırtıcı Liderlik.Yazarı John Adair. Adair Batı dünyasının gelişmesinde rol oynayan ünlü liderlerden yola çıkarak liderliği parça parça doğramış, ortaya güzel bir ‘Nasıl lider olunur?’ kitabı çıkmış. ’Bu ünlü liderler kim?’ diyorsunuz değil mi? Herkes var. Büyük İskender’den Lincoln’e, Hitler’den Gandi’ye, Sokrates’ten Thatcher’a... Kimi ararsanız bu kitapta var. Sadece Atatürk yok. Olmaz olmaz. Yazarın kahyası değiliz ya. Kitabı çıkaran ALTEO yayıncılık durumu garipsemiş. Kitabın sonuna yaklaşık olarak şöyle diyen bir anımsatma koymuş:
‘İsterdik ki, Adair Atatürk’ü de değerlendirerek yazdığı kitapta yer versin. Ancak sanırız ki, Atatürk’ün eksiğini bulmak zor, o yüzden yer almamış olabilir.’
Ben de yayınevini garipsedim. Ne gerek var ki böyle bir anımsatmaya. Değerli görmediysen kitabı basmazsın, bastıysan yazarı niye eleştiriyorsun. Hem çevirisini yaptığın bir yazarın eserine kendi kitabında yorum yazma hakkını nereden nasıl buluyorsun? Yayınevi olmanın da bir adabı olmalı değil mi? Nereden bilelim biz şimdi John Adair niye kitapta Atatürk’ü ele almamış! Adam çalışmasını bir şekilde sınırlandırmış olabilir. Okuruz, düşünür taşınır, karar veririz. Yayınevine ne!
CUMA İTİRAFI
itirafçıkadın; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 30; İl: İstanbul
Erkek kardeşim gemiyle yurtdışına gidiyor. Yanına alacaklarının listesini yapmış. En başta prezervatif. Sonra padişah macunu, bal, fındık, ceviz içi, badem, Antep fıstığı, lokum, cezerye! Çalışmaya mı gidiyor yoksa seks kampına mı anlayamadım!
Yorum: Çalışmaya mı gidiyor, yoksa seks kampına mı onu bilemem ama kardeşimizin ‘Türk’ün gücü’ mitinden oldukça etkilendiği açık.
CUMA TAKINTISI
Daha önce Yeşilköy’deki balık lokantası Yüksel’den söz etmiştim. Yine oradan söz edeceğim ama bu kez ayva tatlısından. Kaymaklı ayva tatlısı... Ağızda nasıl dağılıyor, bir bilseniz. Süper bir lezzet. Buradan yola çıkarak diyorum ki, bu hafta sonu ayva tatlısına bir takın.Yüksel’de, başka bir yerde, ya da evde... Karar sizin. Takın da, nerede takarsanız takın. Ama Yüksel’deki süper.
CUMA Lakırdısı
‘Saf su isteyen kaynağına girmelidir.’ (İtalyan atasözü)
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2005
AGB ölçümlerinde iki konu çok önemli.. Birincisi temel ölçüm değişkenleri. Türkiye’de ailedeki birey sayısı, sosyo-ekonomik statü (SES), ölçmek çok sorunlu.
A’yı B’den, B’yi C’den, C’yi D’den ayırmak için hangi değişkenler kullanılacak?
SSK’dan emekli ama kebapçı açmış bir kişi emekli mi sayılacak, serbest meslek erbabı mı?
Verilmesi gereken kararlar çok. Burası Türkiye, plazma TV ile klimanın kimde olduğunu bir Allah biliyor!
Haydi SES’i ölçtük diyelim. İstanbul’un yüzde kaçı B grubu? Haydi o da aynı anketten çıksın yüzde 15’i. İstanbul’a 700 cihaz takılacaksa 105 cihaz B grubuna takılacak demek ki.
Peki bu 105 cihazın yüzde kaçı 1-2 kişilik ailelere takılacak? Diyelim yüzde 20’si. O da ankette var. Yani 21 ev, hem B grubu hem de 1-2 kişilik olacak.
Aynı hesabı 3-4-5 kişilik ve üstü aileler için de yapmak mümkün. A’lar, C’ler, D’ler için de.
Buraya kadar temel değişkenler tamam. İkinci sorun kontrol değişkenlerinde. İstanbul’un yüzde kaçı 5-11 yaş grubunda?
Diyelim yüzde 12’si. Kontrol etmek lazım. Yüzde kaçı kadın? Yüzde 51’i. Kontrol etmek lazım. Evlerin yüzde kaçında tek televizyon var? Yüzde 60. İki televizyonlu evler? Yüzde 25. Kontrol etmek lazım.
İstanbul’daki evlerin yüzde 98’inden TRT1, Kanal D, ATV, STAR, Show çıkıyor. Kontrol etmek lazım.
TRT 2, TGRT, Kanal 7, STV, Flash yüzde 85’inden çıkıyor. Kontrol etmek lazım.
İstanbul’daki evlerin yüzde 60’ı televizyonu normal antenle izliyor. Kontrol etmek lazım. Yüzde 20’si çanak antenle. Yüzde 10’u kablolu TV, yüzde 10’u Digitürk.
Hepsini kontrol etmek lazım. Neden? Çünkü bu değişkenlerin hepsi bir insanın hangi televizyon programını izleyeceği konusunda belirleyici. AGB araştırmasında da bu değişkenlerin hepsi kontrol ediliyor.
Pekiii. Türklük, Kürtlük ya da Alevilik, Sünnilik? Ya da az dindarlık, çok dindarlık hangi kanalın, hangi programın izleneceğini belirleyebilir mi?
İşin özü. ‘Televizyon ölçümleri ne kadar demokratik?’ diye bir tartışma açmak gerekmez mi?
Gerekir.
Demokrasiye giden yol televizyon demokrasisinden geçiyor olmasın!
Not: Tüm yüzdeler varsayımdır.
Film yerleştirme..
Jodie Foster’ın oynadığı Uçuş Planı, Airbus’ın yeni süperjumbojet’i A380’in içinde geçiyor. Airbus piyasaya vermeyi iki üç ay ertelemeseydi, A380 şu sıralar satışta olacaktı. Uçuş Planı’nda kamera senaryo gereği A380 içinde dolaşmadık yer bırakmıyor. Uçağın her ayrıntısı dünyanın dört bir yanındaki alıcılara tanıtılıyor. Neredeyse tüm senaryo A380’i tanıtmak için yazılmış.. Uçuş Planı’nda iş ürün yerleştirmeyi geçmiş resmen film yerleştirme halini almış. Bakalım RTÜK, Uçuş Planı televizyona düşünce ne yapacak? ‘Ürün yerleştirme var’ diye GORA’ya uyguladığı gibi bu filme de ceza uygulayacak mı?
Benim kararım mı ne? Benim kararım.. RTÜK’ün hangi ‘ürün yerleştirme’ makul hangisi değil, ayrı bir yönetmelikle netlik kazandırması..
Türklerin itibarbarlığı..
İsviçre maçından sonra çıkan olaylarda baş suçlu arıyoruz. İstifalar istiyoruz. İki şeyi birbirinden ayırmadan. Bir yanda İsviçrelilere saha dışında yapılan saldırılar var. Diğer yanda maç bitiminde yapılan saldırılar. İkisinin nedenleri farklı..
En çirkini, Türkiye’ye ceza getirecek olan maç sonrası tekmeler. Bu saldırıların hazırlayıcısı, çok sevsem de bunu söylemek zorundayım, Fatih Terim..
Fatih Terim dünya şampiyonasına gidip destan yazmak istiyordu. Hem kendisi hem bizim için Türkiye için bir destan.. Ersun Yanal’ın düşürdüğü takımı yerden kaldırıp, Dünya Kupası finallerine götürme destanı..
Fatih Terim bu yolda ilk maçın bitiminden itibaren takımını verdiği demeçlerle ateşledi, oyuncularını güdüledi. İzleyicileri gerdi. Hatta kendini bile gerdi. İsviçrelilerin, hakemlerin kendilerini baskı altında hissetmelerini sağladı. Türkiye bu baskıyla zor gol yiyen bir takıma dört gol attı. Ama elenmekten kurtulamadı.
Maçın son düdüğü çaldığında, Terim’in yapacağı bir şey yoktu. 180 km hızla giden futbolcular ve teknik heyet ani fren karşısında duramadı. İsviçreli futbolcuların üzerine çıktı.
Türkiye kazansaydı, Fatih Terim kahraman olacaktı. Kaybetti, takımını 180 km hızla ateşlemesinin bedelini ödedi. Risk alan sonucuna katlanır. Riski alan da Fatih Terim’di. Gerisi laf salatası.
Türklerin itibarı mı? Tabii ki.. Fatih Terim daha fazlasını da ödemeli. İtibarımıza bir ‘bar’ daha kattığı için.. Eskiden Türklerin barbarlığından söz edilirdi. Şimdi itibarbarlığından söz ediliyor.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2005
‘Pozitif Hayat Pazarlamacısı’ İclal Aydın, Vatan’daki köşesinde, pazar menemenini yiyip, fırt diye çayından yudum alırken, soruyor: ‘Gazeteler ve köşe yazarları bize ne vaat eder?’ İclal Aydın, bir eli menemenin, diğeri hayatın içinde (diğer yandan da ballı kaymağa yumulmuş olabilir) yanıt vermeye başlıyor:
‘Aydınlanma? Ufuk açma? Vizyon genişletme? Hoşça vakit geçirme? Bulmaca, bildirmece? Eğlence? Dedikodu? Sözlük? Ansiklopedi? Tencere?’
Aydın, daha sonra ulvi düşünceler içinde üç yumurtalı menemeni iki arkadaşıyla paylaşıyor. Doymayınca bir de sucuklu yumurta söylüyor. Ortaya sucuklu yumurta da geliyor.
Aydın, ağzını şapırdata şapırdata yanıtına devam etmeyi ihmal etmiyor:
‘Türkiye’de hiç kimsenin bilgiyle işi yok. Bana ne kardeşim İbrahim Tatlıses köşe yazdıysa! Kimsenin dönüp dünyaya baktığı yok. Mesela ne oluyor Avrupa’da? Euro’ya geçişten sonra yaşanan ekonomik sıkıntılar ve sonuçları, insanları nasıl değiştirdi? Fransa’daki isyan dışında ne haberimiz var Fransa’da olup bitenlerden? Almanya’da seçimlerden sonra neler yaşanıyor? ‘Büyük ve hüzünlü ülke’ Rusya’da ne oluyor? Allah aşkına arkadaşlar, sizce de hepimizin derdi İbrahim Tatlıses’in köşe yazması mı? Ya da Gülben ile Hülya’nın bitmeyen kavgası mı?’
Yazının tam burasında, garsonlar İclal Aydın’a ‘Su böreği de hazır abla, bir tadına bakmak ister misiniz?’ diye soruyorlar. İclal Aydın çayından yeni bir fırt alırken ‘getir getir’ gibilerden bir hareket yapıyor ama bu hareketi yaparken, başını fazla sallamış olacak, çay soluk borusuna şöyle bir gel-git yapıyor ve pozitif hayat pazarlamacısı birden negatif hayat pazarlamacısına dönüşüyor:
‘Biz hayatın içinden yazılar yazarken bize kızan büyük yazarların, ciddi isimlerin neler yaptıklarını düşünüyorum... Küçücük bir dünya kurduk kendimize. Dışarıdaki ateş çemberi daralmadıkça umrumuzda değil olup bitenler. Şemdinli’de olanlar İstanbul’a sıçramadıkça, İsrail’deki sıradanlaşmış bir olayı okur gibi okuyacak, kendi küçük dünyamıza yeni küçük kahramanlar yaratacağız...’
Çayın İclal Aydın’ın soluk borusunun girişinde yaptığı tahribat yukarılara doğru genişlerken, negatif hayat pazarlamacılığı da ikiye katlanıyor:
‘Pinter’ın adı ‘Orhan Pamuk’un elinden Nobel’i alan adam’ olarak kalacak ve koca koca yazarlar Pinter’ı değil, Tatlıses’in üslubunu tartışacak.’
Masaya su böreği de geliyor. Artık su böreğinin önemi yok! Menemenin de, sucuklu yumurtanın da, keyifli pazar kahvaltısının da... Ve bazılarına aynı keyfi veren Hülya Avşar, Gülben Ergen ve Tatlıses’in de... Pozitif hayatların önemi yok! Yaşaşın negatif hayat! Yaşasın tek tip kahvaltı! Yaşasın Continental Breakfast!
Orly’de ‘kuş gribi’
Geçen cuma günü Pirelli’nin takvimleri için Paris’e gittiğimde, Türkiye’den gelen ve Türkiye’ye giden uçaklardaki yolcuların görebilecekleri noktalara konan ‘Kuş Gribi Uyarı’ afişleri, dikkatimi çekti. Afişlerde ‘kuş gribi’ vakası görülen ülkelerde dikkatli olunması gerektiği söyleniyor ve iki konuda uyarı yapılıyordu:
Uyarı 1: Elinizi sabunla ve sık yıkayın.
Uyarı 2: Pişmemiş kanatlı hayvan yemeyin.
Ne düşündünüz? Türkiye’deki uyarıları değil mi? Pişmemiş tavuk ve hindi eti yemememiz gerektiğini öğrendik. Peki niye ellerimizi sabunla ve daha sık yıkamamız gerektiği söylenmiyor? Pardon.. Pardon.. Biz Türklerin ne kadar temiz bir ulus olduğunu unuttum. Günde üç kere dişimizi fırçalar, her sabah duş alır, her saat başı da elimizi yıkarız değil mi? Özellikle de pis işler yaptıktan sonra... İki üç kişi bunları yapmıyor diye uyarmaya ne gerek var değil mi?
Guinevere’nin elleri
Dün Hürriyet’te, Pirelli Takvimleri’nin Paris’te yapılan 2006 gala gecesinde yaşadıklarımı yazdım. Geceye takvimde fotoğrafı yer alan modellerden sadece Guinevere Van Seenus katıldı. O güne kadar bu adı duymamıştım. Guinevere, Amerika’da yaşıyormuş. Washington’dan California’ya taşınınca, daha lisedeyken modellik okuluna kaydını yaptırmış ve part-time modellik yapmaya başlamış. Daha sonra da New York’a taşınıp, kısa sürede adını süper modeller arasına yazdırmış. Vouge, The Face, Glamour ve The Fashion gibi dergilerin kapaklarında yer almış. Gap’ın reklam kampanyasında modellik yapmış.
Pirelli’nin 2006 takviminin fotoğraflarını çeken Mert Alaş, basın toplantısında Guinevere’nin özellikle ellerinin ‘çok özel’ olduğunu söyledi.
Benim izlenimim de şöyle: Basın toplantısında ve galada kısa kısa konuşmalar yaptığım Guinevere hiç de öyle kasıntı modellerden değil. Çok cana yakın. Ellerini bilmem ama modern görünüşü de oldukça etkileyici.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2005
GEÇTİĞİMİZ cuma Pirelli’nin 2006 Takvim gala yemeğine katılmak üzere Paris’teydim. Gezi organizasyonu her zamanki gibi mükemmeldi. Gala yemeği ise bir fiyasko. Rio’daki yemekte de sıkılmıştım ama bu kez bir faciaydı. Yemeği nerede yediğimizi bile bilmiyorum.
Önce bir sanat müzesi dendi, sonra kapalı spor salonu kılıklı bir yere gidildi. Loş bir ortamda, yaklaşık yedi yüz kişi. Güzel bir yemek. Yemek esnasında Pirelli’nin resmi takvim galası sunucusundan iki üç cümle. Peşinden sabah basın toplantısında izlediğimiz kamera arkası görüntüleri. Çıkarken davetiyeyi gösteriş ve Pirelli takvimini alış. Hepsi bu. İnsan ‘fetiş’ haline getirilen bir takvimin lansmanı için daha görkemli bir tören bekliyor haliyle. Sanırım takvimin üretimine o kadar çok para gidiyor ki sıra gala yemeğine gelince Pirelli’nin pili bitiyor. Keşke bitmese. Keşke Pirelli’nin takvim galasından söz ederken daha çoşkulu olabilsem.
Pirelli bu kez ünlü reklam fotoğrafçıları Mert Alaş ve Marcus Piggott Türk-İngiliz ikilisiyle çalışmış. Mert Alaş Türkiye’de doğmuş ve 1994 yılına kadar da Türkiye’de yaşamış. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda yaylı çalgılar eğitimi görürken üçüncü sınıfda eğitimini bırakmış ve Londra’ya göç etmiş. Arkadaş çevresi sayesinde fotoğraf stüdyolarında asistan olarak çalışmaya başlamış. Özellikle moda fotoğrafçılığında stilist olarak ün yapmış. Daha sonra Marcus’la tanışmış. Çok iyi anlaşmışlar ve ayrılmaz bir ekip olmuşlar. Mert Marcus ikilisi halen moda dünyasında ‘doğaçlama’ fotoğraflarıyla fırtına gibi esiyor. Louis Vuitton, Miisoni, Armani, Cavalli, Fensi, Miu Miu, Lancome, Givenchy, Gucci, Beymen artık Mert- Marcus diyor başka bir şey demiyor. Jennifer Lopez Mert-Marcus ikilisi ile Louis Vuitton çekimlerinde tanışmışlar. Lopez bu çekimlerden sonra albüm kapağı için de Mert-Marcus ikilisiyle çağırmış. Ve Mert- Marcus Pirelli takvimleri için Jennifer’ın kapısını çaldıklarında da bir dakika duraksamadan özel uçağına atlayıp soluğu Fransa’nın güney sahillerinde almış.
Mert Alaş’la basın toplantısı sonrasında epeyce bir konuşma fırsat elde ettim. Çok sıcak kanlı, çok içi dışı bir kişiliği var. Türkiye’ye de aşık. ‘Niye Türk bir modelle çalışmadın?’ soruma aynen şu yanıtı verdi: ‘Daha önce çalıştığım modelleri tercih ettim. Huyunu suyunu bildiğim kişileri. Türkiye’de bir cast yapmak istiyorum. Bu işi için Şubat 2006’da Türkiye’ye geleceğim. 11 yıldır aralıksız çalışıyorum. Hiç gelemedim. Çok özledim.’Mert- Marcus ikilisi Pirelli’nin kendilerini seçmesini ‘Bizim için onur’ diye nitelendiriyorlar. Profesyonel fotoğrafçılık dünyasında her fotoğrafçının düşü Pirelli Takvimi’ni hazırlamakmış. Bu düşü yaşadıkları için çok mutlular. Mert’in biri düşü daha var. Sezen Aksu’nun fotoğraflarını çekmek. Şubat’ta Türkiye’ye geldiğinde Sezen Aksu ile mutlaka tanışmak istiyor. Bir de söz verdi Bahçeşehir İletişim Fakültesi’nde iki günlük reklam fotoğrafçılığı atölyesi yapacak!
Mert- Marcus ikilisi 1960’ları yansıtmaya çalıştıkları Pirelli takvimi için altı modelle çalışmışlar: Jennifer Lopez, Gisele, Guinevere Van Seenus, Kate Moss, Karen Elson, Natalia Vodanova. Basın toplanısına ve Gala yemeğine bu modellerden sadece Guinevere katıldı. Bu kadar ünlü modellerle çalış sonra sadece Gala yemeğine Guinevere gelsin olacak iş mi bu. Fiyasko dediğim bu. (Guinevere ile de tabi ki iki lafımız oldu!)
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
‘Marka olmak da yassah kardeşim’ başlıklı yazımda Dış Ticaret Müsteşarlığının Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçı Birliği’nin dokuz üyesinin aynı anda İspanya’ya giderek incelemelerde bulunmasını engellediğini yazmıştım. Dış Ticaret Müşteşarı Tuncer Kayalar’dan geçen hafta yanıt geldi. Kayalar, önce Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın zeytinyağı ihracatı yapan firmaları markalaştırmak için neler yaptığını bir bir yazmış.
Tüm yazılanları buraya taşırsam bu pazar köşemiz Dış Ticaret Müsteşarlığı’ndan geçilmez. Bu nedenle yapılanları kısaca özetleyeyim.
1 Mart 2005 tarihli kararla 1 kg’ye kadar olan zeytinyağı ambalajlarında ‘Made in Turkey’ ibaresi ve ‘Tescilli Türk markası’ ile ihracatı gerçekleştirilen ürünlere ton başına 300 dolar ihracat iadesi ödeniyormuş.
Birliklerin ilgi alanına giren ürünlerinin yurt dışı pazarlarda markalaşması amacıyla yapacakları tanıtım, reklam ve pazarlamaya ilişkin harcamalarının yüzde 80’i (yıllık en fazla 350 bin dolar) destek olarak sağlanıyormuş.
Kayalar, iki sayfanın sonunda ‘Zeytinyağı sektöründe uluslararası pazarlarda yaşanan gelişmeler ciddiyetle takip edilmektedir’ demiş ve ana konuya girmiş.
4509 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri hakkında Kanun’un 6’ncı maddesinin (c) bendi uyarınca İhracatçı Birlikleri yönetim kurulu üyeleri yönetim kurulu toplantısı için yeterli çoğunluğun merkezde bulunması koşuluyla yurt dışına çıkabiliyorlarmış.
Bu nedenle de Ege İhracatçı Birliği yönetim kurulundan dört üyeye dört gün süreyle izin verilmiş, beş üye ise ihracatı aksatmamak, ihracatçıyı mağdur etmemek için merkezde kalmış. Proje de ertelenmemiş, seyahate yönetim kurulu üyeleri kasım ayı içinde gidecekmiş.
Gördüğünüz gibi yazdıklarımın hepsi doğru. Ege İhracatçı Birliği yönetim kurulu üyelerinin birlikte İspanya’ya gidip sezonda incelemelerde bulunmalarını engelleyen bir kanun maddesi var. Üstelik gerekçesi de çok komik.
Sorarım size dokuz yönetim kurulu üyesinin dört gün süreyle İspanya’ya gitmesi Türkiye’den yapılan zeytinyağı ihracatına ne kadar engelleyebilir? İletişim çağında yönetim kurullarının karar alıp, uygulamaya koyması için mutlaka Türkiye’de mi olması gerekir?
‘Sen de küçücük olayı büyüttün’ dediğiniz duyar gibi oluyorum. Olayın ‘küçük’ olduğunu düşünmüyorum. Varolan yasalarımızda böyle çağdışı, düşünmeden uygulanan binlerce madde var.
Bürokratlarımızın çağdışı, işlemeyen bu maddelere direnmelerini, bu yasaları bir an önce değiştirecek süreçleri geliştirmelerini istiyorum. Hepsinin iyi niyetli olduğunu biliyorum. Ama her gün her şeyin büyük bir hızla değiştiği bu çağda iyi niyet çağdışı yasa maddelerinin kaybettirdiği zamanı, parayı ve insanı geri getirmiyor. Rekabet edemez hale geliyoruz.
Diyelim ki yönetim kurulu üyelerinden izin verilenler bir ay sonra İspanya’ya gideceklerÖ Onların istediği en hareketli dönem. geçtiğine göre amaç ne? Boğa güreşi izlemek mi?
Koyun güdenler rahatsız
GEÇENLERDE yeni bir fabrika açacak bir işadamı dostumla konuşuyoruz. ‘Açılışa Başbakan’ı niye çağırmıyorsun?’ dedim. ‘Güvenemiyorum’ dedi ve ekledi: ‘Güvenemiyorum. Ne zaman ne yapacağı, ne söyleyeceği, nasıl argo kullanacağı belli olmuyor. Hacı Bayram Camii imamını bile açılışa çağırırım ama sayın Başbakan’ı çağırmam mümkün değil. Markamı riske atamam.’
Biraz düşündüm. Arkadaşıma hak verdim. Başbakan günlük dilde, basit, halkın anlayacağı şekilde konuşabilir ama bu kadar argo fazla... İki koyunu bile gütmeyenler alınmıyor ama bir sürüyü idare edenler alınıyor.
Müslüman Standartları Enstitüsü
AİHM’in türban konusundaki kararının gerekçesini bir kez daha anımsayalım: ‘Başörtüsü, kippa ya da haç dini simgedir. Bu simgeleri okullarda kullanmak aynı inancı paylaşmayanlar üzerinde baskı yaratabilir.’
Bu gerekçede şaşıracak ne var? ‘Türban’ zaten kamusal alanda ‘baskı’ aracı olsun diye yaratılıp ve pompalanmadı mı? Bu gerçeği bilip de niye AİHM’in kararına şaşıyoruz anlamak mümkün değil.
Şaşacaksak Tayip Erdoğan’ın ‘ulema’ sözüne şaşıralım. Başbakan Erdoğan’ın eline, tabanına ‘Avrupa Birliği’nde türbana okullarda geçit yok, yapacak bir şey de yok’ mesajı verme, toplumsal gerilimi azaltma fırsatı geçti.
Erdoğan bu tarihi şansı tepti. Aksine türban yandaşlarını siz hukuka değil, ‘ulemaya’ bakın diyerek imam hatip mezunu bir Başbakan’ın ne kadar laik olabileceğinin en güzel örneğini verdi.
Türban baskısının tabandan gelmediği tavandan beslendiği, bu hükümetle çözülmesinin mümkün olmadığı gün gibi açığa çıktı.
Aynı içki yasaklarının kalkmasının mümkün olmadığı gibi. Aynı çaktırmadan ‘islami baskıyı’ yaygınlaştırmayı amaçlayan diğer uygulamalarda olduğu gibi.
Son örnek TSE’nin helal et standardı. Her fırsatta, Türkiye’yi İslam ülkesi uygulamalarına ikna için söylendiği üzere yüzde 99’u müslüman bir ülkede (!) gıda markalarını, lokantaları, kasapları, kesimhaneleri, hatta otelleri ‘helal gıda’ diye damgalayıp, ayırmak aynı ‘dini pratik’ seviyesini paylaşmayanlar için baskı unsuru olmaz mı?
Örnek alınan Malezya’da nüfusun yüzde 50’si Müslüman, geri kalanı Hindu, Hristiyan ve Budist. Dolayısıyla gıda markalarının ‘helal et’ diye tanımlamanın bir tabanı var. Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman olduğuna göre çözüm ‘helal olmayan gıda’ standart belirlemek olmaz mı?..
Olur da sorunları çözmek isteyen kim? Hedef sorun çıkarmak. Ta ki Türk Standartları Enstitüsü’nün adını Müslüman Standartları Enstitüsü haline getirip standart işini tek standarda bağlayana kadar... Ne mi bu tek standart? Anlamadınız mı? Tek standart işte... ‘Yeşil sermaye’ standardı...
Orkid’e dikkat
OKURUM Uygur Arıkan soruyor:
‘TRT1’de yayınlanan futbol vizyon programında 2.Lig maçlarından özetler veriliyor. Yayın saati gece yarısından sonra 01.00. Anlayacağınız izleyenlerin hepsi erkek. Gelin bu program arasındaki yayınlanan reklamlara bakalım: Orkid, Dove sabun, İstikbal yaylı yatakları, kepek önleyici şampuan, Prima, Elidor saç bakım kremi, Elidor... Bunda bir yanlışlık yok mu hocam?’
Yanıt: Var Uygurcum. TV medya planlamalar, medya planlama şirketleri tarafından AGB verilerine dayanılarak oldukça karmaşık sayılacak yazılımlar kullanılarak yapılıyor. Ama planlama şirketleri günlük ‘harala gürele arasında’ verileri yorumlamayı unutuyorlar. Çoğu zaman ellerindeki yazılımların mekaniğine, televizyon kanallarının ve programlarının birbirine benzemesine güvenip ‘Ya bu programı kim izler ki?’ sorusunu sormuyorlar. Böyle olunca da senin sözünü ettiğin ‘meraklısına’ programlarda genç bir erkek Orkid reklamına maruz kalabiliyor. Yani? Orkid sana göre bir ürün değil sakın alayım deme!
Aynı etki oluşmadı
COCA-Cola son iki milli maç arasında Dünya Kupası’nda gözlerimizi yaşartan ‘kırmızı-beyaz’ filmini yayınladı ama reklam eski etkisi yaratmadı. Gözümüz yaşarmadı, hatta kılımız bile kıpırdamadı. Neden? Çünkü Coca-Cola reklamı duygusal olarak aşınmıştı, yeniden görünce beynimiz ilk izlediğimizde verdiğimiz tepkileri vermedi. Ucuzuna kaçmak beynimize pardon, Coca-Cola’ya fayda sağlamadı.
Beyinlere bir mesaj gönderirken, daha önce gönderilen mesajların etkilerini unutmamak lazım. Türkiye-İsviçre maçları ‘Türkiye’yle bağlantıyı güçlendimek’ için çok önemli maçlardı. Türkiye elense bir yeni bir filmin maliyetine katlanmaya değerdi..
Çekirgelik
Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketi olamaz.
(M.K. Atatürk)
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2005
Can Atilla ile Profilo Alışveriş Merkezi’nin içindeki D&R’ı gezerken tanıştım. Tabii ki kendisiyle değil. Cariyeler ve Geceler adlı albümü ile. Kitaplar arasında dolaşırken, tatlı tatlı bir ritim kulağıma geliyordu.
Görevliye ‘Ne bu?’ dedim. ‘Cariyeler ve Geceler’ dedi. Hemen bir tane aldım. Eve gidene kadar da dinledim. Hálá da CD çalarımdaki 6 CD’den biri. Bu ‘new age’ yorumcuyu keyifli keyifli dinliyorum.
Can Atilla, 1969 doğumlu. Ankara Devlet Konservatuvarı Yaylı Çalgılar Bölümü mezunu. Aynı zamanda yüksek lisans da yapmış. Okullu bir arkadaşımız anlayacağınız. Can Atilla, Cariyeler ve Geceler’de Osmanlı harem hayatını anlatıyormuş. Peki anlatabiliyor mu? Müzik buram buram ‘Osmanlı’ kokuyor, etnik müzik kokuyor ama anlatılan nasıl bir harem hayatı o konuda bir şey söyleyemeyeceğim. Herkesin harem hayatı kendine.
Ortada besteler var, bir de tematik çerçeve, bir de aklınız. Gezin haremin derinlerinde gezebildiğiniz kadar. Herkesin düşleyebildiği harem düşgücü kadar.
Örneğin beni alalım. Uzaklardan Bir Kız, Tüller, Tenler, Nefesler, Esir Pazarı, İstanbul’da İlk Gezinti, Rozalina ve Peçenin Ardındaki Gözler’i dinlerken kendimi harem ağası gibi hissettim diyeceğim, yanlış anlaşılacak! Bir de siz dinleyin bakalım kendinizi ne gibi hissedeceksiniz? Alternatifleri söyleyeyim: A) Ağa B) Cariye C) Dördüncü Murad D) Hürrem Sultan E) Nadide Sultan F) Ayşegül Nadir.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2005
Cem Özer’den ikinci bir e-mektup geldi. Eleştirilerime yanıt veriyor. Ancak bir hatayı tekrarlıyor. Özer, ısrarla gazete yazarı kimliğimle, üniversite hocalığı kimliğimi birbirine karıştırırıyor. Ben de hata yaptığı bölümleri ısrarla kapsama alanınızın dışına çıkarıyorum. Diğer yanıtların ise kılına dokunmuyorum.
Konunun iyice uzadığını biliyorum ama Özer’in ‘cevap hakkı’ var ve bu hak çok kutsal bir hak. Uzatmamak için hiçbir yorum yapmıyorum. İşte Cem Özer’in yanıtı. Okuyun yorumunuzu siz yapın.
‘Bizim her programa, her röportaja birlikte katılma gibi bir talebimiz yok. Tam tersi bundan mümkün olduğunca kaçıyoruz. Bazen dostlarımızın ısrarlarına dayanamayıp kabul ediyoruz.
Okan’la programdan üç gün önce karşılıklı konuştuk. Ayrı ayrı çıkmak istedik. Ya da hiç çıkmayalım dedik. Ayrıca seninle ve Antalya’yla ilgili konuşulmamasını da rica ettik.
Nurgül’e yaptığın saldırılara benim cevap vermeme takılmışsın. O benim eşim. Yolda biri elle tacizde bulunsa ‘Bana ne, beni değil onu taciz etti, o halletsin’ deyip susacak mıyım? Belki sen öyle yapardın. Üstelik Nurgül benim eşim. Adına konuşup, Nurgül’e saldırarak savundukların senin neyin olur?
Üstüne basa basa saldırı diyorum. Eleştiriyle saldırı arasındaki farkı bilecek kadar izana sahibiz merak etme. Ama sen aradaki farkı ya bilmiyorsun, ya da kasıtlı yapıyorsun. Bilmiyorsan vay haline.’
Biletix: Biz acentayız sorumluluğumuz yok
Biletix Genel Müdürü Ali Abhary’den Phil Collins konserinde yaşadığım rezaletten yola çıkarak yazdığım ‘Biletix’te ikinci fiyasko’ başlıklı yazıma yanıt geldi. Önce e-mektubu paylaşalım:
‘Etkinliklere ilişkin her türlü detay Biletix olarak bizlerin değil, organizasyon şirketlerinin sorumluluk kapsamındadır. Yazınızda sözü geçen Phil Collins konserinin organizasyonu Sultan Dans ve Organizasyon Tic. Ltd. Şti.’nce gerçekleştirilmişti.
Yine Phil Collins konseri özelinde; hemen her etkinlikte olduğu üzere, organizasyon şirketi Abdi İpekçi Spor Salonu’nun detaylı oturma planını, Biletix’in ilgili bölümüne teslim ederek, konserde oturumun 2004 Eurovision Şarkı Yarışması’nın aynı olacağı yönünde bir ek bilgi sağladı.
Ancak organizasyon şirketi tarafından bize iletilen oturma planı, gerçekte olduğundan daha fazla sıra içeriyordu. Bu sorun fark edilir edilmez, 22. sırada biletleri bulunan tüm izleyiciler, sahneye daha yakın olmaları gözönünde bulundurularak, 16. sıraya alındı. Ayrıca Biletix’in organizasyon şirketine bulunduğu talep üzerine, mağdur olan tüm bilet sahiplerine bilet paralarının organizasyon şirketi tarafından Biletix kanalı ile iade edilmesi kararlaştırıldı.
Mekandaki görevli sayısına gelince... Bu da Biletix’in sorumluluk kapsamında olan bir konu değil. Herhangi bir THY uçuşunda hostes azsa, ya da THY’nin uçaktaki bir sıra koltuğunu THY iptal ederse bileti satan acenta sorumlu tutulabilir mi?
Saygılarımla,
Ali Abhary, Genel Müdür.’
Ali Abhary’nin yanıtı çok ilginç. Abhary ‘Biz sadece bileti satarız, tabii ki organizasyonu yapanın ciddi firma olmasına dikkat ederiz ama, sorun çıkarsa biz sorumluluk almayız’ diyor. Ben bu düşünceye kısmen katılıyorum, kısmen de katılamıyorum.
Acenta örneğinde THY’nin kim olduğu, hesap sorulması gereken olduğu çok belli. Sultan Dans ve Organizasyon’u ise belirli çevre dışında kim tanır? Phil Collins konserini onların düzenlediğini kim bilir? Zaten bilse Sultan Dans ve Organizasyon bu kadar hata yapar mı!
Biletix’te böyle tanınmayan bir organizasyon şirketinin bir etkinliğinin bileti varsa ben önce Biletix’e güvenirim. Bu Biletix’in başarısı... Kısa sürede internetin en güvenilir ticaret sitelerinden biri haline gelmek az buz bir şey mi? Eğer Biletix ‘Bana güvenmeyin diyorsa o başka!’ Bir daha güvenmem... Desem de siz inanmayın. Güven duygusu bu! Ha deyince nasıl vazgeçeyim? Güveniyorum ne yapayım?
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2005
Gülben Ergen’in bilinçli bir ‘gündeme gelme’ stratejisi uyguladığı ortada. Gülben Ergen Hülya Avşar’la kendini karşılaştırarak <b>‘Hülya Avşar’ın’ </b>yerine oynuyor. Bunu yaparken de saldırıyor. Hülya Avşar’ın yaşlandığını ve birçok konuda da başarısız olduğunu ima ediyor. Yani alanındaki lidere çamur atıyor. Pazarlama stratejileri açısından bakacak olursak, bu bir bakıma lidere saldırarak ‘onun tahtında gözüm var’ demek.
Pazar günü Şengül Balıksırtı’na verdiği ropörtajda bakın Gülben Ergen ne demiş:
‘Boş konuşmuyorum. Neye göre söylüyorum bunları? Açalım hemen: Albüm, tiraj, dizi, hayatta duruş, aileyi taşımak, iyi şarkı söylemek, iyi oyuncu olmak... Yani lafla değil, kuru gündemle yer işgal etmiyorum! ’
Ergen röportajın diğer bölümlerinde asla Hülya Avşar’ı hedef almadığını söylese de, yukarıdaki cümledeki iki sözcükten sobeleniyor. Tüm çabasının Hülya Avşar üzerine oynamak, ona vurarak ‘haber’ olmak, ona vurarak ‘Evet ya bu kız daha iyi galiba’ dedirtmek olduğu ortaya çıkıyor.
Hangi iki sözcük? Bildiniz: ’Aileyi taşımak!’ Bu ne demek?
‘Hülya Avşar bir aileyi bile taşıyamadı, kocası onu aldattı ama ben gördüğünüz gibi çok mutluyum, kocamı da elimde tutuyorum’ demek değil mi? Evet aynen böyle demek.. Gülben Ergen, Hülya Avşar’ın özel hayatındaki ‘boşanmayı’ başarısızlık olarak nitelendirerek Hülya Avşar’ın üzerine geçmeye çalışıyor.
ORTA DÖNEMDE YARA ALIR
‘Çamur Atma’ stratejisi Gülben Ergen’i başarıya ulaştırır mı? Görünürde evet.. Röportajlar, fotoğraflar, yazılarla bir süre Gülben Ergen gündemde kalır. Peki sonra? Yani orta dönemde? Çamur atma stratejisinin tüm olumsuz etkilerini üzerinde toplar. Çamur atma stratejisi üzerine yapılan tüm araştırmalar, bu stratejiden çamur atanın da zarar gördüğünü ve kişilik özelliklerinin yara aldığını gösterir.
Gülben Ergen örneğinde de çoğunluk Gülben Ergen’in Hülya Avşar’a sataşmalarından keyif alsa da, günün sonunda ‘Ya bu kadın da Hülya’nın zaafından yararlanmaya çalışıyor. Bu kadarı da olmaz’ sonucuna varmakta gecikmez.
Tabii ki böyle belden aşağıda bir stratejiyle işin içine girince, Hülya Avşar’ın da kalkıp ‘Kaset mi dedin?’ deme hakkı doğar ki, işte o zaman Gülben Ergen’in imajının kaç yılda düzeleceğinin garantisini veremem.
Sanırım Gülben Ergen, Mustafa Erdoğan’ı dinlese en iyisini yapar. Ne diyormuş Mustafa Erdoğan: ‘Sana ne başkalarından! Kim ne yaparsa yapsın, sen zaten işini çok iyi yapıyorsun, nereden çıktı bu laflar?’
Tikav’da nefesleri kesen açık arttırma
Pazar gecesi Ritz Carlton’da Tikav’ın Cumhuriyet Balosu’na katıldım. Tikav, Türkiye İnsan Kaynakları Vakfı, çalışmalarını takdirle izlediğim vakıflardan. Pazar gecesi de bir kere daha gördüm ki, Akfen’i başarıdan başarıya koşturan işadamı Hamdi Akın’ın eşi Şafak Akın da Tikav’ı başarıdan başarıya koşturuyor. Tikav’ı çok doğru bir toplumsal sorunu çözmek için doğru örgütlüyor, doğru işlere odaklıyor.
Hedef, doğu bölgemizdeki Fırat, 100’üncü Yıl gibi üniversitelerde okuyan gençleri İstanbul’a, Ankara’ya getirerek kişisel gelişim programları uygulamak. İşe giriş öncesinde bu gençlerle, gelişmiş üniversiteler arasındaki fırsat eşitsizliğini gidermek.
Gençler yaz aylarında batıdaki şehirlere gelip İngilizce kurslarına katılıyor, bilgisayar öğreniyor, Türkiye’nin önemli iş adamları ile konuşuyor, onlardan dersler alıyor. Sonuçta Tikav, özgüveni yüksek gençler yetişmesine aracılık ediyor. Çok kutsal bir proje..
Bu arada Tikav’a destek kuruluşlar olduğunu da unutmamak gerek. Ritz Carlton, geçen yaz dört öğrenciye Kanada’da İngilizce öğrenme fırsatı yaratarak Tikav’ın etkinliklerini yurtdışına açmış. Ritz Carlton’a da bravo! Balo gecesi sunuculuğu yapan Korhan Abay’ın bu dört gençle İngilizce konuşması biraz komikti ama olsun, o kadar kusur hakim oğlunda da olur! (‘Kadı kızı’ klişe diye kullanmadım)
HAMDİ AKIN’IN KIVRAK ZEKASI
Balo’nun ilerleyen saatlerinde öğrendik ki bir piyango çekilişi yapılacak. Kazanan numara da, ressam İsmail Acar’ın yapmış olduğu Atatürk portresini alacak.. Biletler 40 YTL’den satışa çıktı, kısa sürede de bitti. Korhan Abay, şanslı numarayı belirlemek için çekilişi Leyla Umar’a yaptırdı. Tablo, Tikav’ın İstanbul Çalışma Grubu üyelerinden (Şafak Akın’a bakar mısınız resmen hücre yönetimi taktiğini uyguluyor) Berrin Güneş’e çıktı. Berrin Güneş de büyük bir sağduyu örneği göstererek, tablonun açık arttırmaya çıkarılmasını ve gelirinin Tikav’a bırakılmasını istedi.
Korhan Abay, haliyle biraz duraksadı ve ‘Ya ben hiç açık arttırma yönetmedim’ deyip, olayı üzerime yıkmaya çalıştı. Ben bir vücut darbesiyle ‘Korhan’cım 5 milyar’dan aç, sonra devam’ deyince, Korhan Abay kendini uzun süren bir açık arttırmanın ortasında buldu.
Yaklaşık bir saat süren açık arttırma, iki Beşiktaş’lı; Selim Uyar, Yıldırım Demirören ve bir Fenerli; Osman Yalçın arasında geçti.
Rakam 40 bin YTL’ye ulaştığında Hamdi Akın bombayı patlattı: ‘Tablo kaça satılırsa aynı rakamı vakfa bağışlayacağım!’
Hamdi Akın’ın kıvrak zekasıyla açık arttırma tekrar alevlendi. Bir süre daha Selim Uslu ve Yıldırım Demirören çekiştiler ve sonunda İsmail Acar’ın tablosu 60 bin YTL’ye Selim Uslu’da kaldı.
Hamdi Akın da çıkıp, açık arttırmaya katılan herkese teşekkür etti ve dedi ki: ‘Tikav’ın yıllık bütçesi 120 bin YTL kadar, bu akşam para toplandı. Tikav bunu en iyi şekilde değerlendirecektir!’
Baktım hesapta bir yanlışlık var. Oturduğum yerden Hamdi Akın’ı uyardım: ‘Hamdi bey zaten Tikav’ın bütçesi 120 bin YTL. Şimdi üstüne bir 120 bin YTL koymak gerekmez mi?’
Hamdi Akın her zaman ki sempatikliği ile ‘Seni gidi seni!’ gibilerden parmağını salladı! Hiç korkmadım.. Takipteyim siz merak etmeyin..
Yazının Devamını Oku