19 Mart 2006
PERAKENDECİ dilinde tek sözcük kutsaldır: Trafik, hep trafik, sürekli trafik. Yani gelen giden insan sayısı. Trafik yoksa satış da yoktur. Son zamanlarda dünya markalarının gözü Dubai’de... Çünkü, Dubai’de "trafik" var. Dünyanın ünlü markalarından Ermenegildo Zegna kısa bir süre önce Dubai’de iki mağaza açtı. Biri Emirates Towers’da diğeri Mall of The Emirates’de...
CEO Ermenegildo Zegna’nın açılışta verdiği röportaja kulak verelim: "Dubai gelecekte en fazla gelir elde edeceğimiz ilk on merkezden biri. Üzerine oynamaya değer."
Geçtiğimiz haftasonu ben de Dubai’deydim. Koton’un Mall of The Emirates’deki Dubai mağazasının açılışı için.
Koton, 1988 yılında 2000 dolar sermaye ile 25 metrekarelik bir outlet mağazası ile işe başlamış bir Türk konfeksiyon markası...
Koton markasının yaratıcıları Gülden ve Yılmaz Yılmaz çifti 1997’de perakendede büyük mağazacılığın önemini görüp alışveriş merkezlerinde mağaza açmaya başlamışlar.
"Hem modayı takip etmek isteyen, hem de hesaplısını isteyen" kadın ve erkeğe yönelerek de kısa sürede "fast fashion" trendine ayak uydurmuşlar... Türkiye’de Zara ve Mango’nun hemen biraz yanında ciddi alternatif bir pozisyon tutmuşlar.
Bugün Koton’un Türkiye’de 100 mağazası var. Yurt dışında ise son iki yılda 33 "franchise" vererek mağaza sayısını 36’ya çıkarmış.
Belli başlı ülkeler Rusya, Almanya, Ürdün, Lübnan, Litvanya, İran, Azerbaycan, Makedonya... Şimdi Dubai. Kısa bir süre sonra Atina...
Koton’cular İspanya, Hollanda, Belarus, Ukrayna, İtalya’dan gelen talepleri değerlendiriyor. Yunanistan’da 20, Körfez bölgesinde de 8 mağaza daha açmayı planlıyor..
Yılmaz çiftinin söyledikleri hemen hemen Ermenegildo Zegna’nın dedikleri ile aynı: "Hemen çevremizde hızla büyüyen bir pasta var. Bu pastadan gerekli payı almak lazım."
Koton şu anda 36 yurt dışı mağazası ile birlikte yıllık cirosu 240 milyon dolar. Amaç ise 2009’da 500 milyon dolara ulaşmak...
Tekstil konusuna artık nokta koyayım... Türkiye küresel rekabetten yenik çıkmak istemiyorsa doğru model Koton’ları çoğaltmak, dünya markaları olmalarını sağlamak. Koton da şu an üretimin yüzde 40’ı uzak doğuda yapılıyor. Bu oran iki yıl önce yüzde 5’miş... Yılmaz Yılmaz, yurt dışı üretimde asla yüzde 50’nin üzerine çıkmayacağız diyor..
Koton gibi üç beş Türk markasını dünyaya yaysan üretimlerinin yüzde 50’si Türkiye’de yapılsa sorunların çoğu çözülmez mi?
O halde niye KDV’yi indireceğimiz yerde o parayı Gülden-Yılmaz Yılmaz çifti gibi girişimcileri desteklemekte kullanmıyoruz?.. Neden?..
Televizyon reklamı bu kadar ucuz olmamalı
TÜRKİYE’de televizyon reklamı dünya fiyatlarıyla karşılaştırıldığında neredeyse kiloyla satılacak halde geldi...
"Tüccar işi ucuz" reklamların yarattığı kirlilik başta reklamı ucuzlatan reklamverenleri vurmaya başladı.
Düşünün milyonlarca dolar yatırılarak yaratılmış bir markanın reklamıyla, neredeyse merdiven altı üretim yapan bir firmanın reklamı aynı ekranda peşpeşe yayınlanıyor.
Markasına yıllardır yatırım yapan gerçek reklamveren televizyon reklam fiyatlarını yerlerde süründürmenin cezasını iki şekilde ödüyor.
Bir, hiç de hak etmeyen firmaları kendine rakip yapıp pazar payı kaybediyor. İki televizyonu kirletip kendi reklamının etkisini azaltıyor.
Bu markaların esas sahiplerinin suçu değil... Onlar adına "bu işi biliyorum" diye televizyonlarla pazarlık edenlerin suçu...
Bence patronlar durumu tekrar bir gözden geçirseler iyi olur. Sırtlarından bıçaklanıyorlar haberleri yok.
Her indirim onlara aynı zamanda birkaç puan pazar payına patlıyor. Bir hesap etsinler bakalım gelen gidene değiyor mu?
Bir üstada gerçekten sorsaydınız
ŞÖLEN’in bir süredir "kalbe" hitap eden reklamlarını izliyordum. Oldukça iyi kalite algısını yükselten reklamlar. Ancak iletişim çabaları "entegre" edilmediği için ortaya net bir imaj çıkamıyordu. Son olarak özünde bir Ferrero duplo benzeri olan Nuthymax reklamı vizyona girdi. Daha çok "akla" hitap ediyormuş gibi duran bir reklam. Ünlü stratejisiyle dalgasını geçerek yeni ürünü haberdar ediyordu. Ama ürünü unutarak, hatta ünlüyü de unutarak... Sadece "ünlü aradığını" söyleyip reklamın kendisini "star" haline getirerek... Yani, yine duygulara seslenen bir reklam. Hangi duyguya? Tabii ki mizah duygusuna... Sadece reklamı beğenmek bile satışı artırabiliyor. Şölen’in burada da yapmak istediği bu... Reklamdaki mizahı beğenenler Nuthymax’i deneyebilirlerdi. "Di" diyorum çünkü şu anda bu çok zor. Çünkü neredeyse bir haftada kısa versiyona geçildi. Ortada mizah falan kalmadı. Allahaşkına şu kısa versiyon işini unutun. Kısa versiyon ikna ediciyse uzun versiyonu niye yaptınız? Sanıyorsunuz ki insanlar uzun versiyonu anımsayıp kısa versiyondan aynı tadı alıyorlar. Yok öyle bir şey. Kanıtlanmış bu. En az on deneysel araştırma var bu konuda. Bütçeniz darsa derdinizi baştan kısa anlatın..
Türk olmak
DUBAİ’ye Arman Kırım’la birlikte gittik. Alışveriş merkezinin içine girip dünyanın diğer ünlü markalarının arasında Koton mağazasını görünce onun gözleri şapır şapır sulandı, benim ise heyecandan bir süre dilim tutuldu.
Türk olmak böyle bir şey galiba. Bir de Zara, Mango, Harvey Nichols Türk markası olsa yaban ellerde şak diye düşüp bayılacağız!
Dubai’de önce gazete
DUBAİ’ye bu ikinci gidişim. Yine sevmedim... Yüksek binalar, lüks oteller, geniş geniş yollar, ışıklandırma ile yaratılan New Yorkvari bir atmosfer. Başdöndürücü bir zenginlik...
Amaaa... Sanki bir film stüdyosunda zenginliğin başkenti Dubai filmi çekilecekmiş de birileri bu seti hazırlıyormuş gibi. Herşey yapaylık hissi veriyor.
Gerçek olan iki şey var. Biri para, diğeri ısı... Hava sıcaklığı martın başında 32 derece...
Paraya gelince... Küçücük Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2003 yılında ise reklam yatırımları sadece 447 milyon dolarmış!
2005 yılında bu rakam ikiye katlanmış: 905 milyon dolar! Dağılım ise ilginç. En gözde mecra gazeteler...
Toplam reklam yatırımlarının yüzde 65’i ise (588 milyon dolar) sadece gazetelere yapılmış... Televizyon reklamının payı yüzde 15.
Gördüğüz gibi birileri Dubai başta olmak üzere Körfez ülkelerini çok iyi pazarlıyor. İyi pazarlama Türkiye’den de belli... Son iki yılda Türkiye’de en fazla habere konu olan yer sizce hangisi? Bildiniz Dubai... Dubai’nin PR’cısına Türkiye’yi de versek arada kaynar mı acaba?
Kurtlar Vadisi’ni hiç izlemesin
KÜÇÜK kızımızın telli dişleriyle Coca-Cola şişesi açtığı reklam çok hoş bir Coca-Cola reklamı. Son karesi hariç o da klişe... "Gülümse" diyen ve bu gülümsemeyi gülen yüzlerle anlatan o kadar çok reklam gördü ki... Ama bu reklam da klişe olmasına rağmen çalışıyor. Çünkü "hayata" diyen genel Coca-Cola iletişim stratejisi içinde çok anlamlı. Bir kere daha söyleyeyim her şeyin başı strateji. İş stratejisi, pazarlama stratejisi, reklam stratejisi, yaratıcı stratejisi, medya stratejisi... Önce akıl, sonra artistik hareketler. Soranlar için yazıyorum Coca-Cola reklamının kimseye kötü örnek falan olduğu da yok... Çocuğunuz bu reklama bakıp dişiyle gazoz açacaksa Kurtlar Vadisi’ni hiç izlemesin. Her gün iki leşi olur.
Çekirgelik
Kimsenin kazanmadığı pazarlık kötü pazarlıktır.
(İngiliz Atasözü)
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2006
Düşünün şimdi bizim sinemacılarımız Havayı Koklayan Adam Bünyamin Sürmeli’nin hayat öyküsünü, ya da hayatından bir kesiti film yapmaya değer bulurlar mı? Bulmazlar. Bu nedenle de Türk sineması Türk sineması olarak kalır, Amerikan sineması da Amerikan sineması olur. Adamlar otu, böceği, kelebeği her şeyi film yapıyorlar, üstelik bir de izlettiriyorlar.
Nicholas Cage’in oynadığı Fırtınalı Hayatlar, öyle ahım şahım bir senaryo değil. Karayip Korsanları ve Halka filmlerinden tanığımız yönetmen Gore Verbinski, bu kez farklı tarz denemiş, o kadar. Verbinski sıradan bir senaryodan farklı bir anlatımla izlenebilir bir film ortaya çıkarmış.
Şikago’da yerel bir kanalda, çok başarılı bir şekilde hava raporu sunan David Spritz’in eski eşi, çocukları ve yaptığı işin yansımalarıyla ilgili sorunları vardır. Derdi saygı görmek, ayrı yaşadığı çocuklarına yönelik sorumluluklarını yerine getirmektir. David, babası gibi bir aileyi sonuna kadar yaşatamadığı için pişmandır.
Beklentisi ise ABD’nin en gözde programlarından biri olan Hello America’dan transfer teklifi almaktır. Kader ağlarını örer. David, fırtınalı hayatında en önemli şeyin kendisi olduğunun farkına varır. Ama nasıl?
Giderseniz görürsünüz. Ama ben Fırtınalı Hayatlar’dan daha iyi filmlerin şu anda sizi beklediğinden emimin. Cage hayranları kaçırmasın. Bir de çocuğu olup boşanmayı düşünenler... Onlara da ilginç gelebilir.
Kuruçeşme Balık: Bu insanlık ayıbı
Anımsarsanız, Kuruçeşme Balık’ta Çisil ve Umay’ı taciz eden magandalardan söz etmiştim. Yazımda da lokantanın bir kusuru olmadığını yazmıştım. Kuruçeşme Balık’tan Musa kardeşim, bir özür mektubu gönderdi:
"Ali Bey merhaba. Ben Kuruçeşme Balık’ın ortaklarından Musa. Öncelikle köşenizde yazdığınız olaydan gazeteden haberdar olduğum için sizden özür dilerim. Bu tarz bir hareket kesinlikle kabul edilemez ve bizim ne kadar kusurumuz olmazsa da insanlığın ayıbı olduğu için eşinizden özür dileriz. Bu ne bir erkeğe, ne de bir insana yakışır bir davranış. Bizim için ne kadar "suçları yok" diye belirtseniz de, yazınızdan sonra işlerimiz yüzde 70 düşüş yaşadı. 2000 yılında bir kez kriz yaşadım ve battım. Dilerim bu ikinci bir sebep olmaz. Size ve eşinize hürmetler."
Daha önceki yazımda belirttiğim gibi yalnız başına eğlenmeye giden kadınlara yönelik taciz her yerde başa gelebilecek bir olay. Kuruçeşme Balık’ın ortamı çok nezih bir ortam. Oraya gelen "nezih" beyler bile göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede garsonları atlatıp arka masadaki kadınlara sarkabiliyorlar. Çözüm topyekûn mücadele.
Mücadele başlamıştır, yardımlarınızı bekliyorum. Kuruçeşme Balık’ı da ihmal etmeyin, bir daha orada böyle bir şey olabileceğini asla tahmin etmiyorum.
Antonny Quinn erkekle basılsaydı
AKP Milletvekili Hüsrev Kutlu "Ünlü oyuncu Anthony Quinn, Hazreti Hamza’nın hayatını oynadı. Normal yaşantısında da böyle biri olmasını mı bekleyeceğiz?"demiş. Ben de Kutlu’ya iki soruyla yanıt veriyorum:
Eğer Hazreti Hamza’nın sinemalarda gösterime girdiği dönemde, Anthony Quinn bir erkekle basılsaydı, ABD’deki ya da İngiltere’deki gazetelere kapaktan haber olur muydu olmaz mıydı?
Anthony Quinn’le ilgili haberler sonucunda, Hazreti Hamza filmine gidenlerin (özellikle Müslümanların) sayısında azalış olur muydu olmaz mıydı?
Sorun Sanem Çelik’in Aliye gibi yaşamak zorunda oluşunda değil. Kimse ondan böyle bir şey beklemiyor. İsteyen istediği gibi yaşar. Ancak Aliye gibi bir dizideki başrol oyuncusunun adı "aldatma" olayına karışırsa bu bir haberdir. Bu habere maruz kalanların da daha sonra "algısal" nedenlerle izleme davranışlarını değiştirmeleri mümkündür. Keşke değiştirmeseler. Ama algı bu. Algılama suçu diye de bir şey yok. Çünkü algılama istem dışı bir şey. O ana kadar yaşadıklarımızın, denediklerimizin hepsi algılamayı etkiliyor.
Algılamaları değiştirmek için toplumun baştan sona yeniden yapılanması lazım. Kolay mı böyle baştan sona yenilenme Sayın Kutlu? Sizin parti yıllardır deniyor, başarabildi mi?
CUMA ALINTISI
"İlk ve son aşkımız kendimize olan aşkımızdır." (Bovee)
CUMA İTİRAFI
toroscanavari; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 33; İl: İstanbul
Dün eşim ve çocuklarımla alışveriş merkezine gittik. Karnımız acıktı. Eşim, küçük kızımla benim boş bir yere oturmamızı, kendisinin de siparişleri alıp geleceğini söyledi. Onun beklediği yere yakın bir yere oturduk. Az sonra dört buçuk yaşındaki büyük kızım yanıma geldi ve "Anne, babam senin için nereye oturdu bu dangalak karı dedi. Ben de ona asıl dangalak sensin diyecektim ama kızar diye sustum" dedi. Bu insan bir dakika önce, "Ne yersin bir tanem" diyen kişi. Geçmişte bir sürü kavgamız da oldu ama hiçbiri beni bu kadar incitmemişti.
Yorum: Evlilik dilinde "bir tanem"le "dangalak" hemen hemen aynı kapıya çıkar. Çok fazla alınıp sorun çıkarmamak lazım. Günün sonunda adamcağız dangalaklık yapıp kadının yüzüne karşı söylememiş işte!
CUMA TAKINTISI
Çengelköy’ü biraz geçince Paysage diye bir lokanta var. Manzara muhteşem. Bütün Boğaz ayaklar altında. Pazarları brunch için bu muhteşem manzaraya takmak mümkün. Bir şartla. Paysage’ın salamı, peyniri, domatesi marulların üzerine döşemekten vazgeçmesi lazım. Ekmek çeşidini de arttırmalı. İnsan brunch’a gelince haliyle biraz çeşit istiyor. Bir de Paysage’ın aşçısı sarılarını pişirmeden yağda yumurta yapmayı öğrenmeli.
Paysage’da yediğim çileği başka bir yerde yemedim ama. Hem kocaman kocaman, hem de inanılmaz lezzetli. Üstelik ye yiyebildiğin kadar. Hafta sonu Paysage’ı öneririm. Siz gidene kadar onlar da umarım benim önerilere kulak verirler.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2006
Dün bir okurumdan oldukça kızgın bir e-posta aldım. Bazı Aliyeseverlerin bu konudaki haberleri nasıl yorumladığını anlamak açısından ilginç. Zeynep Onat diyor ki:
"Sevgili Ali Atıf Bir, bugün Aliye ve Aliye’nin reytingleri konusunda yazdığınız yazıyı okuyunca artık bir şeyler söylemek için duyduğum isteğin önüne geçemedim. Duyarlı bir vatandaşımızın Pazar Keyfi adlı programa haber vermesi ile başlayan bu macera ile ilgili olarak bir gazetenin köşesinde yazı yazma avantajını kullanarak, sesini milyonlara duyurabilen ve böylece tek taraflı konuşabilmenin avantajını da yakalayabilen tüm yazarlarımız bu konuda fikirlerini okurlarına aktardılar.
Üstelik sonradan özür dilemeye dahi gerek görülmeyen ve yalan olduğu ortaya çıkan haberler ışığında (söz konusu eş hamileymiş gibi)... Bu gelişmeleri kendi adına hayretle izleyen biri olarak bu düşüncemi aktarmak istiyorum.
Sanem Çelik’le ilgili olarak acaba hiç düşünen veya araştırmaya yeltenen oldu mu diye çok merak ediyorum. Bu aylardır süren bir ilişki mi, yoksa o gün ilk miydi? Bir anda gelişen bir hata mıydı? Hangi ortam ve duygularla birbirlerine yaklaştılar, şu an ne kadar üzüntü içindeler. Ama ne gerek var. Nasılsa bizim başımıza gelmedi asalım gitsin.
Aynı durum dizi için de geçerli. TV’de geçmişten bugüne sürekli izleyicisi olduğum 3 diziden biri Aliye. Ayakta alkışlanacak kadar iyi oyun güçleriyle, hepsi birbirinden değerli oyuncuların emekleriyle 2 yıldır başarıyla yürüyen bir diziyi ve bu kişilerin emeklerini Aliye’nin reytingleri yavaş yavaş çakılır sözleriyle silip atmak gerçekten de sizin gibi kariyeri olan kişilere hiç yakışmıyor. Kendi reytingimiz için başkalarının emeklerini harcamak ise insanlığa sığmıyor. Herkes kendi yaptığı hataların cezasını kendi içinde fazlasıyla çekiyor. Bırakalım herkes kendini yargılasın. Birçok üstelik değerli sanatçının emeğini bir kişinin nedenlerini dahi bilmediğimiz hatası yüzünden sonlandırmak için okurlarımızı yönlendirirken biraz da sorumluluk duyalım."
Yanıt: Sevgili Zeynep Hanım, yazımda kimseye "Aliye izlemeyin" demedim. Sadece olma ihtimali olan bir süreçten söz ettim. Siz tabii ki sonuna kadar Aliye izleyebilirsiniz. Ama dikkat edersiniz ki yazının başında "Acaba bir kere mi öpüştüler yoksa çok kere mi" diye siz de merak ediyorsunuz. Demek ki "bir kere mi çok kere mi" olması sizin için de fark ediyor. Bilmem anlatabildim mi?
Aldatma taktikleri hoş değil
Yazılarımda üç konuya çok dikkat ederim: 1) İnternette dolaşan "kamu malı geyiklere" kolay kolay itibar etmem. 2) Diğer köşe yazarlarına da gönderilen genel görüşlere, şikayetlere yer vermem. 3) Bizim gazetede herkese, her köşeye gönderildiğini hissettiğim görüşleri kullanmam.
Şikayet, görüş bana özel yazılsın, benim yazılarımdan tetiklensin isterim. Çünkü "pişti" olmak istemem. Çok sık pişti olan orijinalliğini de kaybeder! Bugün "pişti" olma riskini göze alacağım. Çünkü Ersan Tek’in yazdıkları çok ilginç...
Tek diyor ki:
"Sanem Çelik olayından yola çıkılarak yazılan dehşetengiz yazıya bakar mısınız!
Efendim eşinize -çaktırmadan- nasıl sevgilinizle görüşür müşsünüz... Çok hayati ve her bakımdan önemli tüyolar içeriyor bu haber.
Magazin denen şey, bir eşin kocasını aldattığında nasıl yakalanmayacağını mı konu alır! Aile denilen şey bu kadar değersiz, bu kadar önemsiz, bu kadar anlamsız mıdır? Lütfen düşünün, her aile bu türden şeyleri kaldıramayacak nitelik de elbette ki değildir...
Kaldırması beklenemez!" (Ersan Tek)
Yanıt: Sevgili Ersan, ben de senin gibi bu "aldatma taktikleri" verilmesi konusunda biraz ileri gidildiğini düşünüyorum. Çok sevilen, çok beğenilen bir dizideki ana karakterin "aldatma" öyküsüne karışmasının haber olup olmadığını tartışmak bile gereksiz. "Aldatma taktiklerini" meşru havaya sokmak ilk bakışta hoş durmamış. Ancak sözünü ettiğin yazı eğlendirici bir yazı ve okurun sapla samanı birbirine karıştırmayacağını, bu tür yazılarda hoşgörü seviyelerini biraz daha yukarda tutacaklarını düşünüyorum.
Kutlarım
Bazı okurlarımı kutlarım... Salı günü "Diğer ülkelerde de reklamlardan sonra ’Devam ediyor’, ’Devam edecek’ ifadeleri televizyonlarda var" diye yazmıştım. Hemen beni satılmışlıkla suçladılar. TV8’de ve TRT’de yokmuş da, diğer ülkelerin hepsinde yokmuş da, ben niye televizyonları kayırıyormuşum da...
Televizyonlara nasıl satıldığımı bir anlayabilsem... Duymak istediklerinizi söylemeyince, niye satılmış oluyorum? "Evet arkadaşlar, bu televizyonların hepsi üçkağıtçı" desem, satılmamış mı olacaktım?
Ama böyle davranmak çok kolay. Önemli olan sizden tepki alacağımı bile bile, her şartta doğruları söylemek değil mi? Sadece duymak istediklerinizi mi yazayım... Beni öyle daha mı çok seversiniz?
Peki madem öyle yalan söylüyorum. Diğer ülke televizyonlarında "Devam ediyor, devam edecek, az sonra" yok. Sadece biz de var. Sadece bizim televizyonlar abartıyor. Çünkü reyting ölçümü sadece biz de var. Oldu mu?
Ne olacak Galatasaray’ın hali
Galatasaray’ın hali içler açısı... Galatasaraylıların da... Geçen gün bir karikatür gördüm. Galatasaraylı futbolcular, hakemin yazı-tura attığı paranın üzerine atlıyorlardı. Güldüm, ama içim acıdı. Galatasaray kötü yönetiliyor. Kötü yönetildiği, sonuçları "umut" içermeyen seçimden bile belli...
Galatasaray Liseliler, Galatasaray’ı iyi yönetemediklerini kabul etmeliler. Galatasaray’dan iyi yazar, iyi oyuncu, iyi gazeteci, iyi ses sanatçısı, iyi sporcu, iyi şair, iyi ressam, iyi akademisyen, iyi doktor çıkıyor ama iyi yönetici çıkmıyor demek ki... Çıkıyorsa görelim. Hodri meydan! Hepimiz ortada kaldık. Lider istiyoruz.
Tırtıl
Aşk bir erkek için duygu değil düşüncedir. (MM De Girardin)
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2006
RTÜK Başkanı Zahid Akman aradı ve Pazar günü yazdığım, "’Aliye Dizi Kahramanıdır’ dersi geliyor" başlıklı yazım için teşekkür etti. Yazıyı çok samimi bulduğunu söyledi. En kısa sürede onu makamında ziyaret edeceğim ve RTÜK’ün gündemindeki konuları birlikte enine boyuna tartışacağız.
Bu arada RTÜK’ün "TV’nin İzleyiciler Üzerindeki Etkileri" konusunda üniversitelerde yapılmış araştırmaları kitap olarak basma kararı aldığını belirteyim.
Üst Kurul bu konuda komisyon oluşturacak ve yayımına karar verilenler kitaplaşacak.
RTÜK’ün kararı iyi niyetli bir çaba ama İletişim Fakülteleri’nde bu konudaki yapılan araştırmalar bir elin parmaklarını geçmez.
Bunun nedeni "etki" araştırmalarının ciddi yöntem bilgisi gerektirmesi ve çoğu zaman çok uzun süreleri kapsaması.
Türkiye’de "deney" gibi üst düzey araştırmacı bilgi ve becerileri gerektiren araştırmaları yapacak iletişim uzmanı çok az.
Hálá bir iletişimcinin niye istatististik bilmesi gerektiğini bile anlamayanlar var. İstatistik bilmeyen etki nasıl ölçsün öyle değil mi?
RTÜK’ün yapması gereken yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapacak iletişim öğrencilerini "TV etkileri" konusuna yöneltecek önlemleri almak.
RTÜK tez önerilerinden yeterli bulunanlara para yardımı yaparsa Türkiye’ye inanılmaz büyük bir katkı sağlamış olur. Etki araştırmaları hiç de ucuz araştırmalar değil. Bazen bilgi de olsa para yoksa işin içinden çıkmak mümkün değil.
Televizyonlar uslanmıyorlar
Olur olmaz şekilde reklam yerleştiren televizyonlardan şikayet edenlerin sayısı artmaya başladı. İşte bir örnek..
"Sayın Üstad, son zamanlarda TV’lerde film veya dizi sırasında, bir sonraki veya ertesi günkü dizi veya program konusunda, neredeyse ekranın yarısını kaplayacak büyüklükte ve sağ tarafta da haraketli görüntü verilen reklamlar konulmaktadır. Bu kadar saygısızlığa pes doğrusu! Hangi seyirci filmin en heyecanlı yerinde konuyu takip etmek yerine alttaki bu reklamı seyreder? Zaten abartılı reklam aralarında 4-5 dakika program tanıtımları da yapılıyor. Bu şekilde bir program tanıtımı insanları taciz etmekten başka ne işe yarar? Haydi ürün reklamları para kazandırır, bu reklamlar ne kazandırır ki? Bu haliyle TV’de bir film izlemek işkence oluyor ve sinirden birçok filmi yarım bırakıp geçiyoruz. Hiçbir rasyonalitesi olmayan bu durumu sizin de köşenizde eleştirmenizi istirham ediyorum" (Arif Yurtsever)
Yanıt: Ne yazık ki televizyonlar uslanmıyorlar!
Ellerindeki ekranın etinden, sütünden, yününden yaralanmaya çalışıyorlar.
Bu doğru değil. Çünkü ekranı kirletip reklamların varolan etkisini de azaltıyorlar.
Bölünmüş ekran reklamlarının etkisiyle ilgili literatürde bir çalışma yok. Ancak izleyicilere "tahriş" ettiği konusunda kanıt çok.
Kelebek yüksekten uçuyor
Kelebek artık o kadar yükseklerde uçuyor ki, tutana aşk olsun.
Kelebek’in sıkı takipçileri var. Gelen e-postalardan anlıyorum.
Kelebek ciddi ciddi Türkiye’nin günlük hayat gündemini etkiliyor. Konuşulanlardan anlıyorum. Rakipleri kusura bakmasınlar ama Kelebek gerilerden gelip önce onları yakaladı. Şimdi de nal toplatıyor.
Bakınız "Feraye’nin hamilelik öyküsü!".
Hürriyet magazini ve Kelebek’i bu kadar yükseklerde uçuran herkese teşekkürler.
Gevşememek lazım ama. Her an rekabetin nefesini ensede hissederek "istim" üstünde çalışmak başarının en büyük sırrı.
E bazen olabilir
Bazıları da televizyonlara güvenlerini yitirdikleri için öküz altında buzağı arıyorlar:
"Sevgili hocam merhaba.
TV kanalları haberler dahil, diziler ve filmlerin sonlarına doğru koydukları reklamlar öncesi "devam edecek" veya "devam ediyor" anonsu yapıyorlar ve reklamlar bitince de, filmin, dizinin, haberlerin bittiğini duyuruyorlar. Yani izleyiciyi keriz yerine koyuyorlar. Biz keriz miyiz? (Orhan Doruk)
Yanıt: Bu tür uyarılar sadece bize özgü uyarılar değil. Tüm ülke televizyonlarında izleyiciyi kaçırmamak için bu tür uyarılar yapılıyor.
"Sunar, sundu" ifadeleri ise ilgili kanunun sponsorluk maddelerinden kaynaklanan bir zorunluluk.
Aliye’nın ratingleri düşer..
Herkes sandı ki Sanem Çelik "evli erkeğe teşne olan" kadın durumuna düşünce daha ilk haftadan ratingleri yere çakılacak..
Yok böyle etki. Göreceksiniz Aliye’nin ratingleri yavaş yavaş çakılacak.
İki üç hafta içinde diziden memnun olmayanların, "sıktığını" söyleyenlerin sayısı artar, bir iki hafta sonra da Aliye’nin eski ratingleri kalmaz.
Çünkü Aliye’ye rolünde Sanem Çelik’i izleyenler "Artık inandırıcılığın kalmadığını" hissedecekler.
Gerçek mi bu?
Önemli olan ne zaman "gerçek" oldu ki... Siz algıya bakın. Sonucu görün.
Tırtıl
Evliliğin en iyi günü dünüdür (Patrick Marvel)
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2006
GEÇEN hafta yazdığım "bebek ticareti" yazısı oldukça ilgi gördü. Çok sayıda e-posta aldım. Bu e-postalardan biri Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri’nden (ÜYTM) birinde klinisyen olarak çalışan Dr. Abdullah Arman Özdemir’den geliyor. Yazdıklarını çok samimi ve aydınlatıcı buldum. Türkiye’deki "bebek ticareti"ni biraz daha aydınlatmak üzere yer veriyorum:
"Ocak 2006’dan itibaren SSK mensupları da Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve Yeşil Kart hak sahipleri gibi Sağlık Bakanlığı ve üniversitelerde mevcut ÜYTM’lerde 2005 Bütçe Uygulama Talimatı’nda belirtilen koşullarla tedavi desteğinden faydalanıyor. Şu an özel sektöre ait ÜYTM’lerde, 2005 Bütçe Uygulama Talimatı’nda (BUT) belirtilen koşullarla SSK haricinde bu Sağlık Sigorta kurumlarına hatta özel sigorta sistemine fatura çıkarılabilmektedir.
Uygulamanın kuralları; tedavi yöntemlerinin tıp literatüründe mevcut başarı oranlarını, tekrarları ve sürekliliği, gözeterek üç ayrı zamanda uygulama hakkı tanıyor.
Yazınızda belirttiğiniz A grubu hastane birimi (Alman Hastanesi) ÜYTM’lerin tüm maliyetlerini karşılamasa da ilaç (1500-3000 YTL’nin yüzde 80’i) ve mikroenjeksiyon müdahalesi tedavi katkısı (1100 YTL) toplamı yaklaşık 5000 YTL-15000 YTL aralığında bir destek sunuyor. Şu andaki yönetmeliklerde, ’Devlet imkanlarıyla insan üreme organlarına dayalı ticaret’ önlenmeye çalışılıyor.
Özel ÜYTM’lerde, SSK mensubu hastalara yeni kurallar dahilinde henüz hizmet sunulamadığı için haksızlık oluştuğunu düşünüyorsunuz. Ancak bugün aynı özel sağlık kuruluşları Yeşil Kart, Bağ-Kur mensubu hastalara vermedikleri pahalı sağlık hizmetlerini, SSK’nın sunduğu özel anlaşmalar dahilinde SSK’lı hastalara veriyorlar. Yakında SSK’lılar özel ÜYTM kapsamına alınacaktır.
’The Baby Business’ konusunda ilettikleriniz çarpıcı. Biz klinikte toplumun mağdur-kadersiz-şanssız sıfatları ekleyerek, etkilediği umutla başvuran insanların durumlarını çözmeye -aydınlatmaya çalışıyoruz.
Hastalarımızın ve biz klinisyenlerin yazınızda belirtilen bebek ticareti konusunun ekonomik etkilerini ve hatta doğabilecek etik sorunların ’dolar’ cinsinden etkilerini sizin kadar analiz edemeyiz. Bu bir gerçek. Ne derecede etkilenebileceğimizin takdirini ise size bırakıyorum.
Ancak ekonomi sayfasında ’SSK’lılara desteğiniz yok, yuh!’ derseniz bu bilgi bebeği olmayanlarda zaten varolan travmayı ve ümit kırılmasını arttırır.
Bir klinisyen ve sağlık çalışanı olarak ’ümitleri kırmayalım’ diyorum, uygulamaları olumlu buluyor, kösteklenmektense alkışlanması gerektiğini düşünüyorum."
YORUM: Asla! Amaç ümitleri kırmak değil gerçeğe dönüştürmek. Tüm çabam çocuğu olmayıp yeni yöntemlerle olma olasılığı bulunan herkesin iş işten geçmeden ÜYTM’lerden yararlanabilmesi.
Yaşlanma (süre) hem erkek, hem de kadın açısından doğurganlığı etkilediğine göre devlet; Emekli Sandığı üyesi, Bağkur’lu, SSK’lı ayırmadan bir an önce kime hangi koşullarda sponsor olacaksa olmalı, olmayacaksa da kimseye olmamalı. Üreme hakkı konusunda devlet eliyle ayrımcılık yapılmamalı...
Ve konunun etik boyutlarını çok daha iyi tartışmalıyız... Bazıları parayı bastırıp, "gen taraması yapın, çocuğum turp gibi olsun" derse, diğerleri de bu taramayı yapamadığı için "çürük bezelyelerle" yetinmek durumunda kalırlarsa ne yapacağız?
Golü yiyen kötü mü
OKURLARIM sağolsun her şeye dikkat ediyorlar. İşte birkaç kanıt daha:
SORU: 2.5 yaşındaki oğlumu vizyona yeni giren Bambi 2 filmini izlemeye götürdüm. Film başlamadan önce Balparmak reklamı gösterildi. Sinemadaki tüm çocuklar hep bir ağızdan "Balparmak" reklamındaki gibi parmaklarını saydılar. Sanki bir rock konserinde soliste eşlik ediyorlardı... Reklamlar, çocuklar üzerinde ne kadar etkili... (Bora Çalışkan)
YANIT: Televizyonun sadece reklamları değil, her şeyi çocuklar üzerinde etkili ama bunu bir de Türkiye’yi yönetenler anlasa...
SORU: Oyakbank reklamı olarak futbol maçlarında taraflardan birisi, gol attığı zaman ’iyiler hep kazanır’ diye yazı çıkıyor ekrana... Saçmalık... Golü yiyen taraf, kötü mü oluyor? Maç gollü berabere bittiği zaman, ne oluyor? Her iki taraf da hem iyi, hem kötü... (Ahmet Akpınar)
YANIT: Aynı şekilde düşünmüyorum Ahmetcim. O slogan bence, gol ortamına "cuk" oturan bir slogan. Sorun, Oyakbank’ın yakaladığı mükemmel konumlandırmayı, yeni ataklarla ileri götürmekte biraz geç kalması... Eğer Oyakbank, söz konusu sloganla özetlenen konsepti canlı tutuyor olsaydı, sen şimdi bu itirazı yapmazdın.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
TEKSTİL sektörü içindeki tartışmalar devam ederken "Fasonculuğun Rehavet Krizi" başlıklı yazıma Türkiye Tekstil Sanayi İşverenler Sendikası Başkanı Halit Narin’den yanıt geldi. Narin ve diğer 14 sektör temsilcisi başbakana gitmişler, sorunlarını "görüş birliği içinde" anlatmışlar ve genel bir durum değerlendirmesi yapmışlar.
4 milyona yakın tekstil çalışanını işsiz bırakmamak için en önemli madde KDV indirimi imiş. Başbakan’a üretim ve yatırım yapmadan havadan para kazanan insanları, haksız kazancın önünü kesmenin önemi anlatılmışlar ve KDV indirimi hakkı elde etmişler.
Narin, şöyle devam ediyor: "Marka(laşma) ve tasarım hepimiz tarafından kabul edilen hedeflerin bir tanesi. Ama bildiğiniz gibi, gerek Japonya’da, gerek Fransa ve İtalya’da bütün firmalar, ’Made in France’, ’Made in Italy’ şeklinde önce kendi memleketlerini lanse ettiler ve bunların içinden de markaları ortaya çıkardılar. Bugün İspanya üretimi içinde Zara tek bir firma, ama, İspanya’yı temsil eden bir firma değil. Sadece İspanya firmalarından bir tanesi. Türkiye’nin de gerek konfeksiyon ve fasonculukta, gerek ithalat ve ihracat sisteminde temek koşulu, önce Türkiye’nin üretimini dünyaya tanıtmak... Sonra bu lokomotif sektörün devamlılığını sağlayacak olan imkanları yaratmakÖVe sorunları teker teker çözmeye yönelmektir."
Özetlersek Narin diyor ki; önce üretimde güçlü duralım, dünyaya kendimizi duyuralım, sonra nasıl olsa marka yaratmaya sıra gelir.
Tektil sektörünü eleştirdiğim yazımda Çin ve diğer ülkelerle rekabetin alternatiflerden biri olarak markalaşmayı önermiştim.
Diğer öneri ise iş modellerini değiştirmekti. Yani, çözüm ortağı olabilmek için gerekli yönetim, bilgi, teknoloji alt yapısını kurmak.
Her iki önerinin gerçekleşebilmesi için de ön koşul tekstil sektöründe zihniyetin değişmesi!.
Tekstil sektörü "önce üretim, önce üretim" diye diye bu hale geldi. Ne demek istediğimi anlamak için lütfen IKEA yazımı okuyun... Şiddetle...
’Aliye, dizi kahramanıdır dersi’ geliyor
GEÇEN perşembe günü Uluslararası Reklamcılar Derneği’nin Genel Kurulu Dedeman Oteli’nde yapıldı. Yüksek bir katılımın olduğu Kurul’da Başkanlığa yeniden oybirliği ile Mehmet Ali Yalçındağ seçildi.
Genel Kurul öncesi yapılan yemeğe RTÜK Başkanı Zahid Akman da katıldı ve IAA üyelerine yönelik bir konuşma yaptı.
Yalçındağ’ın Akman’ı kürsüye davet ederken söylediği sözler oldukça anlamlıydı: "Lütfen Sayın Başkan değişime açık olun. Esnek olun, kurallar değişmez diye kesip atmayın!"
Zahid Akman’ın konuşması yaklaşık 45 dakika sürdü. Akman’ın söyledikleri ve o konuşurken benim düşündüklerim aynen şöyle:
"Yıllardır lisans tahsisi yapılmaması kaotik bir televizyon sistemi yarattı." (Doğru. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar çok ulusal kanal yok. Reklam yatırımı da az olunca ortaya kalitesizlik çıkmaması kaçınılmaz).
"İzleyici zaaflarını tahrik ediyorsunuz." (Doğru. Ama RTÜK niye var?)
"Reklam sürelerini aşmayın, hálá aşıyorsunuz." (Doğru, hálá sınırları zorlayanlar var. RTÜK’ün iyi niyetini kötüye kullanmamak gerek.)
"Satış hedefi koyarken ’sadece 10 milyon dolar getirin’ diye değil ’şu süreyi kullanarak şu kadar 10 milyon dolar getiririn’ diye koyun." (Doğru, reklamda satış hedefleri yer ve zamana bağlı olmak zorunda)
"Yakında bir araştırma açıklayacağız, insanların sacece % 13’ü televizyon reklamı izlediğini söylüyor, hala siz televizyon reklamı diye ölüyorsunuz." (Yanlış. Bir kere anket yöntemiyle televizyon izleyicisi davranışı ölçmek 50 yıl önce de kaldı. Televizyon reklamlarından kaçınma duygusu etkinliğini azaltıyor ama herşeye rağmen TV reklamı doğru bütçeyle doğru planlanırsa çalışıyor. Planlama doğru yapılmazsa paralar çöpe gidiyor. Sorun televizyonu önceliğe alan medya planlama mantığında. Medya planlama medya yansız başlamalı. Televizyon reklamı her derde çare değil. Örneğin, asla gazete reklamının yerini tutamaz...)
"AGB verilerini kullanarak reklam planlaması yapmak Türkiye’yi yerinde saydırıyor." (Yanlış. Sorun AGB’de değil. Ölçüm yapılan ev sayısı 5 bine çıkmak zorunda. Örnekleme modeli değişmek zorunda. Sadece kafa saymak değil aynı zamanda "ilginlik" ve "beğeni" kavramlarını esas alan ölçümler de sisteme dahil edilmeli.)
"Türk medyası garip çekişmeleri bitirsin, biraya gelsin." (Yanlış. Medya arasında her zaman rekabet olacaktır. Türk kültüründen kaynaklanan çekişme kültürü için bakınız TBMM. RTÜK her şart altında en iyi düzenlemeyi yapmak zorundadır.)
"Okullara medya okuryazarlığı koyduruyoruz." (Doğru. Aliye ile Sanem Çelik’i arasına "filtre" koyabilen bir nesil yetiştirmenin zamanı geldi. Ancak bu dersi herkes veremez. Mutlaka özel programı hazırlanmalı ve İletişim Fakültesi mezunları bu dersi vermeli. Üniversitelerde yeterince medyaya düşman yetiştiriyoruz. Düşman yetiştirmeye orta öğretimden başlamayalım.)
"5 milyon kişi uydudan TV izliyor. Dijital yayını destekliyoruz. Uydu işini bitirip, istenmeyen yayınları engelleyeceğiz." (Dijital yayının desteklenmesi doğru ama uyduyu bitirmek hayal!)
"Haber kanallarının gelirlerini garanti altına alacağız." (İlginç!. Diğer kanalların ne suçu var? Haksız rekabet olmaz mı?..)
"Kararlarımızı tartışmaya açmamak için internette yayınlamıyoruz." (Olacak iş değil! RTÜK gibi kurumların aldığı kararlar açıklanmazsa nasıl eğitici, öğretici olunacak... RTÜK’ü kim nasıl denetleyecek?)
Zahid Akman’ı samimi, sevimli, değişime ve yeni bilgilere açık buldum... Belli ki bazıları onu yanlış bilgilendiriyor. Aman dikkat!
IKEA reklamı ve KDV komedisi
TEKSTİLCİLER Çin’le, Hindistan’la ve diğer ülkelerle rekabet edebilmek için Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ikna ettiler yüzde 10 KDV indirimini kaptılar.
Başbakan’a teşekkür ziyaretini de ihmal etmeyip indirimi jet hızıyla fiyatlarını yansıttılar. Böylece "kayıt dışı" ile mücadele edilecek "tekstil" sektörü güçlenip, Çin’e Hindistan’a, doğu Avrupa ülkelerine kafa tutacak. Ne güzel!
Tekstilciler Başbakan’ın makamında vakit geçirmeye devam ededursunlar. 10 Mart Cuma günü bizim gazeteyi bir açtım karşımda "Biz hemen düşürdük!" diyen yarım sayfa IKEA reklamı...
Reklamda onbir ürünün fotoğrafı var ve metin de aynen şöyle: "Tektilde yüzde 18 olan KDV oranı yüzde 8’e indi. Biz de açıklanır açıklanmaz bu indirimi fiyatlarımıza yansıttık. Düşük fiyatlarınız bundan böyle tekstil ürünlerinde daha da düşük olacak."
Ciddi bir basın reklamı sapığı olduğum için başladım reklamdaki ürünleri incelemeye... Bibbi Nevresim Takımı 13.50 YTL, Polarvide Diz Battaniyesi 8.95 YTL, Saxan Banyo Havlusu 7.95 YTL...
Şeytan dürttü birden IKEA reklamlarındaki ürünlerin hangi ülkede üretildiklerini merak ettim. Kalktım, IKEA’ya gittim, reklamı yapılan ürünleri tek tek buldum, işte sonuç:
* Bibbi Yatak Örtüsü, Bibbi Nevresim Takımı, Granat Minder (Polonya Malı)
* Polarvide Battaniye (Çin Malı)
* Strib Tutacak, Felicia Battaniye, Strib Sandalye Minderi, Thisted Nevresim Takımı,Saxan Banyo Havlusu, Strib Amerikan Servis, Thisted Blom Nevresim (Hindistan Malı).
Reklamdaki onbir ürünün üçü Polonya, biri Çin, yedisi de Hindistan malı... Hepsi de 10 puan KDV indiriminden yaralanıyorlar. Hem de Türk markaları uyurken, reklam yapılarak bağıra, bağıra... Sağır sultana duyura duyura.
Türk tekstilciler ise hálá Başbakanlık makamında vergi indirimi ve enerji maliyetlerinin düşürülmesini bekliyorlar...
Tayyip Erdoğan’ın her danışmanı tekstil sektöründeki danışmanına benziyorsa önce vay Tayyip Erdoğan’ın, sonra da vay Türkiye’nin haline...
Tekstil sektörü bu kafayla sadece birkaç yıl daha idare eder. Ya sonra?
Salatalık meyve mi
SORU: Sayın Hocam Calgon reklamında kireçli rezistans yakın çekimde gösteriliyor. Dikkatli baktım yanılmıyorsam uzun yıllardır reklamda hep aynı kireçli resistansı kullanıyorlar. Rezistansın üzerindeki kireç dalgası aynı yerde. Bir de siz baksanız. (Süleyman Gönülkırmaz)
YANIT: Baktım Süleymancım. Haklısın, rezistans aynı rezistans, kireç aynı kireç, Calgon da aynı Calgon. Buradan Calgon’un ürün müdürüne sesleniyorum. Yeter artık! Aynı kireçli rezistansı görmekten halk bıktı... Rezistansı değiştirin ama lütfen acınacak gözlerle kireçli rezistansa bakan kadınlar aynı kalsın!
SORU: Arko’nun meyvalı kremleri var. Bir tanesi salatalıklı. Salatalık ne zamandır meyvadan sayılıyor Hocam. (Saffet Yaygın)
YANIT: Meyva olanına salatalık diyoruz Saffet! Sebze olan daha çok hıyar diye geçiyor.
SORU: Atıf Bey, TV’deki "CILLIT BANG" reklamı Türk insanına çok itici geliyor. Ambalajı da... Şişeye el sürünce patlayacak gibi... Zaten hepsi raflarda, satıldığı falan yok. Ambalajını değiştirseler ya... (Can Bulak)
YANIT: Bilmiyorum bu ürünün satılmadığını görmek için markette kaç gün beklediniz. Siz rafın önüne gelmeden hemen önce satılanların yerine yenileri konmuş olmasın. Hani sizin olmadığınız zamanlarda da marketten alışveriş yapanlar oluyor ya...
Çekirgelik
Demokrasinin tüm hastalıkları daha fazla demokrasi ile iyileşebilir
(Alfred Smith)
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
Malcolm Gladwell’in Kıvılcım Anı (Tipping Point) isimli kitabı sonunda Türkçe’ye çevrildi. İngilizce’sini okuduğumda ben de çeviri haklarını satın almak için başvurmuştum. Salyangoz Yayınları benden önce davranmış, alamadım. Biraz kıskandım. Kıvılcım Anı gibi bir kitabı Türkçe’ye kazandırmak büyük bir ayrıcalık. Kıskançlığımın nedeni bu.
Gladwell bir gazeteci. Uzun yıllar Washington Post Gazetesi’nde çalışmış. İşletme ve bilim haberleri konusunda uzmanlaşmış. Daha sonra The New Yorker Dergisi’nde köşe yazmaya başlamış. 2000 yılında ilk kitabı Kıvılcım Anı yayınlandığında da büyük bir üne kavuşmuş. Şöyle söyleyeyim; Gladwell’i Time Dergisi 2005 yılında en etkili 100 kişi arasında gösterdi.
Ne anlatıyor Kıvılcım Anı diye merak ediyorsunuz değil mi? Kıvılcım Anı’nı anlamak çok önemli olduğu için biraz uzun anlatacağım.
HUSH PUPPY’LER NASIL MODA OLDU
Gladwell kitabın ilk bölümünde bir örnek olay veriyor. Hush Puppies örneği:
"Hafif lastik tabanlı, klasik düz süet Amerikan ayakkabı markası Hush Puppies açısından Kıvılcım Anı, 1994’ün sonlarına, hatta 1995’in ilk aylarına rastlar. Marka, söz konusu tarih itibariyle neredeyse yok olmak üzeredir. Yıllık 30 bin çifte kadar düşen satışlarda alıcıların önemli bölümünü, kent dışındaki fabrika satış noktalarıyla taşradaki aile mağazaları oluşturmaktadır. Hush Puppies’in üreticisi Wolverine firması yönetimi, ününü borçlu olduğu bu ayakkabı markasını piyasadan çekmeyi düşünmektedir. Ama birden ilginç bir şey olur. Hush Puppies’in yöneticileri Owen Baxter ve Geoffrey Lewis, bir moda çekimi sırasında, klasik Hush Puppies ayakkabılarının Manhattan merkezindeki bar ve gece kulüplerinde bayağı gözde olduğunu söyleyen, New Yorklu bir modacıyla tanışır. "Bize söylediklerine bakılırsa", diyerek anımsıyor Baxter, "Ayakkabılar, Soho’daki Village’ın ikinci el satış mağazalarında satılıyormuş. İnsanlar bu markayı hálá stoklarında tutan şu küçük aile mağazalarına gidiyorlarmış." Baxter ve Lewis, önce şaşırırlar. Modası bariz biçimde geçmiş bu markanın yeniden ilgi toplamasına pek anlam veremezler. "Bize, Isaac Mizrahi’nin bile bu ayakkabıları giydiğini söylediler. Ama açıkça söylemeliyim ki o aralar Isaac Mizrahi’nin kim olduğuna dair bir fikrimiz bile yoktu," diye anlatıyor Lewis.
1995’in sonbaharından itibaren işler çok hızlı ilerlemeye başlar. İlk olarak, moda tasarımcısı John Bartlett arar. Hush Puppies’i ilkbahar kreasyonunda kullanmak istemektedir. Daha sonra, bir diğer Manhattanlı tasarımcı Anna Sui, defilesinde Hush Puppies’i kullanmayı talep eder. Los Angeles’ta, tasarımcı Joel Fitzgerald, Hollywood’daki mağazasının çatısına, Hush Puppies’in sembolü olan av köpeği şeklinde yedi buçuk metrelik şişirilebilir bir balon koyar ve bitişikteki sanat galerisini, Hush Puppies butiğine dönüştürmek için işe koyulur. İddalara göre, içeride daha raflar düzenlenip, duvarlar boyanırken, aktör Pee-wee Herman mağazaya girmiş ve bir çift ayakkabı istemiştir. Fitzgerald, bunun sadece bir söylenti olduğunu söylüyor.
Firma, 1995’te 430 bin çift Hush Puppies satar ve bu rakam sonraki yıl dörde katlanır. Bir sonraki yıl ise satışlar daha da patlar ve bu böyle devam eder, ta ki Hush Puppies her genç Amerikan erkeğinin dolabındaki değişmez yerini tekrar alana kadar. 1996’da Hush Puppies, Moda Tasarımcıları Konseyi’nin en iyi aksesuvar ödülünü kazanır. Firmanın başkanı, Lincoln Kültür Merkezi’ndeki yemekli törende, Calvin Klein ve Donna Karan’la aynı podyumu paylaşır. Ve kendisinin de kabul edeceği gibi, firmasının neredeyse hiç çaba harcamadan gerçekleştirdiği bu başarı için sunulan ödülü alır. Hush Puppies birden patlamış, bu patlama sadece Soho ve East Village’daki bir avuç gençle başlamıştır."
SALGIN KURALI
Galdwell, Hush Puppy’lerin başarısını "salgın kuralı"na bağlıyor. Ve bu salgınların nedenlerini kitap boyunca üç faktörle mükemmel şekilde açıklıyor: Birkaç İnsan Yasası, Takım Faktörü ve Bağlamın Gücü.
Bu faktörleri öğrendikten sonra siz de Babam ve Oğlum niye birden 4 milyon izleyiciye ulaştı, Şu Çılgın Türkler’i bu kadar çok sattıran neydi anlayabiliyorsunuz. Tabii ki "Türban ve imam hatipler çoğalmaya devam ederse bir ’kıvılcım anı’ nelere neden olabilir" diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Gladwell "salgın kuralını" açıklarken diyor ki:
"Şayet, suç veya moda salgın hale gelebiliyorsa, o halde her şey virüsler kadar bulaşıcı olabilir demektir. Örneğin, esneme hakkında düşündünüz mü hiç? Esneme hayret verici derecede güçlü bir eylem. Sırf önceki iki cümlede, iki kere esneme sözcüğünü okuduğunuz için, çoğunuz büyük ihtimalle birkaç dakika içerisinde esneyeceksiniz.
Eğer yazdıklarımı dışarıda bir yerde okuyorsanız ve esnediyseniz, sizin esnediğinizi görenlerin çoğunun esneme olasılığı bir hayli yüksek ve sizi esnerken gören insanları izleyenlerin çoğu da esneyecek ve bu böyle, hatta daha da genişleyen bir esneme çemberi şeklinde devam edecek.
Esnemek, inanılmaz derecede bulaşıcı. Sadece ’esneme’ sözcüğünü yazarak bile, birçoğunuzun bu kelimeyi okuyup esnemesini sağladım. Bu arada, bir de sizi esnerken görüp esneyen insanlara, sizin esneme görüntünüzle, ikinci türden bulaşıcı olan esneme ’virüs’ü sirayet etti. Belki de, sırf sizin esneme sesinizi duyarak esnediler, zira esneme işitsel olarak da bulaşıcı: Kör insanlara teypten esneme sesi dinletirseniz, onların da esnemeye başladığını görürsünüz. Son olarak, eğer bunu okurken esnediyseniz, her ne kadar bilinçsiz bir şekilde ve kısa bir an için de olsa, yorgun olabileceğiniz düşüncesi aklınızdan geçti mi? Sanırım, bazılarınızın aklından geçmiştir. Bu da demektir ki, esneme aynı zamanda duygusal olarak da bulaşıcı. Sadece kelimeyi yazarak bile, aklınızda bir düşünce oluşturdum. Grip virüsü aynı şeyi yapıyor olabilir mi sizce? Başka bir deyişle, bulaşıcılık, her şeye ait beklenmedik bir özelliktir. Eğer salgın halindeki bir değişimi tanımlayıp, teşhis etmemiz gerekiyorsa, bu hususu aklımızdan çıkarmamalıyız."
Emin olun Gladwell’in satırlarını okurken arka arkaya üç kere esnedim. Kitabı bitirdiğimde ise yakından bildiğim düşünce salgınları ile ilgili yeterince kanıt elde ettim. Kıvılcım Anı "Nasıl oluyor da trendler oluşuyor?" diye düşünen herkesin kitabı. Mutlaka okumalısınız. Şaka yapmıyorum, okuyan aydınlanır, okumayan... Aziz Nesin’i haklı çıkarır.
CUMA LAKIRDISI
"Evliliğin en zor yılı içinde bulunduğunuz yıldır." (Minnie Peal)
CUMA TAKINTISI
Bu hafta sonu canınız balık çekerse, İstanbul Arnavutköy’de Vira Vira’yı öneririm. Balık bu kadar mı güzel pişer kardeşim. Harikulade. Geçen hafta bir levrek ızgara yedim. Süper... Kalamar tava süper... Salata süper... Takın bu hafta Vira Vira’ya, stressiz bir balık operasyonu yapın. Beni anımsamayı da unutmayın.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2006
Salı günü sevgili Cengiz Semercioğlu, Kudret Sabancı’nın eşine gönderme yaparak sormuş: "İki aydır Fransa’da yaşayanın hiç mi suçu yok?" Cengiz demek istiyor ki, "Kocasını iki ay başıboş bırakan ya davulcuya ya da zurnacıya varmasına da razı olur!"
İlginç bir bakış açısı...
Biraz "erkeksi" geldi bana... Hatta "epeyce" erkeksi...
Cengiz’e sormak isterim... Bir kadının kocasını kaç gün başıboş bırakması caiz?
Esra Akkaya kaç gün Paris’te kalsaydı kocasını Sanem Çelik’e kaptırmazdı?
Bir ay? 20 gün? 10 gün? Bir hafta?
Ya Akkaya’nın Paris’te kalış süresi bir yıla uzasaydı!
Hiçbir dizide dişi kedi bile kalmayacak mıydı!
Bir de anlamadığım bir şey var. 60 gün ayrılık erkeğe dokunuyor da kadına niye dokunmuyor? Sadece ayrı kalan Kudret Sabancı mı?
Biliyorum çok soru soruyorum. Ne yapayım, sormazsam çatlıyorum...
İnternet ölçümüne itirazım var...
Tahmin ederseniz ki internetten ne kadar okunduğumuz ölçülüyor...
Ama benim bu ölçümlere itirazım var.
Çünkü bu ölçümler yanlı.
Neye yanlı? Site açıldığında üst bölümde ismi görülen yazarlara yanlı...
Bazı yazarlara gelmek için 42 kere farenin tıklanması ya da yandaki çubuğun bir süre kaydırılması gerekiyor.
Tabii ki bu yanlılık "fanatikler" için sorun değil. Onlar sevdikleri yazarı okumak için gerekirse bin kere takla bile atarlar.
Sorun yüzer gezer okurlarda... Yüzer gezer okurlar, üst bölümde yer alan yazarların yanlarında ilgi çekici başlık görürlerse oraya dalıp aşağılara inmeyebilirler...
Yapılacak şey, her sayfa açılışında başka bir yazarı ön sayfada göstermek. Teknolojik olarak bu mümkün. Doğrusu da bu...
"Gazetenin tamamıyla kağıt döneminde, yazarlar nöbetleşe ön sayfada yer almıyorlardı ki" dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Yanıtım hazır: Kağıt üzerinden ve internetten gazete okuma farklı davranışlar gerektiriyor bir, o dönemde birebir köşeyazarı okunulurluğunu ölçen bir mekanizma olmadı ki iki, keşke olsaydı üç!
Anlatabildim mi?
Komik savunma...
Kudret Sabancı’nın "Dizinin başarısını çekemeyenler, yönetmeni ve baş kadın oyuncu üzerinden bel altı vuruş yapıyorlar" şeklindeki açıklamasını çok tuttum...
Hani neredeyse "Dizinin başarısını çekemeyenler bizi zorla jipe kapatıp Sanem Çelik’le öpüştürttü" diyecek ama ağzı varmıyor.
Kudret Sabancı evli, Sanem Çelik biliyor.
Kudret Sabancı evli, Kudret Sabancı da biliyor.
Hem Kudret Sabancı hem de Sanem Çelik Türkiye’de yaşadıklarını da biliyorlar.
Türkiye’deki toplumsal linç mekanizmalarını da...
Magazin basınının nasıl çalıştığını ve çalışabileceğini de...
Tüm bunları bilip, ortalık yerde magazincilere basılıp(!) sonra da "Dizinin başarısını çekemiyorlar" açıklaması yapmak, biraz pişkinlik olmuyor mu! Oluyor... Hatta komik bile oluyor. Hatta çok komik...
Pardon sayın Başbakan...
Başbakan, Büyükanıt konusunda hükümete yüklenen köşe yazarlarına yanıt verdi: "Hükümet ile askeri karşı karşıya getirmeyin..."
Pardon, hükümet zaten askerin karşısında değil miydi!
Yıllardır her Yüksek Askeri Şura toplantısında ordudan "dinci" diye atılanların kararlarına "şerh" koyan kimdi!
"Askerin yanındaymış gibi" yapan hep medya mıydı?
Takke bir kez daha düşüp bırakın keli, beyin görününce niye şimdi mızıkçılık yapıyorsunuz?
A grubu yanılgısı
Bazıları SES değişkenine göre A grubunda olanların sadece "enteller" olduğunu sanıyor.
Oysa "dantel" olup da A grubu olmak mümkün... Ortaokul mezunu, sanayici, mal varlığı sağlam biri pekala A grubu olabilir.
SES sadece toplumsal konumu ölçmez, ekonomik durumu da hesaba katar... Birleştirir, ortaya entel-dantel çıkarır.
Ne demek istediğimi anlamak isteyen Türkiye’ye bir baksın...
Para ile imanın kimde olduğunu bilen var mı!
Tırtıl
Zina demokrasinin aşk uygulanmış şeklidir (H.L.Mencken)
Yazının Devamını Oku