Ali Atıf Bir

Racon kesmem kafa keserim

30 Mart 2006
Okul içleri kana bulandı. Şimdiden iki cinayet var. Kuşku yok ki okullardaki şiddeti sadece "medya şuçlu!" deyip geçiştirmek mümkün değil. Şiddetin nedenleri çok değişkenli... İçinde çocuk yetiştirme düzenimizden, aile içi iletişimsizliğe, okul sistemindeki bozukluklardan öğretmen yetiştirme düzenimizdeki bozukluklara kadar her şey var. Ama medyanın rolünü de küçümseyemeyiz.

Şubat ayında medya ve şiddet konusunda bu köşede üç yazı yazdım. Bakın birinde ne demişim:

"Bazı etkiler vardır ki, ortaya çıkması için uzun süre gerekir. Bir çikolata bir şey yapmaz ama ya çikolata kürü yaparsanız? Cilt hastalıkları başlayabilir, değil mi? Medyadaki şiddetin birikimli etkisi de biraz böyledir. Onca yükü taşıyıp, bir tüy değince yere yıkılan deve gibi... Williams’ın 1986 Kanada’daki araştırma sonuçlarına göre çocuklar sürekli televizyonda şiddete maruz kaldıktan iki yıl sonra ısırmaya, vurmaya, kırmaya başlamışlar.

Brian Centerwall’in araştırmasına göre televizyon ABD, Kanada ve Güney Afrika’ya girdikten 10 ile 15 yıl içinde cinayet oranları ikiye katlanmış. Centerwall bu tırmanışta şehirleşmenin, silah artışının da etken olduğunu söylüyor ama en önemli etki televizyonla büyüyen çocuklar..."

Ortaokullarda, liselerde "racon kesme, çeteleşme eğilimleri, kız meseleleri hep vardı. Televizyon çoçukları sayısız dizi izlediler. Dizileri taklit ettiler. Aynı Deli Yürek dizisinde olduğu gibi. Deli Yürek yayınlanırken Miroğlu gibi racon kesmek, onun paltosunu giymek moda olmuştu.

Kurtlar Vadisi’nden sonra da büyüme çağındaki çocuklar etkilendiler. Okullarda diziden bir gün sonra yaka kaldırıp "racon kesen" gençten geçilmiyordu. Ama Polat’ın bir huyu daha vardı. Aynen kendisinin sözleriyle yinelersek: "Racon kesmem, kafa keserim" deyip kıtır kıtır gırtlak kesiyordu.

Şimdi gazetelerden bir lisedeki son cinayetin ayrıntılarını okuyalım:

"Sultanbeyli’de Aydos Anadolu Lisesi öğrencisi 16 yaşındaki Şahin Açık, okul arkadaşı 16 yaşındaki V.K., tarafından boğazından bıçaklanarak öldürüldü."

Okullardaki şiddetin "racon kesmekten kafa kesmeye" ulaşmasında genelde medyanın birikimli etkisinin, özelde "Kurtlar Vadisi"nin payı büyük.

Kurtlar Vadisi’ni izlemek "eğlence olmaktan çıktı!" Hemen yayından kaldırılmalı. Bir gencin daha gırtlağı kesilmeden!

Ve diğer ses markaları

Pazar günü TNS Piar’ın "Aklınıza gelen üç şarkıcı ya da ses sanatçımızı söyleyin" araştırmasında yer alan ilk otuz şarkıcımıza yer verdim. "Diğerleri kaçıncı sırada" diye merak edip arayanlar, soranlar, e-posta gönderenler oldu. Geri kalan yirmiyi de yayınlayalım, merakınızı giderelim...

Dikkat ederseniz, soruda ilk akla gelen üç ses sanatçısı soruluyor. Ve de teorik olarak ilk söylenenlerle dinlenenler ya da sevilenler arasında bir bağlantı olabileceğini belirtelim.

Tabii ki popüler olmakla, canlı canlı her yerde görünmekle akıllara kazınmanın paralel gittiğini de...

Türkiye’deki genel "zevk" durumunun da söz konusu 50’lik liste incelendiğinde kolayca anlaşılabileceğini de...

Sanatçılar Hatırlanma oranları

31- BARIŞ MANÇO1,74

32- NİLÜFER1,71

33- YAVUZ BİNGÖL1,68

34- HAKKI BULUT1,55

35- MUSTAFA YILDIZDOĞAN1,54

36- CEYLAN1,51

37- SERDAR ORTAÇ1,44

38- FATİH KISAPARMAK1,37

39- MUSTAFA SANDAL1,36

40- MAHMUT TUNCER1,35

41- EMRAH1,33

42- HALUK LEVENT1,31

43- BEDİHA AKARTÜRK1,28

44- UĞUR IŞILAK1,19

45- AHMET ÖZHAN1,17

46- İSMAİL TÜRÜT1,14

47- MUSA EROĞLU1,10

48- LATİF DOĞAN1,09

49- RAFET EL ROMAN1,07

50- ALİŞAN1.04

Ya TRT

Merkez Bankası Başkanı sorunu hálá çözülemedi. "AKP bu atamayı da yüzüne gözüne bulaştırdı" diye ayağa kalkan kalkana... "Merkez Bankası gibi önemli bir kurum başkansız olur mu" diye soran sorana...

Ya TRT? TRT önemsiz mi? Kaç aydır TRT’ye Genel Müdür atanamadı tahmin edin bakalım. "TRT’nin Genel Müdürü yok mu" diye sorduğunuzu duyar gibiyim?

Evet yok. Ağustos 2005’ten bu yana TRT başsız. Medyayı bu kadar önemseyen AKP, özel kanalların "rating" yarışını dengeleyecek programları yayınlaması gereken TRT’yi niye bu kadar boşluyor acaba? Boşlamak "etkisiz" hale getirmenin yollarından biri olmasın!

Tırtıl

Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır (Erasmus)
Yazının Devamını Oku

RTÜK Mehmet Ali Erbil konusunda haklı mı

28 Mart 2006
Perşembe günü "Hadi bakalım RTÜK, Mehmet Ali Erbil’i programında özürümsülerle dalga geçtiği için uyarmakta haklı mı, tartışalım" demiştim. Ne tartışma ne tartışma... E-posta olup aktınız. Hepinize teşekkürler... Ancak hepsine bu köşede yer vermem mümkün değil.
 
Bu nedenle görüşlerinizi en iyi şekilde temsil ettiğini düşündüğüm 12 okurumun görüşlerine yer vereceğim.

Önce RTÜK’ü haklı bulanlardan başlayalım:

Cüce atmaca yasak

n M. Ali Erbil’in insanların zaaf ve kusurlarıyla açıkça dalga geçtiğini ve aşağıladığını düşünüyorum. (Taner Okutan)

n Cüce atmaca (dwarf tossing) özellikle Amerika, Avustralya ve Fransa’da 1990’lı yıllara kadar turnuvaları yapılan bir spordu! Bu sporda kendi cücesini en uzağa atan büyük ödülü alıyordu.

Cücelere koruyucu kask takılıyor ve minderle döşeli bir ortamda fırlatılıyorlardı. Bu iş, engeli nedeni ile başka bir iş yapamayan birçok boy özürlü insan için geçim kapısıydı.

Ancak yasaklandı ve birçok cüce ve devesi de işsiz kaldı. Fransa’da bu nedenle mağdur olan bir kişi İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu.

Birleşmiş Milletler komisyonu ise bu yasaklamayı "kamu düzenini bozduğu ve insanlık onuru ile bağdaşmadığı" gerekçesi ile uygun buldu. "Efendim onlar boy özürlü, bu kızımız özürümsü, ne alakası var" denebilir. Ama bu tartışma da "alan da satan da memnun, sana ne" tartışmasıdır. Bu "insanlık onuru" ile bağdaşmaz. (Bora Cengiz)

n Reyting uğruna özürlü ya da engelli ya da vücut dilininin dışa empozesinde kendisine sıkıntı veren ama karşısındakileri güldürebilen insanlarla dalga geçmek bırakın ayıbı, tam anlamıyla insanlıkla bağdaşmayan bir durumdur. (Seval Erkeser)

n Bu adamcağız özürümsü kimselerle kesinlikle alay ediyor ve izleme fırsatı bulabildiğim her seferinde sinirden saçımı başımı yoluyorum. (Handan Yolcu-ABD)

n Evet belki "özürümsüler" memnun ama şunu bir düşünün; sirklerde gösteri yapan hayvanlara düştükleri kötü durumları yaptırmak için her hareket karşılığı ödül olarak yiyecek verirler. Mehmet Ali Erbil’in yaptığı iş de aynen budur. (Ali Ayarlıoğlu)

Kendini özel hissediyor

Şimdi de RTÜK’ü haksız bulanlar...

RTÜK, Erbil’i uyarmakta haklı değil. Mehmet Ali Bey, şu anda şovunda yer verdiği özürümsü insanlara hem toplum içerisinde sosyal olma ve varolma duygusu kazandırıyor hem de gelir elde etmelerine yardımcı oluyor.

Zaten normal hayatlarında bu insanlar birçok kişinin kendileriyle dalga geçmesiyle karşı karşıyalar.

Bu olumsuzluğu ekran önünde yenip, bir şekilde de olsa işe yarar olma duygusunu tadıyorlar. Bu duygu ve para kazanıyor olmak onlara özgüven katıyor ve kendilerini aşma şansı veriyor. (Esin Sabur)

n Mehmet Ali Erbil gibi işini fazlasıyla iyi yapan ve bir sürü insana ekmek parası kazandıran biri için bu uyarı kesinlikle çok saçma. (Ayşe Han)

n Bence Mehmet Ali Erbil, eksik insanların da toplumda olduğunu, onları da kabullenmemiz gerektiğini gösteriyor ve onlara sahip çıkıyor. (Yasemin Aşkıner)

n Benim kanaatimce Erbil’e veya çalıştığı kanala ceza verilmesi yerine ödül verilmesi gerekir. Sonuçta Mehmet Ali Erbil bu özürlü diye bahsedilen kişilere ekmek veriyor, iş imkanı sağlıyor, para kazandırıyor, kendilerini önemli hissetmelerini sağlıyor. Ve her şeyden önemlisi Mehmet Ali Erbil bu kişilerin halk tarafından sevilip sayılmasına bence büyük katkıda bulunuyor. (Sait Sönmez-Taiwan)

n Kimseden bir şikayet görmedim, duymadım. Bunlara takılacaklarına başka şeylere baksınlar. Ayrıca kilolu olmak özürümsü bir şey mi? Bunu da tartışmak lazım. (Hilal Yürek)

n Erbil’in "özürümsü" insanlarla dalga geçip geçmediğini tam olarak kestiremedim; ancak içimizden biri çıktı, ilk defa bu insanları "gördü".

Ben de aynı programda izlediğimiz Jess’i, üzerindeki takım elbiseyi gösterip, mutlu mutlu "Falanca firmanın hediyesi" derken gördüm...

O da, Eda gibi memnundu halinden. Madem RTÜK bu kadar ilgileniyor, rica etsem bir de halı üzerinde takla atan kadınlar hakkında bir uyarıda bulunabilirler mi?

Bence asıl acayiplik "özürümsü" olmayanları iki metrekare halı uğruna, maymuna çevirmekte...

(Alev Durmuşoğlu)

n Bu programın "özürümsü" insanları aşağılama gibi bir derdi yok, Mehmet Ali Erbil’in genel tavrı ve sunuculuk hali bu zaten. (İrem Gündoğan)

Sonuç:
RTÜK’ü haksız bulanların da olmasına şaştınız değil mi? Ben şaşmadım. Belki kızacaksınız ama aynen RTÜK’ü haksız bulanlar gibi düşündüğümü belirtmeden edemeyeceğim. Bu program Mehmet Ali Erbil’in genel tavrı ve sunuculuk hali çerçevesinde değerlendirilmek zorunda...

Yumuşatılacak tek konu bence de halı üzerinde parende atma bölümü... Tümden karşı değilim.

Tarkan 5 milyon doları alınca bülbül kesilip Avea’ya şarkı döşeyince bir şey olmuyor da halı edinmek için insanlar parende atmaya çalışınca mı komik duruma düşüyorlar!

Ortaya 5 milyon dolar konsa "taklacılık" kabul edilebilir mi? 500 milyar için herkesin önünde şapır şapır terleyenler de bir bakıma aşağılanmıyorlar mı?

Sorun bazen ipin ucunun kaçmasında... Vücut engeli nedeniyle atamayanların üzerine fazla gidilmemeli..

Tırtıl

Hoşgörü medeniyetin tek gerçek testidir. (Arthur Helps)
Yazının Devamını Oku

Bağdat Caddesi rallicisi Cem Yılmaz

27 Mart 2006
ÖNÜME gelene Total Exellium’un "polisten kaçan eşek kafa maskeli" reklamını anlatmaya başlıyorum. Bakıyorum anımsayan yok hemen ipucu vermeye başlıyorum: "Hani polisler kovalıyor, sonra hırsızların benzini bitiyor, hırsızların böyle eşek kulakları var.."

Yine tık yok. "Peki Opet’in Cem Yılmazlı son reklamını gördünüz mü?" diye soruyorum başlıyor herkes anlatmaya..

"Peluş’lu olanı değil mi? Yine Cem Yılmaz yapmış yapacağını.."

"Sevmedim ya ne diyor belli değil.. Tatsız tatsız."

"Yine Bağdat Caddesi rallicisi yaratıyorlar kardeşim, hocasısın bu işin yaz uyar.."

Merak edip hangi reklam ne kadar yayınlanmış bir bakayım dedim.

İki reklam yayına bir gün arayla girmiş. 16-22 mart arasında Opet Full Force 619 kez, 60.417 saniye yayınlanmış, 386 GRP almış.

Total Exellium ise 314 kez, 14.432 saniye yayınlanmış 177 GRP almış. Cem Yılmaz’ın "dikkat çekme" katkısını da ekleyince sonuç ortada..

Total Exellium reklamı Eurodiesel’in diğer benzinlere göre daha fazla yol katettiğini daha iyi anlatan, ürünü star yapan bir reklam, doğru bir reklam..

Opet Full Force ise "performansa" odaklanan ama Cem Yılmazlı oldukça "süslü" bir öykü nedeniyle çeldiricileri bol bir reklam.

İlginçtir. Her ikisinin de yönetmeni Bahadır Karataş. Bahadır Karataş Türkiye’nin en iyi reklam yönetmenlerinden biri olma yolunda hızla ilerliyor. Her iki filmin de yapım kalitesi oldukça yüksek. Hatta Total’in reklamı sadece Türkiye’de değil diğer ülkelerde de yayınlanacak kalitede çekilmiş...

Ama gelin görün ki Opet’in sesi daha çok çıktığı için Opet Total’in üzerine basıyor. Total reklamı "frekans" etkisini alamadığı için "beğeni" duygusu ortaya çıkamıyor.

Buradan ne sonuç çıkarıyoruz? Doğru reklamı yapmak önemli değilÖ Etki yaratmak için doğru medya ağırlığı koymak şart! Eğitim şart!

Not: Yukarıdaki hesaplamalar 25 yaş üstü ABC1 kategorisi için yapılmıştır.

Efe Rakı nasıl efelendi

GARİP meraklarım yüzünden başıma gelmeyen kalmıyor. Gecenin bir yarısında tam uykuya dalacağım aklıma "Niye Efe Rakı’yı Yeni Rakı’dan sonra ikinci marka olarak algılamaya başladım?" sorusu geliyor.

Normal adamın aklına böyle bir soru gelir mi? Gelmez. Benimkine geliyor işte. Hemen yataktan kalkıp not alıyorum. /images/100/0x0/55eb4499f018fbb8f8b62e8c(Bazen de aklıma Fethullah Gülen, Ahmet Hakan, şeriat, türban gibi konular takılıyor. Hemen gözümü kapatıp uykuya dalıyorum o zaman. Belki rüyama da gelirler ererim mererim diye..) Sonra da merakımı giderecek bilgiye ulaşıyorum.

2005 yılında rakı kategorisinde 140.089 sütun/cm gazete reklamı yayınlanmış. Efe Rakı 39.159 sütun/cm ile birinci sırada..Aynı şekilde 62 adet dergi reklamı ile ikinci sırada. Ve de sinemada da reklam yapan tek marka yine Efe rakı. Efe sinemada 65.926 saniye reklam filmi yayınlamış..

Tabii ki Efe’nin başarısında ürün performansının, yaratıcı işlerin, iletişim entegrasyonunun payı büyük. Ancak kuram bize diyor ki basın ve sinemayı birleştirirsen, basın ve açıkhavayı birleştirirsen televizyonu kullanmadan da marka yaratabilirsin. İşte kanıtı. Daha size nasıl yardımcı olayım.

Türkan Şoray olmamış

DAHA önce Erdemoğlu Grubu’ndan söz ettim. Başarılı işler yapıyorlar. Halı denince onlar akla gelmeye başladılar. İlginç bir de ünlü stratejisi kullanıyorlar..Türkiye’de bir ilk..

Önce İbrahim Tatlıses’le Merinos’u tam ortaya nişanladılar. Daha sonra İzzet Yıldızhan’la ucuzculara Padişah markasını yarattılar. Şimdi de kısa bir süre önce Akkök grubundan aldıkları Dinarsu’nun Türkan Şoray’la yıldızını yeniden parlatmaya çalışıyorlar.

"Bütün kızlar toplandık" ortamı..Kızlar halıyı "marka halı bu, yurt dışı marka galiba" diye yüceltiyorlar. Türkan Şoray biraz konu mankeni durumunda sadece gülümsüyor..Ve tipik Sinan Çetin reklam sonu..Türkçesi bozuk bir hizmetçi, hanımının en değerli halısına çay döktükleri için kızları fırçalıyor.

Sonuçta da Dinarsu bu haliyle Merinos’un yanına bir yere konumlanmış oluyor. Bu reklamdan önce Dinarsu belki "canlı" bir imaja sahip değildi daha "kaliteyi" çağrıştırdığı kesindi.

Türkan Şoray’lı Dinarsu reklamı ise ürünü kadın bağı, deterjan, çay gibi sıradan bir yere yerleştiriyor. Erdemoğlu gurubunun Merinos-Dinarsu fiyat makasını bu stratejiyle istediği gibi açamama olasılığı fazla.

Profilo’da Türkan Şoray’ı anlamsız bir şekilde kullanınca "kaliteli" bir imaja geçememişti. Sinan Çetin’inki biraz daha iyi ama yine konum yanlış.. Türkan Şoray’da tek başına kaldıraç olacak gibi değil... Üstelik doğuş çay reklamındaki gibi "En güzel çay doğuş çay gibi " bir zoka da yok. Tekrarla beyinlere pelesenk olup kısmi iknaya yol açsın.

Çekirgelik

Ne istediğimi ve onların ne istediğini biliyorum. (Steve Jobs)
Yazının Devamını Oku

İlk üç marka: Tatlıses Sibel Can ve Sezen

26 Mart 2006
"Türkiye’nin en sanatçı markası" diye genelleme yapmak biraz yanlış. Adama sorarlar sanatçılığın hangi konuda diye. Bu nedenle biz tuttuk geçen ay TNS Piar’la birlikte Türkiye’nin en marka ses sanatçılarını belirlemek istedik.

TNS Piar’ın artık klasikleşmiş Trendpoll araştırmasında 18 yaş üstü Türkiye temsili 2017 kişiye "Aklınıza gelen ilk üç Türk şarkıcı ya da ses sanatçısını söyler misiniz?" sorusu soruldu.

Sonuçlar süper... Adı ilk üç arasında açık ara yüzde 32.5’le en fazla adı geçen şarkıcımız İbrahim Tatlıses. Kimsenin ’İbrahim Tatlıses mafyatik olaylara karışıyormuş, maçoluk pazarlıyormuş’ taktığı yok. Tatlıses’in adını ilk sırada sayanlar neredeyse Türkiye’nin üçte biri./images/100/0x0/55eac4b5f018fbb8f8957ac0

İkinci sırada yüzde 14.6 ile Sibel Can, üçüncü sıradaysa yüzde 13.4’le Sezen Aksu yer alıyor. Sezen Aksu’yu böyle bir performans nedeniyle kutlamak gerek. Tarkan’la birlikte (yüzde 9.4) ilk on sıradaki iki popçudan biri o.

Şaşırtıcı sonuçlar Muazzez Ersoy’un yüzde 12 ile 4’üncü, yüzde 9.54 oranı ile Ferdi Tayfur’un 6’ncı, Emel Sayın’ın da yüzde 6.1’le 10’uncu sıralanması. Özellikle Ferdi Tayfur ve Emel Sayın’ın üst sıralardaki diğer şarkıcılar kadar görünülürlüğü yok. Ama buzdağının altında hayranlarıyla kendini kesiştirmeyi başaran denizaltılar var demek ki...

Sonuçlara şöyle bir bakıldığında Türkiye’nin genel bir zevk tablosunu (tabii ki memleketimden televizyon manzaralarını da) çıkartmak mümkün.

İlk 12 sırada isimleri söylenen sanatçılar İbrahim Tatlıses, Sibel Can, Seda Sayan, Ebru Gündeş, Yıldız Tilbe "popbeskle-fantezi" arasında gidip gelen şarkıcılar. Ferdi, Orhan, Müslüm üçlüsünün zaten yeri belli...

Muazzez Ersoy ve Emel Sayın ise Türk Sanat Müziği bayrağını ayağa düşürtmeyenler. Muazzez Abacı ise yüzde 3.6 ile 15’inci sırada. Gözden ırak olan gönülden de oluyor.

Diğer ilginç sonuçlara gelirsek... Hülya Avşar’ın yüzde 4’le 13’üncü sırada çıkması yine de büyük başarı. Gülben Ergen ise yüzde 2 ile 29’uncu sırada. Kendini "oyuncu" olarak konumlandıran Özcan Deniz artık "şarkıcı" olarak anımsanmıyor (yüzde 0.7 ile 63’üncü). Mahzun ise hálá şarkıcı pozisyonunda tutunuyor (yüzde 3.51).

Gidenleri çabuk unutuyoruz... Zeki Müren yüzde 2.7 ile 20’nci. Barış Manço yüzde 1.7 ile 31’inci, Cem Karaca ise yüzde 0.5 ile 81’inci sırada. Cem Karaca ekolünden Kıraç’ın yüzde 3 ile 17’nciliği takdir edilesi bir durum.

Ahmet Kaya’ya gelince... Araştırılmaya değer bir örnek olay. Hálá önemli sayıda anımsayanı var, Kaya yüzde 4.2 ile 16’ıncı sırada.

Piyasalar liberal yasalar komünist

Ne demiştim, kendini denetleyemeyeni gün gelirler denetlerler.. En doğrusu özdenetim. Çünkü iş kural koymaya gelince bizim gibi liberal zihniyetin yerleşmediği bir ülkede bu kez yasa çıkaranlar vahşileşiyor. Vahşi kapitalizmin karşısına vahşice yasa maddeleri konuyor.

Buyrun örnek... Yeni Türk Ticaret Kanunu yasa tasarısı. İşte haksız rekabete aykırı davranışlardan bazıları...

Madde 55.(1)(a)5. Kendisini, mallarını, iş ürünlerini, faaliyetlerini, fiyatlarını, gerçeğe aykırı, yanıltıcı rakibini gereksiz yere kötüleyici veya gereksiz yere kötüleyici veya gereksiz yere onun tanınmışlığından yararlanacak şekilde; başkaları, malları, iş ürünleri veya fiyatlarıyla karşılaştırmak ya da üçüncü kişiyi benzer yollardan öne geçirmek.

Bu maddeyi kim yazdıysa bravo! Diyelim ki tanınmayan bir üreticisin, dürüstçe daha ucuza mal üretiyorsun, karşıda tanınan bir marka var, ama sen "benim ki daha ucuza" diye reklam yapamayacaksın. Olur mu öyle şey?

Madde 55.(1)(a)8. Müşterinin karar verme özgürlüğünü, özellikle saldırgan satış yöntemleri ile sınırlamak.

Hele bu maddeye beş kere bravo! Ne demek bu? Saldırgan satış yöntemi ne demek? Elle tutulur, gözle görülür mü? Nasıl ölçeriz bu yöntemi? "Örtülü reklam" gibi ne idüğü belirsiz bir kavram mı yaratıyoruz yoksa! Hadi yöntemi tanımladık, "müşterinin karar verme özgürlüğünün" sınırlandığını nasıl ölçeceğiz?

Ne diyor Medeni Kanun madde 48: "Tüzel kişiler, cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki bütün haklara ve borçlara ehildirler."

Liberal bir ekonomide "ifade özgürlüğü" bir firmanın en doğal hakkı, reklam da bir firmanın en önemli kendini ifade etme aracı. Önüne gelen zırt pırt kafasına göre reklam yasağı koyarsa, piyasa liberal, yasa komünist nereye varabilir bu Türkiye...

Zor bir deneme

AGB’nin verileri yine tartışmaya açıldı. Yok 60 evi bir yapımcı izlemeye almış da, yok bir programın reytingleri ile oynamış da... Bir sürü kulaktan dolma söylenti. Bu tür söylentiler karşısında endişeleniyorum.

Bir, "reyting sonuçları işlerine gelmeyenlerin" söylentileri kullanıp yanlış yasa maddeleri çıkartmalarından korkuyorum.

İki, RTÜK’ün söylentilere bakıp yanlış bir ölçüm sistemine milyonlarca dolar gereksiz yatırım yapması ve kaos yaratmasından ürküyorum.

AGB ölçümlerinin denetimi öyle polisiye tedbirlerle yapılmaz. Bir takım güvenilirlik ve geçerlilik testleri ile yapılır. Bakın şimdi. 8 Mart ve 22 Mart’ta Lig TV’de Fenerbahçe-Galatasaray maçları yayınlandı.

Digiturk abonesi yaklaşık 1.2 milyon kişi. Bunların yüzde 50’sinde Lig TV var. Bazıları ticari. Ev dışı izleme dünyada ölçülemiyor. Çünkü evren saptamak mümkün değil.

Bu nedenle 2.250 haneli panelde yaklaşık 200 hanede Lig TV olması lazım. Maçları erkekler baskın izlendiği için geçtiğimiz dört çarşamba akşamı saat 20.00 ile 22.00 arası erkek kanal paylarına bakalım.

8 Mart ve 15 Mart’ta "diğerleri" bölümünde (yüzde 20.8 ve yüzde 21.1) bir artış var. Artışların Lig TV’den gelme olasılığı yüksek.

Peki bu kadar kişi mi izledi Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını? AGB yaklaşık 40 milyonu temsil eder. 20 milyonu erkektir. 20.00 ile 22.00 arası da bu rakamın yaklaşık 10 milyonu ekran karşısındadır. Maçlar açık televizyonda olsa yarısı evlerde maça kilitlenirdi. Ama maç şifreli kanalda yayınlanınca erkeklerin bazıları kahveye, akrabaya, otele maç izlemeye gitti. Ölçülmedi. (AGB’de misafirler de ölçüm dışı)

Evde kalanlar benzer programları izlediler. Benzer kanal payları yarattılar. Ama 600 bin evi temsil edecek 200 hanenin tamamı maça kilitlenirse biraz daha fazla "kanal payı" üretmesi beklenirdi. Sanırım Lig TV’li ev sayısı AGB’de biraz eksik. Ne yapmak lazım? AGB’yi yok saymak mı? Hayır, uyarırsın, düzeltir.

RTÜK’ün de yapması gereken bu. AGB’yi yok sayacağına, verilerini inceleyip, doğru ölçümleme için destek olmalı.

Not: Böyle zor bir konuyu gazete dilinde basitçe anlatmaya çalıştım ama umarım başarılı olmuşumdur.

Çekirgelik

Halkın gözüne mil çekenler, şimdi ’Halk ne kadar kör’ diye şikayet ediyorlar.

(John Milton)
Yazının Devamını Oku

Syriana’daki anlatım sorunu

24 Mart 2006
Syriana’yı iki yönetmen ismi, iki tür, iki çekim açısı öğrenince kendini uzman sanan sinema yazarlarına bakıp "yılın en iyi filmi" falan sanırsanız yanılırsınız. Syriana’da ciddi bir anlatım sorunu var. Hele de İngilizce bilmiyorsanız alt yazıları okuyacağım derken öykünün birçok kısmını kaçırmanız mümkün. Yönetmen Stephan Gaghan, dört ayrı öyküyü bir arada kurgulayıp farklı olacağım derken ipin ucunu biraz kaçırmış, ana öyküyü İran Körfezi’ne kurban etmiş. Ama filmin mesajı, "Amerika Suriye, İran, Irak üçgenindeki petrol ve doğalgaza dayalı pis işler yapıyor" olunca, ister istemez izlenme zorluğu konusunda gözler kör, kulaklar sağır hale gelmiş.

Filmin mesajına itirazım yok, ama gerçek şu: Ne eğlenceli ne de konusu orijinal. Nitekim filmin orijinal olmadığı birkaç haftadır köşe yazarlarının, "Amerika’nın Ortadoğu projelerini anlamak isteyen, Syriana’ya baksın" demelerinden belli. Yıllardır onların yazdıklarından başka bir şey söylemiyor. Filmi daha önce yazdıklarının "hoş" bir kanıtı olarak gösteriyorlar, hepsi bu.

Bir şeyler olacak diye bekliyorsunuz. Çıka çıka ortaya bir suikast, bir de canlı bomba öyküsü çıkıyor.

Bob, CIA ajanı. İran Körfezi’nde bir ülkede, Prens Nasır Amerika aleyhine işler çevirmeye çalışıyor. Üstelik de babasının yerine kral olma şansı büyük. Bob, Nasır’a suikast düzenleyip ABD’yi kurtaracak.

Bu arada İran Körfezi’nde büyük yoksulluk, sefalet, iş arayan insanlar var. İşsizlerden biri de dini propaganda yoluyla canlı bombaya dönüşüyor. Yani film bir bakıma, "ABD’ye yapılan 9/11 saldırısının nedeni yine Amerika’dır" mesajını veriyor. Ama kaba bir İslami terör destekçiliği yapmadan... Dört ayrı paralel öyküyü izleyip benim çıkardığım sonuç bu.

Siz filmde olanı biteni anlayıp, farklı bir sonuç çıkarırsanız, ben buradayım. İki çiziktirin sizin anladıklarınıza da yer vereyim.

Dünya, Ortadoğu, Türkiye siyasetine meraklıysanız Syrina’yı kaçırmayın. Tabii ki "Bütün kötülüklerin anası ABD" diyorsanız da. Son olarak kendinizi "entel" bir sinema izleyicisi konumunda görüyorsanız, Syriana tam sizin filminiz. Diğerleri gitmesin, uyuyanlar bile olabilir.

George Clooney niye ajan Bob rolüyle Oscar’ı almış, onu çok anlamak mümkün değil. Jürinin bu sene George Clooney’si gelmiş galiba. Bakmışlar en iyi yönetmen seçemiyorlar, elde ne varsa onunla yetinmişler!

Bizim evde 12 kişiliklisi var

Parçasını birkaç kez izlediğim Beyza’nın Kadınları’na merak içinde gittim. Bazı diyalogları komik bulup gülsem de, bazı sahneleri saçma bulup söylensem de, filmin sonuna kadar gerildim, merak içinde izledim. Sürpriz finalden de etkilendim. İzlediğim kopyadaki bir takım renk ve ses farklılıkları gibi teknik aksaklıkları bir yana bırakacak olursam, senaryo oldukça iyi kotarılmış, film de iyi çekilmiş. Mustafa Altıoklar’ın eline sağlık.

Demet Evgar normal Beyza, çocuk Ayla, fahişe Dilara ve dini bütün Rabia rollerinin hepsinin altından başarıyla kalkmış. Hatta şu rolü şu haliyle biraz sağını solunu düzeltip Amerika’da oynasın, Oscar’a aday olabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Clooney, sıradan bir işkence sahnesinde yaptıklarıyla Oscar’ı aldıktan sonra.

Gerçi filmde oyunculukların hepsi düzgün. Mine Çayıroğlu fahişe rolünde çok az görünüyor ama bu kısa rolüyle bile belleklerde iz bırakıyor. Tamer Karadağlı da çok başarılı, ama ona biçilen "Ağzı bozuk, basit düşünen, kaba saba komiser" rolünün diğer karakterler arasında biraz sırıttığını söyleyebilirim. Karadağlı’nın bu filmde çizdiği karakter üzerine dizi yazılsa tutar. Ama çift kişilik gibi karmaşık bir konuda Tamer Karadağlı’nın çizdiği komiser tipi biraz kapsama alanı dışında kalmış.

Filmin konusu "çoklu kişilik" olduğu için benzer filmlerden etkilendiğini söyleyenler var. Saçma! Hastalıkla ilgili belirtilerde benzerlik olması çok normal değil mi? En azından filmin içinde bir tane çok kişilikli karakter lazım. İsterseniz benzerlik olmasın diye onu da çıkaralım, hiç benzerlik olmasın! Eğer film epilepsi üzerine olsaydı, nöbet geçiren kişinin halleri diğer epilepsi nöbeti geçirenlere benzemeyecek miydi? Kafadaki Türk filmi şemalarıyla düşünüp eleştirinin dozunu kaçırmamakta fayda var.

Üstelik her evde çok kişilik sendromu yaşayan bir sürü kadın varken... Bizim evde var örneğin. Tam 12 kişilikli. Kişilikleri Beyza’nınkinden daha kısa sürede değişebiliyor. Tek farkı hepsinin adının Çisil olması.

Erol Evgin gönüllere taht kuruyor

Cumartesi gecesi Plaza Hotel’in Sky Bar’ına, Erol Evgin’in kısa sürede dillere destan olan şovunu izlemeye gittik. Dikkat edin Erol Evgin’i dinlemeye demiyorum. "Şovunu izlemeye" diyorum. Çünkü Erol Evgin, iki buçuk saat boyunca sadece şarkı söylemiyor. İki buçuk saat çok keyifli bir şov yapıyor. Birbirinden güzel şarkılarını seslendiriyor, anılarını anlatıyor, taklit yapıyor ve gönüllere taht kuruyor. Beyefendi tavrından taviz vermeden, kalite çıtasını hep bildik yerde tutarak çok güzel bir gece geçirtiyor. İki buçuk saat sonunda, içinizde popüler kirlilik nedeniyle körelmiş bazı duyguları geri getiriyor. Hatta diyebilirim ki, Erol Evgin şov da yapmıyor, bir bakıma nostalji terapisi yoluyla ruh arındırıyor.

Sağolasın Erol Evgin. Gerçekten ama gerçekten uzun süredir böyle keyifli bir gece geçirmemiş, bu kadar motive olmamıştım. Plaza Hotel’i yönetenler de teşekkürü hak ediyor. Erol Evgin onların aldığı riskle bir çığır açtı. Bu yol yakında damara dönüşürse hepimiz gelecekte çok sayıda keyifli geceler geçirebiliriz. Nostalji terapisini kaçırmayın.

CUMA İTİRAFI

zoryillar; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 31; İl: Ankara

Günlerdir kah ağlayarak kah gülerek bilgisayar başında çocuğuma baba beğeniyorum. "Mavi gözlü mü olsun, kıvırcık saçlı mı?" diyerek internetteki sperm bankalarını dolaşıyorum. Geçirdiği bir rahatsızlık sonucu eşimin vücudu sperm üretmez olmuş. İki defa ameliyat oldu ama hiç sperm hücresi bulunamadı. Doktor, tek çarenin yurtdışına gidip başkasının spermleriyle aşılama yaptırmak olduğunu söyledi. Çocuğunu doğurmak istediğim insanın çocuğunu doğuramayacağım ama anne olabileceğim. Eşim buna hakkım olduğunu, kendisinin hazır olduğunu söylüyor. Bense öyle karışık duygular içindeyim ki... Evet anne olabileceğim ama ruh sağlığımı koruyabilecek miyim hiç bilmiyorum. Benzer tecrübesi olan arkadaşlar, lütfen yaşadıklarınızı benimle paylaşır mısınız?

Yorum: Bazı itiraflar gerçekten öğretici oluyor. Artık spermleri olmayanların bile çocuğu oluyor diye gev gev ortalarda dolaşıyoruz da, hiç bu olayın psikolojik boyutlarını düşündünüz mü? Siz bu durumda anne ya da baba olsanız ruh sağlığınızı koruyabilir misiniz? Çocuğu içselleştirebilir misiniz? Ya çocuk, onu düşünen yok! O durumu öğrendiğinde spermlerin sahibinin peşine düşerse. Çok karışık işler çoook. Hiç göründüğü gibi değil.


CUMA TAKINTISI

Pazar günü Rumeli Kavağı’nda tandır usulü kalkanıyla ünlü Kahraman’a gittik. Her şey mükemmel. Ortam, hizmet, mezeler, salatalar, tatlılar... Özellikle ayva tatlısı ve baklavası müthiş. Kahraman dünya tatlısı bir insan. Her müşterisiyle iletişimi mükemmel. Amaaa, Kahraman’ın tandır usulü pişmiş kalkanını beğenmedim. Kalkan benim favori balığımdır. Eğer balık yiyeceksem, kalkan varsa ve mevsimiyse başka balık yemem. Diyorum ki, kalkan tavanın yerini hiçbir şey tutamaz. Nitekim Kahraman’a da tava kalkan yaptırdık. Mısır ununda bir kalkan kızarttı. Böyle mi güzel pişer kardeşim. Yeme, iki gün yanında yat. Tandır usulü pişmiş kalkan almayayım, alana engel olmayayım.

CUMA ALINTISI

"Gerçekler çok inatçıdır." (Smollett)
Yazının Devamını Oku

Şimdi ne olacak

23 Mart 2006
Hülya Avşar-Feraye Tanyolaç-Kaya Çilingiroğlu" olayındaki gelişmeler çok ilginç bir seyir takip ediyor. Bu konuda çıkan haberler tam bayacak kıvamına geliyor ki beyinlere yeni bir bilgi işi dallandırıp budaklandırıyor.

Son bilgi Feraye’nin hamileliliği idi... Sonra Hülya Avşar’a sevgili yakıştırmaları.

Yeni bilgiler neler olabilir?

Feraye’nin ikiz bebeği, düşük yapması gibi... Bu arada ’Feraye Küçük Hanım’ın Şöforü’ ya da ’Kaya Paris’te’ isimli iki de film çekilebilir.

Kaya’nın yeni sevgilisinin hamileliği, Hülya’nın tüp bebek yapması, Hülya’nın tüpü düşürmesi (pardon bebeği diyecektim), Hülya’nın tüp bebek uzmanı doktora aşık olması, onunla evlenmesi, Kaya’nın pişman olup Hülya’ya dönmesi, Hülya’nın Kaya’yı affetmesi, yeniden evlenmeleri, Feraye’nin babalık davası açması...

Hangisi gerçek olabilir diye düşünüyorsunuz değil mi? Artık ne farkeder ki. İşin boyutları bizim pazar ekinde de belirtildiği gibi pembe dizi kıvamını bile geçti. Herşeyi kaldırıyor...

Zehra’yı korumak kimin görevi

Hülya Avşar’ın magazin muhabirini fırçalaması konusunda yazı yazmayacaktım ama yine duramayacağım galiba.

Avşar kendisine Zehra’nın yanında "Feraye’nin hamileliğini" soran gazeteciye, "Geri zekalılar, sana çakmadığıma şükret" dedi.

Sinirlenmekte haklı mı?

İlk bakışta haklı. Zehra, daha olanı biteni anlayacak yaşta değil, bu nedenle korunmalı.

Peki onu kim korumalı?

Magazin basını mı? Muhabirler mi?

Haydi bir muhabirden kurtuldu diyelim, bir diğerinden nasıl kurtulacak?

Hadi tüm muhabirleri Hülya Avşar dövdü diyelim.

Ya medyada yer alan haberlerden nasıl kurtulacak?

İnternete girmiyor mu, televizyon izlemiyor mu, gazeteye bakmıyor mu, okula gitmiyor mu, arkadaşları ile konuşmuyor mu...

Tüm bunları yapmıyorsa bu çocuğun hayatına hayat mı denir?

Eğer yapıyorsa, dinlediklerinden, okuduklarından, gördüklerinden sonuç çıkarması ve etkilenmemesi mümkün mü?

O halde Zehra’yı ne Feraye koruyabilir, ne magazin basını, ne muhabirler...

Zehra’yı yıpranmaktan ancak annesi ile babası koruyabilir... Daha fazla işi dallandırıp budaklandırmayarak... Kolu yen içinde bırakarak, magazin basınından korunarak. Bilmem anlatabildim mi?

RTÜK, Erbil konusunda haklı mı

RTÜK, birkaç hafta önce Mehmet Ali Erbil’in sunduğu "Ya Şundadır ya Bunda" programı "özürümsülerle dalga geçiyor" diye ATV’yi uyardı.

Hatta uyarıda gerekirse "sunucuyu değiştirme" seçeneğine bile yer verildi.

Cumartesi gecesi Plaza Otel’de Erol Evgin’i dinledikten sonra Keops’a yolum düştü.

Sahnede son dönemin popüler şarkılarının popüler bestecisi Kutsi...

Kutsi birbiri ardına şarkılarını patlatıyor, hayranları tüm şarkılarını onunla birlikte söylüyor. Bir ara durdu, sahneye arka sıralardan birini çağırdı. Baktım Erbil’in televziyon programının gediklisi, RTÜK’ün "özürümsü" diye nitelediği etine dopdolgun Eda.

Eda sahneye geldi. Erbil’in programında olmaktan ne mutlu olduğu her halinde belli oluyordu. Kendisine salondakiler ciddi şekilde ünlü mumalesi yaptılar. Güzel de bir şarkı okudu. Geçti yerine oturdu.

Kafam karıştı. İzninizle bir tartışma açmak istiyorum. Gerçekten Mehmet Ali Erbil’in "özürümsü" insanlarla dalga geçtiğini, onları küçük düşürdüğünü düşünüyor musunuz? Dalga geçilenlerin hiç hallerinden şikayetleri yok gibi. Sizce de öyle mi?

RTÜK Erbil’i uyarmakta haklı mı?

Görüşlerinizi bekliyorum. Şiddetle.

Tırtıl

İyi ya da kötü yoktur, düşünmek iyiyi ve kötüyü yaratır (Shakespeare)
Yazının Devamını Oku

Ahmet Hakan’a üç soru

21 Mart 2006
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Tunus’a gittiğini Ahmet Hakan’dan öğrendim. İyi ki Ahmet Hakan bu gezilere katılıyor da hükümetin neler yaptığını izleyebiliyorum. O da olmasa resmen "kek" gibi dolaşacağım ortalarda..

Ahmet Hakan, pazar günü Tunus’un bir yüzünü, "hızlı laikçilere" tanıttı. Biraz kızım sana söylüyorum gelinim sen anla yazısı..

Ahmet Hakan, yüzeysel bir Tunus analizi ile Tunus’u çağdaşlaştırmak isteyen Habib Burgiba’yı hafiften din düşmanı gösterip yerden yere vurdu, yerine gelip din alanındaki yasakları gevşeten Bin Ali’yi göklere çıkardı.

Sonuçta da vurucu mesajı verdi:

İşler baskıyla yürümüyor arkadaşlar. Türbanı serbest bırakın, imam hatiplere de dokunmayın, yasakları gevşetin.

Bir gün sonra (dün) Ahmet Hakan, "Burgiba Atatürk hayranıdır, nasıl onu kötülersin" diyenlere yüklenirken bir maddesinde şöyle yazdı:

"Atatürk hiçbir zaman kadın kıyafetine zorla ve baskıyla müdahale etmemiştir. Kadınların modern bir görünüme kavuşmalarını arzu etmiştir ama bunun için baskı uyguladığına dair tek bir örnek bile gösterilemez. Oysa Atatürk’ü örnek aldığı söylenen Burgiba, sokaktaki türbanlı kadınların örtülerini polis marifetiyle çıkarttırmıştır."

Şimdiiii...

Ahmet Hakan’a üç soru soruyorum. Eğer bu üç soruya yanıt verebilirse ben de sembolik olarak ortaya attığım "iliştirilmiş" savımdan sonsuza kadar vazgeçeceğim:

l Atatürk, yaptığı devrimlerin amacı "kadınların modern bir görünüme kavuşmalarını arzu etmiştir" gibi sığ bir cümleye indirgenebilir mi?

l İslam karşıtı, müslümanlık karşıtı ya da din karşıtı olmadan sinsice yürütülen "Türban ve imam hatip dayatmasına" karşı olmak mümkün değil mi?

l Atatürk kalkıp Başbakan, Bakanlar ve birçok devlet görevlisinin eşlerinin "modern görünümlerini" görse neyi arzulardı?

Nilüfer’in özgüveni

Geçtiğimiz cuma Nilüfer, Cine5’teki Başka Yerde Yok’a konuk oldu.

Nilüfer stüdyoya girer girmez öylece bakakaldım...

O ne özgüven, o ne kendinden emin duruş, o ne kararlılık...

Çok etkilendim Nilüfer’den.

Hem iş hem özel hayatında birtakım yeni kararlar aldığı, geçmişe sünger çektiği çok açık.

Daha yayına başlar başlamaz Nilüfer "Alıştınız mı yeni albüme?" diye çıkış yapınca afalladım. Anımsarsanız kısa bir süre önce bu köşede yeni albümdeki Karar Verdim şarkısını çok sevdiğimi ama diğerleri için dinlemeye devam edeceğimi yazmıştım.

Yazıyı da "Bakalım alışacak mıyım!" diye bitirmiştim.

Belli ki Nilüfer’e böyle bir bitiriş biraz dokunmuş... "Alıştınız mı?" sorusu böyle bir dokunuşun yansıması gibi geldi bana..

Program elli dakika sürdü.

Elli dakika sonunda bir şey fark ettim ki Nilüfer iş hayatında ciddi bir stratejist.

Aklını kendini pozisyonlamak için çok iyi kullanıyor.

Yıllardır albümlerinde bir tek Sezen Aksu şarkısı seslendirmemesi de aklını ne kadar iyi kullandığının bir göstergesi.

Nilüfer özel hayatında ise bazen duygularına yenildiğini kendisi de kabul ediyor.

Ama "Karar Vermiş" o konuda da değişecekmiş.

Önce Kayahan konusuna hiç girmek istemiyor. Biraz ısrar edince ayrılığın nedeninin asla "telif" sorunu olmadığını söylüyor.

"Kişilik sorunu" diyor..

Nilüfer programda üç şarkı seslendirdi. Üç nefis şarkı.

Orada bir kez daha fark ettim ki kulaklarımız her gün biraz daha istem dışı kirleniyor.

Bu kirliliğin etkisiyle Nilüfer gibi gerçek ses sanatçılarına haksızlık ediyoruz.

Nilüfer müthiş bir ses... Müthiş bir değer. Kıymetini bilelim.

Ve açıklıyorum.

Nilüfer’in yeni albümünde söz ve müziğini kendi yaptığı diğer şarkılara da acaip alıştım. Hálá Nilüfer’in yeni albümünü dinlemiyorsanız önce kulağınıza haksızlık ediyorsunuz, sonra ruhunuza..
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın formu kırılma noktasında

20 Mart 2006
TNS Sofres tarafından her ay 18 yaş üstü Türkiye temsili 2000 kişiye uygulanan "Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının Şubat sonuçları elimize ulaştı. Tayyip Erdoğan 6 puan birden kaybederek % 36.1 formuna gerilemiş durumda. Bu vahim bir durum. Çünkü % 36.1 Erdoğan’ın Başbakan olduğundan bu yana inmediği bir puan. Şubat ayındaki "lan ve Unakıtan" krizleri Erdoğan’ı oldukça sarsmış görünüyor. Büyükanıt krizi Mart başında çıktığı için form grafiği sonuçlarında henüz etkisi görünmediğini de belirtelim.

Mart sonuçlarını merakla bekliyoruz. Eğer Erdoğan % 36.1 noktasına "bunlar da aynı, beceremediler, ekonomik açıdan battık" gibi kalıcı nedenlerle inmişse işi çok zor. Çünkü bu noktadan sonraki form inişlerinin geri dönüşü gerçekten zor.

Eğer inişin nedeni gelip geçici gündem nedeniyle ise Erdoğan Mart ayında formunu toparlar, bu toparlama da AKP’ye /images/100/0x0/55ea3a05f018fbb8f8728ef9% 27 ile % 29 arasında bir oy oranı olarak yansır.

Diğerlerine gelirsek... Çok küçük artışlar var ama hala formunu ciddi şekilde arttıran bir lider yok. Herkes sınırlarda dolaşıyor.

Özellikle gençler arasında dipten gelen bir "ulusalcılık" dalgası yükseliyor. Bu dalga üzerinde iyi sörf yapmayı beceren biri her an farklı bir form artışı yakalayabilir..

Yeri gelmişken Bülent Ecevit hala DSP Başkanlığı’nı Yılmaz Büyükerşen’e verdirtmemekte direniyor. 1980 öncesini yaşamış biri olarak 1980 ihtilalinin sorumlusu olarak hep Bülent Ecevit’le Süleyman Demirel’i görürdüm. Onların bitmek bilmeyen uzlaşamamalarının Türkiye ihtilale sürüklediğini sanırdım. Galiba yanılmışım. Sorumlu tekmiş. Saplantıları olan,uzlaşamayan Bülent Ecevit’miş. Türkiye’nin şu haline bakıp bir insan hala nasıl DSP’nin başına Yılmaz Büyükerşen’in geçmesine izin vermez anlamak mümkün değil.

Devlet Küçülmez

"BEBEK Ticareti" ni gündeme taşırken Emekli Sandığı ve SSK mensupları arasında ayrımcılık yapıldığını yazmıştım. Omurilik Felçlisi Bülent Yılmaz’dan aşağıdaki e-postayı aldım:

"Engelliler olarak biz de çifte standarttan şikayetçiyiz hocam. Hayatımı sürekli olarak tekerlekli sandalyede geçirmek zorundayım. Bu nedenle yoğun kemik erimesi, sindirim sistemi rahatsızlıkları, kalp damar sorunları ve tansiyon gibi bir dizi riski en aza indirmek için birkaç saat ayakta durmam şart. Bu işi çok kolaylaştıran bir mekanizmayla çabucak ayağa kalkmamı sağlayan tekerlekli sandalyeler var. Ama almam mümkün değil. En ucuzu 6200 dolar. Ama bu sandalyeleri aynı durumdaki Emekli Sandığı mensupları alabiliyorlar. Biz SSK mensubu engelliler de onları uzaktan izlemekle yetiniyoruz. Bu haksızlık değil mi?"

Doğru, haksızlık. Hem de büyük haksızlık. Sistem eliyle yaratılan çok garip bir sınıf ayrımcılığı. Çok garip bir "biri yer biri bakar" tavrı. Devlet memuruysan tüp bebek yapabiliyorsun ya da çağdaş tekerlekli sandalyeye sahibi olabiliyorsun. Değilsen havanı alıyorsun. Bu kadar imtiyaza niye hala herkes devlet memuru olmak istemesin! Bakalım Türkiye Emekli Sandığı, SSK ve Bağkur birleştirme devrimini gerçekleştirebilecek mi? Bekliyoruz.

Sattıran klişeler

OTOMOBİL
reklamları iyiden iyiye klişeleşmeye başladı. Renault’un Yeni Megane reklamında arkada oturan patron arabanın cazibesine dayanamıyor, şoförü itip yerine geçiyor ve arabayı deniyor. Biz bu konseptte en az kaç reklam filmi gördük? Peki reklam işini yapmıyor mu? Yapıyor... Klişe ama Yeni Megan’ın çıktığını bize duyuruyor, dikkat çekiyor, ilgi uyandırıyor. Reklamcılıkta "her şeyin başı yaratıcılık" diyenler yanılıyor. Her şeyin başı ne yazık ki akıllı strateji. Sattırmayan yaratıcılığı kim ne yapsın.. Sattıran klişe sattırmayan yaratıcılığı on kere döver.

ÇEKİRGELİK

Hayatın ilk kırk yılı bize metin verir, sonraki otuz yıl onu yorumlamaya yardımcı olur

(Schopenhauer)
Yazının Devamını Oku