Ali Atıf Bir

Sarsılan sadece Büyükanıt mı

7 Mart 2006
Van rektörü Yücel Aşkın davasıyla adını duyuran savcı Sarıkaya Şemdinli iddianamesinde geleceğin Genel Kurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ı yargıyı etkilemeye çalışmakla suçlayınca "Amaç Büyükanıt’ın imajını sarsmak" dendi. Sarsılan Sadece Büyükanıt mı!

Türkiye’de islam devleti kurmak isteyenler 1923’ten bu yana Atatürk devrimlerinin altını oymaya çalışıyor.

CHP’nin kendini güncelleştiremeyen ideologları sayesinde de uygun düşünce yatakları buluyorlar.

İyi niyetli demokrasi havarileri ikinci Cumhuriyetçilerin arkalarına saklanarak kendilerini gizliyorlar..

Anlayacağınız Büyükanıt’ın suçlanması buzdağının üstündeki görünen kısım..

Geçen haftalarda dinci gazetelerden birinde Cumhuriyet kurulmadan önce Cumhuriyet’i kuranlardan birinin isim verilmeden şöyle dediği iddia ediliyordu:

"İlk yapacağım icraat, bu millet ve devletin bu hale gelmesinde sorumluluğu taşıyan yobazları, sarıklı softaları sarıklarından yakalayıp ibret-i alem için sokaklarda dizi dizi asmak olacaktır."

Daha sonra da dinde reform çabalarının sonuç vermediği şu sözcüklerle açıklanıyordu:

"1923 ila 1950 arasında tek parti CHP iktidarı döneminde Türk milleti öz vatanında parya muamelesi görmenin acısını yaşadı. Yüce diniimiz İslam’ın yerine yeni bir din kurmak isteyenler, bu emellerine ulaşamadı..."

Gördüğünüz gibi hesap ortada...

İslami devlet kurmak isteyenler her gün, medyalarında sistemli şekilde soğuk propaganda yürütüyor. Cumhuriyet’in temellerini atanlarla hesaplaşıyor, yalanlarla onları yıpratmaya çalışıyor, sistemli şekilde askerine saldırıyor, fotoğraflarla komutanlarını küçültücü durumda resmediyor.

Siz bu yayınları kim okuyor sanıyorsunuz! Ya da kimlere bu yayınlar ücretsiz gönderiliyor?

Sonuna kadar düşünce özgürlüğünü savunurum...

Ama İslami devlet kurmak adına Cumhuriyet’e ağır darbe vuranlara göz göre göre özgürlük vermek düşünce özgürlüğü müdür, bunu yeniden tartışmak gerek...

Nasıl ki karikatür yoluyla bir dine, onun peygamberine hakaret etmek düşünce özgürlüğünün sınırlarını zorluyorsa, sistemli bir şekilde Cumhuriyet’in temel kurumlarını zayıflatıcı yayınlarda bulunmak da özgürlüğün sınırlarını zorluyor.

İslami devlet propagandasına göz yumulduğu sürece daha çok Büyükanıt suçlanır, daha çok Aşkın hapisanelerde sürünür... Nokta.

Maç Sayısı abartıldı

Maç Sayısı’nı izledim. Niye bu kadar yere göğe sığdırılamadığını anlamadım.

İyi çekilmiş bir film, iyi anlatılmış bir öykü, tenis topunun hareketi ile yaşamdaki şans faktörü arasındaki transfer yaratıcı ama nereden bakarsanız bakın içerik klişe işte.

Her gece Türk televizyonlarında bundan daha iyi "aldatma", "hırs", "cinayet" senaryosu var.

Üstelik Allen’ın senaryosu da çok sağlam değil.

Fazla kırılma noktası var. Yönetmen Woddy Allen olunca filmin arızaları görülmüyor galiba.

Bir kere Allen, Yetenekli Bay Ripley’den oldukça etkilenmiş görünüyor.

İkincisi, film insan hayatındaki şans faktörü üzerine kurulmuş olsa bile bu kadar "şans" biraz fazla değil mi?

Nehre düşmeyen yüzüğün sonucu etkilemesi şaka gibi!

Sonra dedektiflerin salaklığı...

Herhangi bir Türk filminde bu kadar salakça işler olsa yönetmeni yerin dibine batırırız...

Yönetmen Woddy Allen olunca her türlü salaklığın "zeka"dan kaynaklandığını düşünüyoruz... Nedense!

Ratinge göre yaşamak

Sanem Çelik, Kudret Sabancı ilişkisini okuyorum, izliyorum.

Okuduklarımdan, gördüklerimden anladığım kadarıyla Çelik-Sabancı ilişkisi epeydir sürüyor. Ancak Aliye’nin ratinglerinin zarar görmesi endişesiyle ilişki bir türlü ağız tadıyla yaşanamıyormuş, hatta erteleniyormuş.

Neden? Çünkü Aliye de Çocuklar Duymasın gibi bir aile dizisi...

İzleyicilerin "yasak aşka" hoşgörüyle bakmayıp diziye olan ilgilerini kaybedecekleri düşünülüyormuş...

Ratingin gücüne bakar mısınız!

Aşkların dürüstçe yaşanmasını bile engelliyor.

Ferhat’la Şirin yüzyıllar önce dizide oynamış olsalardı, demek ki Ferhat "ratingim düşer" diye dağları delmeyecekti.

Ne biçim ilişkiler bunlar?

Önce aşklarına dürüst değil.

Başkalarına nasıl dürüst olsunlar.

Tırtıl

Her gün farklı bir kadın tarafından vurulmaktansa kocanızı vurmak en kolayıdır (Pete Grahame)
Yazının Devamını Oku

Bebek ticareti

6 Mart 2006
BİR tanıdık epeydir geleneksel yönetmelerle çocuk yapmaya uğraşıyor. Baktı, geleneksel yöntemlerden hayır yok tüp bebek denemeye karar verdi. Birçok ÜYTM’den (Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri) fiyat aldı. Sonunda Alman Hastanesi’nde karar kıldı. Fiyatı 2350 Euro. 1500-2000 YTL de ilaç masrafı tutacakmış.

Tandığımın hastaneye geliş gidişlerinde gördüğü manzara da çok ilginç.

Dünyanın her ülkesinden, İsrail’den, Romanya’dan, Kosova’dan, Almanya’dan, İran’dan çok sayıda kadın, Alman Hastanesi’nin koridorlarında tüp bebek umuduyla koşuşturuyor..

Neden? Çünkü tüm dünyada kısırlık tedavisine ve bebek üretim yöntemlerine olan talep artıyor. Ancak her ülkede fiyatlar düşmüyor.

Harvard’lı işletme yönetimi profesörü Debora L Spar’ın piyasaya yeni çıkan Bebek İşi (The Baby Business) isimli kitabından öğrendiğime göre ABD’de tüp bebek için ortalama fiyat 12.400 dolar (*)

Spar kitapta para, bilim ve siyasetin global olarak hamilelik ticaretini nasıl etkilediğini ayrıntılarıyla enfes bir şekilde ortaya koyuyor.

Hemen hemen her konuda olduğu gibi bebek ticaretini "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" mantığıyla düzenleyen Amerika.

Taşıyıcı annelik de yasal (yaklaşık 59.000 dolar), sperm bankasından sperm bozdurup bebek yapmak da (yaklaşık 300 dolar), diğer genetik yöntemleri denemek de (3500 dolardan başlıyor).

Amerika’da gevşek yasalar 63 yaşındaki bir kadının tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmasına da yol açıyor. Kızı olan bir ailenin ikinci çocuğunu erkek olacak diye diretmesine de..

İngiltere, Fransa, İsrail, Avustralya ve Türkiye ise üremeye yardımcı klinik açmak ve kısırlık tedavileri uygulanması konusunda daha sıkı kurallar uyguluyorlar.

Ancak yine de bu ülkelerde de bebek ticareti pazarının gelişmesinin seyri kişisel bilgisayar ve DVD gibi lüks tüketim pazarlarındaki gelişmeye benzetiliyor.

Teknoloji yatırımları, yenilikler üreticilere para kazandırıyor ama gün geçtikçe pazar kitle pazarına dönüşüyor.

Debora L. Spar çok yakında bebeği olan kadınların da, geç evliliklerde çocuk sahibi olabilmek ya da kanser riskine karşı yumurtalarını dondurabilecekleri öngürüyor.

Savaşa giden askerler ABD’de şimdiden spermlerini bankalara yatırmaya başlamışlar bile. Eşcinseller de üremeye yardımcı hizmetlerin en büyük potansiyel tüketicileri.

Pazar çok büyük anlayacağınız.

Debora L.Spar’a göre en büyük sorun yasal haklar sorunu...

Embriyoyu yaratma, saklama, ekme ve alıp-satma haklarının bir an önce açıklığa kavuşturulması gerekiyor.

Aynı şekilde yumurta, sperm ve rahim sahiplerinin haklarının düzenlenmesi de.

Zorlama da olsa bizden bir örnek verelim.

Sağlık Bakanlığı ÜYTE yönetmeliğinin 17’nci maddesine göre "Üreme hücreleri ve gonad dokularının saklanması yasaktır. Saklanan üreme hücreleri ve gonad dokuları evlilik dışında ve başka şahıslar için kullanılamaz. Dondurulan üreme hücreleri ve gonad dokuları alınan kişinin isteğine göre imha edilebilir."

Diyelim ki saklandı ve bu hücreler, gonadlar kullanılarak evlilik dışı bebek üretildi. Çocuk beş yaşına geldiğinde de hücresi alınan kadın durumu öğrendi ve "analık" davası açtı. Diğer suç unsurlarını bir yana bırakırsak sizce mahkeme çocuğu kime verir!

Spar’a katılıyorum. Bebek ticareti yasalarla daha iyi düzenlenmezse gelecekte kaotik bir bebek pazarıyla karşı karşıya kalabiliriz. Ya da merdivenaltı bebek piyasasıyla..

Yeri gelmişken... Türkiye’de şu anda Emekli Sandığı tüp bebek harcamalarını karşılıyor, SSK ise karşılamıyor.

Bu önce büyük adaletsizlik, sonra terbiyesizlik!

Devlet eliyle insan üreme organlarına dayalı bir sınıf farklılığı yaratmak nasıl bir şeydir söyler misiniz? Emekli sandıklılar üreyebilir, SSK’lılar üreyemez. Olacak iş mi bu... Yuh Türkiye’yi yönetenlere...

(*) Debora Star, The Baby Business, Harvard Business School Press, 2006.

Faizsiz banka oldu katılım bankası

Ömür’ün entegre tavukçular "salma tavuk" yemeyin diye bas bas bağırırken "Doğa çiftliği" ürünüyle reklama girmesi ne kadar doğru tam kestiremedim. Tamam reklamda tavuklarımız "doğal şartlarda, kapalı alanlarda üretiliyor" deniyor, ama ya görüntüler? Şu sırada biraz daha "markaya güven" mesajları gönderip Doğa Çiftliği reklamları sonraya bırakılsa daha iyi olmaz mıydı?

Anadolu Finans ve Family Finans’ın birleşmesini duyuran Türkiye Finans reklamlarındaki demodelik, hamasilik ilk günden beri komik geliyor. İki su tanesi birleşecek, şelale olacak akacak, üzerine de "en iyisi birleşmek" sözü söylenecek...Sonra da reklamın sonunda iki kişi çıkıp bizi "katılım bankasına" davet edecek. Komik... Bu tür reklamcılık ömrünü tamamlayalı çok oldu. Faizsiz bankacılık başarılı iletişim yapmak istiyorsa en azından reklamın yayınladığı ortamların diline uygun reklam dili kullanmalı.

Çekirgelik

Yorgunluk en iyi yastıktır (Franklin)
Yazının Devamını Oku

Fasonculuğun rehavet krizi

5 Mart 2006
TEKSTİL sektörü "Krizimiz var, Başbakan’a anlatalım" derken Oda’lar, Birlik’ler birbirine düştü! Ortalık birbirini "ayrımcılıkla" suçlayanlardan, "tecavüze uğradık" diyenlerden, "dışardan gazel okunduğunu" söyleyenlerden geçilmiyor.

Sağolsunlar ama sayelerinde tekstil sektörünün niye krizde olduğunu anlatma derdinden kurtulduk. Bir krizini bile Başbakan’a doğru anlatamayan bir sektör nasıl marka yaratsın, nasıl yenilik yapsın da Çin rekabetine karşı koysun değil mi?

Gelin tekstil sektörümüzün marka yaratma performansını görmek için biraz içeriye bakalım ve soralım: Kaç adet dişe dokunur çocuk giyim markamız var?

Sayabildiniz mi? Biraz zorlandınız. Sakın üzülmeyin çünkü sorun sizde değil.

Türkiye’nin araştırmacısı TNS Piar bizim için geçen ay Türkiye temsili 18 yaş üstü 2016 kişiye "Aklınıza gelen üç çocuk giyim /images/100/0x0/55eb3f65f018fbb8f8b4d7c2markasının söyler misiniz" diye sordu. Türkiye’nin sadece yüzde 38’i en az bir çocuk markası anımsayabildi.

İlk sırada yüzde 80.2 ile LCW var. İkinci sırayı Sihirli Annem atağıyla öne çıkan Bücürük alıyor. Anımsanma oranı yüzde 14.4 üçüncü sırada ise yılların Ceylan’ı var. Anımsanma oranı yüzde 6.73.

Gördüğünüz gibi fasonculuğun rehavetine kapılmış Türk tekstil sektörü, fasoncu alışkanlıklarıyla daha içerdeki çocuk pazarında markalaşamamış. Bu sektör dünyaya çıkacak da dünya hazır giyim ve kumaş kategorilerinde markalaşacak. Ölme eşeğim ölme...

İmkansız mı? Kesinlikle değil. Hele de şu ortamda. Tüm trendler Türk tekstil sektörünün lehinde çalışıyor. Modada "Made in Italy" daha doğrusu "Made in.." dönemi kapanıyor. Türkiye’nin olumsuz imajına ya da tekstille örtüşmeyen imajına rağmen artık dünya markası olmak mümkün. Çünkü artık İtalyan moda devleri bile neresi ucuzsa gidip mallarını orada üretiyorlar.

Bizimkilerin de yapması gereken bu. Önce kafalarını, sonra iş modellerini sonra da iş süreçlerini değiştirecekler.

Ya marka yaratacaklar ya da Avrupa’nın yanındaki esnek çözüm ortağı olacaklar.

Ya da birbirleriyle didişip batacaklar.

Hükümetin yerinde olsam sektöre bir takım yeni hedefler koymadan isteklerini yerine getirmem. Onların istediği sıradan fasonculuk.

Sıradan fasonculukla da dönüp dolaşıp gelinecek yer aynı. Ölme eşeğim ölme...

Unakıtan niye ayrılsın ki

EZEL Akay’ın "Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü?" filminin arasında, "Risksiz" Unakıtan Pastörize Yumurtası’nın reklamını izleyince, ’ne yapıyor bunlar, hangi mecraları kullanıyorlar, ne kadar harcıyorlar’ diye düşünmeden edemedim.

Küçük bir araştırmayla merakımı giderdim. Unakıtan Pastörize Yumurta, ağırlıklı olarak televizyon reklamına yüklenmiş görünüyor. Bir kere gazete reklamı yapmış, Hürriyet’i kullanmış, sinema reklamları ise hala devam ediyor. Henüz sinema yatırımları raporlanmadığı için ne kadar sinema reklamına yatırım yapıldığını bilmiyoruz.

15 saniyelik televizyon filmi ağırlıklı Kanal D ve CNN Türk’te yayınlanmış. Bir miktar da Star ve ATV kullanılmış. 534 kez yayınlanan reklam toplam 452 GRP elde etmiş. (CNN/Türk ölçülmediği için GRP’ye katkısını bilemiyoruz ama bu GRP yeni bir ürün oldukça yetersiz bir GRP oranı!).

Tarife fiyatlarına bakarsanız Unakıtan, televizyon reklamına 12 milyon dolar falan yatırmış görünüyor. Ne yazık ki inanılmaz abuk bir televizyon ücretlendirme sistemimiz olduğu için, bu şişirilmiş bir rakam.

Aslında Unakıtan’ın televizyona yatırdığı para yaklaşık 200-250 bin dolar. Üstüne gazete, sinema, promosyon, satış-destek dersek, demek ki Unakıtanlar "kuş gribini" avantaja dönüştürmek için, 500 bin doları gözden çıkarmışlar.

Bu rakama bakarak diyebilirim ki Unakıtan’lar, bu işten 2006 yılında 10 milyon dolar ciro bekliyor. Eğer iletişim yatırımlarına devam ederlerse de pastörize yumurtanın jenerik markası olurlar. Her yıl da istikrarlı bir şekilde büyürler.

Şimdi can alıcı soruya gelelim. Unakıtan markasının şu andaki belleklerde durduğu yerde (bırakalım KDV avantajını falan), Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın katkısı ne? Çok büyük olmadığını söyleyebilir miyiz?

Unakıtan’ın bir satışçısı herhangi bir oteli arayıp sert bir sesle "Hálá mı denemiyorsunuz?" diye sorduğunda, sizce karşıdaki görevlinin tepkisi ne olur?

Peki Unakıtan hálá niye bakanlık görevinde tutulur?

Çünkü Tayyip Erdoğan Unakıtan’ı görevden alırsa Unakıtan da ona sorar: "Sen de Ülker bayiliğin sırasında Cola Turka’yı böyle ittirmedin mi? Her resmi açılışta Cola Turka’yı zorla ikram ettirmedin mi? THY uçuşlarına Cola Turka’yı gökten zembille indirmedin mi?"

Sonuç: Ben de bakan olsam elimi çabuk tutar hemen bir markanın ucundan da ben tutardım. Örneğin GÜL özel dedektiflik büroları. Şu sıralar iş yapmaz mı?

Hacivat akıl, Karagöz kalp

YERİ gelmişken Ezel Akay’ın "Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü?" filminden de söz edeyim. Görmediyseniz mutlaka gidin.

Ezel yeni filminde müthiş bir iş çıkarmış, mükemmel bir Hacivat-Karagöz filmi yapmış. Yıllardır sadece "hacı cavcav"larla, "hamm humm hum"larla içi boşatılan Hacivat-Karagöz’e itibarlarını iade etmiş.

Bu filme gidin ki, bugün bir karikatüre bile dayanamayan başbakanlar kimlerin, eğrileri ince bir alayla söylemeye calışan Aziz Nesinler Oğuz Arallar, Selçuk Erdemler, Kemal Gökhan Gürsesler, Haldun Tanerler, Metin Akpınarlar, Gani Müjdeler, Latif Demirciler, Cem Yılmazlar, Yılmaz Erdoğanlar, Şahan Gökbakan’lar kimlerin torunlarıymış görün..

Görün ki, Türkiye’nin Hacivatlar’la Karagözler cenneti, olduğunu gerçeğini iyi anlayın.. Bu gerçeği anlayan Türkiye’yi çok iyi analiz eder. Bakın reklamcı Serdar Erener kısa bir süre önce düzenlenen Medicat Warketing konferansında bu konuyu nasıl değinmişti:

"Türklerin çoğunluğu Hacivatlar’la Karagözler olarak ikiye ayrılır. Hacivat, yüzü batıya dönük, mürekkep yalamış, her lafın başında eğitim diyen insanlar. Öte yandan Karagözler ise önce Demokrat Parti’ye, sonra Adalet Partisi’ne, sonra Özal’a, şimdi de AKP’ye oy verenler. Belki diğerleri kadar mürekkep yalamamış, hayatın basit gerçekleri karşısında her işin başının eğitim olduğunu düşünmeyen, ancak yerel kültüre bağlı insanlar. Reklam işinde Hacivatlar’la Karagözlerin iyi bir karışımını yapamayan başarılı olamaz."

İnce bardakta yeşil çay

GARANTİ Bankası, bu Bonus Card işini markalaştırmayı çok iyi başardı. Şimdi de taksit kart markasını kullanıp oto ve ev kredisi pazarlamaya çalışıyor. Projeyi çok zeki buldum. Hem basın, hem televizyon hem de diğer mecralarda Bonus kafalar herşeyi okutuyor, her şeye dikkat çekiyorlar. Tebrikler.

Lipton yeşil çay reklamlarına dikkat edin, hem yeşil çayı normal çay gibi demlemeyi öğretiyor hem de yeşil çayı ince bardakta öneriyor. Kim Türkiye’de yeşil çayı ince bardakta içer ki... Yeşil çay kültürü, "kupa kültürü" ve "sallama çay" kültürü birlikte oluşmadı mı? Bu damardan gitmek daha kolay bir yol olmaz mıydı? Sadece meraktan soruyorum ve düşünüyorum. Hangi hedef kitleye gidiyoruz?

First reklamları ciddi şekilde sıktı, aşındı, görülmeye ama izlenmemeye, zaplamanın nedeni olmaya başladı. First çiğneyince her nefeste yeni bir ben olabiliriz ama artık her First reklamı izlediğimizde bir de "kıl" olduğumuz kesin!

Çekirgelik

Tilki derisini değiştirir ama alışkanlıklarını değiştirmez

(Suetonius)
Yazının Devamını Oku

Müthiş bir AŞK hikáyesi

3 Mart 2006
Oscar ödülleri 5 Mart’ta dağıtılacak. Aday filmleri ve oyuncuları değerlendirme çalışmalarım hızla devam ediyor. Bugün biraz Sınırları Aşmak’tan (Walk The Line) söz edeceğim. Sınırları Aşmak hangi konuda sınırları aşıyor derseniz söyleyeyim: AŞK!

Sınırları Aşmak filminin konusunu okuyup, "Amerikalı ünlü rock şarkıcısı Johnny Cash’in hayatı işte, sıkıcıdır" diye düşünüp gitmezseniz kaçırdığınız balık büyük olur.

Yönetmen James Mangold, Johnny Cash’in hayat öyküsünü biraz klişe de olsa çok akıcı bir şekilde anlatmış. Ama filmi seyredilir kılan, ünlü rock şarkcısı değil, içindeki kocaman aşk! Yine bir rock şarkıcısı olan June Carter’la Johnny Cash’in ikili deliliği.

Carter’la Johnny’nin yaşadığı, aynı Sezen Aksu’nun söylediği şarkının sözlerindeki gibi bir ikili delilik. Film boyunca June Johnny’e "Artık hayatımdan çıksan diyorum, bu ikili delilik sona erse" diyor. Ama Johnny ısrarcı, çıkmıyor. Israrla direniyor.

Filmin ilk dakikaları biraz anlamsız. Mangold bu noktalarda çok iyi kurgu yapamamış. Bir yanda Almanya, bir yanda askerlik, diğer yanda hapishane... Ciddi karışıklık var. Ama beş on dakika içinde film rayına giriyor, Cash’in öyküsü gelişiyor, turneler başlıyor, güzel şarkıları dinliyoruz, eğlenceli dakikalar geçiriyouz..

Ve Johnny Cash’i oynayan Joaquin Phoenix’in ve June Carter’ı oynayan Reese Witherspoon’un muhteşem oyunculuklarını izliyoruz. İkisi de Oscar adayı. Phoenix’i şu anda bilemem, çünkü henüz Brokeback Dağı’nda Heath Ledger’i, Capote’de Philip S. Hoffman’ı izlemedim. Ama Witherspoon’un Oscar’ı alması gerektiğini söyleyebilirim.

Gidelim mi? Hálá durduğunuz hata. Filmdeki aşkı bir anlığına hissetmek için değer. Sınırlarınızı aşın ve mutlaka izleyin. Hele de ikili bir delilik yaşıyorsanız.

Türkiye’de kadın olmak

Saat 22.00 sularında Cine’5’te programdan çıktım. Çisil, sınıf arkadaşı Umay’la "kız kıza" akşam yemeği yiyecekti. Onu aradım, "Kuruçeşme Balık"tayız, dedi. Yarım saat içinde onların yanındaydım. Kuruçeşme Balık sahil kenarında, nezih bir yer. Yeni açılmış.

İçeri girdiğimde Çisil’le Umay, sağ taraftaki masalardan birinde oturmuş sohbet ediyor, yemeklerini yiyorlardı. Tam arkalarındaki masada koyu bir erkek sohbeti vardı. Koyu sohbetçiler içeri girdiğimde biraz irkildiler, sonra dönüp sohbetlerine devam ettiler.

Çisil’le Umay’ın yanına iliştim. Onbeş dakika sonra ikisi birlikte "Offf gittiler, stres olduk ya" dediler.

"Ne oldu?" dedim. Başladılar anlatmaya:

Arkadaki sohbetçilerden biri, ben gelmeden yarım saat önce masalarına gelip oturmuş, "Kadehimi size kaldırıyorum hanımlar" demiş, bir de kulaklarına eğilip "çok güzelsiniz" diye sarkmış.

Öyle kalakalmışlar! Biraz da korkmuşlar!

Niye Türkiye’de bu kadar çok maganda var? İki kadın yalnız başına İstanbul’un göbeğinde, belki de en turistik yerlerinden birinde tacize uğramadan yemek yiyemeyecek mi?

Bu kadar mı açız?

Bu kadar mı insanlıktan çıkmışız?

Bu kadar mı hayvanız?

Lokantanın ne suçu var. Bizi insan diye biliyor içeriye alıyor, yemek veriyor. Biz onun misafirine göz göre göre asılıyoruz..

Çisil’le Umay’a "Niye onlar gitmeden söylemediniz?" diye söylendim. (Ne yapacaksam!)

"Ne olacak ki" dediler." Kadının kuyruk salladığından herkesin emin olduğu bir Türkiye’de bize kim inanır? Söyleyip bir de suçlu duruma mı düşelim."

Türkiye’de kadın olmak zor. Gerçekten zor. Bu kadar çok maganda varken.

Tek bildiğiniz haz (mı?)

Farklı bir roman okumak istiyorsanız size Fidan Terzioğlu’nun Hazdan Kaçan Kadınlar’ını öneriyorum. Terzioğlu 1969 doğumlu. Daha önce birkaç kitap daha yazmış ama okumamıştım. Bunun konusu ilgimi çekti. Hazdan nasıl kaçılır? Gülmekten? Eğlenmekten? İştahla yemek yemekten? Hem de tüm bunlar çekici bir şekilde varolmanın dayanılmaz ağırlığı şeklinde sunulurken. Terzioğlu’nun ilginç bir dili var, çok kolay okunan diyaloglar, günlük hayat hazlarını irdeliyor. Kitabın en son sayfasına geldiğinizde şu cümlelerle karşılaşıyorsunuz:

"Rakının hilekar bir içki olmadığını o sofrada öğrendim. Cihan’ın rakıyla beraber şalgam suyu sevdiğini, Şükran’ın rakıyı mutlaka susuz buzsuz içtiğini, Recai’nin rakı kadehlerini elli senedir hususi yaptırdığını da.

Ama bilmediklerim bildiklerimin sonsuz katıydı.

Tek bildiğim vardı çünkü.

Tek bildiğim hazdı. "

Ya başı? Siz de çok "armut piş ağzıma düş"çü oldunuz ya. Alıp kitabı okuyun. Bu kadarlık bir hazzın ne zararı olabilir?

CUMA İTİRAFI

ilkask34; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 33; İl: İstanbul

Karlı bir kış günü, köy yolunda okula giderken ilkokuldaki sınıf arkadaşım, "Seni Seviyorum" dedi diye çocuğun üstüne atlayıp bir güzel pataklamıştım. Sevgili arkadaşım, hayatımda o cümleyi senin kadar içten söyleyen biri daha olmayacağını bilseydim emin ol seni dövmezdim. Özür dilerim.

Yorum: Bu itiraf çok içten geldi. Çok hayata uygun. Birileri bize aşık olur, sever, saf duygularla ifade eder, biz ise onu kendi ligimizde, ölçülerimizde bulmaz püskürtürüz.

Sonra? Sonra hayat boyu gerçekten bizi sevecek birinin peşinde koşar dururuz. Ve bulamayız. Çünkü aşkı ve sevgiyi kafamızda mantıklı ölçülerle sınırlandırmışızdır bir kere. Sınırlardan kurtulduğumuzda da eski defterleri karıştırır, çocukluk, gençlik aşkalarına döner, yaşamadığımız aşkları inatla yaşamaya çalışırız. Ama zorlanırız. Çünkü iş işten geçmiştir. Ne eski aşık eski aşıktır artık, ne de siz eski siz... Tatiller için de gidilecek tek yer kalmıştır, o da ılıcalar. Aşkınız, siz ve şifalı sular... Şerefinize!

CUMA LAKIRDISI

"Bankomatınızı paylaşmaya gönüllü olduğunuzda bilin ki aşıksınızdır." (Elayne Boosler)
Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün tercihi Dimitrakopulo...

2 Mart 2006
Şimdi de Sarı Zeybek krizi başlıklı yazıma çok sayıda e-posta geldi. İki tanesini, diğerlerini de temsilen yayınlamak istiyorum. Biliyorum bazı okurlarım sadece beni okumak istiyorlar ama bazıları da "interaktif olalım, karşılıklı konuşalım" diye sevimli sevimli şikayetlerini iletiyorlar. Onları da kırmamak gerektiğini düşünüyorum. Ve kırmıyorum...

İlk e-posta Kerem Altındeğer’den...

"Bugünkü yazınızda bir okurunuzun gönderdiği mesajdaki ’Atatürk’ün rakısı’ konusunda bir yanlış yapmışsınız, onu düzeltmek istiyorum.

Sizin de yazınızda belirtmiş olduğunuz gibi Kulüp Rakısı’nın şişesindeki birlikte rakı içen iki kişiden birinin Mustafa Kemal Atatürk, diğerinin ise İsmet İnönü olduğu varsayılmıştır hep.

Bunun bir nedeni de ürünün algılanışını değiştirerek daha fazla satılmasının amaçlanması olabilir.

Düşünün ki Atatürk’ün içtiği rakı evlerimize girecek ve isteyen herkes Atatürk’ün tercih ettiği rakıyı içip onunla aynı zevki paylaşabilecek. Bu durum Kulüp Rakısı’nın satışlarını artırabilirdi.

Kulüp Rakısı’nın etiketiyle ilgili bir başka rivayet de, Galata Köprüsü üzerinde öldürülen Bengladeşli bir gazetecinin olduğudur.

Muhtelif rivayetler ’Atatürk-Orhan Veli’, ’ressam İhap Hulusi-Orhan Seyfi Orhon’ şeklinde devam etse de işin doğrusu şudur: Ressam İhap Hulusi, rakının etiketinde kendisiyle birlikte şair Fazıl Ahmet Aykaç’ı resmetmiştir. Sizin yazınızda belirttiğiniz ’Atatürk’ün rakısı olma’ durumu hoş olsa da işin aslı bu şekildedir."

İkinci e-posta Fatime Gümüş’ten...

"Belirtiğiniz gibi Atatürk ’Sarı Zeybek’ türü rakı içmezdi! Her işi uzmanına sormalı. ’General Duble’ adlı kitabın 85’inci sayfasına bakalım. Ali Gümüş, şunları yazıyor; Atatürk’ün tercihi, Rumların imal ettikleri Dimitrakopulo marka rakıydı..."

Yorum: Yazımı dikkatlice okursanız gerçeklerden değil algılardan söz ettiğimi anlarsınız. Ben de algı açığını vurgulamak istemiştim... Mey Grubu’nun yüksek kaliteli, yüksek fiyatlı ürününü "Sarı Zeybek" olarak konumlandırmasında da yaptığı bu... Genişletmeler için teşekkür...

Bu RTÜK’le nereye

Vatan Gazetesi’nde bir-iki gün önce liseli gençleri ele alan röportajlar silsilesi yayınlandı. Liseli gençliğin Kurtlar Vadisi’ne öykünmesinin ne boyutta olduğunun ipuçlarını hep birlikte gördük.

Röportajı okuduğum gece televizyonda Kurtlar Vadisi tekrarını izliyorum. Adam doğrama, kesme, bıçaklama gırla gidiyor ama prizmayla kapatılan tek görüntü var. O da Selçuk Yöntem’in elindeki sigara... Oysa medya ve şiddet araştırmaları, şiddet içeren görüntülerin insan vücuduna en az sigara kadar zarar verdiğini gösteriyor.

RTÜK ise her zamanki gibi işin ayırdında değil. Çünkü RTÜK üyeleri iletişim araştırmaları konusunda uzman değil.

Böyle atanan RTÜK üyeleri de ne kadar iyi niyetli olsalar bile içinde yaşadıkları sistemi anlayamıyorlar.

Bireylerin ve ailelerin içinde yaşadıkları televizyon ortamını yorumlayamıyorlar. Takıyorlar rating sistemine... Araştırma yönetmeyi bilmedikleri için o konuda da kafa göz yarıyorlar...

RTÜK’ü neredeyse 10 yıl gibi çok kısa sürede neredeyse yüzyıllık hantal devlet kurumlarına döndürmeyi başardık. Bravo bize...

Yoksa insan değil misiniz

Medya ve şiddet konusunda araştırmaları özetlemeye devam ediyorum.

Daha önce dediğim gibi medyadaki şiddet ögeleri öncelikle davranışa dayalı etkilere yol açar ama aynı zamanda vücut fonksiyonlarını, duygularımızı, tutumlarımızı ve bilgilerimizi de etkiler.

Davranışa dayalı etkileri ölçmek kolaydır. Araştırmacılar deneysel ortamda şiddet içeren malzemeye maruz bırakırlar ve deneğin durumuna bakarlar.

Davranışa yönelik sonuçları ölçmek porno bir malzemeyle karşı karşı kalan erkeğin ya da kadının semptomlarını ölçmek kadar kolaydır.

Diğer etkiler fizyolojik etkilerdir. Avuç içi terlemesi, nabız hızlanması, gözbebeği açılması, titreme gibi...

Sonra duygusal etkiler gelir. Korku, öfke, şehvet gibi... Üzüntü, sinirlilik, kızgınlık da sıradan etkiler. Ve tabii ki tutum değişimi ve düşünce değişimi...

Televizyonun karşısında tüm bu duyguları ve değişimleri yaşadığınızı nasıl inkar edersiniz! Ya da bir gazete haberini okurken!

Diğerleri etkileniyorsa siz niye etkilenmeyesiniz?

Yoksa insan değil misiniz?

Devam, devam, bu konu çok önemli, devam...

Medyadaki şiddetin uzun süreli etkileri haftaya Salı’ya...

Şiddet cahillerin tuluatıdır. (Gene Davis)
Yazının Devamını Oku

Şimdi de Sarı Zeybek krizi!

28 Şubat 2006
Elda firmasının Sarı Zeybek rakısının lansman ilanına tüm büyük gazetelerin pazar eklerinde rastladım ve size bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. "Ona Yakışan Tat" ve marka tamamen Atatürk’e gönderme yapılarak ortaya konan bir pazarlama stratejisi. Okuyucuya verilen mesaj da bu: "Artık Atatürk’ün içtiği rakıya kavuştun." 

Bu ne kadar doğru veya ahlaki açıdan uygun?

1) Bu memleketteki herkesin ortak ikonunu kullanarak pazarlama yapmak ucuzculuk hatta bayağılıktır. Bunun Zemzem kolasından, Hilal kolasından hiçbir farkı yoktur. Dini duyguları suistimal etmenin ters kutbudur bu taktik.

2) Yarın Atatürk’ün sevdiği kravat, frak, şapka, kitap vs. gibi ürünlerle markaların doğmayacağını kim söyleyebilir? Atatürk’ü bu konularda kullanmanın hiç ama hiç uygun olmadığı düşüncesindeyim. Hatta bu konu yasal düzenlemelere tabi değil mi?

3) Ortada bir telif sorunu yok mudur? Ali Atıf Bir’in içtiği rakı dese telif ücreti hakkı doğacağı gibi Atatürk’ün doğal varislerine de bu hak doğmaz mı?

4) Teknik olarak da Atatürk’ün içtiği rakı bu değil. Tamamen yanlış bir bilgi, önce doğruluğunu ispatlasınlar.

Eminim yurtdışında aykırı örnekleri vardır; Churchill/Castro ve puro gibi. Bunun olması da Sarı Zeybek’i yine de haklı kılmıyor.

Orijinallikten uzak, banal, yurtdışında yapılan güzel örnekleri kopyalamaya çalışan kısa günün kárını gözeten, vizyonsuz, ufuksuz bir pazarlama felsefesine sahip bir ülkeyiz. Devletten özele bu işi maalesef beceremiyoruz, Sarı Zeybek de bu detayda güzel bir örnektir.

Umarım bu konuyu bir sonraki yazınızda ele alırsınız. Son bir eleştirim de size: Seray Sever’le Cine5 gibi bir kanalda program yapmak sizin kişisel markanıza nasıl hizmet ediyor, değerlendirdiniz mi? (Selim Giray)

Atatürk’ün telif hakları

Sevgili Selim, sana bir konuda katılıyorum, bir konuda katılmıyorum. Kesinlikle Elda’nın pazarlama ve reklam fikri son derece yaratıcı. Çok beğendim. Asla Atatürk’ü aşağılamıyor, hakaret etmiyor, aksine ona atfedilen bir konuyu yüceltiyor. Telif konusunda ise haklısın. Atatürk’ün haklarını elinde bulunduranlar kesinlikle dava açabilirler. Ancak yıllardır Kulüp rakısının üstündeki resmin de Atatürk’e ait olduğu, bu resim sayesinde Kulüp rakısının yüksek fiyatlı bir konuma yerleştiğini de unutma...

Seray’ın hayalleri

Seray Sever
konusuna gelince... Onu Cine5’teki programda tanıdım, çok da sevdim... Hiç de imajı gibi "sarışın, ha ha hi hi, seksi" bir kadın değil. Ama her nedense "sarışın, ha ha hi hi, seksi" bir imaj çiziyor. Bu tabii ki onun tercihi... Bence daha doğal olsa daha fazla prim yapar ama dediğim gibi tercih onun...

Seray’ın "sarışın, ha ha hi hi seksi" imajının bana zarar verdiğini ise düşünmüyorum. Programın formatı öyle. Benim de programdaki yerim belli... Onun yeri de...

Yeri gelmişken... Seray’ın son albüm lansmanında da hataları var. Hazırlanmadan Okan Bayülgen’in programına çıkmasını, oradaki "ha ha hi hi" davranışlarını ben de onaylamıyorum. Ama Sabah gazetesinin kapaktan verdiği "Seray’ın sesi İzel’in sesi" haberini Seray Sever hiç de hak etmiyor. İlginçtir, o gün Fatih Altaylı da iç sayfalardaki köşesinde yazıktır bu kıza deyip "Gamze Özçelik"i savunuyordu. Argümanlarında da çok haklıydı.

Peki Seray Sever’e yazık değil mi? Yıllardır tek istediği şey bir albüm yapmak... Arkadaşı, dostu, sevgilisi her neyse Çelik de "Tamam ben varım" diyor ve birlikte bir albüm yapıyorlar. İzel’le çalışıyor, onun sesinden etkilenmesi doğal... Ama "Elektronik hırsızlık yaptı" deyip bir insanın hayalleri, umutları ile oynamak ne kadar doğru? Seray’ın hayallerine sahip çıkmamız için mutlaka Çelik tarafından video görüntülerinin internete konup herkese ilan edilmesi mi gerekiyor?

Bazen... Küçük umursamazlıklarımız, magazini magazin için yapma kaygılarımız insanların hayallerini darmadağın edebiliyor. Kim ne derse desin, ben Seray Sever’in hayallerine saygı duyuyorum. Gerçekten de iki şarkısını çok beğendim. Dinliyorum, keyif alıyorum. Dileğim Seray’ın daha iyi yönetmesi. Kamera arkasındaki Seray’la insanları tanıştırması... Tanıştırırsa kazanır.

Tırtıl

Ölümden sonra yaşama inanamasam da yanıma bir çift don almayı unutmayacağım. (Woody Allen)
Yazının Devamını Oku

Virgin Turkey olsaydı

27 Şubat 2006
DÜNYANIN belki de en fazla tanınan markası Virgin, en ilginç girişimcisi de Sir Richard Branson. Branson’un Virgin Atlantic isminde bir havayolu şirketi kurup British Airways’a kök söktürmesi neredeyse her pazarlama kitabında örnek olay olarak yer alır. Tabii bu uğurda Branson?un 80 milyon dolara yakın parayı havaya attığı da? Branson’un şimdiki merakı Virgin America. Branson, ’Amerika içinde de uçacağım’ diye tuturmuş. Ama şu andaki havacılık kanunları iç hatlarda uçan bir şirketin çoğunluk hisselerini o ülkenin şirketine ait olmasını gerektiriyor. (Bu uygulama Türkiye için de geçerli)

Branson’da istediğinden cayacak göz yok. Hemen Amerika’da bir ortak bulmuş. Virgin American’ın başına da Black Canyon şirketinden Mark Lanigan’ı geçirmiş.

Amerikalılar biraz şaşkın. ’Niye Branson gibi bir adam cebindeki parayı böyle sokağa atmakta hevesli olsun?’ diye düşünmeden edemiyorlar. Çünkü çoğunluğa göre havayolu işletmeciliği benzin fiyatları, diğer operasyon maliyetleri ve personel ücretleri nedeniyle girilecek iş değil.

Branson’a ve adamlarına göre ise ABD’de hava taşımacılığı önemini koruyor. En üstteki on havayolu şirketi markasından sekizinin müşterilerine kayda değer bir ’değer’ sunamadığını düşünüyorlar. Onlara göre daha baştan ?düşük maliyetli taşıyıcı? (LowCC) olarak tasarlanmış bir havayolu şirketi pastanın % 30’una sahip olabilir.

Branson şirketin merkezini San Francisco olarak seçmiş. En temel hedef rakiplerini de Delta, Continental, Southwest ve Jet Blue olarak belirlemiş. Virgin America’nın sadece Airbus 320’lerle uçması planlanıyormuş. Servisi mükemmel olacakmış, her koltukta da televizyonu..

Amerikalı uzmanlara göre Sir Branson yine büyük bir maceraya atılıyor Verdikleri örnek de Jet Blue. 1998’de 128 milyon dolara kurulmuş, hala da yerinde sayıyormuş.

Sir Branson’un Virgin America’sı henüz havalanamıyor ama. Aralık 2005’de lisans almak için ABD Ulaştırma Bakanlığı’na başvurmuş, hala Bakanlıktan bir yanıt alamamış. Bunun nedeni de Delta ve Continental’in. ’Bu şirket Branson’un paravan şirketi’ diye şikayetçi olmaları.

Delta ve Continental’in engellemeleri karşısında Amerikan ekonomi basının tutumu ise çok ilginç. Israrla engelleyen havayolu şirketlerini uyarıyorlar,diyorlar ki: Bırakın Virgin Amerika uçsun!

Sizce Sir Branson Türkiye pazarına girmek isteseydi, Virgin Turkey markası ile Ulaştırma Bakanlığı?na lisans için başvursaydı, rakipleri de ’Bu şirket Branson’un paravan şirketi’ diye şikayetçi olsalardı, Türk ekonomi basının tutumu ne olurdu?

’Bırakın Virgin Turkey uçsun’ mu derlerdi, yoksa ’İstikbal göklerdedir. İngiliz istilasına hayır’ mı? Tabii üçüncü bir alternatif daha var: Kurtlar Vadisi Londra.

Damacanaları yatırmayın, dikin

BEN 3 yıldır 19 lt damacana su işiyle uğraşıyorum. Televizyonda Hyundai Stareks ticari araç reklamı cıkıyor. Arkadaş suları dik şekilde değil de yatık şekilde döşüyor. Her sucu bilir damacana yatık değil dik döşenir. Yatık döşenirse ağzından su kacırır. Reklam yaparken su bayilerine bir danışılır değil mi. Atıf Hocam dikkatinizi cekmek istedim. (Aytekin Aslan /Uşak)

Yorum: ’Her şikayet bir armağandır’ sözünü çok severim.
Bu sözü okur tepkilerine de uyarlamışımdır. Her okur tepkisinin bir armağan olduğunu düşünürüm. Aytekin Aslan’dan da yine o kadar çok şey öğrendim ki. Bir kere Aytekin su işinde ve su ile ilgili her konuyla ilgili. Seçici dikkat, seçici algı çalışıyor anlayacağınız. Üstelik Aytekin herkes gibi işini çok önemsiyor ve saygı duyulmasını istiyor. Uşak’ta yaşıyor, Hürriyet okuyor, internete bağlanıyor, iletişim olaylarına meraklı. Belli ki Aytekin dünyayı daha iyi anlamaya çalışıyor. Teşekkürler Aytekin bu güzel ve anlamlı armağanın için...

ÇEKİRGELİK

Soru: Havayolu işini 500 milyon dolarla nasıl bitirirsin?

Yanıt: 1 milyar dolarla başlayarak. (Anonim)
Yazının Devamını Oku

’Ülke batıyor imajı’ yaratırsak kim mal alır

26 Şubat 2006
BİRKAÇ gündür Paris’teyim. Amaç dünyada kumaş trendlerini yaratan en önemli fuarlardan birini, Premiere Vision’u gezmek, görmek, tekstil işini biraz daha iyi anlamak. Premier Vision "Ne olursan ol yine gel" diyen fuarlardan biri değil. Önce başvuruyorsun, koleksiyonlarını anlatmak için davet ediliyorsun, koleksiyonlarını sunuyorsun, ancak sınavı geçersen "gel" kararı çıkıyor. Fuar kataloğundan baktım, 2007-2008 ürünlerinin görücüye çıktığı bu yıl Premiere Vision’da 10’un üzerinde Türk şirketi var. AT&Concorde, Yünsa, Bossa, Anteks, Söktaş, Dinamo, Güney, GAP, Berdan, Altınyıldız, Aksu, Akın ve Can Tekstil. Hem göğsüm kabardı, hem de kafam karıştı. Hani tekstil krizdeydi, hani enerji pahalıydı, hani kur çok düşüktü. Premier Vision’a 3 yıldır, baskılı kumaş dalında katılmayı başaran ilk Türk şirketi Türkmen Holding’in standına bu düşüncelerle girdim. Holdingin mimarı Atila Türkmen’e "Çin ürünleri sizi tehdit etmiyor mu?" diye sordum. Türkmen, hiç beklemediğim kadar dürüst, cesur ve ufuk açıcı bir yanıt verdi: "Takmışlar ’Çin ucuz, Çin ucuz batıyoruz’ diye. ’Batıyor imajı’ yatırsak kim bizden mal alır! Tamam kabul ediyorum, bizim sektörün dünya fiyatlarıyla rekabet edecek halde tutulması lazım ama Çin’le rekabet etmenin tek yolu fiyat değil ki. Zaten Çin’le fiyatla rekabet edeceksek bu sektörü unutun."

"Çözüm ne peki?" diye yineledim. Atila Türkmen soluklanmadan devam etti: "Tekstil’de başka avantajlarımız var. Avrupa’ya yakınlık, siparişlerde esneklik. Çin’e bir yıl önceden sipariş vermek zorundalar biz iki ayda istenen ürünü yapıyor, istedikleri özelliklerde kapıya teslim ediyoruz. Çözüm kendini stratejik çözüm ortağı olarak konumlandırmakta. Çözüm kendimizi global firma olarak konumlandırmakta."

Araştırdım. Atila Türkmen, boşuna konuşmuyor. Dediklerini yapmış. Türkmen Holding’in çatısı altında GAAT, ACT, AT&G ve ATT Concorde gibi "B2B" markaları var. Türkmen Holding’in ihracatı yaklaşık 400 milyon dolar. Bunun 300 milyon doları İngiltere’ye. Türkmen Holding, Wal-Mart’ın işlettiği İngiltere ve İrlanda’da 300’ü aşkın mağazası bulunan ASDA hipermarketler zincirinin hazır giyim markası George’un stratejik çözüm ortağı. Çerkezköy’de 12 milyon metre kumaş üretebiliyor. Ama ihtiyaca göre her ülkeyi de üretim yapabileceği merkez olarak görüyor. Şu anda Mısır, Özbekistan, Bulgaristan’da üretim konusunda stratejik ortaklıklara sahip. Son proje Meksika’nın önemli kumaş fabrikası Corduroy’la ortaklık. ATT Concorde’un koleksiyonları Meksika’da üretilecek. ABD ve Kanada’ya gümrüksüz satılacak. Sıkı proje. Atila Türkmen’le konuşunca gerçekten ufkum açıldı. Az daha ben de "Çin’le mücadelede sadece fiyat önemlidir" iddiasına inanacaktım. Her şeyin başının müşteri isteklerine odaklanmak olduğunu bile bile...

Kumaş ve hazır giyim sektörü içinde bulunduğu krizden çıkmak istiyorsa önce müşteri isteklerine odaklanmalı. Müşteri hız istiyorsa hız, esnek üretim istiyorsa esnek üretim, değişik tasarım istiyorsa tasarım...

Türkiye enerji maliyetlerini indirdi, asgari ücreti de serbest bıraktı diyelim. Elalemin eli armut mu toplayacak? Onlar da daha aşağı inecek. Fiyatla rekabet, rekabetin en ilkel yolu. "sürdürülebilir kárlılık" isteyen Türkmen Holding’i yakından incelesin, pişman olmaz.

Her itiraz eden ajan olursa

TÜRKMEN
Holding’in Premier Vision’daki harika döşenmiş standına girdiğimizde Et Vous şirketinden William Chelly, Atila Türkmen’le laflıyordu. Bir bölümde Marc&Spencer’dan gelenler kumaş seçiyorlardı, diğer tarafta Dolce Gabana’dan gelenler. ATT&Concorde’un yöneticisi Doğu Türkmen (Atila Bey’in oğlu, Koç Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor) her yere, herkese koşup standı gezenlerle ilgileniyordu. Atila Türkmen, bize standı dolaştırırken William Chelly ile tanıştırdı. Chelly dünyanın Gucci, Prada gibi ünlü moda markalarıyla iş yapan Tunus asıllı bir Yahudi. 42 yıldır Paris’te yaşıyor. Chelly daha tanışır tanışmaz AKP Hükümet’inin Hamas temaslarını ima ederek: "Ne olacak, nereye gidiyor Türkiye?" dedi. "Niye bu kadar kaygılısınız?" dedim. "Türkiye terörden çok çekti, şimdi teröre arka çıkıyor. Bu kaygı verici" dedi.

Akşam yemeğinde milyonlarca dolar ihracatıyla parmak ısırttıran Atila Türkmen’e "Devletten ne bekliyorsunuz?" diye sordum. Aldığım yanıt aynen şöyleydi: "Bugün fuarda standı gezen en az 20 Yahudi müşterim bana Hamas görüşmesini sordu. Kaygılarını ifade etti. Devletten hiçbir beklentim yok. Gölge etmesinler yeter!"

Şimdi Abdullah Gül’e soruyorum, Atila Türkmen ve William Chelly, MOSSAD ajanı olabilirler mi? Ya da onların görüşlerini yazdım diye benim CIA ajanı olma ihtimalim var mı? Varsa. Bunu lütfen CIA’ya da iletir misiniz. Her ABD’ye girişte vize kuyruklarında beklemekten anam ağlıyor. Belki bir faydası olur.

Brüksel lobisi

PARİS
’te Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Süheyl Batum ve Mütevelli Heyet Başkanı Enver Yücel’le buluştuk. Onlar Brüksel’den geldiler. Çok da mutlular, ağızları kulaklarında. Türkiye’de ilk kez bir üniversite, Bahçeşehir Üniversitesi Türkiye’nin Avrupa Birliği yolculuğuna katkıda bulunmak için Brüksel’de büro açtı. Nasıl ABD Üniversiteleri tüm dünyada ABD’nin lobi faaliyetlerini de yürütüyorlarsa, Bahçeşehir’in de amacı Türkiye adına Brüksel’de lobi faaliyetleri yürütmek, Türkiye’nin mesajlarını Avrupalı politikacıları ve Avrupa kamuoyuna daha iyi anlatmak. Çok ilginç değil mi? Gerçekten ilginç. Süheyl Hoca’ya "Niye?" diye sordum. Yanıtı şöyle oldu: "Eğer üniversiteler Türkiye’nin sorunlarına sahip çıkmayacaksa, Türkiye’yi ilgilendiren konularda bir duruş sergilemeyecekse kim sergileyecek? Her şeyi devletten, hükümetten beklemek ne kadar doğru!"

Türkiye’de 54 devlet, 24 vakıf üniversitesi var. Toplam 78 üniversite. 15 yeni üniversite daha açıyoruz. Etti mi size 93 üniversite. Her birinin bir konuda ya da bir ülkede Türkiye’nin dünyadaki lobi faaliyetlerini üstlendiğini düşünsenize. Düşünüyorum, düşlemek kurmak bile muhteşem. Biri tamam kaldı 92.

Paris’te gezmek Fashion TV izlemek gibi

PROF
. Süheyl Batum ve Enver Yücel’le Paris’i gezmek keyifli. Süheyl Hoca, Sorbonne Hukuk Fakültesi mezunu. Şimdi oğlu Kaan da babasının izinde, o da Sorbonne Hukuk birinci sınıfta okuyor. Enver Yücel’in de oğlu Sorbonne Hukuk’u bitirmek üzere... Hepsi Paris’i avuçlarının içi gibi biliyorlar. Paris bu mevsimde biraz soğuk, hafif yağmurlu... Ama modanın başkenti her zamanki gibi heyecan verici. Paris sokaklarında yürürken insan kendini Fashion TV izlermiş gibi hissediyor. Mağazalar şık, insanlar şık, binalar ışıl ışıl... Ve de her yer Türk’ten geçilmiyor. Paris’in ünlü lokantalarından biri L’entricot’a gidiyoruz. Önüm, arkam, sağım, solum Türk. Mustafa Sandal ve arkadaşı da kuyrukta bekleyenler arasında.

Bir gece sonra ünlü İtalyan lokantalarından Convinium’dayız. Yine önüm, arkam, sağım, solum Türk. Champs-Elysees Plaza Otel’de kalıyoruz. Balizza’nın sahibi Rutkay Çakırkaya, Premier Vision’a kumaş seçmeye gelmiş tasarımcılarıyla orada. Fuarda Beymen Club’ın yöneticileriyle karşılaşıyorum. Kumaş seçmeye gelmişler. Fuarda en az on kişi "Atıf Hocam, naber" diye selam veriyor. Türkler her yerde. Türkler enerjik, Türkler biraz motivasyonla dünyayla bütünleşmeye hazır. Şu kısa Paris gezisinden bile bir kez daha anlıyorum ki, sorun Türkiye’yi yönetenlerde! Onlar Kurtlar Vadisi’nde, Hamas’ta, Ahmedinecat’ta... Onlar içe kapanmaya, hazır... Yazık bu Türkiye’ye!

Numil: En hızlı Türkiye’de büyüdük

MILUPA
, Nutricia ve Bebelac markaları ile bebek beslenmesi pazarında faaliyet gösteren Numil, geçen yıl dünyada en hızlı Türkiye’de büyüdü. Numil Türkiye Genel Müdürü Özer Bener, Numil’in bağlı olduğu Numico şirketinin 100’ün üzerinde ülkede faaliyet gösterdiğini, 11 bini aşkın çalışanı bulunduğunu, 1,7 milyar Euro cirosu olduğunu bildirdi. Türkiye’de bebek maması pazarının büyüklüğünün 125 milyon Euro olduğunu kaydeden Bener, "Türkiye’de yıllık ortalama 4 kilogram olan bebek başına düşen bebek maması tüketimi, Avrupa’da 100 kilogram" diye konuştu. 2005’te önceki yıla göre cirolarının Euro bazında yüzde 59 artarak 54 milyon euroya ulaştığını, 2 yıldır en hızlı büyüyen ülke olduklarını anlatan Bener, Numil’in Aralık ayı itibariyle ciro bazında yüzde 68’lik pazar payı ile Türkiye bebek beslenmesi sektöründe lider olduğunu söyledi. Bu yıl 75 milyon Euro ciro hedeflediklerini kaydeden Bener, Türkiye’de bebek maması tüketiminin yükseldiğini vurguladı. Bener, pazara yeni oyuncuların gireceğini, pazardan çıkan bazı firmaların ise geri dönebileceğini söyledi. Özer Bener şunları kaydetti: "Türkiye’deki hızlı büyümenin, üretimin kapısını açacağını düşünüyoruz. Türkiye, en önemli 3 ülkeden biri. AB müzakerelerinin ertesi günü merkezden telefon aldım. Tesadüf olduğunu düşünmüyorum. "

Çekirgelik

Gerçek dahiler yeni fikri olanlardır.

G.C. Lichtenbergc
Yazının Devamını Oku