Ali Atıf Bir

Hipermarket Yasası’na dair düşünceler

10 Nisan 2006
BASİT düşünmeyi çok seviyorum. Bir an için büyük marketlerin yeni yasaya getirdiği yakınmaları bir yana bırakalım. Onların gücü var, pr şirketleri var, sesleri yüksek çıkıyor, "biz vergi ödüyoruz, diğerleri merdiven altı" dediklerinde diyecek sözümüz kalmıyor ama yine de bir an basit düşünelim. Önemli olan "liberal sistem" içinde doğruyu bulmak, üreticiye de tüketiciye de aracıya da haksızlık yapmamak.

Diyelim ki alışverişe çıkacaksınız ve sadece sekiz alternatifiniz var. Migros, Carrefour, Tansaş, Gima, Metro, Real, Şok, Dia, Endi ve BİM. Çok güzel. Size göre yeterinde alternatif var. Fiyatını, yakınlığını ya da atmosferini beğendiğiniz birini seçer gidersiniz. Sorun yok..

Bir de üretici kısmına bakalım. Malınız var rafa koymak istiyorsunuz. Karşınızda temelde dört alıcı var. Migros, Carrefour, Metro ve BİM. Kıyasıya fiyat rekabeti yapıp, (piyasa böyle kurulmuş çünkü yapacak bir şeyleri yok) mal alırken adeta süründürüyorlar. Yine pazar şartları gereği marka güçlerini kullanıp "market markası" çıkararak size rakip oluyorlar.

Bir süre sonra baş edemeyip batıyorsunuz. Birçok küçük ve orta ölçekli satıcı da batıyor. Sadece ayakta çok büyük satıcılar kalabiliyor. Birkaç çok büyük satıcı ve birkaç çok büyük alıcı mutlu mesut yaşıyorlar.

Daha sonra da "sempati oligopolü" içinde fiyatlar yavaş yavaş yükseliyor. Pazarlara yeni mal girişi olması mümkün değil. Reklam yatırımları düşüyor. Sadece aracıların reklam yapmaya gücü yetiyor. Aracı daha da güçleniyor. İstediği malı rafa koyuyor istediğini koymuyor. Sonuçta mutlu azınlık üretiyor, satıyor. Ucu size de dokunuyor.

Böyle liberal ekonominin şartları yerine gelir mi? Gelmez. Çok sayıda ürün yoksa, çok sayıda marka yoksa hipermarket ne işe yarar? Yeni hipermarket yasasını lütfen böylesine basit senaryolar yazarak yorumlayalım. Milli gelirin neredeyse üçte biri perakende pazarında dönüyor. Ve bu üçte bir diğer üçte ikiyi doğrudan etkiliyor.

Piyasaları koruma adına bir grubun açacağı market sayısı bile sınırlanabilir, hatta bir market markası sadece bir bölgede örgütlenebilir. Gerekirse.

BKM doğru yolda

BKM’yi önce "imza yerine şifreye" geçiş için gösterdiği çaba, sonra kurduğu organizasyon, daha sonra da Türk halkını adam yerine koyup bilgilendirme kampanyası yaptığı için tüm kalbimle kutluyorum. Okan Bayülgen’li reklamlar işini yapıyor, dikkat çekerek, kart kullanıcılarını değişiklik hakkında bilgilendiriyor, değişikliğe "önem" katıyor.

Merkez Bankası’nı yeni lira operasyonunda bu köşede defalarca "Türk halkını adam yerine koy, ona değişikliği öğret!" diye çok uyarmıştım ama dinleyen olmadı. Diyebilirsiniz ki "canım boş yere para harcamadılar işte, herkes yeni lirayı bir yılda öğrendi, daha ne istiyorsun".

Tamam öğrendi de, kafasını gözünü yararak! Yeni liraya atıp tutarak. Bu tür operasyonlarda insanına saygı duyan, en küçük sorun yaşamasına razı olmaz insanını bilgilendirir. Çağdaşlık budur. İnsanına kafa göz yardıran ise , sonra ettiği bir iki kuruş tasarrufla öğünür. Şark kafası da budur. Yoksa Şark kurnazı mı deseydim?

İyi ki ona taka tuka

SON Worldcard televizyon reklamında Koçbank’ın ve Yapı Kredi’nin logosunu birlikte gördüm. Yeni mi bilmiyorum ama ben ilk defa gördüm. ...Demek ki Koç grubu artık bu "ikili deliliğe" (Candan Erçetin’in şarkısına atıfdır, yanlış anlaşılmasın) son vermeye karar verdi. "İyi olmuş,çünkü her iki bankanın personeli de belirsizlikten çok daralmıştı..." dedim sonra da Hürriyet İK’da Koçbank’ın eleman aranıyor ilanının gördüm. Koçbank ve Yapı Kredi birleşecek mi birleşemeyecek mi yine karıştım. Birleşmeyeceklerse farklı hedeflere yönelmeleri doğru olmaz mı? Bir Beko biri Arçelik gibi. Bu kez de dünya bankası Yapı Kredi olur. Niye mi? Koçbank’ da da "Ç" yok mu?

Konbara reklamında Haluk Bilginer, Gülse Birsel, Kadir Çöpdemir gibi Turkcell ünlüleri yok. Ne oluyoruz? Çaktırmadan stratejik bir yol değişikliği mi var? Varsa..Çok doğru karar.

"Ülker Gofreti sevmeyen var mı?" diye bas bas bağıran kızımız, şimdi biraz büyümüş haliyle Misbis (o nedir ki?) ’in Jüpiter reklamında. Jüpiter’in çekim gücüne dayanamıyor ve kayıktan denize düşüyor, Jüpiter’i yakalayan oluyor. Ne de olsa Ülker reklamından ünlü! Ülker böyle stratejik ürünlerin reklamında oynayan castla niye "exclusive" anlaşma yapmaz ki!

İtalyan imajlı Bellona "eskisini getir, yenisini götür" kampanyası yapıyor. Takatuka, makatuka ve de darbuka derken Bellona’nın "İyi ki Ona rastladım" sloganı güme gitti..Ya sloganı değiştirmek lazım ya da darbukalı taka tukaları. Bellona’ya yeni slogan önerim. İyi ki Ona Taka Tuka. Nasıl?
Yazının Devamını Oku

Sinirli Başbakan

9 Nisan 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan önüne gelene saldırıyor. Medyaya, yargıya, Cumhurbaşkanı’na, YÖK’e, eleştirenlere, yazara, çizere, Avrupa’ya, ABD’ye, Hristiyan dünyasına, bazen de askere... (Ama daha sonra ’özür’ dilemek şartıyla). Türkiye bugüne kadar böylesine "sinirli" bir Başbakan görmemişti...

Nedeni ne olursa olsun... Kişisel yetersizlik ya da "Türkiye’yi ılımlı İslam devleti haline" getirme konusunda evdeki hesabın çarşıya uymaması... Bu kadar sinir fazla...

Danışmanları Başbakan’ı sokaktan uzak tutsunlar. Sokak tam gazla eleştirmeye başlarsa bu hoşgörüsüzlükle Başbakan çabuk yerle bir olur. Bakınız "Ananı da al git" örneği...

Bu arada TNS Piar’ın Mart 2006 "Liderlerin Form Grafiği" sonuçları geldi... Erdoğan’ın yaptıklarını onaylayanların oranı yüzde 36.1’den yüzde 37.6’ya çıkmış. Diğer liderler üç aşağı beş yukarı aynı... Erdoğan, elindeki araştırmalara bakarak kendinden emin bir şekilde "sinirlenmeye" devam ediyor. Ama hiç güvenmemeli... Sokakların aklı karışık... Nisanı bekleyelim...

Narsist reklam

ERSU’nun farklılaşmak için Nar Suyu’nu öne çıkarması güzel bir şey. Ersu ürününü tanımlamak için reklamlarında "O bir narsist" diyor. İlk bakışta bu slogan, başlık, konsept her neyse oldukça yaratıcı görünüyor. Ama gelin görün ki bize "üretim odaklı" olmayla "tüketim odaklı" olmanın inanılmaz ipuçlarını veriyor.

Şimdi düşünün bakalım "O bir narsist" ne demek. İyi, çok iyi belki de mükemmel nar suyu demek. Yani Ersu oturmuş en iyi Nar Suyu’nu üretmiş. Güzel.

Ersu "Narsistlere" deseydi ne anlaşılırdı? "Nar sevenler için, onların seveceği nar suyunu ürettik" anlaşılırdı. Ve nar sevenler ürünü, markayı kendilerine yakın bulurlar, daha fazla içselleştirirlerdi. "Ha o ha o ne fark eder diyorsunuz değil mi?" Çok şey fark eder. Bir anlasınız...

Ampulü Thomas Edison bulmamış mıydı

GARANTİ’nin son reklamını izlerken "Ampulü icat eden dünyanın en büyük şirketi GE... Türkiye’nin en beğenilen bankası Garanti’nin başarısına ortak oldu. Garanti’nin ışığı 60’ıncı yılında daha da güçlü daha da parlak" sözlerine kulak verdim ve aynen başlıktaki soruyu kendime sordum "Ampulü Thomas Edison bulmamış mıydı?"

Tabii ki Google moogle durumları... O anda öğrendim ki amcam (yani esas amcam değil Thomas amcam) GE’nin kurucu atası... Unutuyor insan işte... (Halbuki Robert Bosch’un Bosch’un atası olduğunu adım gibi biliyorum) Kabahat GE’de kardeşim. Yapaydı bu zamana kadar reklamını biz de Thomas Edison’u unutmazdık...

Peki GE denilen dünya devini (otomobilden ulaşıma, enerjiden medyaya milyarlarca dolar cirosu olan bir devi) sadece ampule indirgemek ne kadar doğru? Hazır ele geçmişken General Electric her yönüyle tanıtılamaz mıydı? Bir yandan GE’nin devliği ortaya çıkarılır, bir yandan da Garanti bu dev imajdan sebeplenmez miydi? Sebeplenirdi de esas mesaj gümbürtüye giderdi. Şu haliyle mesaj çok açık, basit, bilinenden beslenir halde... Garanti’nin her zamanki kalitesinde. Belki biraz tekrar izlenme değeri düşük... Ama burada amaç da "reklam beğenilirliği" değil zaten. Sadece bekçi bir ampulün peşinden gidip görev yerinden yarıldığı için işinden olabilir hepsi bu... GE’yi tanıtmak da GE’ye kalsın. Tebrikler...

Rinso’ya ne oluyor

RİNSO
’nun son reklamını anlayan beri gelsin... Sanırım bir DJ’imiz, renkli tüller arasında dans ediyor. Sonra "Turanjınızı gördüm. Karnavala gidesim geldi. DJ’lik yapıyorum... Hayatı her renkte yaşa ya... Açıklı koyulular için" falan... Rinso neydi? Unilever’in Omo’nun altına konumlandırdığı daha ekonomik ürünü değil miydi? Niye artık Rinso reklamlarında "ekonomik" bir konumlandırma göremiyorum ben. Tamam reklam "ekonomik" olabilir ama bu konumu "ekonomik" yapmıyor ki... Bana şimdi "Efendim bekar, çava, ama ucuzu alan bir genç pazar bölümü var, oraya şeydelim demiştik" argümanı yapmayın... Bu reklam hiçbir şey demiyor.

Her reklamda Cem Yılmaz oynasa

YENİ bir reklam düşünme yöntemi geliştirdi. Bakalım beğenecek misiniz. Her reklamı Cem Yılmaz’lı düşünüyorum.

Yeni, yepisyeni Singer dikiş makinesi reklamını alalım. Reklamdaki adamı Cem Yılmaz olarak düşünün. Cem Yılmaz ve kadın işe gitmeye hazırlanıyor. O ne? Cem Yılmaz’ın düğmesi elinde... Kadın hemen ayakkabılıktan Singer’ini çıkarıyor ve anında düğmeyi dikiyor. Cem Yılmaz "Harikasın" diyor, kadın "Evet harikayım" diyor. Kadın dikiş makinesine yumuluyor, öpüyor. Hepimiz "ha ha hi hi" gülüyoruz. Reklam anımsama rekorları kırıyor. Bu arada hiçbirimiz bu devirde bir düğme dikecem diye ayakkabılığa süs diye dikiş makinesine kim koyar düşünmüyoruz.

Şimdi de akıllara zarar veren Kebanpen reklamı... Yaşar İpek yerine Cem Yılmaz arkadaşıyla birlikte sevgilisinin penceresi altında türkü çığırıyor: "PVC’ye ’tık’ dedi. Yarim çıktı ’Keban pendi bu’ dedi vay vay. Evler çok sıcaktır Kebanpenle vay vay. ’İnanmazsan gel yukarı’ bak dedi."

Cem Yılmaz’ı evin içinde görürüz. Türkü devam ediyor: "Penceresi kapısıyla kapısıyla Kebanpendir vay vay. Bu bir dünya markasıdır vay vay..."

Reklam bitiyor. Biz yine "ha ha hi ho"... Reklam ne dedi, Kebanpen nasıl dünya markası oldu anlamıyoruz ama reklamı çok beğeniyoruz, çok eğleniyoruz. Reklam anımsama rekorları kırıyor. Mutlu mesut reklam izlemeye devam ediyoruz.

Bu kez Cem Yılmaz boya reklamında çok kişilikli. Önce Egeli oluyor:

"Boya deyyiveriyorlar... Alıveriyyolar... Emme ya galite... Ya galite... Galiteden gastım Casati deyivereyim mi gali... Casati... Renkse renk, çeşitse çeşit Gasati..."

Sonra Karadenizli:

"Gasmayın kendinizi da... Dinleyun ustanızı... Galiteden Gastum Gasati... Renkse renk çeşitse çeşit... Kalitenden kasıt Gasati... Doğuştan renkli..."

Sonra da bir kadın tüketici:

"Ustayla galitede anlaştık... Galite dedim de maksadım Gasati..."

Reklam bitiyor. Biz yerdeyiz. Çok gülüyoruz. Cem Yılmaz bir Egeli taklidi yapıyor harika, Karadenizli taklidi harika! Casati kime ne diyor, kimlerden geliyor, niye tip tip insanlar boya diyor boyacı diyor umurumuzda değil... "Kaliteli demekle kaliteli olunuyor mu" hiç umurumuzda değil.

Anlayacağınız Cem Yılmaz varsa ürünün ne dediği pek umurumuzda değil... Yalan mı? Hayal edin bakın Cem Yılmaz’ı koyunca her reklam pek güzel oluyor.

Çekirgelik

Diğerlerine hizmet edeceğini düşünmediğim hiçbir icadı mükemmelleştirmedim (Thomas Edison)
Yazının Devamını Oku

Zarar veren ilişkiler

7 Nisan 2006
Ganj yayınlarından ilginç bir kitap çıktı. İsmi Kendine Değer Veren Kadın. Lynda Field oturmuş, tam da benim kafamda çözmeye çalıştığım bir konuya açıklık getirmeye çalışmış. Field şu soruyu soruyor: "Neden bu kadar çok kadın öz değerden yoksun, mağdur oldukları, hatta dayak yedikleri, uygun olmayan ve zararlı ilişkileri çekiyorlar?"

Niye kadınlar kendilerine zarar veren bu ilişkileri bitirmekte bu kadar zorlanıyorlar?

Field’ın yanıtı ilginç: "Çoğumuz şöyle ya da böyle aşk bölümünde kötü pazarlıklar yaptık. Yaptığımız anlaşmaların temelleri olumsuz kültürel düşünce, his ve davranış kalıplarında yatan, kötü kararlara dayanıyordu."

Yazara göre aslında erkekler de kadınlar da duygusal açıdan zarar görüyorlar. Ancak bazı kadınlar buna inanmakta zorlanıyor. Onlar sadece acısını göstermeyen ya da gösteremeyen erkeklerle ilişkiler kurmuşlar.

ERKEĞİN DE ÖZ SAYGISI YOK

Fields devam ediyor: "Kültürel ve biyolojik faktörler kadınların ve erkeklerin acılarıyla başa çıkma biçimlerini etkiliyor. Birçok kadın çocukluk (ve yetişkinlik) acılarını içselleştirme eğiliminde oluyor ve zarar veren ilişkilere girmekten kendini alıkoyamıyor. Stres altında aşina olduğumuz ’baş etme yollarına’ döneriz ve ’duygusal bakıcılık’ birçok kadının öğrenmiş olduğu bir davranış kalıbıdır".

Field’e göre hepimiz (dişi ve erkek) bütünlüğe ulaşmak için çalışıyoruz. Enerji düzeyinde her zaman bir denge yaratmaya çalışıyoruz. Kendi enerjimizi dengelemek için çalışmazsak, dengede hissedebilmek için ihtiyacımız olan şeyleri kendi dışımızda ararız. Eğer kadın içsel erkek enerjide zayıfsa, bu enerjiyi başka yerde arar. İçsel erkek enerjisi (kendini ortaya koyan, dışa dönük, kavramsal, akılcı, mantıklı) güçlü olan erkekleri çekici bulur. İçsel kadınsı enerji de erkeğin gereksinimi, (duygusal, koruyucu, duyarlı, ruhsal, alıcı). Bu yüzden geleneksel erkek ve geleneksel dişi pervanenin ışığa çekildiği gibi birbirlerine çekilirler.

Yani karşılıklı öz saygı ve öz değer yoksunluğu yaratan zararlı ilişkilere kadınlar da erkekler de çekim hissediyorlar. Cinsiyetler arasındaki fark kadınların ve erkeklerin bu tür ilişkileri ele alma biçimlerinde kendini ortaya koyuyor:

Erkekler ilişkinin dışına taşarak ve kendilerini aktivitelere vererek baş ediyor.

Kadınlar erkeklerin bu davranışı ile ilgili olarak "Burada bir sorunumuz olduğunu bile fark etmiyor mu? Duygusal desteğine ne kadar ihtiyaç duyarsam o, o kadar uzaklaşıyor" diyor.

Kadınlar, ilişkiye bakarak, ne olduğunu anlamaya çalışarak, kendine bakarak, "Nerede yanlış yaptım? diye sorarak, "Bu durumu nasıl değiştirebilirim?" diye düşünerek, erkeği memnun etmeye çalışarak, değişmesini bekleyerek durumla baş ediyor.

Kadınlar "Beni gerçekten seviyor, çok büyük bir potansiyeli var, ihtiyacı olan tek şey benim sevgim, ilgim ve yardımım. Onun neye ihtiyacı olduğunu biliyorum ve bunu ona verebilirsem o zaman her şey yoluna girecek. Düşüncesiz olmak istemediğini biliyorum, öyle olduğunda bunu önemsemiyorum, aslında altın gibi bir kalbi var. Ama saldırıyor işte. Eğer sabırlı olup bekleyebilirsem sonunda her şey düzelecek" diyor.

Evet kadınlar da erkekler de duygusal acı çekiyorlar ama bu acıyla çok farklı biçimde başa çıkmaya çalışıyorlar.

Field’ın görüşleri günün anlam ve önemine "cuk" oturuyor. İlgilenenler kitabının tamamını okusunlar. İçinde alıştırmalar da var. Zarar verici bir ilişkileri olanlar belki bu kitaptan öğrendikleriyle özgürlüklerine kavuşabilirler!

CUMA İTİRAFI

angelif; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 25; İl: İstanbul

Sekiz aylık evli olmamıza rağmen cinsel hayatımız monotonlaşmıştı. Değişiklik olsun diye internetten bulduğum birkaç erotik hikayeyi e-postayla eşime yolladım. Düşünceme göre bunları okuyunca gaza gelecekti ve eve geldiğinde gözü benden başka bir şey görmeyecekti. Okur okumaz bana telefon etti. "Senin öyle sitelerde ne işin var?" diye bir güzel kalayladı. Doğal olarak küstüm. Akşam, ayrı ayrı koltuklarda televizyon seyrederken uyuyakaldık. Uyandığımda, pijamalarını giymesini ve yatağa gitmesini söyledim. Uyku sersemi pijamasının alt kısmını kafasına giymeye çalışıyordu; paçalardan kollarını geçirmişti, boğaz kısmını bulmaya çalışıyordu. Gülmekten yere yığıldım. Küslük falan kalmadı, hikayeler de işe yaradı!

Yorum: Gördüğünüz gibi günlük, özel hayat böyle bir şey. Ne türban, ne şiddet, ne Kürt-Türk çatışması... Varsa yoksa cinsel hayat. Dikkat ediniz, bu hayat içinde insanların interneti nasıl kullanmaya başladıkları da ortada. İnternetten sonra erotik hayat kışkırtıcıları kesinlikle daha kolay erişilebilir hale geldi. Nüfus planlaması yapmak isteyen önce interneti kontrol etsin! Bu arada sekiz ay gibi kısa bir sürede cinsel hayatın monotonlaşması da ilginç. Her şey "fast"leşebilir de cinsel hayat "fast"leşince toplum restleşiyor. Hadi bakalım internetinize kuvvet!.

CUMA TAKINTISI

Bu hafta Eftalya’ya takıyoruz. Arnavutköy’de, son dönemin popüler rakı-balık mekanlarından biri. Gittik, tattık, sizler için raporluyoruz. Kesinlikle rakı-balık-muhabbet üçlüsü için çok iyi bir alternatif. Önce tabii ki mezeler... Hepsi yeme de yanında yat kıvamında. Sarı kanat ve levrek çok iyi pişmişti. Ama tatlılar en şahanesi. Bir ayva tatlısı var, parmaklarınızı yersiniz, sonra da yiyecek uzuv ararsınız, öyle böyle değil. Demek ki bu hafta nereye takıyormuşuuuuuuz. Eftalya’ya... Takın.

CUMA ALINTISI

"....takıldığımız şey erkekler olmayabilir. Çocukluğumuzdan gelen en derin hisleri engellemek için bazılarımız aynı zamanda tiryakilik yapan maddelere bağımlılıklar geliştirmiştir." (Robin Norwood)
Yazının Devamını Oku

Barbie’nin imajı çoktan değişmiş

7 Nisan 2006
Barbie’yi Ruth Handler 1959’da icat etmiş ve kızının adını vermiş. Handler’in Barbie’yi yaratırken çıkış noktası, yetişme çağındaki kızların hayallerini süsleyen ideal güzellik ve vücut ölçüleriymiş. Handler, Barbie ile New York oyuncak fuarına katılmış, başarısız olmuş ama daha sonra Barbie’deki pazarlama fırsatlarını gören bir işadamı sayesinde bugünkü başarıyı elde etmiş.

Barbie bugün de en çok satan oyuncaklar arasında... Barbie sadece çocuklara alınmıyor, yetişkinler de yemiyor içmiyor Barbie koleksiyonu yapıyor.

Çünkü hálá kadınların kafalarındaki ideal güzellik ve vücut ölçüleri Barbie’ninkilerle tıpatıp aynı...

Daha doğrusu aynıydı...

Türkiye’deki fuhuş operasyonunda Barbie’nin alnına biraz kara çalındı. Barbie’nin ahlaki karakteri konusunda genç kızlar ciddi şüphe duymaya başladılar.

Başlamadılar mı? Nasıl yani? Zaten artık genç kızların hayallerindeki "Barbie"ye o özellik uzun süreden beri atfediliyor muydu? Ne zamandan beri?

Televoleler falan başlayalı beri... Pardon, pardon ya... İşin hiç bu tarafını düşünmemiştim. Siz devam edin, devam, hata bende galiba... Yazıya da başlamıştım. Şimdi işin yoksa yeni yazı konusu bul, hay Allah!

Doğrusu buydu...

RTÜK başkanı Zahid Akman, her ne kadar "Kurtlar Vadisi’nin tekrarlarının yayından kaldırılmasında bizim rolümüz yok" dese de, Kurtlar Vadisi’nin yayından kaldırılmasında RTÜK’ün "varlığının" önemli rol oynadığını biliyoruz. RTÜK’ün Kurtlar Vadisi konusundaki tutumu da, yaklaşımı da doğrudur.

Daha önce de söyledim; Kurtlar Vadisi tek başına "liselerdeki şiddetin" tek nedeni olarak gösterilemez. Son cinayetler, Kurtlar Vadisi’nin şiddetin sadece "aracı" ya da "etkileşimli" bir değişkeni olabileceğini gösteriyor. Polat’ın "gırtlak kesme" sahnesinin 30 bin kişi tarafından cep telefonlarına indirilmesi de böyle bir "aracılığın" kanıtı... Böyle bir durumda "Biz tek neden değiliz, umurumuzda değil" demek yanlış olurdu.

Bu nedenle Show TV’yi de RTÜK’ün uyarılarına, okullarda gelişen olaylara bakarak Kurtlar Vadisi’ni yayından kaldırdığı için kutluyorum. Kurtlar Vadisi gibi tekrarları bile hálá iyi izleyici çeken bir diziyi yayından kaldırmanın kolay olmadığını biliyorum. Ama sorumlu yayıncılık böyle bir şey...

Bazen izleyici çekse de, potansiyel toplumsal zararı yüksekse, o programı kaldırıp çöpe atacaksın. Teşekkürler RTÜK, teşekkürler Show TV...

Yeni moda’nın 3T’si: Türban, tesettür, tekbir

Tesettür Giyim’in Vakko’su olarak nitelenen "Tekbir Giyim"in sahipleri Cafer ve Mustafa Karaduman, Haftalık dergisine çok iddialı konuşmuşlar:

"AKP 5 yıl daha iktidarda kalsın, her yerde mağazamız olur!" Oya Doğan ve Serkan Kuş’un röportajında Karaduman’lar kısa sürede büyümelerinin nedenini de aynen şöyle açıklamışlar:

"2002’den bugüne yüzde 150 büyüdük. Şube sayımız 23. Bunda Emine Erdoğan ve bakan eşlerinin katkısı büyük. Bunu inkar etmemek lazım. Eğer AKP 5 yıl daha iktidarda kalırsa Türkiye’nin her yerinde mağaza açarız!"

Karaduman’lar yanılıyorlar. AKP 5 yıl daha iktidarda kalırsa "tesettür giyim" pazarını sadece onlara bırakmazlar. Şu anda açık saçık mayo pazarında at koşturan ünlü markalarımız bile "tesettür" pazarına girer, "Tekbir"e kara çarşaf pazar kalır!

Bol ödüllü opera yarışması

Siemens Sanayi ve Ticaret A.Ş., geleneksel Siemens Opera Yarışması’nın sekizincisini düzenliyor. 9-11 Mayıs 2006 tarihleri arasında gerçekleştirilecek yarışma için son başvuru tarihi 5 Mayıs 2006 olarak belirlendi. Siemens Opera Yarışması’nın birincisi Karlsruhe Operası’nda bir yıllık burs ve Goethe Institut Inter Nationes İstanbul’un desteğiyle 4 aylık Almanca bursu; ikincisi Salzburg Mozarteum Müzik Akademisi’nde 6 haftalık yaz bursu ve Goethe Institut Inter Nationes İstanbul’un desteğiyle 2 aylık Almanca bursu; üçüncüsü ise 2000 Euro para ödülü kazanacak. Yarışmayla ilgili detaylı bilgiye www.siemens.com.tr/opera adresinden ulaşılabiliyor.

İşte minik Dilara

Ünlü tiyatro sanatçısı ve sunucu Ziya Kürküt ilk kez baba oldu. Önceki gün sabah saatlerinde, üç kilo ağırlığında, Dilara adını verdikleri bir kız çocuğu babası olan Kürküt, İstanbul Kadıköy Şifa Hastanesi’nde gerçekleştirilen doğumda, eşi Hande Hanım’ın ve bebeğinin sağlık durumunun iyi olduğunu söyledi. Kürküt, sağlıklı bir bebeğe sahip olduğu için duyduğu mutluluğu dile getirirken "Vatana, millete ve ailesine hayırlı bir evlat olmasını diliyorum" dedi.

Tırtıl

Bir tane bugün iki tane yarına bedeldir. (Franklin)

Yazının Devamını Oku

Bir Çılgın Türk: Ahmet Küflü

4 Nisan 2006
Arşive baktım, Çılgın Türkler’le ilgili ilk yazıyı 1 Temmuz 2005 tarihinde yazmışım. O tarihte demişim ki: "Özakman, belgelere dayanarak bize bir kere daha gösteriyor ki Atatürk, Kurtuluş Savaşı boyunca sadece dış düşmanla savaşmamış... İç düşman da büyük sorun olmuş. Türk gücünü kırmaya çalışan, ordu içinde din öğesini kullanarak ikilik yaratmaya çalışan iç düşman... Özakman’ın ellerine sağlık... Çılgın Türkler’i bu yaz mutlaka okuyun... Okutun... Hatta ’Çılgın Türkler’ kursları açıp gençlere Kurtuluş Savaşı’nı öğretin... Mutlaka..."

Daha sonra Ağustos 2005’te Çılgın Türkler’le ilgili üç yazı daha yazmışım. Hatta bir de "Çılgın Türkler’i okuma ve okutma kampanyası başlatmışım. Anımsayın, nikah şekeri yerine Çılgın Türkler’i önerenler olmuştu. O günlerde Çılgın Türkler 30’uncu baskısını ya yapmış ya yapmamıştı.

Kısa bir süre sonra, kitle iletişiminin tetiklemesi, "kulaktan kulağa iletişimin" yardımcı gücüyle Çılgın Türkler satışları patladı. Pazar günü Çılgın Türkler’in baskı sayısının 700 bine çıktığını ve Bilgi Yayınevi’nin sahibi sevgili Ahmet Küflü’nün de Ankara vergi rekortmeni olduğunu öğrenince çok mutlu oldum. Türkiye, unuttuğumuz Kurtuluş Savaşı’nı, unuttuğumuz Atatürk’ü Turgut Özakman sayesinde yeniden öğreniyor. Ne mutlu bize!

Yeri gelmişken, Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Küflü’yü 1988 yılında Ankara’da, "yetişmemde" çok büyük payı olan hocam Prof.Dr. Şan Özalp sayesinde tanıdığımı belirteyim. İlk tanışmada kişiliğinden çok etkilenmiştim.

Küflü henüz "reklamın da eğitimi mi olur?" denen günlerde, çiçeği burnunda bir asistan olan bana güvenmiş, "Reklamın Gücü" isimli kitabımı gözünü kırpmadan 3000 adet basmıştı. O günlerde "çok serin duruşu var ama kesinlikle bu adam çılgın olmalı" diye düşünmediysem ne olayım! Sadece "kitap" işine odaklanan, bazen sevdiği bir kitabı, bazen sevdiği bir yazarı basma adına risk alan yapısını öğrenince de kararımı pekiştirdim: Ahmet Küflü kesinlikle çılgın bir Türk’tü!

Daha sonra Küflü ile birkaç kez daha görüştük, yazıştık. O hep çılgın bir Türk olarak kaldı! Çizgisinden, duruşundan en ufak bir taviz vermedi. Çılgın Türkler yazılarımdan sonra çok güzel bir teşekkür mektubu gönderdi. İlgisinden de ayrıca memnun oldum.

200’üncü baskıya kadar Çılgın Türkler kitabının arka kapağında benim yazılarımdan alınmış bir cümle kitabın "önemini" anlatmak için kullanılıyordu. Çılgın Türkler kitabının "sembolik" anlamını önemsediğim için bu alıntıyı da çok önemsiyordum. Ancak ne olduysa oldu, 200’üncü baskıdan sonra arka kapağa, şu sıralar Ortadoğu gazetesinde yazan Altemur Kılıç’ın bir sözü girdi. Mutsuz oldum... Ne kadar önemsemişim Çılgın Türkler’i... Haksız değilim ama mutsuzum işte!

Şiddetin nedeni din eğitimi azlığı!

Liselerdeki şiddet iki-üç haftadır gazetelerde masaya yatırılıyor. Çeşitli nedenler sıralanıyor. Okullardaki değişen sistemi suçlu bulanlar var, aileleleri suçlayanlar var, televizyonu suçlu bulanlar var. Ama bir neden var ki beni oturduğum sandalyeden yere düşürdü. Zaman Gazetesi kapaktan vermiş:

"Manevi boşluk ve moral değerlerden uzaklaşılması öğrenciyi kötü alışkanlıklara itiyor. Din eğitimi göstermelik oldu. Ahlaki gelişime bakılmıyor."

Ne demek bu? Devletin liseleri çöktü, Fetullah Hoca’nın liselerine el verin! İnsaf, pes! Daha ne diyeyim... Her şeyin çözümü din eğitiminde, cemaatleşmekte! Bıraksanız, bütün liseleri imam hatip lisesi yapacaklar... Dini eğitimini damardan verdik mi de her şey düzelecek. Ahlak, namus, ekonomi, çevre ve hava kirliliği...

Madem öyle niye İran’da her Allah’ın günü bir kadın taşlanıp, bir-iki kafa koparılıyor? İran’da din eğitimi yetersiz mi? ABD bizden daha dindar bir toplum, niye en fazla seri katil ABD’den çıkıyor?
Yazının Devamını Oku

Zokayı yutturmak

3 Nisan 2006
HTP’ nin yapmış olduğu Reklam Algı Etki Araştırması’nın geçen haftaki sonuçlarına göre son Cem Yılmaz’lı Opet reklamı % 42 oranı ile en fazla anımsanan, % 63’oranıyla da en çok beğenilen reklam. Geçen hafta sözünü ettiğim "eşek maskeli hırsızların" başrolde olduğu Total reklamı ise listeye bile girememiş durumda.

Kesinlikle yaratıcı fikri, "potansiyel mesajı" daha iyi bir reklam ama daha az bağırmasını bir yana bırakırsak, "beğenilecek noktaları", dolayısıyla "tutunma" etkisi az..Çünkü akıllara pelesenk olacak "yerel zokası" az.

Reklamın sonunda çıkaracaktı hırsızlardan biri diğerinin maskesini "Anır lan! Hani aldığımız benzin iyi çıkmazsa anıracaktın" diyecekti. Maskesi inen kepçe kulaklı hırsız da "Aiii..Aiiii" diye anıracaktı..

Bak Total reklamını da anımsamayan kalıyor muydu!

Burası Türkiye..Dikkati çekip akılda kalmanın yolu bu! Ha o zaman da Türkiye’de çekilip diğer ülkelerde de yayınlanacak Total reklamının, diğer ülkelerde yayınlanma şansı olurmuydu onu bilemem. Aslında bilirim. Olmazdı. Burası Türkiye ve Türkiye başka yerde yok!

Suyunu çıkarmak

HAVAYOLU firmaları arasındaki rekabet ilginç boyutlar almaya başladı. "Rekabet" kuralları açısından bir sorun yok ama promosyonlar, fiyat indirimleri, indirimlerin duyuruları "tüketici" sınırlarını zorlayacak nitelikte. Bir uçusta sınırlı sayıda koltuğun fiyatı dibe vurduruluyor, reklam yoluyla dikkat çekiliyor, yığın talep yaratılıyor...Sonra?

Sonrasını bilen yok. Promosyondan yararlanma şartları şeffaf değil. Kime "ucuz" bilet satılıyor bilmiyoruz. "Canım, ilk arayana satılıyordur işte daha ne olacak" akla gelen ilk mantıklı yanıt ama nereden bileceğiz öyle olduğunu? Gerçekten her uçuşta kaç koltuğun "dibe vurmuş fiyattan" satıldığını kim denetleyecek?. Promosyondan belki çalışanların eş dost ve akrabaları yararlanıyor tarafsızlılığın garantisini kim verecek?

Hem havayolu şirketleri bunu yapıyorsa yakında sinemalar, konserler, otobüsler, lokantalar, oteller, stadyumlar; yani koltuk satan diğer yerler niye böyle davranmasın?

Ben size yakında ne olacağını söyleyeyim. Gazete köşeleri, ilgili bakanlıklar şikayetten geçilmez. Bir süre sonra da bu tür "koltuk promosyonları" ya milli piyango idaresininin "özel çekilişler" kapsamına alınır ya da tüketiciyi koruma kanunun "kampanyalı satışlar" kapsamına..

Denetlemek için bir yol bulunur anlayacağınız. Ne diyoruz? Liberal ekonomilerde kendini denetleyemeyeni gün gelir denetlerler! Görünmez kural hep çalışır. Ama Türkiye gibi liberal zihniyetin tam da anlaşılamadığı ülkelerde firmalar ipin ucunu kaçırınca bazen yasa koyucular onlardan da vahşi olabiliyor. En iyisi öz denetim..

Herkes üniversitede okuyabilir mi

HER sorunu getirip ÖSS’ye bağlamak moda oldu..Bir haftadır gazetelerde okullardaki şiddet olaylarını okuyorsunuz, televizyonda dinliyorsunuz.

Ben de bu arada boş durmadım. Çok sayıda lise müdürüyle yüz yüze görüşme yaptım. Sorunları dinledim. Ve diyorum ki "sınıfta kalma diye birşeyin olmadığı" bir ilköğretim ve lise sisteminde iyi ki ÖSS var.

Çalışanla çalışmayanı, üniversite eğitimi için yeterli ile yeterli olmayanı birbirinden ayırmak hiç bu kadar önemli olmamıştı. Ve vurucu soru. Üniversite eğitimi her öğrenciye uygun birşey olmayabilir değil mi?

ÇEKİRGELİK

Bir insan düşmanlarını seçerken çok dikkatli olamaz.

(Oscar Wilde)
Yazının Devamını Oku

Markalar arası adalet

2 Nisan 2006
Lois Jones’un yazmış olduğu "İngiltere’nin en büyük ’low- cost’ (düşük maliyetli) havayolu EasyJet’in öyküsü"nü okuyorum. Bu bir bakıma EasyJet’i kuran Yunanlı işadamı Stelios Haji-Ioannnou’nun da hayat öyküsü. Sanmayın ki Stelios fakir bir ailenin çocuğu falan. Armatör babası ona önce gemi işi yapması için milyonlarca dolar vermiş. Daha sonra da başka işte kendini kanıtlaması için 5 milyon pound.

Stelios da Londra’ya gidip "low-cost" havayolu işine girmiş. "Bir kot pantolon fiyatına makul fiyatlı havayolu" sloganıyla işe başlamış. İki ay sonunda bir anket yapmışlar, bakmışlar ki İngiltere’nin sadece yüzde 3’ünün EasyJet’ten haberi var. Çoğu uçuşlar neredeyse sadece kabin görevlileri ve pilotlarla birlikte gerçekleştiriliyor. Stelios, ilk aylardaki başarısızlık karşısında ağlayacak hale gelmiş. Açmış kesenin ağzını ve üç ayda bir milyon dolar reklam kampanyasına harcamış.

Niye bunu yazdım? EasyJet daha Türkiye’ye gelmedi. Medyamız EasyJet’i, sahibini göklere çıkaran, stratejilerini anlatan haberlerden geçilmiyor.

Eğer yerli bir firma havayolu işine girseydi medyamız onu Türkiye’de dişe dokunur bir yere gelmeden ya da reklam kampanyasına başlamadan adam yerine koymazdı. Ama konu yabancı bir marka olunca daha Türkiye’ye gelmeden haberlere boğuluyor. Marka zihinlerdeki yerini alıyor. Sonra da o markanın Türkiye’de reklam meklam yapmasına gerek kalmıyor.

Bu haksızlık... Yerlilere haksızlık, önceden markasına yatırım yapanlara haksızlık. Haber tabii ki kutsal, "Çin seddi" tabii ki önemli, halkla ilişkiler şirketlerinin medyaya yaptığı katkı tartışılmaz. Ama bir haberi yaparken, bir yazıyı yazarken "markalar arası adaleti sağlamak" da en azından ölçütlerden biri olarak ele alınması gerekmez mi?

Mehmet Ağar’a dikkat

Türkiye’de siyasi konjonktür hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Başbakan’ın en küçük eleştiriye bile tahammülsüzlüğü, sadece ve sadece "İslamcı davaya gönül vermiş" eşi dostu sağa sola atama inadı, medyayı rakip "liderlerden" biri olarak görüp sürekli laf yetiştirme derdi AKP’yi uçumun kenarına getirmek üzere.

Hatta çok net söylüyorum, gündemdeki son "Türk-Kürt" gerginliği AKP’yi uçurumun kenarına getirdi!

Şimdi ne olacak? Oylar daha çok hangi partiye yönelecek? Sola yönelmesi tarihi olarak mümkün değil. Türkiye’de "sol" kesimin pazar payı sağolsunlar Baykal ve Ecevit sayesinde yüzde 20’lere geriledi.. Yüzde 80’in yüreği sağda.

Sağda kimler var belli... Ağar, Bahçeli, Mumcu. Kim şanslı?

Belki tahminim bazılarını kızdıracak ama bazı doğrular söylenmek zorunda. Zihinleri "Türk-Kürt" ayrımına zorlayan gündemdeki olaylara bakıldığında en güçlü aday Bahçeli gibi görünüyor.

Bahçeli şu ana kadar "provokasyonlar" karşısında ağırbaşlı, doğru politika izliyor. Ancak kamuoyunun sağduyusu "Türk-Kürt" olayında Türkiye’yi "kesin inançlılara" teslim etmez! Sağduyu, sorun Türkler ve Kürtler arasında duygu kayması (*) yaşanmadan çözülsün ister.

Bu nedenle Erdoğan’ın en güçlü alternatifi Mehmet Ağar... "Türk-Kürt sorunu çözse çözse Ağar çözer", " Ağar’ın yaptıkları yapacaklarının garantisidir" diyenlerin sayısı hızla artıyor. Mehmet Ağar da kendini daha fazla görünür hale getirir, alternatif lider özelliklerini güçlendirirse sürprize hazır olun. Henüz bu köşe yanılmadı!

(*) Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Can Dündar’a Türkler ve Kürtler arasında bir duygu kayması yaşanmasından korkuyorum demiş. Lacan’ın dil kuramlarına göre çözümlersek zihinlerde nasıl bölünmeye oynandığı çok açık.

Zoom’a Zoom’a Zoom

Bugün Hürriyet Zoom’un beşinci sayısı çıktı. İlk dört sayıyı biraz önce yeniden inceledim. Çok şaşırtıcı. Çok iyi bir iş. Niye?

Djital teknolojiler, görsel imajları çabuk okuyan, onlara bağımlı bir insan tipine doğru götürüyor bizi. Görsel imajların uygulamalı iletişimdeki önemi artıyor. Zoom bu trendi yakalamış. Bu yüzden çok iyi iş.

Zoom’da bazen bildiğiniz bazen de bilmediğiniz haberlerin neredeyse "sanat" kıvamında sayılacak fotoğraflarlarla süslenmiş öyküleri var.

(Biliyorum yine almadınız, "şimdi de çıkıp alamam" diyorsunuz. Tembellik yapmayın çıkıp bayinizden bir Hürriyet Zoom isteyin, pazar pazar bir Atıf Hoca-okur gerginliği yaşamayalım!)

Zoom’u okumak çok keyifli. Hürriyet niye gazete kategorisinde öncü, marka lideri, pazar lideri, fiyat lideri, her şeyin lideri. Niye Hürriyet’le boy ölçüşmek hayal? Zoom’a kısa bir "zoom" yapın anlarsınız.

İyi ki YÖK var

YÖK’e "çakmak" çok moda. Üniversite eğitiminden anlayan anlamayan YÖK’e çakıyor, bilen bilmeyen öğrenciyi YÖK’e karşı kışkırtıyor. YÖK öğrenciye ne yapıyorsa!

Sizin zamanınızda YÖK yoktu da ne oldu!

Kampüslerde sağcılar-solcular çatıştı. İslamcılar-Ükücüler çatıştı. Aleviler, Sünniler çatıştı. Türkler- Kürtler çatıştı. Kurtarılmış yurtlar, fakülteler, kantinler. Her gün 50 ölü, 150 yaralı. Eğitim yapılamadan diploma verilen okullar. Eli yüreğinde analar babalar.

Şimdi YÖK eleştiriliyor. "Üniversitede ses yok. Bu nasıl üniversite?" deniyor.

Ne istersiniz? Günde 100 ölü?

Sağolun almayalım. Öğrenciler derste! Üniversitede eğitim yapılıyor.

YÖK sistemi sorunsuz değil. Bu sorunlar oturulur, tartışılır çözülür. YÖK’ün yetkileri tartışılır; azaltılır, çoğaltılır.

Bildiğim YÖK’lü üniversite sistemi 1980 öncesine göre çok daha iyi bir üniversite sistemi..

İyi ki YÖK var!

Cafe Crown’un payı yüzde 37’ye ulaştı

Küçük okurlarımdan biri "Cafe Crown reklamındaki abi dişiyle fındık kırıyor ben de kırmak istiyorum, annem izin vermiyor" diye e-posta gönderince Cafe Crown üzerine yazmaya karar verdim.

Cafe Crown bundan 1 yıl kadar önce Şubat 2005’te piyasaya çıktı. Kahve pazarında o dönemde Nescafe, Jacobs gibi yabancı markalar baskındı.

Ülker’in marka yönetme ve dağıtım uzmanlığını Altınkılıçlar’ın (*) kahve uzmanlığı ile birleştirdi. Altınkılıçlar üretimi, Ülker markayı yönetmeye başladı.

Nescafe’nin açtığı yolda 3’ü 1 arada pazar bölümü üzerine gidildi. Ülker, ürünün tasarımında ve iletişimde kahve içmeye başlayan gençleri hedefledi. Reklamda gençleri gösterdi, gençlerle gençlerin dilinde konuştu.

Dikkat ettiyseniz "Cafe Crown arası" kavramını sadece reklam filminde değil ürünün gençlerle buluştuğu her noktada kullandı.

Sokaklarda gezici araçlarla yoğun tattırma promosyonları yapıldı. Üniversite aktiviteleri Cafe Crown’u hedef kitlesinin hayatına daha fazla soktu. Cafe Crown pazara sürekli yeni ürünler sundu, hep gündemde kaldı.(3’ü 1 arada pazar bölümünde ve hatta hazır kahve kategorisinde aromalı kahveler sadece Cafe Crown’da var.)

Eylül 2005’de ürün gamına fındık ve vanilya çeşitlerini ekledi. Ve Cafe Crown’un "bir aradalar" pazar bölümündeki payı yüzde 37’ye ulaştı.

Bir sure önce de karamel ve 2’si 1 arada (kahve ve krema) fındıklı çeşitleri de pazara verildi. Yakında da karamelli kahve yeni reklam kampanyası başlıyormuş.

Sonuç? Murat Ülker ilginç bir pazarlama dehasına, ilginç bir stratejik akla sahip. "Me too" (ben de) stratejisini her kategoride o kadar başarıyla uyguluyor ki, aldığı sonuçlar karşısında "bir gün de sen öncü ol!" diye kızamıyorum.

(*) Cafe Crown’un üreticisi Altınkılıçlar şu anda Türkiye’nin en büyük kahve ve çikolata üreticisi. Giderek yaygınlaşan Kahve Dünyası isimli cafeleri Starbucks’a rakip olmaya aday.

Böyle mi olmalı

Turkcell’de belli ki bir "iç operasyon" yapılıyor. Yapılır, yapılır. Buna kim karışabilir? Ama Turkcell, Türkiye’nin en önemli şirketlerinden, markalarından biri. Turkcell hisseleri yurtdışındaki borsalarda işlem gören, birçok ülkede operasyon gerçekleştiren bir dev.

İç operasyon böylesine "şirket yönetiminde sorun varmış" izlenimi bırakacak, "itibar değerlerine" zarar verme olasılığı yaratacak şekilde mi yapılmalı!

Hele de Turkcell Vodaphone gibi koca bir devle rekabet arifesindeyken! Aman çimenlere dikkat!

Çekirgelik

Herkes bir şey satarak yaşar. Siz ne satıyorsunuz?

(Robert Stevenson)
Yazının Devamını Oku

Bruce Willis için gidilir

31 Mart 2006
Bruce Willis’i "Mavi Ay"dan bu yana severim. Bu nedenle o kadar filmin arasından, kalktım 16 Blok’u seçtim. Willis’i izlemek keyifliydi. Amaaa... Filmin tamamından keyif aldım mı almadım mı tam karar veremedim. Ortada doğru dürüst bir aksiyon yok, sürekli bir şey olsun diye bekliyorsunuz, olduğu da yok.

Bir şey de olmadan biraz da Pollyanna bir sonuçla bitiyor işte film.

Kabul edelim senaryo, benzer öyküler olsa da zeki. Ama yine de filmde iyi gitmeyen bir şeyler var.

Sorun karakterler arasındaki ilişkilerin kurulmasında ve bazı saçmalıkların çok kör gözüm parmağına olmasında.

Koca otobüsün birden canlanıp daracık sokağa sıkışması saçma, Çinli apartman sakininin kimseye kapı açmazken birden kafasına saksı düşüp kapıyı açması saçma, son sahnedeki Bruce Willis’le diğer polisin birden mahkeme garajında karşı karşıya kalmaları saçma.

Dediğim gibi, yine de Bruce Willis seviyorsanız kaçırılmayacak bir film.

Birden sonuca girip filmin anlattığı öyküden söz etmeyi unuttum değil mi? Çok da ayrıntılı bir şey yok.

Willis Jack Mosely isimli hafif ayyaş polis rolünde. Tesadüf eseri tanıklık yapacak bir mahkumu mahkemeye nakletmek görevi ona veriliyor.

İki saat içinde birkaç blok geçip mahkumu mahkemeye yetiştirecek. Sıradan bir iş yani. Ama birileri geveze Mos Def’in mahkemede konuşmasını istemiyor. Kim bu kişiler acaba?

Bu arada Mos Def’in rapçi tadındaki gevezeliğinin zaman zaman komik durumlar yarattığını, filmin yönetmeni Richard Donner’ı da Çıplak Silah serisinden tanıdığımızı da belirteyim.

CUMA İTİRAFI

seytanimelek; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 36; İl: İstanbul

"Benim kocam fazla seks düşkünü. Bütün erkekler böyle mi? Her gün her gün de çekilmez ki! İnternetten değişik fanteziler bulup benim üzerimde uygulamaya kalkıyor. Ben istemiyorum tabii ki. Ben şey miyim? Kocam bu sefer kızıyor bana. Konuşmuyor."

Yorum: Bu itirafın iki noktasına taktım. Bir tanesi "internetten fantezi bulma". Diğeri ise "Ben şey miyim?"

Öncelikle beyefendiyi takdir etmemek mümkün değil! İnternetten fantezi bulmak herkesin aklına gelebilecek bir şey mi! Hanımefendi eşinin yaratıcılığına şapka çıkaracağı yerde şikayet ediyor. Gelelim "Ben şey miyim" noktasına. İtiraf sahibinden açıklama bekliyorum. Bir kadının kendini "şey" olarak algılamaması için haftada ne kadar normaldir? Hangi fanteziler kadının kendini "şey" olarak algılamasına yol açar? Yanıt gelsin sonrasına bakarız.

CUMA TAKINTISI

Hıdiv Kasrı’na çıkarken Paysage isimli lokantada kahvaltı deneyimimi yazmıştım. Hani kocaman kocaman çileklerden söz etmiştim. Geçen cumartesi de aynı lokantaya akşam yemeği için gittik. Tıka basa ağzına kadar doluydu. Yine manzara muhteşem... Mezeler salatalar da çok güzel. Ama kiremitte levrek inanılmazdı, inanılmaz. Paysage’da kayda değer bir de atmosfer var. Canlı müzik eşliğinde arkadaşlarla "hopbidi hopbidi" eğlenilecek bir ortam. Tam doğum günleri, evlenme yıldönümleri ve diğer özel günler için yaratılmış bir atmosfer. Ortaya çıkıp pop şarkılar eşliğinde "şakkada şukkada" oynamak istiyorsanız Paysage’a takın derim bu hafta sonu. Çok seveceksiniz. Ahçımızın hafif bir marul takıntısı var, akşam yemeğinde marul görmek kahvaltıdaki kadar "itici" durmuyor!

CUMA ALINTISI

"Seks normal bir olaysa niye "seks nasıl yapılır" diye çok sayıda kitap var?"

(Bette Midler)
Yazının Devamını Oku