Ali Atıf Bir

Bu filmi televizyoncular mutlaka görmeli

24 Şubat 2006
İyi Geceler İyi Şanslar, her gazetecinin, her televizyoncunun, her iletişimcinin görmesi gereken bir film. Hem sinematografik başarısı, hem de konusu nedeniyle. George Clooney, ikinci filminde beni de şaşırttı. Hem bu kadar yakışlıklı ol, hem de toplumsal konulara bu kadar duyarlı ol, olacak iş değil. Tabii ki Clooney hayranları da gerçek Clooney ile yüzleşmek istiyorlarsa yine İyi Geceler İyi Şanslar’ı kaçırmasalar iyi olur.

Sakın filmi izlerken eğleneceğinizi falan sanmayın. O bir yarı belgesel. Günün anlam ve önemine uygun bir şekilde çekilmiş, çok iyi de kurgulanmış bir film.

Amerika’da televizyon yayıncılığının ilk yılları. Televizyon gazeteciliğinin de... Edward R. Murrow, gözüpek araştırmacı gazeteci. Komünist avına çıkan McCarthy’ye karşı hiçbir şeyden korkmadan inatla demokrasi dersi veriyor.

İşte filmin niye görülmesi gerektiğini özetleyecek iki alıntı. Film 1958 yılında Ed Murrow’un girdiği mücadeleden başarıyla çıkarak, bir toplantıda yaptığı şu konuşmayla başlıyor:

"Tarihimiz biz ne yaparsak odur. Ve bundan 50-100 yıl sonra tarihçiler üç yayın ağını inceleyecek olursa, renkli ve siyah beyaz olarak yaşadığımız dünyanın gerçeklerinde yozlaşma, dalalet ve tecritin izlerini görecekler. Şu anda şişman, rahat ve zenginiz. Sevimsiz bilgilere karşı bir alerjimiz var. Kitle medyamız bunu yansıtıyor. Ama göbeklerimizden kurtulup, televizyonun dikkatimizi dağıtmak ve bizi gerçeklerden koparmak için kullanıldığını göremezsek televizyon sahipleri, çalışanları ve izleyenleri bambaşka bir tabloyu çok geç fark edebilirler."

Ve yine aynı toplantıda konuşması şu sözlerle bitiyor:

"Tarih bizim yazdığımız şeydir. Böyle gidersek tarih öç alacak ve ceza bize kesilecek. Bilgi ve fikrin önemini bir an kenara koyalım. Normalde Ed Sullivan ile geçecek bir pazar gecesini Amerikan eğitimi üzerine bir araştırmaya ayırdığımızı düşleyelim. Birkaç hafta sonra Steve Allen’ın zamanında Amerika’nın Ortadoğu politikasını tartıştığımızı... Sponsorların şirket imajı zedelenir mi? Hissedarlar ayaklanıp şikayet eder mi? İnsanların kendilerinin ve şirketlerinin geleceğini belirleyecek konular hakkında birazcık bilgi edinmiş olmaları dışında ne olabilir? ’İnsanlar umursamaz, kayıtsızdır, içe kapanıktır’ diyenlere tek bir cevabım var: Bu düşüncenin aksine oldukça fazla kanıt var. Haklı olsalar bile, ne kaybederler? Çünkü haklılarsa bu alet (televizyon) eğlendirmek ve dikkat çekmek dışında bir işe yaramıyorsa işte tüp şimdi titriyor ve yakında bütün kavganın kaybedildiğini fark edeceğiz. Bu alet (televizyon) öğretir, aydınlatır ve ilham verir. Ama bu kullanan insanların amaçlarının ne kadar istediğine bağlıdır. Yoksa (televizyon) sadece ışık ve kablo dolu bir kutudur. İyi geceler ve iyi şanslar."

Bilmem bu alıntılar filmin tadı konusunda bilgi veriyor mu? Türkiye’de televizyon sadece ışık ve kablo dolu bir kutu olarak kabul ediliyor olabilir mi? İyi Geceler İyi Şanslar’ı izlerken aklınıza bu sorunun takılacağına emin olun. Clooney Oscar alabilir mi? Ben daha önce seçimi mi yapmıştım; Münih. Alırsa sürpriz olur.

Devrimci diyet kitabı

Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen çok ilginç bir kitap yazmış. Adı; "Hastalık üreten yaşam tarzımız nasıl değişir?"

Yeşilçimen bir yıl içinde Türkiye’de ortalama 430 bin kişinin öldüğü bilgisini veriyor. Daha sonra da bunlardan 372 bin kişinin yaşam tarzlarını değiştirmedikleri için öldüklerini söylüyor. Nedeni de küreselleşme. Bize dayatılan yaşama, yeme içme, oturma kalkma, yatma sevişme biçimleri.

Yeşilçimen bir yandan "diyet" öneriyor, diğer yandan küreselleşmeyle, kapitalizmle hesaplaşıyor. Çaktırmadan derinden. Yok yahu, ciddi ciddi çaktırarak...

Sonuçta görüyorsunuz ki, ortaya ciddi bir devrimci diyet kitabı çıkmış. Belki de dünyada bir ilk. Çok da ilginç. Kapaktaki resim de kitabın mesajını özetliyor. Tahta bir kukla, bir makas iplerini kesiyor.

Peki bize verilen akıl hiç mi işe yaramıyor?

Yelken gezileri başlıyor

Türkiye’nin ilk yelken akademisi olan İstanbul Sailing Academy, yeni Sun Odyssey 29.2 tekneleriyle yelken gezileri düzenliyor. Bu gezilerde sadece denizin ve rüzgarın tadını çıkarmak ya da aynı zamanda yelken eğitimi almak mümkün. İstanbul çıkışlı geziler farklı sürelerde ve farklı rotalarda gerçekleştirilebiliyor.

SEAS Group’a bağlı İstanbul Yelken Akademisi eğitmeni eŞliğinde düzenlenen gezilerde Adalar-Marmara Adası-Silivri-Mudanya rotaları izlenebiliyor. Ayrıca Marmara Denizi’ndeki küçük ada ve koylara da uğranıyor. Akşamları mangalda et ve balık partileri düzenleniyor. Gezi süresince isteyen katılımcılar sadece denizin keyfini sürerken, isteyenler de yelken eğitimi alabiliyorlar. Tekneyi eğitmensiz kiralamak isteyenler ise, İstanbul Sailing Academy eğitmenleri tarafından seviyeleri belirlendikten sonra yelkenli kiralayıp bu keyifli geziye kendi başlarına çıkabiliyorlar.

Dokuz metrelik Sun Odyssey 29.2 gezi yelkenlisinde 4 kişilik yatak kapasitesi bulunuyor. Ayrıntılı bilgi, www.istsailing.com adresinden ya da (0216) 449 95 60 numaralı telefondan alınabilir.

CUMA İTİRAFI

yoşovoima; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 29; İl: İstanbul

Babam gençlik yıllarında kendi hayvanlarının çobanlığını yaparmış. Yine bir gün hayvanları otlatmaya götürürken yan köylerinde yaşayan bir kıza rastlamış ve çok beğenmiş. Sorup soruşturduktan sonra kızı istemek üzere dedemi göndermiş. Adetler gereği babam gitmemiş. Kızı vermişler ama yaşı daha büyük olduğu için evlilik sırasında birinci olan kızı vermişler. Verdikleri kız şu anda annem, babamın beğendiği kız ise teyzem!

Yorum: Öyküde sadece hayvanların durumundan haber yok! Onlar nerede! Sağlamlardır değil mi?

CUMA TAKINTISI

Şu sıralar Uludağ’a çıkıldıysa yapılacak en güzel şeylerden biri et mangal sefası. Adres ise Teleferik’in hemen yanındaki Pala Dayı. Hayatınızda böyle yumuşak, böyle sinirsiz, böyle lezzetli et yediniz mi acaba! Yemelisiniz ama... Pala Dayı, hayvanları Uludağ eteklerinden, Gönen’den topluyormuş. Lezzetin sırrı da bu. Pala Dayı, ölmeden mutlaka uğranacak yerlerden biri.

CUMA LAKIRDISI

"İnsanoğlu birkaç dakika havasız yaşayabilir, susuz iki hafta, besinsiz iki ay, yeni bir

fikri olmadan yıllarca, ta ölene kadar yaşayabilir." (Kat Ruth)
Yazının Devamını Oku

Bana bir şey olmaz, herkese olur...

23 Şubat 2006
İzninizle biraz medya ve şiddet konusuna takılmaya devam edeceğim. Sapla saman birbirine karıştı. Biraz netleşelim... İlk inanış ya da mit neydi? Medyada şiddetten ben etkilenmem, diğerleri etkilenir.

1996’da Whitman’ın ABD’de yaptığı araştırmaya göre insanların yüzde 88’i medyanın kişisel olarak kendilerini etkilemediğini söylemişler. Ne güzel!

Ama bu görüş yanlış.

Çünkü medya sürekli şekilde herkesi etkiler. Mesajlar şiddet içerdiğinde de insanlar olumsuz etki riski altındadır.

Aynı kalp krizi riski gibi... Düzenli beslenmezlerse herkes kalp krizi geçirmez ama bazıları daha fazla risk altındadır.

Günlük hayatta (siz dahil) insanlar medyanın birikimli etkilerini pek önemsemezler, çünkü önlerinde kanıt yoktur.

Başkaları etkilenir diye düşünürler.

Bunun adı "üçüncü kişi etkisidir"...

Son zamanlarda Türkiye’de dizilerdeki, filmlerdeki cinayetleri, intiharları taklit eden çocuk davranışları gözleniyor. Birçok aile çocuklarının televizyondaki Tayland boksunu, karate filmlerini izleyip sağa sola saldırdıklarından, tekme attıklarından yakınıyor.

Hatta hayvanlara işkence eden çocuk sayısında bile artış gözlemleniyor.

Biz büyüklerde ise böyle davranışlar yok. Yani biz etkilenmiyoruz. Öyle mi? Araştırmalar böyle demiyor. Sorulacak soru şu: Medyaya kısa ya da uzun süreli maruz kalmanın etkileri nelerdir?

Güney Afrika’da televizyon, cinayetleri iki katına çıkarmış...

Medya ve şiddet üzerine yapılan araştırmalar, medyanın çok fazla etkisini gösteriyor ama bunlardan üç tanesi çok önemli. İlki utanmazlık ve çekinmezlik, ikincisi korku, üçüncüsü duyarsızlaşma...

Günlük hayat içerisinde bu etkilerden hiç söz etmeyiz ama asıl önemsenmesi gereken bu etkilerdir.

Yapılan medya araştırmalarının tamamı, bu etkilerin meydana geldiği konusunda aynı sonucu verirler. Diğer etkiler konusunda farklı sonuçlar vardır ama bu ayrı sonuçlar da diğer etkilerin önemsiz olduklarını göstermez.

Neymiş diğer etkiler?

Taklit, yeni davranışı tetikleme, çekici kılma, uyarılma, eyleme hazır kılma, katharsis...

Medyanın etkileri konusunda sözü bir konuya getirmek gerekir. O da etkinin zamanı...

Soruyu soralım... Medyadaki şiddet hemen etki yapar mı?

Diyelim iki çocuğunuz var. Televizyonda çok şiddetli bir araba kovalamaca sahnesi izliyorlar. Birden kalkıyorlar ve birbirlerini kovalamaya, itmeye başlıyorlar.

Bu ne demek?

Çocukların televizyondaki görüntüden etkilendiklerini söyleyebilir miyiz?

Evet.
Çocukların kan basıncı arttı, nabzı yükseldi...

Bir korku filmi izledikten sonra çocuğunuz bir haftaya yakın görüntüleri beyninde taşıdı, uyku sorunu yaşadı.

Çocuğun korku öğelerinden etkilendiğini söyleyebilir miyiz?

Evet. Filmden önce sorun olmadığına göre...

Bu tür kısa süreli etkileri ölçmek araştırmacılar için kolay. Çünkü uyarıcı belli, sonuç olarak davranış da gözlenir nitelikte...

Ya uzun süreli etkiler...

Ancak medyada şiddet deyince kendimizi böyle yukardaki gibi anlık etkilerle ya da kısa süreli etkilerle sınırlandıramayız.

Bazı etkiler vardır ki ortaya çıkması için uzun süre gerekir.

Bir çikolata bir şey yapmaz ama ya çikolata kürü yaparsanız?

Cilt hastalıkları başlayabilir, değil mi?

Medyadaki şiddetin birikimli etkisi de biraz böyledir.

Onca yükü taşıyıp, bir tüy değince yere yıkılan deve gibi...

Örneğin Williams’ın 1986 Kanada’daki araştırma sonuçlarına göre çocuklar sürekli televizyonda şiddete maruz kaldıktan iki yıl sonra ısırmaya, vurmaya, kırmaya başlamışlar.

Brian Centerwall’in araştırmasına göre televizyon ABD, Kanada ve Güney Afrika’ya girdikten 10 ile 15 yıl içinde cinayet oranları ikiye katlanmış. Centerwall bu tırmanışta şehirleşmenin, silah artışının da etken olduğunu söylüyor ama en önemli etki televizyonla büyüyen çocuklar...

Hangi uğraşı çocukluktan itibaren yapmaya başlayınca daha iyi yapmıyoruz ki...

Bu konuya tabii ki devam ececeğiz. Çok önemli... Çoook...

Tırtıl

Bildiklerimiz bilmediklerimizin milyonda biri değil...

(Thomas Edison)
Yazının Devamını Oku

İbrahim Tatlıses beni ne yapar...

21 Şubat 2006
Pazar Günü Pazar Sabah’ta Balçiçek Pamir’in İbrahim Tatlıses röportajı vardı. Beklendiği üzere konu dönüp dolaşıp benim İbrahim Tatlıses’i eleştiren yazılarıma gelmiş. Tatlıses’e göre okumuş olabilirmişim ama onun kalitesinde değilmişim. O adammış, ben adam kılığında dolaşıyor muşum... Neden? Çünkü ona göre hiçbir garibanı doyurmamışım.

Ne diyeyim ben şimdi! Öncelikle Tatlıses’in söyledikleri terbiye sınırlarını aşan şeyler. Ama o sınırları aştı diye küsüp doğruları söylemekten kaçınacağım diye bir şey yok.

İşim karın doyurmak değil, beyin doyurmak!

Garibanlığı tamamen ortadan kaldırmak...

Tatlıses’le ilgili yazdıklarımı bir kere daha yineleyeyim. Çünkü ne söylediğimi anlamadığı çok belli. Bunun da eğitimle falan ilgisi yok. Hiç kimseyi eğitimsiz diye küçük görmedim. Görmem de...(Ben eğitimli ne hödükler gördüm, bu konuyu benden daha iyi bilen olamaz) Tatlıses anlamak istemiyor... Onun kalitesinde ve kapasitesinde birisi iki paragrafı anlayamıyorsa tekrar tekrar yazarım olur biter.

Özeti şu... İbrahim Tatlıses’in Allah vergisi çok iyi bir sesi var.

Bu sesine yakışan çok iyi işler yapıyor. Mesleğini çok iyi icra ediyor... Ama kadına ve silaha bakışıyla toplumu yanlış yönlendiriyor.

Kabadayı kültürünü azdırıyor, kabadayı kültürünü pekiştiriyor, silaha özendiriyor. Çok seveni var. Bu nedenle tehlikeli sularda dolaşıyor.

Düşünün! Tatlıses, yazılarım üstüne altı yedi ay önce beni Eskişehir’den aramış ve konuşmak istemişti, yerimde yoktum. Sekreterimle konuşmuş... Döndüğümde sekreterim aynen şöyle diyordu: Hocam dizinden vurduracak valla seni.

Balçiçek Pamir’in röportajını eşim Çisil bu pazar günü okudu. Bana döndü: "Ne olur karşı bir şey yazma, seni de vurdurur..."

Türkiye’nin en sevilen starının, en çok izlenen starının imajına bakar mısınız! Onu eleştirdiniz mi herkes vurulacağınızı sanıyor.

Sözünü ettiğim etki işte bu... Tatlıses röportajda "kabadayı" olmadığını söylüyor ama herkes onu "kabadayı" sanıyor...

Buna iletişim yönetiminde algı açığı derler.

Eğer Tatlıses bu açıktan memnun değilse açığı kapatmak için bir şeyler yapmalı... Algı açığı konusunda bana inanamıyorsa bir araştırma yaptırsın, gerçeği kendi gözüyle görünce, nasıl olsa bana gerek kalmadan o gerekeni yapar. Bekliyorum.

Şiddet konusunda kaygılar artıyor

Pedagog Hakan Emanetoğlu’ndan "medya ve şiddet mitleri" yazıma katkı geldi. Emanetoğlu, 1997’de Baltaş’lar tarafından yapılan bir çalışmanın bulunduğunu anımsatıyor. Nasıl unuturum Baltaş’ların araştırmasını Hakan! Bu araştırma 1997 yılında Reklamverenler Derneği’nin desteğiyle yapılmıştı.

Baltaş’lar tarafından yapılan araştırmada, en çok izlenen 4 kanalda yedi gün boyunca olumsuz görüntülerin oranı 3868-6106 arasında değişirken, olumlu görüntülerin oranı 1412-2183 arasında değişmişti.

Baltaş’ların araştırması şüphesiz yokluk içinde medyadaki şiddeti tanımlayan önemli bir araştırmadır ama şiddeti tanımlama ve ölçme yöntemi tartışmalıdır. AGB verilerine göre Türk insanı günde 4 saatten fazla televizyon izliyor.

Türk televizyonlarında gösterilen filmlerin yüzde 62’sinde şiddet ögesi olduğu saptandı.

Bu yüzde oldukça yüksek. Bu konuda ABD’nin bile fersah fersah ötesine geçmişizdir. Ailelerin televizyonda, bilgisayar oyunlarında çokluğunu hissettikleri şiddet karşısında kaygıları gün geçtikçe artıyor.

Artan kaygılara rağmen Türkiye’deki akademisyenlerin televizyon ve şiddet konusunda bilgi üretimi sıfır!

RTÜK’ün "dostlar alışverişte görsün" diye yaptırdığı araştırmaların hemen hemen hepsi yöntem yanlışları ile dolu.

Yapılacak tek şey çoğunluğu ABD kökenli medya ve şiddet araştırma sonuçlarına bakıp Türkiye için çıkarımda bulunmak.

Bu mümkün. Ben de Perşembeye başlıyorum. Daha ne yapayım..

Tırtıl

Darvin haklı olsaydı köpeğimin şimdiye kadar konserve açmayı öğrenmesi gerekirdi (Ricky Gervais)

Yazının Devamını Oku

AdViral, Advergames Adverblog, Adposting...Ne lan bunlar? (*)

20 Şubat 2006
MOBİL telefonlar ve internet çıktı pazarlamaya, reklamcılığa birşeyler bir şeyler oldu. Öncelikle dili çok hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Viral pazarlama, advergames, adverblog, advertiment, adpodcasting, online reklamcılık. "Ama bu terimler ingilizce?" diyeceksiniz. Ne yazık ki öyle, teknolojiyi, yöntemi geliştiren zihinlere de hakim oluyor. Ya anında türkçeleştireceksiniz ya da teslim olacak en azından teknolojiyi kullanacaksınız.Yeni terimler için Türk Dil Kurumu’nda komiteler çalışadursun biz olayın pazarlamaya, reklamcılığa yansımasına şöyle bir göz atalım. Junifer Research araştırma şirketine göre GSM şirketlerinin mobil oyunlardan geliri 2004 yılında 3.1 milyar dolarmış. Tahmin edin bakalım 2009 yılında ne kadar olacak? Tam 18.5 milyar dolar..

Böyle bir gelişimin arkasında ne pazarlama ne reklamcılık duramaz. Elinde ulaşılacak hedef kitlesi olan yeni kişisel temas noktalarıyla da onlara ulaşmaya çalışıp şansını en azından bir dener. Reklam amacıyla "mobil" oyunlar yaratır (advergames) aktarılası mesajlar, etkinlikler geliştirir (viral marketing), kitap, öneri, haber kurgulayıp (adposcasting) temas noktalarına salar. Örnek vereyim. İnternette bmw.audiobooks.com sitesine girin. Orada ipodunuz için yazılmış iki adet kitap göreceksiniz. Aktarın okuyun. İki kitap da yazılmak üzere Aynı şekilde Maybelline’ın Fransa’daki sitesine girin, ipodunuzda dinleyebileceğiniz "güzellik" önerileri bulacaksınız, yükleyin, dinleyin. İki haftadır Kurtlar Vadisi, Derby ve Gilette üçgeninde yazılar yazıyorum. Hiç Gilette’in Türkiye’ye özel geliştirdiği dijital projeleri duydunuz mu? İlk örnek www.jiletgibi.com.15-35 yaş arası erkekleri hedefleyen, onlar arasında bir "cemaat duygusu" yaratmayı amaçlayan bir portal.Proje Altın Örümcek web ödülleri, komünite dalında en iyi yeni site ödülü kazandı.

İkinci örnek bir viral pazarlama örneği. Gilette bu "reklamoyunu" projesi ile jiletgibi.com sitesini bilenlerin sayısını arttırmak istiyordu. Siteye girince, ekrandaki kadınların elbiselerini uygun şekilde çıkaranlar, Gilette ürünleri kazandı. Oyunu beğenenler de arkadaşlarına "forward" edip, "sen de oynasana lan çok güzel" diye site adresini yaydılar.(bkz: www.litespell.com/misc/jiletgibi_ol_report_fin.pdf) Üçüncü örnek Gillette’in geçen yaz ikincisi düzenlenen Outdoor Challenge etkinliğine başvuruları sadece internet sitesi üzerinden alması. Katılımcılar sadece internete girerek bu etkinliğe kaydolabildiler. (bkz: www.Kendinigoster2.com) Dördüncü ve son örnek Gilette’in M3Power lansmanı için geliştirdiği bir reklam oyunu. Amaç yine viral olarak mesajı genişletmek, ürünü duyan sayısını arttırmak. Oyunda M3 yakışıklıları bir çeşit kız alama harekatındalar! www.kizarkadasiminarkadasi.com Sonuç ne peki? Sonuç şu... Gilette hala televizyonu, basını, açık havayı radyoyu reklam medyası olarak kullanmaya devam ediyor. Ama teknolojinin getirdiği yeni dijital temas noktalarını yoklamayı ihmal etmiyor. Çünkü kim ne derse desin değişimin yönü henüz belli değil. Teknoloji, web herşeyi değiştiriyor ama çoğu global firma bir kayığın içinde, bir kürekle kitle medyalarına, gazeteye, televizyona sıkı sıkı tutunuyor, diğer kürekle karşı kıyıya ulaşmak için küçük küçük dalgalar oluşturuyor. Kayık her an geri dönebilir, ileri de gidebilir. Belirsiz olan tüketici. Ne yapacağı henüz çok belli değil. Çok dikkatli olmak lazım çok. Bilgiye en fazla gereksinim duyduğumuz bir noktadayız. Araştırma yatırımlarınızı mutlaka arttırın.

(*) Sayın Başbakan’ın "Lan’ı Ulan’ı" prim yaptığına göre niye başlıkta kullandığım bir "Lan" iş yapmasın! Yaptı mı?

(Not: Gilette’in dijital pazarlama uygulamalarını gerçekleştiren Can Saraçoğlu’na sağladığı bilgiler için teşekkür ederim.)


Allah’tan başka korkusu olmayan Başbakan

BURSA’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın türban yasağı üzerine yaptığı açıklama müthiş bir konumlandırma. Ne demiş Başbakan? "Yasaklar kalkıyor, her yeri deliyoruz, bazen komprasör gerekiyor ama olsun Allah’tan başka korkumuz yok.." Bu ne demek? Anayasa’dan korkmayız, yasalardan korkmayız, danıştay kararlarından korkmayız, MGK’dan korkmayız, Atatürk devrimlerinden korkmayız, askerden korkmayız. Neden korkarız? Sadece Allah’tan, sadece Kuran’dan. Konumlamayı görüyor musunuz? Aslında Erbakan’la Tayyip Erdoğan’ın marka özüne baktığımızda hiçbir farkları yok. Yok ama Erdoğan fark "varmış gibi yapıyor." Ama dil psikolojisi diye bir şey var. Bir an geliyor, gerçek konumu ortaya çıkarıyor.
Yazının Devamını Oku

Derby’nin bir sitesi varmış

19 Şubat 2006
DERBY tıraş bıçağının üreticisi Azmüsebat’ın Yönetim Kurulu Başkanı Bekir Cansu’dan, geçen haftaki "Kurtlar Vadicilere Derby" yazıma itiraz geldi. Cansu, "Derby yeni ürün geliştirmiyor, taklit ediyor. Üstelik internet sitesi bile yok" sözlerimin "maksadı aştığını" ifade ediyor. Derby’nin bir internet sitesi varmış: www.derby.com.tr <http://www.derby.com.tr>. Girdim, baktım, gerçekten de var. Sadece ürün demosu yapan bir reklam sitesi... Ama olsun var. Ben Google’da arayıp bulamamıştım. "Bile" nitelemesi için özür dilerim.

Cansu şöyle diyor: "Derby ister yeni ürün geliştirir, ister geliştirmez, bu Derby’nin bileceği iştir. Kaldı ki, Derby’nin kendine özgü tasarımıyla, Türkiye’de üretip piyasaya sunduğu 3 bıçaklı kullan-at tipi tıraş aleti gibi bir ürün, nedeni belirsiz (!) şekilde övülmeye çalışılan, Gillette’de bulunmamaktadır."

Ben ne demişim? "Yeni ürün geliştirme kararını ben mi vereyim" demişim. Hayır. Tabii ki Derby istediği pazarlama stratejisini seçmekte serbesttir. Ama kozlarını "yenilikçilikten" yana oynamadığında da "yenilikçidir ya da değildir" demek benim bileceğim bir iştir... Tıraş bıçağını, 2’li, 3’lü tıraş bıçaklarını Derby icat etti de benim haberim mi yok?

Gillette’yi nedeni belirsiz (!) şekilde övdüğüm iddiasına gelince... Türk aklının komplo üretme yeteneğine hayranım. Hürriyet Cuma’da "Kurtlar Vadisi Irak" filmini eleştirince "Amerikan ajanıymışsın da haberim yokmuş, dikkat et gözüm üzerinde" diye tehdit edenler çıktı. Bekir Cansu da beni "1895’te kullan-at tıraş bıcağını bulan King Gillette’in ajanı" yapmış çok mu?.. Ne yapalım, katlanacağız. Türkiye’de sert esen rüzgarlara karşı durup yazı yazmanın bedeli ağır. Katlanacağız.

YERLİ MALI HERKES KULLANMALI

Cansu
mektubuna şöyle devam ediyor: "Derby yüzde yüz Türk sermayesiyle Türkiye’de üretim yapan tek tıraş bıçağı ve tıraş sistemleri fabrikasıdır. 600 kişiyle çalışmaktadır. Türk mühendis ve işçisinin üretmediği hiçbir malı pazarlamaz. Ürettiği tıraş bıçaklarının ve tıraş sistemlerinin tasarımı, teknolojisi, üretimin gerçekleştirildiği makinelerin üretimi ve teknolojisi Türk mühendislerinin eseridir. Derby yurtdışına hiçbir ’know how’ ücreti ödememektedir. Pek tuttuğunuz Gillette, Türkiye’nin iki tıraş bıçağı fabrikasından biri olan Permasharp tıraş bıçağı fabrikasını satın almış, kapatmış ve makineleri Polonya’ya taşımıştır. Gillette’nin Türkiye’de sattığı hiçbir ürün Türkiye’de üretilmez, hepsi ithaldir."

Cansu
’nun mesajı "Derby’yi küçük düşürdüğüm" sonucuyla bitiyor. Oysa yazımda, Bekir Cansu’nun söylediğinden başka bir şey demedim. Derby reklamlarında "Ali Desidero karakteriyle milliyetçi damarı gıdıklayıp yerli malıyım" diyor, Kurtlar Vadisi de aynı kökten geldiğine göre Derby ve Kurtlar Vadisi hedef kitlesini örtüştürmenin neresi küçük düşürme?

RÖK’ün denetimini yaptığı Uluslararası Reklam ve Uygulama Esasları "Reklamlar ırk, ulusal köken, din ve cinsiyet veya yaşa dayalı ayrımcılık kurulmamalı ve ayrımcılığı desteklememeli, insan saygınlığına hiçbir biçimde zarar vermemelidir" der.

Bu köşeyi okuyanlar bilirler. "Türkiye’nin globalleşen dünyada global formatlarda çalışan firmalara gereksinimi var" düşüncesini savunurum. "Yarın Bekir Cansu da, ’maliyetler’ zorladığında gerekirse Rusya’ya da fabrika açmayı bilmeli" diye düşünürüm. Gerektiğinde de işinde uzman yabancıları istihdam edebilmeli. Örneğin Gillette’in şu anda kullan-at bıçakları Rusya’dan geliyor. Fabrikasının başında bir Türk var: Ali Rıza Ganioğlu.

Buna rağmen yıllardır Derby’nin mesaj stratejisinin "ulusal köken ayrımcılığı" madde kapsamında değerlendirilemeyeceğini "global rekabet" karşısında "Türklük" konseptinin de "hakaret" içermediği sürece kullanılabileceğini savunmuşumdur.

Adil olan budur. Hal böyleyken "Türkçülere Derby", Batıcılara "Gillette" deyince nasıl "hain" oldum onu anlamadım. Burası Türkiye, buradan çıkış yok... Savununca sizden iyisi yok, karşıt iki söz söyleyince "hain, uşak, satılmış".

Derby’nin de 3’lü kullan atları için Amerikan Safety Razor’dan destek aldığını biliyordum ama demek ki yanılmışım. Madem bu kadar yerliyiz, niye ismimiz Derby Samurai o zaman?

Kemiksiz adam

GARANTİ’ye Shop and Miles’ı, Bonus Card’ı markalaştırmak yetmedi şimdi de yeni bir kart markalaştırmaya çalışıyor: Flexi Card.

Niye mi Flexi Card? Kredi kartı pazarının güçlü oyuncuları World Card, Axess Card, Maximum ve Bonus Card. Garanti Bankası kredi kartı pazarında pazar payını arttırıp lider olmak istiyor da o yüzden... Pastadan birkaç ısırık daha koparmanın yolu da nereden geçiyor? Tabii ki karşılanmamış gereksinim alanlarını karşılamaktan... Şu ana kadar hep bir kartı ediniyor, sonra nerede geçtiğine bakıyorduk. Flexi’de baştan "Şurada geçsin" diyorsunuz. Çaktınız mı durumu?

Flexi’nin televizyon, gazete, raket reklamlarında kullandığı "kemiksiz, her şekle giren adamı itici bulanlar" olsa da kartın özündeki esnekliğin, "kemiksiz adamla" iyi bir şekilde kafalara kazındığını düşünüyorum.

Merakım "kemiksiz adam" esprisinin geleceğe nasıl taşınacağı. Bir peruk Bonus Card’ı Türkiye’nin en başarılı markalarından biri yapmaya yetti.

Bir "kemiksiz adam" bakalım Flexi Card’ı ne yapacak? Aynı "kemiksiz adam" sürekli mi kullanılacak. Yoksa dünyada çok sayıda kemiksiz adam var da bizim haberimiz mi yok! Aynı "kemiksiz adam" kullanılırsa iticilik sorunu nasıl aşılacak? Bekleyelim görelim.

Bu arada reklamdaki oyuncu Daniel Browning Smith... Dünyanın en ünlü "contortionist"i, yani vücudunu eğip büken akrobatı...

Smith vücudunu şekilden şekle sokup üç kez de Guinness rekorlar kitabına girmiş. Kendini lastik çocuk olarak konumlandıran Smith’in vücudunu başka ne hallere sokabildiğini görmek istiyorsanız rubberboy.com sitesine girmenizi öneririm.

Aslında Flexi reklamları için niye yabancı birini bulmuşlar ki... Türkiye’de para ve iktidar uğruna her yere oynayan, her yeri oynayan kemiksiz o kadar çok insan var ki!

Son olarak "Esnek Card" değil de niye Flexible’ın Flexi’si değil mi? Ama "Esnek" deyince de havası olmuyor be... Niye her şeyi İngilizce söyleyince pek bir havalı oluyor ki?

Bakanlık mahkemelik, Türkiye ’amatör’ görüntüyle tanıtılıyor

TÜRKİYE’nin 2006 tanıtımlarını üstlenen Wunderman’ın çektiği ve İngiltere’de yayınlanmaya başlayan reklam filminin Rehberler Derneği’nce "bilgilendirme" toplantısında protesto edildiğini yazmıştım.

Wunderman Başkanı Atilla Aksoy yanıt göndermiş. Wunderman yeni filmi havalar düzelince çekilecekmiş. Şu anda basın/dergi/outdoor kampanyalarına ağırlık verilmiş. İngiltere’de ise özel bir durum söz konusu imiş. Pazar daha önce hareketlendiği için hemen bir filmin devreye girmesi gerekmiş. Eski çekimlerden masa üstünde bir şeyler yapalım denmiş. Ama bakanlık Ddf’le mahkemelik olduğu için eski kopyaları alıp Wunderman’a bir türlü ulaştıramamış. Bu nedenle Wunderman "amatör" görüntülerle tur operatörlerini isteğini yerine getiren bir film yapmış. Aksoy mektubunu şöyle bitiriyor: "Marjinal diyebileceğimiz bir bölümünü oluşturan ve sadece bu boşluğu doldurma amacıyla yapılmış filmi ’Wunderman Türkiye tanıtımını böyle yapıyor’ diye naralar atarak halk oylamasına sunanların hangi amaca hizmet ettiklerini tahmin etmek mümkün. İşin en üzücü yanı, bu propagandayı yürütenlerin bütün bu gerçeği ve kampanyanın ağırlıkla basın ilanlarıyla başladığını biliyor olmaları. Yaratıcılık iddiası taşımayan filmin zaman kaybetmeden devreye girmesiyle krizlerin artarda geldiği bir ortamda kendinden beklenenin çok üzerinde bir etki yarattığını da Londra turizm müşavirliğinden öğrenmiş olmanın sevinci içindeyiz. Unutmayalım ki, tanıtım işlerinde bazen sürat ve zamanında müdahale yaratıcılık şovlarından çok daha etkili olabiliyor."

Türkiye turizm tanıtımında Wunderman farkını görmek isteyenler, ne yazık ki, biraz daha bekleyecekler. Doğa insaflı davranırsa önümüzdeki 15-20 gün içinde çok daha keyif alabileceğimiz tanıtım filmlerinde buluşmak üzere...

Yine de hiçbir gerekçe Türkiye’nin "amatör görüntülerle" tanıtımını haklı kılmıyor... Her şey satış mı? Ya imaj sevgili Aksoy?

3. Kuşak da Avea konkurunda

GEÇEN hafta Avea reklam konkuruna çağrılan ajanları yazmıştım. 3. Kuşak reklam ajansı da çağrılı ajanslardan biriymiş. Branded diye de bir ajans yokmuş, kısmen uydurmuşum. Doğrusu Brand-It’miş...

Erdoğan’ın argo formu yerinde

TNS Piar’ın her ay yaklaşık 2 bin kişi ile yaptığı "Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının Ocak 2006 sonuçları elimize ulaştı. Sonuç bilindiği gibi... Tayyip Erdoğan yine yükselişte, diğerleri yerinde sayıyor. Hálá dişe dokunur alternatif yok. Baykal’da artık iyice çuvallamış durumda.

Aralık 2005’te Erdoğan’la ilgili görüşleri olumlu olanların oranı yüzde 39.1’di, ocakta bu oran 3 puan artarak yüzde 42.1 oldu... Yani Erdoğan’ın Kasımpaşalı tavırlarından, lanlı, ulanlı argosundan şikayeti olan pek yok...

Peki ne olacak? Artık Türkiye’nin AKP ile Atatürk’ün belirlediği "çağdaş medeniyetler seviyesi" hedefine ulaşamayacağı ortada. İşte HAMAS lideri ziyareti, işte "türban da türban, imam hatip de imam hatip dayatması.."

Ne olacak peki?

Yok mu koca Türkiye’de Erdoğan’ın argosuna argoyla karşılık verebilecek bir lider? Ya da adayı? Doktor doktor kalksana...

Çekirgelik

Para söz konusu olduğunda herkes aynı dindendir.

(Voltaire)

Not: Bu söz Unakıtan’a adanmıştır.
Yazının Devamını Oku

Erkekler gerçekten odun mu

17 Şubat 2006
Funda Aksoy’un "Erkek Tavlama Kılavuzu" isimli kitabından söz etmiştim. Aksoy kim, tanımıyorum ama erkeklerle ilgili ciddi önyargılarının olduğu belli. Bu ciddi önyargılara sahip olmak için de insanın yanlış erkekler üzerinde uzun uzun inceleme yapmış olması lazım. Aksoy diyor ki:

"Erkekler, seks ve yemekten başka bir şey düşünmeyen, biz olmazsak etrafındaki güzelliklerin birini bile fark edemeyecek zavallılardır. Örneğin eğer bir erkek sizi arıyorsa, anlayın ki azmıştır ve bir kadınla yatmak istiyordur, aramıyorsa yatacak başka birini bulmuştur."

Yani Aksoy’a göre, bir erkekle mart ayında azmış bir kedi arasında hemen hiçbir fark yok.

Aksoy devam ediyor:

"Cinsellik dışında her şey düzdür erkek hayatında. Acıkmışsa yemek yemek istiyordur, maç seyrediyorsa maç seyretmek istiyordur, balığa gidiyorsa balık tutmaktan zevk alıyordur. Yani bir şeyler ima etmek için, inat olsun diye, karşısındaki anlasın diye, kibarlıktan ya da utançtan bir hareket gerçekleştirmezler."

Yani? Aksoy’a göre erkekler odundur... Okuyun tekrar bir bakın o anlam çıkmıyor mu?

Aksoy’a göre ha erkek ha odun... Üstelik yazdığı erkek tiplemelerinde de bir tane "arızasız" erkek yok. İnanmıyorsanız bakın:

Maçolar: Sert görünümlü, sert sigara içen, rakıdan başka içki tanımayan, genelde ter kokan erkek tipidir. Lahmacun ve kebapla beslenenlerin en berbat grubu. Etraflarındaki ve kullandıkları her şeyin erkekçe olmasından hoşlanırlar. Kendine güvenen kadınlardan aşırı korkarlar. Evlerinden çok kahvede vakit geçirirler. Hiç sevdiklerini ya da aşık olduklarını söylemezler ama terk edildiklerinde, içtikleri yerlerde "Bana nasıl yapar bunu abi, nasıl yapar" tekerlemesi eşliğinde salya sümük ağlarlar. Baş belaları genellikle bu tipler arasından çıkar.

Mıymıntılar: Her şeyden her yerde şikayet ederler, ama hiç birini değiştirmezler. Hayatlarına birinin girmesi ya da çıkması onlarda ciddi bir sarsıntı yaratır. Ne kokar, ne bulaşırlar. Ana kuzusudurlar.

Sertler: Bunlar biraz problemlidir ama erkek tipleri arasında en işe yarar gruplardan biridir. Dominant olmak onun için yaşamsal önemdedir. İnatçıdır. Ağladığını kimse göremez. Koruyucu ve kollayıcıdır. Aile reisliği onun ana mesleğidir.

Kılıbıklar: Evlenmek için ideal tiplerdir. Özellikle çapkın kadınlar, artık durulmak istediklerinde bu tipleri seçerler. Zaten az olan arkadaşları evlilikle tamamen yok olur. Kılıbıkla birlikteyseniz savaşınız onunla değil, annesiyle olacaktır.

İşkolikler: Hayatlarında iş dışında hiçbir şeye yer yoktur. Neden bu kadar işkolik olduklarını sorduğunuzda para kazanıp daha iyi yaşamak (bundan bir erkeğin ne kastettiğini biliyoruz) için olduğunu söylerler ama para peşinde koşmaktan yaşamaya vakitleri kalmaz. Kadınlar akıllarına bir an gelir ve giderler. Yatağa kaçta girerlerse girsinler, işe geç kalmazlar.

Yakışıklılar: Çekici ve sorunlu olmalarına rağmen fazla zeki değildirler. Onları zeki bir kadının elinden yalnızca daha zeki bir kadın alabilir. Kadın peşinde koşmaktan bir baltaya sap olabilenleri çok azdır. Okul çağlarında ve üniversitede gezip tozup eğlenmek için idealdirler. Ne iyi bir koca, ne de ideal bir baba olabilirler.

Karizmatikler: Sessiz ama sakin değil, havalı ama donuk değil. Bir şeyleri hoşunuza gider ama neyinin gittiğini tarif edemezsiniz. Karizmatik erkekle çıkmak her zaman sorunludur. O durumda erkeğin çapkınlığının yanında, yerinizi almak isteyen kadınların numaralarıyla da uğraşmak zorunda kalırsınız.

Haksız mıyım? Yukarıda yazılanlarda "arızasız" bir erkek tipi gördünüz mü? Niye böyle peki? Niye erkekler peşinde acılar çekmiş birçok kadın, bir süre sonra erkekleri, erkek-kadın ilişkilerini aşağılamaya başlıyor? Yanlış erkekleri seçmiş olabilirler mi? Ya da gerçekten erkekler "odun" mu? Gelin bir tartışma açalım.

Reha Muhtar’a haksızlık etmeyin

"Nathalie" yorumumla ilgili çok ilginç bir karşı yorum aldım. Paylaşmak istiyorum. Okurumun karşı yorumu değil de önerilerindeki içtenliği ilginç geldi bana. Sizi bu önerilerden mahrum bırakmak istemedim. Okuyun bana hak vereceksiniz:

"Ben de sizden bir gece önce, cuma akşamı Nathalie’yi izledim. Z. Olcay çok beğendiğim iyi bir oyuncu, T. Saran’da ise iyi bir oyuncudan daha fazlası var. Teknik, ses, diksiyon ve hakimiyet müthiş. Bir izleyici olarak, I. Kasapoğlu’nun yönetmenler sıralamamdaki yeri ise hep birdir. Umarım Olcay’la birlikte çalışmaları, H. Bilginer’e arkasını dönmesini gerektirmemiştir. Çünkü Bilginer’in bu ülkenin gelmiş-geçmiş en iyi aktörlerinden biri olduğunu düşünüyorum ve Kasapoğlu ile birlikte o kadar güzel oyunlar sergilediler ki, örneklerinin devamını hasretle bekliyorum. Bunun son örneklerinden biri ’Ermişler ya da Günahkarlar’dır. O oyunu izlediniz mi bilmiyorum. Eğer izlediyseniz; oyunun ve Oyun Atölyesi’nin tanıtım kataloğunda I. Kasapoğlu’nun anneannesinin anlattığı bir masalı aktardığı bölüm var ki, okumuş olmanızı diliyorum. O masalı bugüne saklayabilmesi önemli bir ipucu.

Reha Muhtar konusunda Z. Olcay’ın ne demek istediğini tam anlamıştım ki; "Emin olun Muhtar’ı kıskandım" tümcesi ile kafamı karıştırdınız. Her şeye rağmen kıskanmış olabilir misiniz? Bu arada sadece Nilüfer aşkı ile anmak Muhtar’a haksızlık olur. Dosyasında Harika Avcı ve Mehveş Emeç gibi güzel ve ünlü kadınlar var. H. Avcı’ya değil ama M. Emeç’e pek şaşırmıştım. İlişkilerini sonlandırmalarından bir sure sonra M. Emeç ile yapılan bir röportajı okumuştum. Biraz dokundurmalı (hatta eni konu alaylı) bir soru yöneltmişlerdi, siz ve o nasıl olabilir ki gibi. Emeç’in cevabı çok netti: "Reha inanılmaz bir erkektir ve bir kadına kendini muhteşem hisettirir." Ne diyebiliriz ki?

Siz gezmesini, yemesini, içmesini, yaşamasını seviyorsunuz. Size bir yer önereceğim. Ürgüp’ü sever misiniz? O zaman gidin ve Yunak Evleri’nde (www.yunak.com) kalın. Butik otel ve sadece 17 odası var. (Ender Mermerci bile haziran ayında yurtdışından gelen misafirlerini burada ağırlamak istemiş.)

Bu tatili baharın son aylarına ve mehtaba denk getirmeyi unutmayın. Akşam yemeğinden sonra şarabınızı ve ipod’unuzu yanınıza alın, arabanıza atlayın kasabanın birkaç km. dışına çıkın. O bir film platosunu ay ışığında seyreder gibi görünen büyülü, hatta tanrısal dekorda peri bacalarının dibine inin, sırtınızı kayalara, gözünüzü mehtaba yaslayın. Tek şey duyumsayacaksınız: İyi ki yaşıyorum." (Deniz Alkan)

Teşekkür ederim Deniz.

Ferhat... Ferhat... Çok güzel bir gece yaşattın Ferhat

Sevgililer Günü’nde tercihimi Reina’nın karşısındaki Jazz Lounge’da sahneye çıkan Ferhat Göçer’den yana kullandım. Bunun nedeni de Ferhat Göçer’in son albümü idi. Çok sevdim Ferhat’ın albümünü. Sesini, yorumunu, özellikle de Dön Diyemedim ve Aşkların En Güzeli şarkılarını.

Göçer saat 12.30’a doğru sahne aldı. Birbirinden güzel aşk şarkıları söylerek, gerçekten tüm salonu mest etti. Göçer klasik Batı ve Türk müziğini birbiri içine yedirdi, çok kaliteli, çok lezzetli bir karışımla gecemizi aldı, resmen sabah etti. Vokallerinin biri Fransızca diğeri İtalyanca şarkılarıyla hepimizi kendimizden geçirdi. Göçer’in aralara girip "Türk musikisinden" şarkılarla yaptığı geçişler de gerçekten geceye büyük zevk kattı. Ayrıldığımızda saat 03.30 falandı.

Ferhat Göçer her cuma ve cumartesi Jazz Lounge’daymış. Kaçırmayın derim. Her an Life is Life ’ı dinlerken, bir yerlerden Mehter Marşı, diğer yerlerden de Yemen Türküsü çıkarsa da şaşırmayın. Ferhat Göçer show bu... Her an her şey olabiliyor. Jazz Lounge’un mor ve beyaz renklerin hakim olduğu atmosferini de çok sevdim. İstanbul’da böyle güzel müzik salonlarının çoğalması çok güzel.

CUMA İTİRAFI

SortiEE; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 28; İl: İzmir

Sevgilimle karanlıkta sevişmemin tek nedeni utanmam değil, eski aşkımı hayal etmem.

Yorum: Erkelere odun mu demiştiniz?

CUMA TAKINTISI

Nazan Öncel "kendini tekrar ediyor, bitti" diyenlere hoş bir sürprizle yanıt vermiş. Son on yılda çıkardığı 31 eseri 3 CD’de toplamış ve nostalji yapmış: CD demetinin adı da "Bir Şarkı Tut". Geçen haftadan bu yana Bir Şarkı Tut albümlerini dinleyip Nazan Öncel nostaljisi yapıyorum. Sokak Kızı, Abu Hayat, Erkekler de Yanar, Demirden Leblebi uzun süredir dinlemediğim şarkılar. Hepsini yeniden ve bir arada dinlemek pek keyifli oluyor. Nazan Öncel bitmez bence. Kendini tekrar ettiği falan da yok. O bir tarz. O bir Nazan Öncel, her an bir Dudu, bir Hüp, bir Hay Hay bir yerlerden çıkar gelir. "Nazan bitti" diyenler de şapa oturur. Nereden mi biliyorum? Alın dinleyin o zaman 31 şarkıyı arka arkaya. Nazan Öncel’in ne zaman nerede ne yapacağı pek belli olmuyor. Kendi kulağınızla görün.

CUMA ALINTISI

"Hep unuttuğum üç şey var: İsimler, yüzler ve üçüncüsünü anımsamıyorum." (Italio Svevo)
Yazının Devamını Oku

Şiddet konusunda kime inanalım..

16 Şubat 2006
Deli Yürek, kadın programları, Kurtlar Vadisi derken "medyadaki şiddet" konusu ciddi ciddi tartışılmaya başladı. Herkesin bu konuda bir görüşü var.. Bu çok normal ama görüşler farklı. Kimileri "Televizyon şiddeti körüklüyor, kötü modeller yaratıyor" diyor, kimileri "Bir kereden bir şey olmaz, hem olsa herkese bir şey olur" diye savunuyor.. Medya ve şiddet miti üreten üretene.

Kime inanacağız?

Tabii ki bilimsel araştırmalara.. "Medya ve şiddet" konusunda Türkiye’deki araştırma sonucu olmasa da, diğer ülkelerde yapılmış çok ciddi araştırmalar var. Peki yabancı araştırma sonuçlarına bakarak Türkiye’de medyanın şiddete yönelttiğini söyleyebilir miyiz?

Tabii ki. İletişim açısından "Türk kültürü" denizinde birer balık olsa da bilimde "soyutlama" diye bir süreç var. Özellikle "soyutlama" insanın ülkeden ülkeye değişmeyen özellikleri devreye girince daha iyi çalşıyor ve her ülkede geçerli araştırmalar yapılabiliyor.

Viagra Türkiye’de mi bulundu? Niye Türklere de iyi geliyor?

Televizyonda porno film izleyen İngiliz uyarılıyor da, Türk niye uyarılmasın?

Bilmem anlatabildim mi?

Gelin biraz bu araştırma sonuçlarına bir bakalım. Medyadaki şiddet mitlerini gözden geçirelim. Şiddetle böyle bir gözden geçirmeye gereksinimimiz olduğunu düşünüyorum.

Başbakandan, ilgili bakanlardan, RTÜK üyelerinden, televizyon yöneticilerinden, genel yayın yönetmenlerinden, köşe yazarlarından, editörlerden, yapım şirketi sahiplerinden, yönetmenlerden, oyunculardan ve de siz "kamuoyu"ndan ricam bir süre bu köşede özetleyeceğim araştırma sonuçlarını yakından izlemeleri, kesmeleri, saklamaları ve daha sonra "Medyada şiddet var mı yok mu, varsa ne yapılabilir" kararlarını bir kere daha gözden geçirmeleri..

Önümüzdeki Salı’dan başlayarak medya ve şiddetle ilgili en fazla konuşulan 10 miti ele alacağım. Makaslarınızı hazırlayın.

Medya ve şiddet konusunda 10 mit(*)..

1. Medyadaki şiddet beni etkilemez ama diğerleri acaip risk altında.

2. Medya, şiddet mesajlarının yarattığı olumsuz sonuçlardan sorumlu değildir.

3. Özellikle çocuklar medyadaki şiddetin en öndeki mağdurlarıdır.

4. Medyada çok fazla şiddet vardır.

5. Medyadaki şiddet toplumdaki şiddetin yansımasıdır.

6. Medya sadece piyasa neyi talep ediyorsa onu veriyordur.

7. Şiddet tüm dramatik kurgularda en önemli unsurdur.

8. Medyadaki şiddetin dozunu azaltmak sorunu çözer.

9. Basın özgürlüğü nedeniyle medyadaki şiddet kısıtlanamaz.

10. Şiddet sorununu çözmek için yapılacak hiçbir şey yoktur.

(*) Mit: Hayal mi gerçek mi olduğu tartışılmadan anlatıla anlatıla efsane haline gelen kişi, nesne ya da kavram.

Baydı..

Okan Bayülgen’in bir yandan magazincilere yüklenip diğer yandan her türlü "magazin" taktiğini kullanıp rating pastasından pay alma çabaları baydı.. Bayülgen ya eleştirip komik duruma düşmemeli, ya da eleştirdiği şeyleri ısrarla yapmaktan vazgeçmeli..

Garipsedim..

Vatan’da Müge Anlı’nın sayfasından öğrendiğime göre 14 Şubat nedeniyle Seda Sayan, Nihat Doğan’a Cartier marka bir saat almış. Seren Serengil de sevgilisine laptop.. Bir diğeri tek taş pırlanta, bir diğeri beşi bir yerde..

Çok garipsedim.. Niye mi? Bu bilgileri 14 Şubat günü öğreniyoruz da ondan.. Yani o gece yaşanmamış, hediyeler verilmemiş..

Nerede kaldı Sevgililer Günü’nün sihri? Bir Sevgililer Günü’nün içi ancak bu kadar boşaltılabilir.

Ne diyeyim. Bravo!

Kutlarım..

Milliyet ekonomi yazarı Güngör Uras’ı Sevgililer Günü’nü "tüketim tuzağı" olarak tanımladığı için tüm kalbimle kutluyorum. Bu açıdan bakarsak Güngör Uras’ın köşesini de tüketim tuzağı olarak görmek gerekmez mi?

Uras’ın mantığıyla bakarsak kendi köşesi de sayfadaki reklamları okutmaya yaramıyor mu? Hatta bir gazetenin tamamı reklamları okutmak için çıkmıyor mu? Yanıt bekliyorum..

Tırtıl...

Kamuoyu hayaletli şatoya benzer. Hiç kimse görmemiştir ama herkes ondan korkar. (Sigmund Graf)
Yazının Devamını Oku

Zuhal Olcay da Tilbe Saran da muhteşem

14 Şubat 2006
Cumartesi gecemi tiyatroya ayırayım dedim. Reklamlar arasında gezinirken önce üç alternatife indirdim, bir süre kararsız kaldım sonra Nathalie’ye gittim, iyi ki gitmişim. İyi ki dedim çünkü Nathalie’yi izlerken tiyatro adına zevklerin en büyüğünü yaşadım. Önce tabii ki metin... Kötü bir metne dünyanın en iyi oyuncularının bile yapacağı bir şey yok.

’Nathalie’de metin sağlam. Philippe Blasband’ın sinemaya da uyarlanan yapıtında kocası Daniel’den (Türk kadınları için Danyal da olabilir) ayrılmak üzere olan soprano Sonia (Tilbe Saran) 500 bin Euro karşılığında bir hayat kadını (Zuhal Olcay) kiralar. Amaç, Daniel’i baştan çıkarmak...

Daniel baştan çıkar, Sonia acılarıyla yoğrulur, kader ağlarını örer... Ama örülen kaderin bir sonraki aşamasını asla /images/100/0x0/55ea4092f018fbb8f874145dtahmin etmek mümkün değil. Metnin güzelliği de burada, klişelerin esiri değil.

Işıl Kasapoğlu yönetimine diyecek yok. Daniel sahnede yok ama sanki oyun üç kişi oynanıyor. Daniel’in ruhu her an sahnede, Daniel her an bir yerden çıkıp sahneye atlayacakmış gibi. Kasapoğlu’nun geçişlerde uyguladığı kare dondurmalar hem düşündürüyor, hem sahnedeki estetiği üst seviyeye çıkarıyor.

Kostümlere bayıldım. Canan Göknil özellikle Zuhal Olcay’ın kostümlerinde harikalar yaratmış. Sanki oyun izlemiyorsunuz da hayat kadınları arasında bir defilede gibi hissediyorsunuz kendinizi. Seçilen renkler, tasarımlar gerçekten harika.

Oyunculuğa gelirsek... Sahnedeki iki kadını, Zuhal Olcay’ı ve Tilbe Saran’ı herkes izlemeli, özellikle de kadınlar. O kadar iyi oynuyorlar ki, o kadar güçlü duruyorlar ki, o kadar sahneyi dolduruyorlar ki, oyunculuk mesleğini o kadar yüceltiyorlar ki, işlerini aşkla yaptıkları o kadar belli ki... Çok gurur duydum, çok ümitlendim, çok duygulandım. Bu oyunculuğu kaçırmamak lazım. Nathalie’de gerçek bir oyunculuk şöleni var. Her oyun Nathalie gibi kotarılsa kimse tiyatronun eline su dökemez.

Hangi erkek 500 bin euro eder

Nathalie’nin çıkışında Zuhal Olcay’ı kutladım. Biraz sohbet ettik.. "Hiçbir erkeğe 500 bin euro’luk intikam planı değmez demişsiniz" diye hafif yollu bir espri yaptım. "Evet ama hata yapmışım" dedi, sonra ekledi: "Değecek bir erkek var..."

Şaşırdım. "Gerçek mi söylüyorsunuz" dedim.

"Evet" diye yineledi. "Kim, peki" dedim...

"Reha Muhtar... Sadece onun için 500 bin euro değer, başkası için değmez.."

"Yani?" dedim.

"Ne anlıyorsanız?" dedi ve kocaman bir kahkaha patlattı.

Belli ki Olcay, Reha Muhtar’ın geçtiğimiz cumartesi günkü yazısında kendisiyle ilgili çıkardığı sonuca gönderme yapıyordu.

Eve döndüm Reha Muhtar’ın yazısını bulup okudum. Muhtar, büyük bir kadın uzmanı edasıyla "kadınların kırılma noktasını (buna bir çeşit K noktası da diyebiliriz) G noktası ile karıştırmamak lazım" sözleriyle özetlemiş. Zuhal Olcay’ın da "aynı noktada kırım kırım kırıldığını" (Bunu da süzüm süzüm süzülmeyle karıştırmamam lazım) anlatmış. Bir Nilüfer aşkından böyle bir kadın uzmanlığına ulaşmak herkese nasip olmaz.

Emin olun Muhtar’ı kıskandım. Ve Olcay’ın ne demek istediğini anladım. Siz de anladınız mı?

Tırtıl

Yarım saatlik bir oyunda bir insan hakkında bir yıllık sohbette öğrenebileceğinden fazlasını öğrenebilir (Plato)
Yazının Devamını Oku