Ahmet Hakan

Yamanmışsın be Yamani

5 Ağustos 2005
<B>ZEKİ Yamani </B>denilince benim aklıma siyah-beyaz televizyon gelir. İspanyol paça pantolonlar, ‘McMillan ve Karısı’, bitmek tükenmek bilmeyen protokol haberleri, Ankara’nın üzerine bir bela gibi çöken karbondioksit ve Erkin Koray gelir...

O geveze mi geveze ‘Pazar Stüdyosu’ gelir...

Demirel-Ecevit kavgası, Çağlayangil gelir...

Sağ-sol çatışması, küçük Moskova’lar filan gelir...

Doların dalgalanmasına bırakılan siyah beyaz bir hayat gelir...

Varil başına petrol fiyatı üzerine kopan fırtınalar ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği gelir...

Amerikancı İslam gelir.

O uzun ve sıcak ağustos günlerinde tutulan oruç gelir.

Yani...

Zeki Yamani denilince benim aklıma 70’lerin sonu gelir...

***

Ve bugünlerde...

Kendimi 70’lerde geçen çocukluk günlerimin hatıralarının tatlı dokunuşlarına bırakarak, 70’lerin unutulmaz dünya politikacısı Suudi Arabistan Petrol Bakanı Zeki Yamani’nin kızı Sarah’ın bu akşam İstanbul’da yapılacak dillere destan düğünüyle ilgili haberleri okuyorum.

Öncelikle hissettiğim tabii ki ‘nostalji keyfi’dir...

Yani...

Yamani’den yola çıkarak çocukluk günlerimin ‘kurabiye tadı’ peşinde koşuyorum.

Ve fakat...

Düğün haberlerinin ayrıntılarına daldıkça keyfim kaçıyor ve Yamani’nin ortaya çıkardığı yaman çelişkilerin kıskacında kalıveriyorum.

Şunu düşünüyorum:

Düğünde içilecek sıvılar için ‘30 bin içki değmemiş bardak’ peşinde koşacak kadar dindarlık konusunda titizlenen bir adam, bu kadar titiz bir dindarlığın kaldıramayacağı lüks ve şatafat konusunda acaba ne düşünür?

Yani...

Bir tarafta ‘içki değmemiş 30 bin bardak’ arayışı...

Bir tarafta ise ancak züğürdün çenesini yoracak türden bir debdebe, lüks ve şatafat...

Bir tarafta Çırağan’daki kına gecesinde ‘haremlik / selamlık’ uygulaması...

Bir tarafta jet-set davetliler ile Reiana’da vur patlasın çal oynasın eğlence...

***

Zeki Yamani’nin yarattığı bu yaman çelişkilerin etkisi altındayım.

Yanıtını aradığım soru şudur:

Her türlü lüks, şatafat ve debdebe içinde dünya nimetlerinden azami ölçüde faydalanan Yamani, acaba neden ‘Bu dünyanın keyfini çıkarıyoruz, ‘öteki dünya’yı da yoksullara bırakalım’ diyerek bir álicenaplık göstermez.

Ve acaba bu mühim ‘sorunsal’ hakkında Erbakan Hocamız ne düşünür?

Tencere-kapak

‘8sütun.com’
adıyla yayına yeni başlayan bir internet sitesi, Ali Müfit Gürtuna ile AKP’den istifa eden Göksal Küçükali’nin ittifak yapıp parti kuracaklarını yazmış.

Biri ‘herkesin yüzüne gülme’ stratejisi üzerine kurulu omurgasız bir belediye başkanlığından ‘siyaset önderliği’ çıkarmak için çırpınıyor. Diğeri ise hakkında çıkan yolsuzluk iddiaları nedeniyle partisi tarafından kapının önüne konacakken istifa ederek durumu kurtardı.

Ve bize de şunu söylemek kaldı:

Bu memlekette şu ‘tencere-kapak’lı atalar sözünün doğruluğu hep böyle kanıtlanacak mı?

Bitarafım ve bertaraf olmayı göze aldım

‘BURADA ne işin var?’ diyenlerle ‘Orada ne işin var?’ diyenler arasında kalmaya alıştım.

Bunu mesele yapmıyor ve gülüp geçiyorum.

Ama ‘Burada ne işin var?’ diyenlerle ‘Orada ne işin var?’ diyenlerin söz birliği etmişçesine gönderdikleri bazı mesajlar canımı sıkmaya başladı.

Çünkü son günlerde ‘iki taraf’ın da elebaşları, benim için kábus senaryosu olabileceğini düşündükleri bir ‘haber’i sevinçle veriyorlar:

‘İşin bittiğinde kullanılmış bir mendil gibi bir kenara fırlatılacaksın...’

Canımı sıkan bu haberin beni titreteceğini düşünmüş olmaları...

Bu nedenle ‘iki taraf’a da sesleniyorum:

Yazarınız kendisini yaptığı işle anlamdıranlardan değil. İşi bittiğinde bir kıyı kasabasına yerleşmeyi planlıyor. Bu nedenle ‘kullanılmış mendil gibi bir kenara fırlatılmak’tan hiç mi hiç korkmuyor.
Yazının Devamını Oku

Hakan Fethullah Hoca’yı seviyormuş

4 Ağustos 2005
<B>BAŞLIKTAKİ ‘Hakan’,</B> şükür ki ben değilim.<br><br>Milli futbolcu <B>Hakan Şükür... Tuhaftır:

Benim Gülen cemaatiyle hiç işim olmadı.

Oysa uzun İslamcı geçmişinde her türlü grup ve fraksiyon içinde türlü denemeler yapmış benim gibi bir ayran gönüllünün, ‘Gülen cemaati’ durağına hiç olmazsa hayatının bir haftalık döneminde uğraması gerekmez miydi?

Tabii ki gerekirdi.

Ama olmadı...

Peki neden?

Ben bu sorunun yanıtını şöyle veriyorum:

Doku uyuşmazlığı...

***

Düşünün:

Ben bir ‘yeni yetme’yken ‘cemaat’le aramdaki meşrep farkının ayırdına el yordamıyla da olsa varabilmiştim.

Çünkü:

Ben edebiyata meraklıydım, ‘cemaat’ fen bilgisine...

Ben ‘Kariyer de neymiş’ diye isyan havalarındaydım, ‘cemaat’ ise Boğaziçi ya da ODTÜ’yü kazanamayanı adam yerine koymuyordu...

Ben serazat bir özgürlük peşindeydim, cemaat ise sıkı disiplin diye tutturuyordu...

Ben Pink Floyd’dan ‘The Wall’u dinleyerek isyan temrinleri yapıyordum, ‘cemaat’ ise tam da ‘The Wall’un paramparça ettiği türden bir eğitim sistemi inşa ediyordu.

Ben, ‘Öğretmen! Beni rahat bırak’ diyordum, ‘cemaat’ ise benim bir öğretmene tabi olmamın en doğru yol olduğunu söylüyordu.

Ben bir misyon adamı olmanın ağırlığı altında ezilmekten köşe bucak kaçıyordum, ‘cemaat’ ise gelecekte ülkeyi kurtaracak ‘altın nesil’i kurmak için adam devşiriyordu...

***

Sadece doku uyuşmazlığı mı?

Gülen’in ‘idare-i maslahatçı’ görüşleri de benim gibi ‘esaslı devrimci’nin pek hoşlanmayacağı cinstendi...

Mesela ‘Hocaefendi’, sırf din eğitimine bir parça özgürlük tanındı diye 12 Eylül dönemini kutsamıştı ya...

İşte bu durumu kabullenmem mümkün değildi.

Bu yüzden Hürriyet’te yazdığım ‘Gülen’e Açık Mektup’ başlıklı yazım nedeniyle ‘Gülen’den çok Gülenciler’in eleştiri oklarına hedef olmuştum...

Neyse...

Uzatmayalım...

Diyeceğim o ki:

Hem meşrep, hem de görüş farkı nedeniyle ‘cemaat’le yollarımız bir türlü kesişmedi.

Ama...

Tüm bunlara rağmen kendimi hiçbir zaman ‘azılı’ bir Gülen düşmanı olarak da görmedim.

‘Ilımlı İslam’ projesine düşman olanları anlamadığım gibi Gülen’e düşman olanları da bir türlü anlamadım.

***

Belki de bu yüzden Hakan Şükür’ün ‘Fethullah Gülen’i seviyorum’ demesi nedeniyle kopan fırtınaları anlamlandırmakta güçlük çekiyorum.

Bir taraf sırf ‘Hakan Şükür, Gülen’i seviyor’ diye milli futbolcuyu yere göğe koyamazken, diğer taraf ise aynı nedenden dolayı futbolcuyu yerden yere vuruyor.

Oysa iki tutum da bana aynı oranda saçma geliyor.

Hakan Şükür’ün Gülen’i sevmesinin, yaptığı işe ne yararı ya da zararı olabilir ki?

Ne yani? ‘Hocaefendi’, Hakan’a ‘Yarınki maçta penaltıyı gole çevirme. Zinhar günaha girersin’ filan mı diyor?

Aslında bu konuda takınılması gereken tutum basit mi basit:

Eğer Hakan, yaptığı işle ilgili uyması gereken kurallara uymuyorsa gerekeni yaparsın...

Ama adamı kalbindeki sevgi nedeniyle yargılayamazsın.

Son söz yerine bir de uzmanlık sorusu soralım:

Hakan, Fethullah Hoca yerine herhangi birine selam çaksaydı, aynı tavırla karşılaşır mıydı dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Hani bunun ‘5 n 1 k’sı

3 Ağustos 2005
<B>AŞAĞIDAKİ</B> cümleler, Hıncal Uluç’un ‘Savulun Erdoğan geliyor’ başlıklı yazısının giriş cümleleridir: ‘Sonunda olacağı belliydi.. Düşünebiliyor musunuz? Başbakan geçecek diye yollar kapatılıyor ve ambulansa dahi yol verilmiyor. Diyalize yetişmesi gereken böbrek hastası da ölüyor. Polislere, araçta acil hasta olduğu söyleniyor ama, boşuna. Onlar emir kulları... İnsanlığa karşı emir kulluğu olur mu?.. İçlerinden bir teki, yetkisini kullanmaya cesaret edemiyor. Sorumluluğu üzerine alamıyor. Böyle bir rezilliğe, böyle bir cinayete dünyanın uygar hiçbir ülkesinde rastlanmaz.

Hıncal Uluç’un yazısının en başındaki bu cümleleri okuyunca ilk tepkim tabi ki şu oldu:

Vay Be! Meslek büyüğümüz olayı patlatmış! Bu, günlerce tartışılması gereken süper bir haber! Tam manşetlik. Bu olay iktidarı bile sarsar.

Bu tepkiyi verdikten sonra merakla yazının tamamını okuyuverdim.

Ve fakat...

Heyhat...

Gördüğüm şuydu:

Hıncal Uluç, ‘müthiş iddia’sını kanıtlayacak tek bir ‘veri’ bile ortaya koymuyordu.

Ne olmuş, nasıl olmuş, ne zaman olmuş, kim ölmüş, nerede ölmüş.

Tek bir bilgi yok.

Bu durumda, ‘Böyle bir köşe yazısına dünyanın hiçbir uygar ülkesinde rastlanmaz’ denilmez de ne denir?

Yanlış anlaşılmasın. Böyle bir olayın Şanlıurfa’da olduğuna dair bir iddia gündeme gelmişti. Ben sadece ‘Hani bunun 5 n, 1 k’sı?’ diye soruyorum.

Çünkü yazıyı yazan meslek büyüğümüz, başka gazetelerin spor sayfalarında yayınlanan minicik haberlerdeki en küçük bilgi yanlışını bile kocaman bir makale konusu yapacak kadar ‘habercilik ilkesi’ konusunda titizlenmekle maruftur.

Yani ortada bir ‘Ele verir talkımı / kendi yutar salkımı’ durumu var gibi.

Kişisel notlar

BİR:
The İmam’ adlı filmle ilgili yazıma ‘İlk benden duyuyorsunuz’ diye başlamıştım. Meğer bu konuda benden önce davranan bir meslektaşım varmış. Zaman gazetesinden Elif Tunca, ‘The İmam’ filmiyle ilgili haberini geçen hafta yayımlamış. Lafı eğip bükmeye gerek yok. Atlamışım. Elif Tunca’dan özür diliyorum.

İKİ: Fatih Altaylı, Dünden Bugüne Tercüman gazetesinden İrem Barutçu’nun sorularını yanıtlamış. Barutçu, Altaylı’ya Sabah’taki bazı isimlerle kavgalı olduğunu hatırlatmış ve sormuş: ‘Bu gerilim sizi etkiler mi?’. Altaylı’nın yanıtı ise şöyle: ‘Peki Hürriyet’teki bazı isimlerle kavgalı değil miydim? Emin Çölaşan ile aram süper miydi? Birbirimize bayılıyor muyduk? Ahmet Hakan ile aşk mı yaşıyorduk?’. Bu yanıtı okuyunca şöyle dedim: ‘Vay be. Demek ki Fatih Altaylı benimle ‘kavgalı’ olduğunu düşünüyormuş... Oysa benim böyle bir yaklaşımım yoktu. Öğrendiğim iyi oldu.’

ÜÇ: Dünkü Hürriyet’te ‘Kadir Topbaş’ı kızdıran manzara’ başlığıyla yayınlanan bir fotoğraf vardı. Menekşe Plajı’nda iç çamaşırıyla denize giren bir adamın fotoğrafıydı bu... Bu rahatsız edici görüntüyü Kırıkkanat yazılarıma nazire olsun diye bana gönderen okuruma şunu hatırlatmak isterim: Değerli okurum. Halkımızı tabi ki eleştirebilirsiniz ama aşağılayamazsınız. Adamlara ‘geviş getiriyorlar’ diyemezsiniz. Çocuklarına ‘dana’ diyemezsiniz. Yani ilkemiz bu kadar basittir.

Öktem ve umutsuzluk

ÇOK
değil bundan 20 yıl öncesine kadar partilerin İstanbul il başkanları ne kadar önemli adamlardı.

Tayyip Erdoğan ilk çıkışını o dönem ‘marjinal’ kabul edilen Refah Partisi’nin il başkanlığı görevini yürütürken yapmamış mıydı?

Semra Özal ANAP’ın il başkanlığına aday olmuştu da ortalık nasıl karışmıştı?

Ercan Karakaş benim gözümde hala ‘eski’ SHP’nin efsanevi İstanbul il başkanıdır.

Peki Şinasi Öktem diye birinin varlığından haberdar mıyız?

İstanbul’da toplu taşıma ücretlerine yapılan zamdan tutun da Haydarpaşa projesine kadar tartışılan bunca konu varken ‘ana muhalefet’ CHP’nin İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem’in bu konularda kurduğu tek bir cümleyi duyan var mı?

Siyasete meraklı bir adam olarak ben Öktem’i sadece Şişli sokaklarına astırdığı ‘Lozan’a selam’ pankartlarından tanıyorum. Öktem’in yeniden CHP İstanbul İl Başkanı seçilmesinin yarattığı genel umutsuzluğa bir de bu zaviyeden bakılabilir mi acaba?
Yazının Devamını Oku

Bu sıcakta CHP kurultayı çekilir mi

1 Ağustos 2005
<B>HAVA </B>kurşun gibi ağır. <br><br>Gölgede bile pirelenmeden yani umutsuzluğa ve bezginliğe kapılmadan oturmak olasılık dışı. İnsan böyle bir günde ne yapar?

Hele günlerden pazarsa...

Tabii ki Haşmet Abi gibi yapar:

Arabaya atladığı gibi ‘Ver elini Alaçatı’ diye yola koyulup, her güzellikten binbir şiirsellik damıtır...

Peki böyle bir günde CHP İstanbul Kurultayı’nın yapıldığı Akatlar Kültür Merkezi’nin havalandırmasız ve boğucu salonuna doluşup kavga çıkarmak da neyin nesi?

Kurultay salonuna alınmayanların ‘Yaşasın! Bundan iyisi Şam’da kayısı’ deyip kendilerini Caddebostan Plajı’na atmalarını ve günün keyfini çıkarmalarını bekleriz değil mi?

Ne gezer?

Adamlar o sıcak ve boğucu cangılın içine alınmadıkları için şükür duası edecek yerde, ‘Bizi nasıl içeri almazsınız’ diyerek kavga çıkarıyorlar.

Hem de ‘CHP İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem olsun’ teziyle ‘Hayır, bu işi Altan Abi çok daha iyi yapar’ tezini yarıştırmak için.

***

Oysa sıcak havanın etkisinden birazcık kurtulup ‘Ha Şinasi Öktem, ha Altan Abi... Ne fark eder?’ diye sorsalar, kurtuluşun ellerinde olduğunu görecekler.

Mesela ‘Şinasi Öktem diye bir siyasetçi onca zamandır CHP’nin İstanbul İl Başkanlığı görevini yürüttü de ne oldu? Hangi yerel ya da genel politik sorunun İstanbul’da gündeme taşınmasını sağladı?’ ya da ‘CHP kurultaylarına merak sardıran birkaç ilgili dışında geniş kamuoyu, Şinasi Öktem adını ne zaman duydu?’ filan diye sorsalar sanırım yürekleri ışıyacak...

Tabii ‘Altan Abi bu işi daha iyi yapar’ sloganını sırtlayarak denizi, kumsalı, plajları, tatil köylerini filan bir tarafa bırakıp kendilerini Akatlar Kültür Merkezi’nin klimasız ortamında ter içinde bırakanlar...

Onlar da ‘Altan Abi neyi değiştirecek?’ diye sorsalar, belki işin anlamsızlığını görebilecekler.

Ama işte ah şu aşırı sıcak!

Alışkanlıkların sürdürülmesine ve anlamsızlığın fark edilmesine bir türlü izin vermiyor.

Kırıkkanat için üç önemsiz not

BİR: ‘Ahmet Hakan bana faşist demiş, faşizm bir yönetim biçimidir, dolayısıyla kişilere faşist denmez’ diyerek ‘faşist cesareti’nin yanı sıra ‘cahil cesareti’ne de sahip olduğunu kanıtlayan yazarımıza, ‘Komünizm de bir yönetim biçimidir ama kişiler için komünist diyoruz’ gibi laflar ederek ‘öğreten adam’ pozlarına girmenin bilmem yararı olur mu? Yoksa anlamayacağını bile bile ‘sıradan faşizm’ ya da ‘faşizan düşünce’ gibi bahislere mi girsem? Belki de en iyisi bu çabalardan vazgeçip, yazarımızın mukim olduğu Fransa’ya en uzak noktayı bulup oraya yerleşmektir.

İKİ: Sokakta gördüğü insanlar için ‘geviş getirenler’, ‘kısa kollu, uzun bacaklı, bol kıllı adamlar’, ‘danalarıyla sahile yayılanlar’ gibi aşağılamalarda bulunan yazarımız, kendisine ağır hakaretler eden bir ‘okur mesajı’nı yayınlayarak ne yapmaya çalışıyor olabilir? Amacı ‘Bakın bana da hakaret ediliyor’ mesajı sarkıtmak olabilir mi? Eğer öyleyse bu yaptığının adına Orta Şark’ta ‘köylü kurnazlığı’ demezler mi? ‘İyi ama o Paris’te yaşıyor, onun köylü kurnazlığı gibi alaturka bir eylemle ne alakası olabilir ki?’ diye sorabilirsiniz. O zaman size yanıtım şu olur: Belki de yazarımız ‘Fransız köylü kurnazı’dır.

ÜÇ: İslam diniyle ilgili kanaatlerinin ne olduğunu çok iyi bildiğimiz yazar, ‘Cesaretin de bir sınırı var’ ilkesini anımsatırcasına geçen gün ‘Bizim dinimiz temizlik dinidir’ ve ‘Temizlik imandandır’ gibi bu zamana kadar pek kendisinden duymaya alışık olmadığımız fikirlerini bohçasından çıkardı. Yani oryantal figürler çekerek her daim açık olan tövbe kapısından içeri dalmaya çalıştı. Ama bunu yaparken 15 asırlık ‘teyemmüm’ü de ‘teyennüm’ yapıverdi! Ne diyelim: Ne kadar Paris görse de şarklı her zaman şarklıdır.
Yazının Devamını Oku

‘The İmam’ filmi ortalığı karıştırır

31 Temmuz 2005
<B>İLK </B>kez benden duyuyorsunuz:<br><br><B>‘The İmam’</B> adlı bir film çekiliyor ve bu filmde <B>‘imam hatipli’</B> olgusu çok farklı bir düzlemde ele alınıyor. Filmde:

Okulda anlatılan hayat ile sokaktaki hayat arasında sıkışıp kalmış...

İki dünyanın da içine tam olarak kabul edilmemiş ve girememiş...

İmam hatipte okuduğunu gizleyen...

Bir yandan okuduğu okul nedeniyle üzerine yapışıp kalan kimlikle, bir yandan da o kimliğe yönelik aşağılamalarla mücadele eden...

Yani ‘insan’ imam hatipliden söz ediliyor.

Nasıl?

İlginç değil mi?

* * *

Bilmiyorum, anımsar mısınız?

Hani o meşhur imam hatip tartışmalarından birinde ‘Siyasal çekişmelerin ortasında kalmış zavallı imam hatipli’ başlığıyla özetlenebilecek birkaç yazı yazmıştım.

Ardından da şöyle demiştim:

‘Bu trajedinin ne romanı yazıldı, ne de filmi çekildi.’

İşte o yazılardan sonra Türk sinemasının nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden İsmail Güneş, bana şöyle bir mesaj göndermişti:

‘O trajedinin filmi çekiliyor Ahmet Hakan... Yakında tam da sözünü ettiğin dramı anlatan bir filme başlıyorum.’

Ve işte o gün geldi.

Yönetmen İsmail Güneş, ‘The İmam’ adını verdiği filmin çekimlerine üç gün önce Malatya’nın Darende İlçesi’nde başladı.

Senaryosunu usta yazar Ömer Lütfi Mete’nin yazdığı ‘The İmam’da, ünlü ve medyatik oyuncular yer almıyor.

İsmail Güneş, bu ilginç filmi önümüzdeki ramazana yetiştirmeye çalışıyor.

Adalet Ağaoğlu’nun çıkışı

KÜRT sorununun çözümü noktasında atılan onca adıma rağmen ‘terör’ün yeniden mücadele yolu olarak seçilmesi, aydınları isyan ettiriyor.

Eskiden otoriter politikalara destek veriyormuş gibi gözükmemek için PKK terörünü açık bir şekilde eleştirmekten kaçınan Kürt sorununa duyarlı aydınlar, bugün yeniden başlayan terör karşısında seslerini yükseltiyorlar.

Bu konuda bardağı taşıran damla ise HADEP Genel Başkan Yardımcısı Hikmet Fidan’ın PKK tarafından öldürülmesidir.

Tıpkı bir Sırp gencinin Avusturya-Macaristan İmparatoru’nu öldürmesinin Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olması gibi bir şey.

Aydınların tutum değişikliğinin altında yatan budur.

Ünlü yazar Adalet Ağaoğlu’nun ‘Bunlar PKK’cı’ diyerek İnsan Hakları Derneği’nden istifa etmesi olayını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Bekáret ve namus

HÜRRİYET’
in ‘Cinsellik araştırması’nı merakla ve ilgiyle izliyorum.

Emel Armutçu’nun kaleminden sunulan çarpıcı araştırmada benim dikkatimi çeken en önemli nokta şudur:

Türk insanı özellikle dini değerlerden yola çıkarak bir ‘bekáret’ ve ‘namus’ anlayışı geliştirmiş.

Ve bu anlayış artık durmuş-oturmuş bir gelenek ve örf halini almış.

Fakat:

Bu ‘geleneksel anlayış’, özellikle dini değerler açısından hem çarpık, hem de acayip sorunlu.

Bildiğim kadarıyla İslam dininde, cinsellikle ilgili konularda getirilen tüm kısıtlamalar ve özgürlüklerde, kadın ve erkek arasında hiçbir fark gözetilmiyor.

Yani kadın için çizilen çerçeve ile erkek için çizilen çerçeve arasında bir fark yok.

Ancak Türk insanının zihin dünyası, İslam dininin bu çerçevesine hiç de uygun değil.

Sanki ‘iffet’, ‘namus’, ‘haya’ gibi kavramlar, sadece ve sadece kadınlar için geçerliymiş, erkekler bu noktada özgürmüş gibi bir anlayış toplumun her kesiminde yaygın kanaat.

Hani ‘Erkek yapınca elinin kiri, kadın yapınca fahişelik’ olarak bilinen meşhur yargı var ya...

İşte ondan söz ediyorum.

Bu sakat mantık, dinin yanlış yorumlanmasından ve yine dinin geleneksel erkek egemen anlayışa uyarlanmasından kaynaklanıyor.

O halde...

Halkı irşat görevine kendini adamış hocalardan, töre cinayetlerine meşruiyet bulmaya kadar varan bu çarpık anlayışla mücadele etmelerini beklediğimizi buradan ifade edebiliriz.

Özellikle ‘İslam’a Göre Cinsel Hayat’ adlı kitapla olay yaratan Ali Rıza Demircan, gür sesiyle bu konuda racon kesse...

Ya da Hürriyet’te Cuma günleri yazı yazan eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, bir yazısını bu konuya ayırsa...

Ne iyi olur değil mi?
Yazının Devamını Oku

Özür dilemek bu kadar zor mu?

29 Temmuz 2005
<B>BAŞBAKANLARI </B>ve bakanları eleştirirken bir parça temkinli olmakta fayda vardır. Çünkü bir ‘arıza’ çıkabilir.

Askerle ilgili bir konu olduğunda en nazik ifadeleri bulmak için büyük özen gösterilmelidir.

Çünkü ne olur ne olmaz.

Polis hakkında ileri geri yorum yapılmaz.

Çünkü ‘polis düşmanı’ olarak isim yapmak sağlığa zararlıdır.

Yargı mensuplarını eleştirirken bin türlü hukuki mütalaaya başvurmakta yarar vardır.

Çünkü yargı konuları netámelidir, dikkat ister.

Evet, durum budur.

Peki bu durumda ‘muhalif duruş’ gösterisi yapmak için yanıp tutuşanlar ne yapacak?

Ortada şöyle kolay ve belasız bir hedef yok mu?

Olmaz olur mu? Tabii ki var:

Meclis ve milletvekilleri...

***

‘Zor hedefler’le uğraşamayanların ‘kolay hedef’e abanmalarındaki ahlaki sorunu fark ettiğim günden beri, ‘Halkımız aç ama milletvekilleri aldıkları maaşla gününü gün ediyor’ tarzında cümleler kurmaya meraklı olanlarla arama hep mesafe koydum.

Çünkü ‘belalı hedef’ karşısında süt dökmüş kedi gibi olanların, iş ‘belasız hedef’e gelince nasıl da aslan kesildiklerini görmek midemi bulandırıyor.

İşte bu yüzden memleket idaresinde onca sorumlu varken, bütün suçu Meclis’e ve milletvekillerine yükleme ahlaksızlığına ve kolaycılığına kapılmadım.

Meclis’in saygınlığının çok önemli olduğuna inandım.

Ama...

Bu ilkesel duruş, Meclis’in saygınlığını zedeleyen milletvekili davranışlarına karşı duyarsız kalındığı anlamına gelmemeli...

***

Yani şu ‘Ordu’daki düğünde havaya ateş açan milletvekilleri’ olayına bugüne kadar girmemiş olmamın nedeni, sözünü ettiğim ilkesel duruştan ziyade bir beklentiden kaynaklanıyordu.

Şunu bekledim:

AKP Grup Başkan Vekili Eyüp Fatsa ve AKP Milletvekili Enver Yılmaz, çıkıp çok güçlü bir biçimde özür dilesin, pişmanlık açıklaması yapsın.

Böylece Meclis’e yönelik ‘Vur abalıya’ yaklaşımını güçlendiren bu olay nedeniyle, Meclis saygınlığının zedelenmesi hiç olmazsa bir parça hafiflesin.

Ama ne gezer?

Hem ‘özeleştiri kültürü’nden, hem de ‘özür kültürü’nden yeterince nasiplenememişiz.

Bu yüzden olayın üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen Milletvekili Enver Yılmaz, hálá ‘Ne yani? Ben o silahı Taksim Meydanı’nda mı attım?’ filan diye açıklamalar yaparak hatayı tevil etmeye çalışıyor.

Ve olan tabii ki Meclis’in saygınlığına oluyor.

Faşist cesareti

Mine Kırıkkanat adlı yazar, dünkü Radikal’de Zeytinburnu Sahilyolu’nda piknik yapan halkımızı şöyle tasvir ediyor:

Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı!’.

Bravo...

Ve de aferin...

Bu ‘faşist cesareti’ karşısında şapka çıkarıyoruz...

Çünkü:

BİR: Bugüne kadar gelmiş geçmiş en baba ‘halk düşmanları’ bile, kinlerini ve nefretlerini bu denli üslupsuz dile getirmemişlerdi. Çünkü ne kadar ‘halk düşmanı’ olsalar da çok anlaşılır nedenlerden dolayı yüzleri bir parça kızarıyordu. Yazarımıza işte bu yüzden bravo.

İKİ: Bugüne kadar gelmiş geçmiş en baba ‘faşistler’ bile, ırkçılıklarını en fazla ‘kafatası ölçümü’ne kadar götürebildiler. Oysa ‘cesur yürek’ yazarımız, olayı, kendi halkının bacak, kol ve kıl ölçümünü gündeme getirmeye kadar vardırmayı başardı. İşte bu yüzden aferin.

ÜÇ: Bugüne kadar gelmiş geçmiş en baba elitistlerimiz, halkı sadece kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde aşağılarken, bizimki ulusal bir gazetenin köşesinden ‘kara halkımız’ diye aşağılayabilmiştir. İşte bu yüzden helál olsun ona.
Yazının Devamını Oku

Ruhaniler neden tişört giymez

28 Temmuz 2005
<B>ÖZDEMİR İnce </B>dünkü yazısında şöyle diyor:<br><br><B>‘Bilgisayarların, teyp kasetlerinin, CD’lerin, DVD’lerin zamanında Kuran ezberlemenin ne gereği var?’ Özdemir İnce’nin bu sorusundan yola çıkarak ben de şu soruyu soruyorum:

‘Sıcak havalarda tişört, keten pantolon giymek varken Hıristiyan dünyasının ruhanileri neden o ağır giysileri giymekte inat ederler?’

Yani...

Eğer CD, DVD döneminde Kuran ezberlemek gereksizse, hafif giysilerin tercih edilebileceği bir çağda kat kat giyilmiş cübbeler de gereksizdir.

***

Diyeceksiniz ki:

Adın çıkmış zaten ‘polemik canavarı’na... Şimdi durup dururken Özdemir İnce ile çok tartışmalı bir mevzuda, inceden polemiğe girişmek de nereden çıktı? Uslu dursana...

Evet, haklısınız.

Haklısınız ama benim de mazeretim var...

Mazeret şudur:

Özdemir İnce’nin ‘Hafızlık gerekli mi?’ başlıklı yazısında ileri sürdüğü ‘akla yatkınmış gibi görünen tezler’ acayip kışkırtıcı ve cazibeli.

Yani benim durumum ‘hesapsız bir şekilde cazibenin peşinden gitmek’ten ibaret.

Sözü uzatmadan, eski adamların kitaplarına yazdıkları O klasikleşmiş ibareyle işe başlayalım:

‘Gayret bizden, tevfik Allah’tan...’

***

Özdemir İnce’nin ‘Hafızlık gerekli mi?’ sorusu, dini düşüncenin ve geleneğin gelişim sürecini ve önemini hesaba katmayan bir yaklaşım biçimiyle kurgulanmış.

Ne diyor:

Eskiden Kuran’ın ezberlenmesine ihtiyaç vardı ama şimdi koşullar değişti ve ihtiyaç ortadan kalktı.

Evet, ilk bakışta rasyonel, gerçekçi bir yaklaşım bu.

Bu yüzden de yine ilk bakışta ‘akla yatkın’ gibi görünüyor.

Ancak bu yaklaşımın ıskaladığı bir husus var:

Dinler, semboller ve gelenekler üzerine inşa edilir.

Hıristiyan dünyasının ritüellerini ve geleneklerini, rasyonel açıdan izah etmeye kalkıştığımızda nasıl işinden çıkamazsak, İslam dininin bazı ritüel ve sembollerini izah ederken de aynı duruma düşebiliriz.

***

Hafızlık açısından olaya baktığımızda ise İslam’ın Hıristiyanlık ve Musevilik’ten farklı bir yönü ortaya çıkıyor.

Hıristiyanlık’ta İncil bir hadisler toplamı olarak kabul ediliyor.

Yahudilik’te Tevrat’ın yeri de öyle...

Oysa İslam inancına göre ‘Kuran lafzen de Allah sözüdür’.

Yani Müslümanlar, Kuran okurken sıradan bir kitap okuma eylemi yapmadıklarını düşünüyorlar.

Mucizevi kabul ettikleri ve kutsal saydıkları bir metnin sözcüklerini, anlamını bilmeden de olsa okumayı, tekrar etmeyi ve ezberlemeyi kutsal bir görev sayıyorlar.

‘Kuran’ın Allah sözü’ olmadığını düşünenler açısından bu durum ‘gerçekçi’ bulunmayabilir.

Tabii ki eleştirilebilir de...

Buna saygı duyulur.

Ancak Kuran’ı ‘Allah’ın sözü’ kabul eden insanların, Kuran ezberlemelerinin ya da orijinal metne önem atfetmelerinin ‘gerçekçiliği’ni sorgularken, ‘Bu çağda Kuran ezberlemeye ne gerek var? Kuran ezberlemeye yönelik din eğitimi talebi haklı değildir’ demek, bu yönde kısıtlamaya gidilmesini talep etmek doğru değil.

Yani demek istediğim şudur:

Eleştirelim, yargılayım...

Ama ulaştığımız sonuçlardan yola çıkarak ‘hak ihlali’ yapmayalım.

Açık göbek, türban ve oryantal

Yılın haberi dünkü Hürriyet’in ikinci sayfasındaydı.

Mutlaka ilginizi çekmiştir.

Hani Konya’da Alişan konserinde oryantal dansına kendini kaptıran ‘göbeği açık türbanlı kızlar’ haberi var ya, işte ondan söz ediyorum.

Bu haberi okurken şunları düşündüm:

BİR: Türbanlılar’ diye sınıflandırabileceğimiz, aynı tepkiyi veren, aynı şeyleri düşünen, aynı şekilde yaşayan, aynı şarkıları söyleyen, aynı fıkralara gülen, homojen bir topluluk yoktur. İçlerinde Alişan konserinde işte böyle göbek atanlar da vardır, bu tür etkinlikleri süfli bulup Aya İrini’de Bahc konserini tercih edenler de.

İKİ: ‘ABD’nin bölgemizdeki planları’ ya da ‘Ne olacak bu Irak’ın hali’ gibi pek mühim mevzulara kendilerini kaptıran değerli İslamcı yazarlarımız, şu yüksek siyaseti bırakıp biraz da ‘gereksizmiş gibi görünen’ bu konulara el atsalar ve bu mevzuyu bir yorumlasalar ne iyi olur.

ÜÇ: Türban siyasi simgedir’ diyenlerin, Konya’da Alişan konserinde göbek atan bu kızların başlarındaki örtü için küçük bir yorum attırmaları gerekmez mi? Çünkü bu kızların başlarındaki örtü ‘babaannelerimizin örtüsü’ne benzemiyor. Yaptıkları dansla rejimi yıkacak gibi de görünmüyorlar. Öyleyse ‘Bu nedir bu?’ sorusuna bir yanıt verilse iyi olmaz mı?
Yazının Devamını Oku

Başbakanlık’tan açıklama: İddialar ciddiyetten uzak

27 Temmuz 2005
<B>‘CİDDİ İddialar Acil Yanıt Bekler’</B> başlıklı yazıma Başbakanlık’tan yanıt geldi. Yazılı açıklamayı yorumsuz olarak sunuyorum:

‘Sayın Ahmet Hakan... Belirttiğiniz gibi konu Sayın Emin Çölaşan tarafından gündeme getirilmiştir.

Bu konunun maksatlı olarak gündeme getirildiği açık olsa da, kamuoyunu doğru bilgilendirme sorumluluğu adına aşağıdaki cevapları bilginize sunuyoruz...’

***

SORU: Güneydoğu’da güvenlik güçleri, ‘mayınlı saldırıları etkisiz hale getirmek için’ herhangi bir yolun asfaltlanması yönünde hükümet ya da yerel yetkililerden bir talepte bulunmuş mudur? Eğer böyle bir talep söz konusu ise hükümet ya da yerel yetkililer, güvenlik güçlerine, ‘İstediğiniz yolları asfalt yapamayız. Çünkü bütçede para yok’ cevabını vermişler midir?

YANIT:
Bu yönde bir bilgi tespit edilememiştir. Bildiğiniz gibi iddianın doğruluğunu ispat sorumluluğu öncelikle iddia sahibine aittir. Dolayısıyla sorunuza tam cevap verebilmek için daha somut bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır. Kim, ne zaman ve hangi makama başvurdu? İddia konusu cevabı hangi makam, ne şekilde verdi?

SORU: Hükümet, Moğolistan’a hangi gerekçeyle yol yapmaktadır? Yapılan yol kaç kilometredir? Amaç nedir? Bu işin Türkiye’ye maliyeti nedir?

YANIT:
Söz konusu yolun yapımı, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın (TİKA) Orta Asya Türki cumhuriyetleri ve Balkanlar’ı kapsayan teknik yardım programı kapsamında gerçekleştirilmektedir. Bu kapsamda yürütülen projelerin genel olarak Türkiye’nin uzun vadeli ulusal çıkarları ile bölgesel istikrar ve refaha katkıları bakımından arz ettiği önem hem tartışmadan varestedir, hem de burada ihtiyaç duyulmayan daha uzun bir izahı gerektirmektedir.

Moğolistan özelinde ise daha ayrıntılı bilgi için Sayın Başbakan’ın bu ülkeyi ziyareti sırasında yaptığı ve Türk medyasında geniş yer bulan açıklamalarına başvurmanızı öneririz. Yine de iddia sahibinin gündemi takip etmedeki zafiyetini dikkate alarak şu kadarını özetle tekrar hatırlatalım:

Moğolistan, köklerimizin bulunduğu dost ve kardeş bir ülkedir. Orhun Vadisi’ndeki Göktürk Anıtları, Türk tarihinin ilk yazılı eserleridir. Sadece bizim için değil, bu açıdan insanlık tarihi için de büyük önem taşımaktadırlar. Karakurum Şehri’nden anıtlara giden 46 km’lik ham yolun yapılması konusunda daha önce Türkiye tarafından sözler verilmiş ama gereği yapılmamıştır. 36 yıl önce Moğolistan’la ilk diplomatik ilişkiler kurulmuş, ama bu tarihe kadar hiçbir başbakan bu ülkeyi ziyaret etmemiştir. Yüzölçümü Türkiye’nin iki katı olan Moğolistan’ın nüfusu sadece 2.5 milyon civarındadır. Bakir ve geniş topraklarına dayanan jeostratejik önemi, sınır komşuları Rusya ve Çin ile Japonya başta olmak üzere bölge ve Avrupa ülkelerinin ilgi ve dikkatini çekmiş ama Türkiye tarafından bugüne kadar ihmal edilmiştir. Sayın Başbakan’ın ziyaretiyle hem Türkiye adına verilen bir söz yerine getirilmiş, hem geçmişin eksikliklerini telafi eden somut bir adım atılmış, hem Türk kültür carlıkları listesinin yeryüzündeki en müstesna eserlerine, dolayısıyla kendi geçmişimize sahip çıkılmış, hem de dünya devletlerinin çeşitli alanlarda varlık gösterdiği bir ülkeyle ihmal edilmiş dostluk ilişkisi yeniden canlandırılmıştır. Ayrıca bir dış politika projesiyle bir iç hizmet meselesini karşılaştırmak elmalarla armutları toplamaktır. Bu da kısır bir mantığın fasit hesabı olabilir.

***

SORU: Hükümet, göreve geldikten bu yana Güneydoğu’da ne kadar yolu asfalt yapmıştır?

YANIT:
2002 yılı sonuna kadar Doğu ve G.Doğu Anadolu bölgelerinde toplam 531 km bölünmüş yol vardı. Bugüne kadar geçen 2.5 yılda ise 985 km yeni bölünmüş yol yapıldı. Çalışmaları devam eden 1000 km’lik yol da 2006 sonunda tamamlanmış olacak. Ayrıca 260 km uzunluğunda il yolu da bitirildi, hizmete açıldı.

***

SORU: Güvenlik güçleri, terörle mücadele gibi yaşamsal bir konuda hükümetten taleplerini dile getirirken hangi mekanizmayı kullanmaktadır? Bu konuda herhangi bir eşgüdüm sorunu yaşanmakta mıdır?

YANIT:
Elbette herhangi bir eşgüdüm sorunu yoktur. Sorunun önemine bağlı olarak gerektiğinde en üst düzeyde Sayın Başbakan’a arz edilmekte, aksi takdirde daha alt düzeylerde sorunlar çözülmektedir. Gereken duyarlılığın gösterildiğini söylemeye zaten hacet yoktur.
Yazının Devamını Oku