29 Ağustos 2005
<B>NE </B>de olsa <B>‘komploya yatkınlık’</B> konusunda fevkalade bereketli topraklar üzerinde yaşıyoruz. Bu yüzden olacak:
Bülent Ersoy olayıyla ilgili olarak, ‘Siyasi komplo var’ açıklamasını kim yapacak diye merakla bekliyordum.
Tabii ki fazla beklemedim.
Beklentimi karşılayacak ilk açıklama, biraz kıyıda köşede kalmış bir ‘mecra’dan önüme geliverdi.
Söylenen şöyle bir şeydi:
‘Baykal’ı, Kürt sorununda hükümete destek vermediği için Bülent Ersoy eliyle cezalandırıyorlar.’
Nasıl? Şahane bir saptama değil mi?
Peki bu iş nasıl olmuş olabilir?
Hadi bir senaryo yazalım:
‘Hükümet-Danışman-Aydın’ çetesi, ‘Kürt sorunu’ konusunda Baykal’a acayip öfkeleniyor ve soluğu Bülent Ersoy’un yanında alıyor
‘Çete’, Ersoy’a şöyle yalvarıyor:
‘Bülent Abla, Bülent Abla. Hani sen bize kurban olacağını söylerdin. Senden bize kurban olmanı filan istemiyoruz. Bizim için yapabileceğin çok daha kolay bir şey var. Ne olur hafızanı şöyle bir yokla. Sana sahne yasağı konduğu dönemlerde gri takım elbiseli bir siyasiyle konuşmuş olabilir misin? Ve sakın o konuştuğun adam Baykal olmasın?’
Bülent Ersoy Hanımefendi ‘çete’nin mesajını alıyor, yalvarıştan etkileniyor ve ortalığı karıştıran açıklamasını patlatıyor.
Sakın ‘Yok artık’ filan demeyin.
Bu ülkede bu senaryoya inanacak çok adam çıkar.
***
Biz ki:
Komplo teorisi üretmekte, paranoyaya yaslanmakta ve irrasyonellikte sınır tanımamakta şampiyonuz.
‘Bülent Ersoy olayı’nı tek bir komployla geçiştirmek yakışır mı bize?
Tabii ki yakışmaz.
İşte bakın ikinci komplo, bu kez CHP ‘politbürosu’ndan geliverdi.
Miting alanlarında Deniz Baykal’ı halka, ‘Aman Allah’ım! Aman Allah’ım! Baykal geliyor! Ne de güzel geliyor!’ diye son derece ‘yaratıcı buluşlar’la tanıtan CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen, şanımıza yakışır çıkışı yaptı.
İşte Sevigen’in söyledikleri:
‘Gündemi değiştirmek için bir senaryo kurdular. Namuslu, dürüst bir insana nasıl leke atılır, ‘siyaseten yenemiyoruz, ne söylerse söylesin bu adam hep haklı çıkıyor’ diyen bazı çevreler iktidarıyla, muhalefetiyle bunun içindedirler. Bir oyun oynadılar. Sanatçı bir arkadaşa daha önce kurduğu bir senaryoyu sahneye koydurdu bazı arkadaşlarımız.’
Ben bu ‘harika’ komplo teorisinde en çok ‘Siyaseten yenemiyoruz, ne söylerse söylesin bu adam hep haklı çıkıyor’ bölümüne bayıldım.
Çünkü kara, kavruk ve bıyıklı bir adamın ‘Alice Harikalar Diyarında’ oyununun başkahramanı olması, grotesk bir görüntü gibi geldi bana.
Komploya dönersek:
Düşünün.
İktidar, CHP dışındaki muhalefet ve CHP içindeki Baykal karşıtları bir toplantı yapıyorlar.
Gündemde ‘siyaseten bir türlü mağlup edilemeyen Baykal’ konusu var.
Çünkü adam ‘ne söylese haklı çıkmış’ durumda ve bu yüzden ‘CHP gümbür gümbür geliyor’.
Yani önünün kesilmesi şart.
Bu toplantıdan şöyle bir karar çıkıyor:
‘En iyisi çamur atmak kardeşim. Bu iş için en uygun kişi de Bülent Ersoy’dur. Onun elinde mutlaka Baykal hakkında atılacak bir çamur vardır.’
Neyse...
Daha fazla uzatmayalım.
Söylenecek çok şey var ama biz sadece Mehmet Sevigen’in adının ‘Metal fırtına Mehmet’ olarak değiştirilmesini önermekle iktifa edelim.
Anadolu vodvili
YAVUZ Donat abimiz yazdı da öğrendik:
Meğer Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ve Sanayi Bakanı Ali Coşkun Beyler, elbirliği edip Elazığ Milletvekili Necati Çetinkaya’yı bir güzel işletmişler.
Ayrıntılara girmeyelim, sadece oynanan oyun için ‘Anadolu vodvili’ tadında deyip geçelim.
Ses değiştirme, yanlış anlama, Elazığ şivesi kullanma, Diyarbakır şivesinden yararlanma falan filan...
Ankara’nın ‘gayri resmi’ yüzüne bir parça aşina olanlar, üç bakanın mizah anlayışlarının nasıl da örtüştüğünü ve Necati Çetinkaya’nın da ‘işletilmeye’ nasıl da teşne olduğunu bilirler.
Ben bu ‘işletme’ olayından yola çıkarak, ‘Koskoca bakanların yaptıklarına bak’ diyerek sıkıcı bir ‘doğru Ahmet’ tavrı koymayacağım.
Çünkü eğlenmek onların da hakkı.
Ancak...
Şunu söylemeden de edemeyeceğim:
Efendim, karşınızdakini gafil avlamaya dayalı mizah anlayışı bir hayli demode kaçmaktadır. Özellikle Cemil Çiçek gustosunda bir siyasetçi, hani nasıl derler, daha sofistike bir mizah anlayışına derhal yükselmelidir.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2005
<B>HATIRLAR </B>mısınız?<br><br>Hani dönem, <B>‘düşüklü yoğunluklu çatışma’</B> dönemiydi. ‘Laik’ devletimiz, Güneydoğu kentlerine uçaklardan ayet ve hadisli bildiriler atarak, ‘Sevgili vatandaşlarımız, ayrılıkçılık büyük günahtır, aman günaha girmeyin’ mesajı veriyordu.
Buna karşılık PKK da boş durmuyordu:
Apo’nun emriyle bir ‘Kürt Ulema Meclisi’ oluşturuluyor ve bu ‘meclis’ aracılığıyla terör eylemlerinin dini açıdan meşru olduğu yönünde fetvalar veriliyordu.
Yani ‘düşük yoğunluklu savaş’ döneminde, tartışmasız ‘yüksek yoğunluklu’ bir din istismarı savaşı veriliyordu.
Sonra ne oldu?
Bu istismar, öyle ters tepti ki:
Ortaya bir ‘Frankeştayn’ çıktı.
Adına ‘Hizbullah’ denilen ucube, bölgede dini kullanmanın ne derece tehlikeli bir oyun olduğunu herkese gösterdi.
Sonra filmin ciddi kısmı sona erdi.
Araya ‘Memlekete hoş geldin’ hitabı, ‘Bir hizmetimiz dokunursa...’ karşılığı, ‘DSP’nin yükselişi’, ‘Ateşkesler’ filan girdi.
Ve şimdi bu ‘film’ devam ediyor.
Hem de acayip eğlenceli bir şekilde.
O halde buyurun eğlenceye:
* * *
Kendisine ‘Sayın’ dediğimizde alacağımız ceza belli olan ama ‘Bey’ dediğimizde neyle karşılaşacağımız henüz belli olmayan Apo, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki yumuşak karnını bulmuş:
BİR: Delikanlılık.
İKİ: Dindarlık..
Bakın, ‘avukatları aracılığıyla’ verdiği demeçte Tayyip Erdoğan’a iki açıdan da nasıl çakıyor:
‘Hükümet adil olmak zorunda. Nedir bu on gencin peşine bin asker takıyorsun? Bu dine, Müslümanlığa sığar mı? Adı da muhafazakár parti. Bunlar Müslüman da değil, tüccar, bezirgán takımı. İslam’ı da kirletiyorlar.’
İşte memleketi yıllardır uğraştırmış ve hatta teslim edilip hapse tıkıldığı halde uğraştırmayı sürdüren ‘terör örgütünün başı’nın mantığı nasıl çalışıyor?
Zannediyor ki:
Bu açıklama karşısında Erdoğan’ın ‘delikanlı’ ya da ‘dindar’ yönü tahrik olacak.
Ve Başbakan, ‘Heyt! On kişiye karşı bin kişi olur mu? Bu delikanlılığa sığar mı?’ diye çıkışlar yapacak.
Böylece terör örgütü elemanları bir parça rahatlayacak.
Daha rahat mayın döşeyecek, Karadeniz’e daha sakin sularda sızacak.
Tamam, söz konusu Apo’dur...
Tamam bir tutarlılık arayışında filan değiliz...
Ama insan ister istemez yine de bir ‘izan kırıntısı’ arıyor.
Ve sonuca şaşıyor.
* * *
Durun, eğlence burada bitmedi.
Apo’nun açıklamaları arasında çok daha eğlenceli bir cümle var ki, değinmeden geçmek olmaz:
‘İslami açıdan söylüyorum: Müslüman Müslüman’ı öldürmez.’
Bu cümleyi okuduktan sonra, ‘Söz söylenmez bu sözün üzerine’ dedik ve sadece şunu yaptık:
Sinir bozucu durumlarla karşılaşan dindarların söyledikleri o ilahi sözün Türkçe’sini içimizden geçirdik:
‘Allah sabredenlerle beraberdir...’
Kurda rest
HER gönülde bir aslan yatar ya...
Bizim Hıncal Uluç da, kendisinin Sean Connery’ye benzediğini düşünüyormuş.
Aynanın karşısına geçip, yüzünü şöyle bir seyrettikten sonra, ‘Ne haber lan Sean?’ diyerek çapkınca göz kırpıyor mu bilmiyorum...
Ama Hıncal Uluç’un, kendisini Sean Connery’ye benzetmesinin bende hafif bir merhamet duygusu yarattığını belirtmeliyim.
Çünkü bu tür hüsnükuruntular, bende ‘yürek burkuntusu’ yaratır.
Bu yüzden ‘vasat zevkler üstadı’ ve de ‘avam zevkler gurusu’nun bana karşı yazdıklarına bir cevap vermeyeceğim.
Sadece yaptığı Alaçatı güzellemeleri nedeniyle, ‘Alaçatı’yı da mundar ettin be üstat’ demekle yetineceğim.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2005
EN İYİ ESPRİ: Kim ne derse desin, konuyla ilgili en iyi espriyi Mustafa Sarıgül patlattı: ‘Allah’ın sopası yok ama Bülent Ersoy’un var.’ İyi düşünülmüş, zekice kurgulanmış ve çeşitli anlam katmanlarına sahip bir dokundurma bu. Bülent Ersoy’un iddialarına sahip çıkma yanlışına düşmeyen Sarıgül, Baykal’a şu mesajı veriyor: ‘Bana iftira attın ama karşılığını nasıl da aldın.’ Sarıgül’ün ‘dokundurması’nın diğer anlam katmanlarına ise dilerseniz hiç girmeyelim.
EN İYİ ÖNERİ: Bülent Ersoy’un bütün cüssesiyle gündeme bomba gibi düşmesinin ardından en az üç ‘eksantrik’ kişi şu öneriyi dile getirdi: ‘Bülent Ersoy, CHP’ye genel başkan olsun.’ Ertesi gün Hürriyet yazarı Bekir Coşkun’un, o üç kişiden bağımsız olarak öneriyi başlık yapmasıyla birlikte olay ciddiyet kazandı. Ve şimdi hepimiz ciddi ciddi bu ‘en iyi öneri’yi düşünmekteyiz.
EN İYİ GAF: Bülent Ersoy, iki saatlik basın toplantısı sırasında tam 5 kez Oktay Ekşi’nin adını geçirdi: ‘Oktay Bey’e dedim ki... Sayın Ekşi’ye de söylediğim gibi... Bugün iki kez Oktay Ekşi ile görüştüm...’ Basın toplantısını izleyenler, Oktay Bey’in eski muhabirlik günlerinin heyecanına kapılarak ‘7 Kısım Tekmili Birden Bülent Ersoy Olayı’ başlıklı bir yazı dizisi için büyük bir hazırlık yaptığını düşündü. Ve fakat... Oktay Bey’den gelen ‘Hayatımda Bülent Ersoy ile bir kez dahi görüşmüş değilim’ şeklindeki açıklama, Bülent Ersoy’un büyük bir gaf yaptığını ortaya koydu. Şimdi herkes, ‘Acaba Bülent Ersoy’un Oktay Ekşi sandığı kişi kimdi?’ sorusunun yanıtını arıyor.
EN İYİ TANIMLAMA: ‘Ben halkın sanatçısıyım’ tarzı çıkışlar son günlerde epey demode olmuştu. Kim ne zaman ‘Ben halkın sanatçısıyım’ dese dalga konusu oluyordu. Bülent Ersoy, bu konuda yeni bir çıkış yolu bulmuşa benziyor. Basın toplantısında üstüne basarak ve de birkaç kez, hem de yüksek sesle aynen şöyle dedi: ‘Ben halkın Bülent’iyim.’ Ve bu da ‘en iyi tanımlama’ olarak kayıtlara geçti.
EN İYİ MEYDAN OKUMA: Bülent Ersoy’un ‘yalancılık’ ile itham edilmesi karşısında ‘Ben kıvırmam’ diye haykırmasıdır. İkinci en iyi meydan okuma ise ‘Baykal sizinle yüz yüze görüşmediğini söylüyor. Yüz yüze görüştüğünüzü nasıl kanıtlayacaksınız?’ sorusuna Bülent Ersoy’un verdiği şu yanıttır: ‘Asıl o yüz yüze görüşmediğimizi nasıl kanıtlayacak?’
Haşema’ya dair minik bir değini
BİZİM ‘Haşema polemiği’ dünya basınına sıçramış durumda.
The Economist, Los Angeles Times gibi önemli yayın organlarında, Türkiye’deki ‘Haşema’ tartışmaları ele alınıp işleniyor.
Anormal karşılamıyorum.
Ancak...
LA Times’ta çıkan haberde, Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman’ın benim için ‘Zavallı Müslüman’ demesinin belirtilmesine biraz takıldım.
Çünkü Karaduman’ın bana yönelik eleştirisi, gazetedeki habere tek taraflı olarak yansımış.
Oysa o tartışmada ben, ‘kahramanca bir direniş’ sergilediğimi filan zannediyordum. Milim geri adım atmamış ve Karaduman’a hak ettiği şeyleri söylemiştim.
Mesela, kendisine ‘Dini ticarete alet eden adam’ bile demiştim ama Karaduman nedense beni mahkemeye bile verememişti.
Ama sonuç nedir?
Amerikan gazetesi, Karaduman’ın benim için sarf ettiği ‘Zavallı Müslüman’ sözüne yer vermekle yetinmiş.
Demek ki olay, ABD’den benim gördüğüm gibi görülmüyormuş.
İşte takıldığım nokta budur...
Diyanet’e sorular
DİYANET İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, son zamanlarda Diyanet’le ilgili ortaya atılan iddialara yanıt vermek amacıyla, bugün saat 10.00’da bir basın toplantısı düzenleyecek.
Hazır böyle bir fırsat varken, Sayın Başkan, benim şu sorularımı da yanıtlayabilir mi acaba?
‘Stratejist’, ‘Uluslararası İlişkiler Uzmanı’, ‘Köşe Yazarı’, ‘MHP Genel Başkan Aday Adayı’ gibi sıfatları bulunan Ümit Özdağ, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personeli midir?
Eğer personeli ise:
Kurumda ne iş yapmaktadır? ‘657 sayılı yasa’ya mı tabidir? Kaç lira maaş almaktadır?
Personel değilse:
Diyanet’e ‘yüksek ücret karşılığı’ rapor hazırlamış mıdır? Eğer bu iddia doğruysa hazırlanan raporlar için ‘kamu kaynakları’ndan Ümit Özdağ’a ne kadar para aktarılmıştır?
Ve son soru: Ümit Özdağ’ın Diyanet ile ilişkilerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir rolü olmuş mudur?
Madem şeffaf, her şeyin açık açık konuşulduğu, demokratik bir ülkede yaşıyoruz, o halde Ankara’da herkesin konuştuğu, ancak bir türlü kimsenin resmiyete dökmediği bu konunun açıklığa kavuşmasını isteyebiliriz.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2005
<B>YENİ Şafak’</B>tan Taha Kıvanç <B>(Fehmi Koru) </B>geçen gün yazdı da öğrendik... Rahmetli gazeteci Teoman Erel, ‘İyi gazeteci, kendisininki başta olmak üzere gazeteleri iyi okuyandır’ demiş.
‘İyi gazeteci’ sıfatını hak edip etmediğimi bilmiyorum ama ‘Kendiminki başta olmak üzere gazeteleri iyi okuduğumu’ söyleyebilirim.
Gazeteleri o kadar iyi okurum ki, bu alanda hayli ‘iddialı’ olan Taha Kıvanç’ı bile yaya bırakırım...
Kanıt mı istiyorsunuz?
Mesela Yeni Şafak yazarı Ahmet Taşgetiren’in, geçen yıl yazdığı yazılarla bu yıl yazdığı yazılar arasındaki derin çelişkileri Taha Kıvanç yakalayamadı ama ben yakaladım.
Eh, ne demişler:
El elden üstündür.
* * *
Neyse, sözü fazla uzatmayalım da mevzuya dalalım:
Efendim, Başbakan’ın hálá tartışılan son ‘Kürt sorunu’ çıkışı, Yeni Şafak gazetesinde Ahmet Taşgetiren’in kaleminden hayli sert bir şekilde eleştirilmişti.
Hatta Taşgetiren’in bu konudaki son yazısı, gazetesi tarafından sansürlenmişti.
‘Sansür’ tabii ki iyi bir şey değil, bu konuda tabii ki Taşgetiren’in yanındayız.
Ama işin içine ‘sansür’ girdi diye ‘çelişkiyi’ görmemezlikten gelecek değiliz.
* * *
Çelişkiyi ortaya koymak için önce Taşgetiren’in sansürlenen yazısından birkaç alıntı yapmak gerekiyor.
Bakın Taşgetiren neler diyor?
‘Acı duyuyorum, Başbakan, aydın-danışman koalisyonu içinde harcandığı için... Acı duyuyorum, Türkiye’nin bu en sancılı meselesinde Tayyip Erdoğan’ın ifa edeceği doğru misyonun canına okunduğu için. (...) Bakın bakalım Sayın Başbakan’ın halet-i ruhiyesi nicedir? Şimdi gürül gürül ‘Kürt sorunu dediğimiz için iyi ettik’ diyor mu, yoksa, memleketin başka taraflarına verilen mesajlar sebebiyle savunma durumuna geçmek zorunda mı kaldı? Bu muydu beklenen? (...) Bakın denkleme:
Başbakan ‘Kürt sorunu’ dedi. Bir adım. PKK bugün Brüksel’de ‘Ateşkes’i açıklayacakmış. İkinci adım.’
Taşgetiren’in, Başbakan’ın sorunun adını ‘Kürt sorunu’ diye koymasına ateş püsküren bu eleştirilerini okuyunca, ‘Yahu’ dedim, ‘Taşgetiren geçen yıl yazdığı yazılarda bugün Başbakan’ın yaptığı açılımlara işaret etmiyor muydu?’
Hemen Yeni Şafak’ın arşivine daldım.
Öyle uzun boylu bir inceleme yapmama gerek kalmadı.
Çünkü Taşgetiren’in 2004 yılında yazdığı tam 23 yazıda sorunun adını -hem de gürül gürül- koyduğunu ve olayı ‘Kürt meselesi’ olarak isimlendirdiğini gördüm.
Mesela bir yazısının başlığı aynen şöyle: ‘Kürt Meselesi, Din Meselesi’
Bir başka yazısı ise ‘AK Parti ve Kürt Meselesi’ başlığını taşıyordu.
Yazıların içeriğine göz attığımda ise gördüğüm şuydu:
Taşgetiren, AKP iktidarının ‘Kürt meselesi’yle ilgili adımlar atmamasından şikayet ediyor, Zanagiller’den Orhan Doğan’ın verdiği olumlu mesajları umutla karşılıyor ve neredeyse ‘Sayın Öcalan’ tabirini bile anlamak gerektiğini vurguluyordu.
(NOT: Uzun alıntılara gerek yok, bir itiraz gelirse yazdığım her cümleye karşılık gelecek ‘orijinal metinleri’ ortaya koyabilirim).
Şimdi sorulması gereken soru şudur:
2004 yılında yazdığı tam 23 yazıda sorunun adını ‘Kürt meselesi’ olarak koyan ve Başbakan Erdoğan’ı ‘Hadi! Sorunun üzerine git! Kürt kardeşlerimiz çözüm bekliyor!’ diye yüreklendiren Taşgetiren, tam da Başbakan sorunun üzerine gitmişken, neden ‘acı duyuyor’ olabilir ki?
Ya Erdoğan, ‘danışman-aydın koalisyonu’nun değil de Taşgetiren’in geçen yıl yazdığı yazıların dolduruşuna geldiyse...
O zaman Taşgetiren, hem Erdoğan’ı cesaretlendirip, hem de yarı yolda bırakmış duruma düşmüyor mu?
* * *
İki gündür ‘Acaba bu yaklaşım değişikliği neden?’ diye soruyorum kendi kendime...
Verebildiğim tek yanıt şu:
Sakın Taşgetiren, Başbakan’ın ‘Kürt meselesi’ yerine ‘Kürt sorunu’ demesine itiraz ediyor olmasın?
Yani problem ‘Kürt’ sözcüğünde değil de ‘sorun’ sözcüğünde düğümleniyor olmasın?
‘Sorun’ sözcüğünü ‘uydurukça’ bulan Taşgetiren, güzelim ‘mesele’ sözcüğünün heba edilmesinden ‘acı duyuyor’ olabilir mi?
Bir ‘ulus bilinci’nden ziyade bir ‘dil bilinci’yle mi karşı karşıyayız?
Neyse... Burada keseyim...
Zira bütün soruların yanıtını ben verirsem Taha Kıvanç’a ne kalacak?
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2005
<B>DİNİ </B>en koyu şekilde yorumlayan Suudi kraliyet ailesinden <B>Zeki Yamani’</B>nin kızının görüntüsü çağdaş, hem de nasıl çağdaşmış... Pakistan’ın darbeci generali Pervez Müşerref’in eşi saçlarını dağıtarak ‘medeniyet’ dersi veriyormuş.
Peki ya Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in eşi? Sorulur mu? Onun modern görüntüsü de parmak ısırtıyormuş.
‘Kaddafi’nin kızı’ olayına hiç girmeyelim... Çünkü onun şöyle bir salınışı bile aklımıza ‘Aydınlanma Devrimi’ni getirirmiş.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın eşi Esma, Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin eski başbakanı Butto, Ürdün İslam Krallığı’nın kraliçesi Raina...
Hepsi kıyafetleriyle birer ‘uygarlık abidesi’ olarak yükseliyormuş.
Aman da ne güzel, ne cici, ne medeni, ne çağdaş, ne zarif leydilermiş bunlar...
‘İslam leydileri’ böyle ‘şık’, yani acayip ‘tarz’ bir görüntü içindeyken, bizim ‘zavallı’ laik cumhuriyetimizin başbakan ve bakan eşlerinin durumu ise malummuş.
Falan filan...
Nasıl?
Kulağa hoş geliyor, değil mi?
Peki bu ‘yaldızlı görüş’ün parlaklığına aldanacak mıyız?
Bu yaklaşımı sorgusuz sualsiz kabul etmek bizim gibi bir ‘aykırı’ ya yakışır mı?
Tabii ki yakışmaz.
O halde ‘tarihsel misyon’umuzu yerine getirelim ve bir ‘çıkıntılık’ yapıp bu epey demagojik yaklaşımın yaldızını kazıyalım.
Ve şöyle seslenelim:
* * *
Abiler! Ablalar!
Lütfen ‘çağdaşlığı’ salt görüntüden ibaret sanmayınız.
Eğer işi görüntüye indirgerseniz:
‘Karısının başı açık olsun da isterse kanlı diktatör olsun...
Karısı modern giyimli olsun da isterse halkının tepesinde boza pişiren zalim idareci olsun...
Karısı örtünmesin de isterse darbeci general, halkını ezen kral olsun hiç fark etmez’ noktasına gelirsiniz.
Ya da gerilersiniz.
Oysa:
Türlü kusurlarına, aksaklıklarına, sorunlarına rağmen bizim ‘laik demokratik cumhuriyetimiz’, işte bu noktada da, demokrasiden ve özgürlükten nasibini almamış köhne Arap rejimlerinden ayrışır.
Biz bütün eksikliğine rağmen o kadar sahici bir demokrasiyle yönetiliyoruz ki:
Bizim ülkemizde ‘eşi başörtülü olan biri’ de başbakan olur, ‘eşi örtülü olmayan biri’ de...
İşin içinde numara, göz boyama filan yoktur.
Gerçek apaçıktır:
Bu ülkede bugün ‘eşi başörtülü olan biri’ başbakandır, yarın ‘eşi başörtülü olmayan biri’ başbakan olacaktır.
Çünkü burada ikiyüzlü Arap rejimleri egemen değildir.
Çünkü burada halka yaptıkları baskıyı İslami sembollerle meşrulaştırmaya çalışan krallar, diktatörler yoktur...
Burası ne ‘denge sorunu yaşayan’ Kaddafi’nin çadır devletidir, ne de ‘Amerikancı İslam’ın egemen olduğu petro-dolar emirliğidir.
Burası bütün eksikliklerine, aksaklıklarına rağmen laik, demokratik bir cumhuriyettir.
Biz burada oylarımızla karısı başörtülü birini de başbakan seçeriz, modern görünümlü bir kadını da...
Karısı başörtülü başbakanı da en ağır bir şekilde eleştiririz, karısı modern görünümlü başbakanı da.
Yani...
İslam dünyasının tek demokratik, laik cumhuriyetinin fertleri olarak bizim utanacak, çekinecek bir durumumuz yoktur.
Aksine eleştiri özgürlüğümüzle, yarattığımız çeşitlilikle gurur duyarız.
Ne yani?
Zalim diktatörün başı açık ‘cici’ karısı, kocasının halka yaptığı onca zulümden ve baskıdan utanmayacak da, ben özgür bir ülkenin bireyi olarak, halk oyuyla seçilmiş başbakanın eşinin kıyafet tarzından mı utanacağım?
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2005
<B>BİR </B>davayı ya da partiyi <B>‘gazete’</B> denilen araçla savunmak mümkün müdür?<br><br>Eskiden bu soruya ‘Evet, mümkündür’ diye yanıt verenler çoğunluktaydı. Peki ya bugün?
Bugün böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır.
Yani...
‘Ah şöyle bir milyon satan bir gazetemiz olsa, toplumu nasıl da istediğimiz gibi yönlendirir, davamızı yaygınlaştırırdık’ anlayışı büyük ölçüde aşılıp geçilmiştir.
Çünkü artık şunlar anlaşılmıştır:
BİR: Gazete ‘yapısal özellikler’i nedeniyle, ‘kaba parti propagandası’nın aracısı ya da ‘kutsal davanın yayıcısı’ olamaz.
İKİ: Gazeteye bir ‘dava’nın ya da ‘parti’nin propagandasını yapma işlevi yüklemek, ona boyundan büyük görev, taşıyamayacağı türden sorumluluk yüklemek anlamına gelir. Yani gazete denilen aracı abartmamak gerekir.
ÜÇ: Parti ve dava gazeteleri, yüklendikleri yanlış sorumluluk gereği, ‘okuru bilgilendirmek’ görevini birinci amaç olarak seçemezler. Onların anlayışı şudur: Eğer gerçekler, partinin ya da davanın çıkarına uygun değilse tabii ki dava ya da parti çıkarına uygun hale getirilir. Feraset sahibi okurun bu dalavereyi çakmaması imkansızdır.
DÖRT: Eğer gazetenizi ‘propaganda aracı’ olarak konumlandırırsanız, asla bir milyon satamazsınız. Ve eğer gazeteniz bir milyon satmaya başlamışsa, bilin ki artık ‘propaganda aracı’ olmaktan çıkmıştır.
***
‘Bu kadar teori yeter, biraz da pratiğe dal bakalım’ diyebilirsiniz.
Tamam, ‘aydın havası’ olması için kısa kesiyor ve pratiğe geçiyorum.
Efendim, söylemek istediğim şudur:
Diyelim ki çıkardığınız gazeteyi, ‘AKP hükümetine dost gazete’ olarak konumlandırdınız.
İletişim alanında sağlanan bunca çeşitlilik karşısında ‘Ben yaptım oldu’ diyemeyeceğinize göre sizi bekleyen bir dizi sorunsal var.
Mesela şu meşhur ‘Tren kazası’ karşısında ne yapacaksınız?
‘Bütün suç makinistte’ deseniz zerre kadar inandırıcılığınız kalmayacak.
Yapılan yanlışlara -hem de kibarca- işaret etseniz, bu durum ‘dostlukların son günü’nü yaşamanıza neden olabilir, yani dostunuzu gücendirebilirsiniz...
Eğer dostunuzu gücendirmeyi göze alırsanız bir anda ‘dost gazete’ unvanını kaybedebilirsiniz.
Eğer okurunuzu ‘keriz’ yerine koymayı göze alırsanız, o zaman da çıkardığınız mevkutenin ‘gazete’ olma özelliği kaybolur.
Yani tipik bir ‘Asiye nasıl kurtulur?’ durumudur bu...
***
Hadi ‘habercilik’ alanında bir şeyler yapıldı ve durum bir parça kurtuldu diyelim.
Peki ya yorumlar...
‘İktidar olmak eşittir her türlü eleştiriye uyuz olmak’ anlayışının egemen olduğu Türkiye’de, hem ‘dost gazete’ olmak, hem de yorum çeşitliliğini gerçekleştirmek mümkün olabilir mi?
Yorumda çeşitliliği göz önünde bulundurursanız başınıza gelmedik kalmaz.
Yılın her günü hükümeti öven bir yazarınız, yılın bir gününü iktidarı, hem de ‘adap’ ölçüleri içinde eleştirmeye karar verirse olacak olan şudur:
İktidar kanadından ‘Çatık kaş hükümet dedikleri bir zat’ telefona sarılıp, ‘Bu herifin bizim gazetede ne işi var?’ diye çıkışacaktır.
Aynı zatın laf arasına kattığı ‘Bütün gazeteler bize vururken siz de mi aynısını yapıyorsunuz?’ türünden duygusal yaklaşımları da işin cabasıdır.
Siz istediğiniz kadar ‘Ama efendim, yorumda çeşitlilik sağlamalıyız, inandırıcı olmalıyız, hem haber kutsal, yorum hürdür’ diye kendinizi ve gazetenizi savunmaya kalkışın...
Karşınızdakinin söyleyeceği tek bir şey vardır:
‘İyi ama kardeşim sen gazetecilik yapmaya çalışıyorsun. Bırak şu gazetecilik hastalığını...’
Bu çıkış karşısında iki şeyden birini yapabilirsiniz:
Ya istifayı basıp gidersiniz, ya da ‘Kör olası hanede evlad ü ayal var’ deyip çarpık duruma katlanırsınız.
Allah kimseyi ‘kör olası hanede’ var olan eş ve çocuklar hatırına böyle bir faaliyetin içinde çırpınmak durumunda bırakmasın.
Amin.
Mike Tyson Müslüman olmamış mıydı?
HİDAYETE eren ünlüler konusunu abartıp, ‘İslam’ı seçen Batılı şarkıcıyı bir anda veli mertebesine çıkaran’ hidayet meraklılarına soruyorum:
Hani Mike Tyson adlı boksör İslam’ı seçmişti?
Hani ‘yüz kızartıcı’ bir suç nedeniyle girdiği hapishanede Müslümanlığı seçmiş, adını da ‘Malik Abdülaziz’ olarak değiştirmişti?
Hani boksörümüz artık yumruklarını İslam için konuşturacaktı?
İşte yeni idolünüz İstanbul’da...
Neden gidip röportajlar yapmıyorsunuz?
Neden sayfalarınızı onun ‘hidayet öyküsü’ne ayırmıyorsunuz?
Sorun ‘yeni mücahit’in Reina’yı mesken tutması mı, yoksa yanındaki ‘sarışın’ mı?
Demek ki neymiş:
İnandığımız dinin değerini, o dine inanan ünlüler artırmazmış...
Ve her hidayet öyküsüne balıklama atlamamamız gerekiyormuş.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2005
<B>SEN </B>tut perşembe akşamı Beşiktaş Kuruçeşme <B>Arena</B>’da, hem de <B>‘önden ikinci sıra’</B>ya <B>‘şaşırtıcı bir rahatlık’</B> içinde kurul... Sanki orası doğal atmosferinmiş gibi...
Sonra da sahnedeki Zülfü Livaneli’nin söylediği ‘Ey özgürlük’ adlı şarkıya, pervasız ve küstah bir şekilde katıl.
Yani...
‘Kapımın eşiğine / Kabıma kacağıma / İçimdeki aleve / Camların oyununa / Uyanık dudaklara / Yazarım adını / Ey özgürlük’ falan diye haykır.
Ayrıca...
‘Karlı Kayın Ormanı’ söylenirken, ‘Ne ölümden korkmak ayıp / Ne de düşünmek ölümü’ bölümünde, sesini alabildiğine yükseltmeye cüret et.
Sahnedeki bir başka sanatçının, yani Sabahat Akkiraz’ın söylediği Alevi türkülerinde dem tuttuğunu gizleme gereği bile duyma.
Ve Şükriye Tutkun, ‘Arda Boyları’nı söylerken hafiften hüzünlen.
Burada durmalı değil mi?
* * *
Ama hayır...
Tabii ki ‘dadanmacı kişilik’, işi burada bırakmayacaktır.
Ve ertesi akşam daha fena bir şey yapacaktır.
‘Ortanın solu’ yumuşaklığı ve tehlikesizliğindeki Livaneli konserinin ardından, çok daha sol ve acayip sert bir konserde, yani Grup Yorum’un Açık Hava’daki geleneksel konserinde boy gösterecektir.
Durun lütfen!
Hemen ‘Cık, cık... Olacak şey değil’ filan diyerek kınamayın dostlar.
Tamam, yazarınız, ‘geldiği yer’e hiç de uygun düşmeyen amellere, her geçen gün yenilerini ekleme konusunda fevkalade hevesli görünmektedir.
Yani ha bire ‘günah defteri’ni kabartmaktadır.
Ama yine de lütfen bağışlayın onu.
Zira kendisi yaptığı her ‘hata’nın ardından ‘özeleştirisini vermeye acayip hazır’ bir durumdadır.
Hatta...
Bırakın özeleştiriyi, olayı dengeleyecek bir arayışa bile girmiştir.
Mesela iki konseri dengelemek adına şöyle bir çağrıda bulunmaktadır:
Dikkat!.. Dikkat!..
Eğer bugünlerde Ahmet Özhan bir yerlerde sahne alacaksa lütfen bu fakire haber verin.
Zira ‘zavallı’ yazarınız, ‘toplumsal duruşu’ ve ‘imajı’ açısından bir kez daha zor durumdadır ve kendisini laik ya da İslamcı ‘hayat tarzı zabitleri’nin yapabilecekleri fenalıklara karşı korunaklı kılmak istemektedir.
Yani...
Allah rızası için ‘Help me’.
Cem Yılmaz’a İslam tebliği
GEÇEN gün olmayacak bir yerde, olmayacak bir zamanda, olmayacak bir şahsiyetle karşılaştık.
Hadi ‘olmayacak yer’ ve ‘olmayacak zaman’ı bir tarafa bırakalım da ‘olmayacak şahsiyet’ten söz edelim.
Efendim, o kişi Cem Yılmaz’ın ta kendisidir.
Cem Yılmaz ile sohbetimize, mizah gücünü Bayburt’tan derlediği yerel fıkraları çok mahir bir şekilde anlatmasına borçlu olan biricik doktorumuz Eser Alptekin de katıldı.
Eser Alptekin tabii ki ‘Hazır Cem Yılmaz’ı bulmuşken’, fıkra repertuvarının en nadide eserlerinden birkaçını gün yüzüne çıkardı.
Fıkralar karşısında Cem Yılmaz tabii ki bastı kahkahayı.
Ama kahkahaların samimi olup olmadığını tam olarak çakamadım.
Çünkü Cem Yılmaz, son zamanlarda her türlü espri girişimi karşısında kahkaha atar oldu.
Neyse...
‘Geyik muhabbeti’ni bir tarafa bırakalım da ‘asıl konu’ya dalalım.
Cem Yılmaz’ın anlattığı ilginç anekdota...
* * *
Cem Yılmaz bir gün taksiye binmiş.
Halim selim ve ‘dindar’ görünümlü taksi şoförü, Cem’i şöyle bir süzdükten sonra inceden bir muhabbete girişmiş.
Selam kelam faslından sonra şöyle demiş:
‘Cem Bey kardeşim. İnançlı birine benziyorsun. Acaba hiç Risale-i Nur okumuş muydun?’
‘İnançlı birine benzemek’ ile yaptığı sanatsal ve sanatsal olmayan faaliyetler arasında irtibat kuramayan Cem, tabii ki bir parça dumura uğramış. Ama...
Yine de taksi şoförünün tebliğ gayretini boşa çıkarmamış, olayı anlayışla karşılamış ve ‘tebliğe muhtaç’ bir portre çizmeye çalışmış.
‘Dindar taksici’ de bu durumdan yararlanarak tebliğ faaliyetini sürdürmüş.
Evet, anekdot bu.
Ben şimdi, bir süre önce çeşitli mecralarda çıkan ‘Flaş... Flaş... Cem Yılmaz umreye gitmeye karar verdi’ haberleriyle, ‘mücahit taksi şoförünün tebliği’ arasında bir ilişki var mı onu düşünmekteyim.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2005
<B>KÖKTENCİDİR </B>ama devrimci değildir.<br><br>Radikal takılanlara...<br><br>İçtihat kapısını açmaya çalışanlara... Yeniyetme ve hayta İslamcılara...
Solla flört eden dindar gençlere...
Artistik şiirler yazan mücahitlere...
Tahammül edemez.
Ona göre her şey eskide olup bitmiştir:
Yazılması gereken kitaplar yazılmıştır, içtihat tamamlanmıştır, yeşil sarıklı ulu hocalar son sözü söylemiştir.
Ve şimdi yapılması gereken şudur:
O kitaplar okunmalıdır... O içtihatlara uyulmalıdır... O yeşil sarıklı ulu hocaların izinden gidilmelidir...
Sıkı bir anti-komünisttir.
Dinsiz imansız komünistlere karşı ‘ehli kitap’ Amerika’nın yanında saf tutmak gerektiğine inanır.
Bu ‘çocuksu’ ama tehlikeli inancı yüzünden muhafazakár insanları, Amerikan 6. Filosu’nu taşlayan solcuların üzerine sürmüştür ve hálá utanç içinde andığımız ‘Kanlı Pazar’ın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İşin en kötüsü şudur:
Bugün hálá ‘Dinsiz komünistler ülkemizi ele geçirecekti, tabii ki ehli kitap Amerika’nın yanında saf tutmalıydık’ diye düşünmektedir.
Bu arada ‘misyonerlik faaliyetleri’ne de göz açtırılmaması gerektiğine inanır.
Yani misyoner avcılarındandır.
Misyonerlik faaliyetlerini, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmak’ olarak nitelendirir.
Ama kendisine ‘Hıristiyan mahallesinde satılan şerbet’ konusu hatırlatıldığında susar.
Bir de şu var:
Yalçın Küçük’ün İslami kesimdeki temsilcisi gibidir.
Yani her taşın arkasında Yahudi arar, Sabetaycı yapılanmanın çok yakında ülkeyi ele geçireceğini düşünür ve kendisini kim Sabetaycı, kim değil araştırmasına vurur.
***
Nasıl?
Donuk, tatsız, ilerlemeye kapalı, tek tipçi, yanlış bilinçli, takıntılı, tehlikeli, toleranssız, farklı yaklaşımlara kapalı bir tip değil midir bu?
Evet, öyle...
Ama gelin görün ki:
Politik olarak kendisinden fersah fersah uzak durduğumuz Mehmet Şevket Eygi, aynı zamanda İslami kesimin ‘yaramaz’ bir ‘gündelik hayat teorisyeni’ olarak da belirir.
Ne yalan söyleyelim:
Politik açıdan alabildiğine ‘tatsız’ bir adam olan Eygi, işte bu alanda acayip sevimlidir.
Paradan başka bir şeyi gözü görmeyen yeni zengin Müslümanların görgüsüzlüğünü onun kadar açık sözlü bir şekilde kimse yazamadı.
Bir ‘Şehirli Müslüman’ tipi ortaya çıkarmak için didindi, didiniyor...
Bu uğurda neler yazmadı ki?
Çayın nasıl içileceğinden tutun da ‘giyim zevki’nin önemine...
Randevuya zamanında gitmenin anlamından, ev dekorasyonunun inceliklerine...
Konuşma adabından iyi ama sade yaşamanın sırlarına....
Yani ‘şehir dini’nin istediği ‘şehirli dindar’ tipinin ortaya çıkması için elinden geleni yaptı.
Aşağılamadı ama hayli sert olmayı da bildi.
***
Bütün bunlar nereden mi çıktı?
Geçen gün yazdığı bir yazıdan...
Bir sergiyi gezmek için Ayasofya’ya giden Eygi, bakın orada kendi kendine neler düşünmüş:
‘Bu binayı tekrar Müslümanlara verseler, bizimkiler ne yapacak? Elektrikli matkaplarla o canım mozaikleri, renkli mermerleri paldır küldür delecekler ve korkunç-iğrenç hoparlörler takacaklar... Ayasofya’nın giriş kısmının zemininde 1500 senelik mermerler var. Yer yer çatlamış, aşınmış... İster misiniz bazı aklıevveller bunları söktürüp yerlerine adi Marmara adası mermerleri koymaya kalksınlar. Yaparlar mı yaparlar...’
Ne diyorsunuz?
Haklı değil mi?
O halde hep birlikte haykıralım:
Yaşasın gündelik hayat teorisyeni olarak Mehmet Şevket Eygi...
Ve bizden uzak olsun onun politik ve dini görüşleri...
Yazının Devamını Oku