Ahmet Hakan

Ciddi iddialar acil yanıt bekler

25 Temmuz 2005
<B>SON </B>zamanlarda Güneydoğu’da teröristler, saldırılarda mayın kullanıyorlar... Bu saldırıların önlenebilmesi için özellikle askerlerin sık kullandıkları yolların asfaltlanması gerekiyor...

İşte bu noktadan hareket eden Emin Çölaşan, Güneydoğu’daki üst düzey güvenlik görevlilerine dayandırdığı şu iki iddiayı gündeme getiriyor:

BİR: Güneydoğu’da güvenlik güçlerinin sık kullandıkları yolların asfaltlanması için yetkililere defalarca başvuruda bulunulmuş. Ancak yetkililer bu konuda her seferinde ‘Bütçede para yok’ yanıtını vermişler.

İKİ: Güneydoğu yolları için ‘Bütçede para yok’ diyen hükümet, Moğolistan’a yol yapıyormuş...

Bence hükümetin dikkate alması gereken çok vahim bir iddia bu...

Bu konu bir milletvekilinin yaptığı ‘propaganda’ kokan açıklamayla geçiştirilemeyecek kadar önemlidir.

***

İletişimin altın kuralı şudur:

Haklıysan çık, bağır...

Haksızsan kabul et...

Hükümetten beklenen bu iki seçenekten birini uygulamasıdır.

Öyle polemik üsluplu ‘milletvekili mektubu’yla filan soru işaretleri giderilemez.

Mesela işe, şu soruların cevabı verilerek başlanabilir:

BİR: Güneydoğu’da güvenlik güçleri, mayınlı saldırıları etkisiz hale getirmek için herhangi bir yolun asfaltlanması yönünde hükümet ya da yerel yetkililerden bir talepte bulunmuş mudur?

İKİ: Eğer böyle bir talep söz konusu ise hükümet ya da yerel yetkililer, güvenlik güçlerine, ‘İstediğiniz yolları asfalt yapamayız. Çünkü bütçede para yok’ cevabını vermişler midir?

ÜÇ: Hükümet Moğolistan’a hangi gerekçeyle yol yapmaktadır? Yapılan yol kaç kilometredir? Amaç nedir? Bu işin Türkiye’ye maliyeti nedir?

DÖRT: Hükümet, göreve geldikten bu yana Güneydoğu’da ne kadar yolu asfalt yapmıştır.

BEŞ: Güvenlik güçleri, terörle mücadele gibi yaşamsal bir konuda hükümetten taleplerini dile getirirken hangi mekanizmayı kullanmaktadır? Bu konuda herhangi bir eşgüdüm sorunu yaşanmakta mıdır?

***

Terörün yöntem değiştirdiği bugünlerde ‘hükümet’ ile ‘güvenlik güçleri’ arasında sorun yaşandığına dair iddialar çok önemlidir.

O halde hükümetten bu öneme uygun bir duyarlılık beklemek hepimizin hakkıdır.

Yani ‘ciddi iddialar’a acil cevap bekliyoruz.


SİGARA BIRAKMANIN ŞİİRİ

MİLLİYET’in Londra muhabiri Nevsal Elevli, ‘biorezonans’ yöntemiyle 20 yıllık tiryakiliğine son vermiş...

Hayırlı uğurlu olsun...

Elevli, ‘biorezonans’ adı verilen yöntemi gazetesinin ‘Pazar’ ekinde ayrıntılarıyla anlatıyor...

Ama ben daha çok Elevli’nin, ‘Sigarayı bırakalı 12 gün oldu’ açıklamasına takıldım.

Demek ki günler sayılıyor...

Demek ki 20 yıllık ‘dostluk’ öyle kolay unutulmuyor...

‘Sigarayı Bırakanın Şiiri’nde ne diyordu Cemal Süreya:

‘Eskiden birinci işimdi sigara içmek / Şimdiyse içmemek birinci işim.’
Yazının Devamını Oku

Hülleci ama Atatürkçü

24 Temmuz 2005
<B>HİÇ </B>korkmayın...<br><br>Ne demişti Orgeneral <B>Kıvrıkoğlu:</B> <B>‘28 Şubat bin yıl daha sürecek...’ Yani... 3005 yılına kadar sağlamız...

Hiç kaygılanmayın...

Ne dedi Demirel: ‘Vahdettin en az yüz yıl daha hain olarak bilinmelidir...’

Yani... 2105’e kadar rahatız...

Bu uzun vadeli güvenceler karşısında kendinizi hálá rahat hissetmiyorsanız işte size daha kısa vadeli bir başka rahatlama gerekçesi:

Anayasa Mahkemesi 15 yıl daha emin ellerde...

Yani... 2020’ye kadar endişeye mahal yoktur.

***

İlk iki ‘güvence’ için en azından ‘teknik’ olarak söylenecek pek bir şey yok ama ‘Anayasa Mahkemesi 15 yıl daha emin ellerde’ meselesi ‘teknik’ açıdan acayip sorunlu...

Efendim olay şu:

Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa Mahkemesi’ne iki üye atadı.

Görev süreleri 2020’ye kadar sürecek olan iki üye de ‘laik dünya görüşü’ne sahip olarak biliniyor.

Hadi ‘Türban sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz’ sorusuna başı açık eşini göstererek ‘İşte eşim’ diye yanıt veren Osman Paksüt’ün durumunu tartışmaya açmayalım...

Yargıç tarafsızlığı, ihsas-ı rey gibi mevzuların bu ülkede öteden beri lüks kaçtığını tabii ki biliyoruz.

Ama diğer ‘laik’ üye Serruh Kaleli’nin öyle bir kusurcuğu var ki, işte orada durmak gerekir.

Çünkü Serruh Kaleli, ‘Anayasa’daki milletvekili transfer yasağı ilkesini delmek için 1994’te DSP lehine kurulan partinin genel başkanı olduğu’nu bizzat açıkladı...

Yani...

Anayasa’yı korumak için görev yapacak olan Kaleli, bundan 10 yıl önce ‘hülle’ yaparak Anayasa’yı bir kereliğine delmiş.

‘Anayasa’yı bir kere delmekle bir şey olmaz’ dediği için Özal’a mezarında bile rahat vermeyenlerden tabii ki tık yok.

Çünkü Kaleli sağlam bir Atatürkçü...

***

Durum şudur:

Bazılarımız ‘Bu yeni üye CHP’lidir, DSP’lidir. Tarafsız değildir’ diyecek...

Bazılarımız ise ‘İyi ama o bir Atatürkçü’ diye yanıt verecek.

Bazılarımız ‘Bu yeni üye hüllecidir, Anayasa’yı delmiştir’ diyecek.

Bazılarımız ise ‘İyi ama o bir Atatürkçü’ diyecek.

Böylece Atatürkçülük, bir kez daha çeşitli ‘kusurcukları’ örten bir maske olarak kullanılacak.

Ve yine böylece bu memlekete en az bin yıl daha özgür düşünce, en az yüz yıl daha adalet ve en az 15 yıl daha kurallar hákim olamayacaktır.

İKİ DUMUR DETAYI

BİR: Kamu-Sen adlı memur örgütünün gönderdiği mesaj aynen şöyle: ‘100 yıl önce Sultan Abdülhamid’e yapılan suikasta protesto. 22 Temmuz’da Cuma namazını müteakip Yıldız Camii önünde Sultan 2. Abdülhamid’e Ermeniler tarafından yapılan suikast protesto edilecektir.’ Nasıl? İnsan ‘Ah şu çılgın Türkler’ demeden edemiyor değil mi? Bundan sonra ‘İzmir suikastını protesto eylemi’, ‘Babıáli baskınını anma mitingi’ ya da ‘Abdülaziz Han’ın tahttan indirilmesini kınama yürüyüşü’ yapılırsa hiç şaşırmayalım.

İKİ: Eskiden sanatçı arkadaşları Hülya Avşar ve Gülben Ergen’i kıyasıya eleştiren, mini etek giymekten kaçınan, bikinili görünmemek için denize girmeyen sanatçı Ebru Gündeş, artık bu huylarını terk etmiş. Çünkü ‘Bir kitap okumuş ve hayatı değişmiş’. Şimdi hepiniz ‘Acaba hangi kişisel gelişim kitabını okudu’ diye merak ediyorsunuz değil mi? Fena halde yanılıyorsunuz efendim. Ebru Gündeş’i bu denli değiştiren kitap, Orhan Hançerlioğlu’nun ‘Düşünce Tarihi’ adlı eseriymiş. (Bakınız: Dünkü Günaydın). Hadi hep beraber haykıralım: ‘Ey felsefe! Sen nelere kadirsin!’
Yazının Devamını Oku

Kim ne derse polemik çıkar

22 Temmuz 2005
<B>‘VAHDETTİN hain değildir’</B> tarzında, artık pek elektriği kalmamış bir <B>‘saptama’</B> neden bu kadar büyük cilve yarattı dersiniz? Benim yanıtım şudur:

‘Söylenen sözün şiddetini, söyleyenin kimliği artırdı.’

Yani...

Eğer, ‘Vahdettin hain değildir’ sözünü Ecevit değil de mesela Demirel söyleseydi, iddia ediyorum, olay bu kadar büyümezdi...

Ama ne oldu?

Saflar değişti.

Ecevit, ‘kendisinden beklenmeyen sözü’ söyleyince Demirel de çıktı, ‘kendisinden beklenmeyen tepkiyi’ verdi.

Ve çarşı karıştı.

Bize de eğlence çıktı.

***

Madem ‘Polemikler de imparatorluklar gibidir: Doğarlar, büyürler ve biterler’ sözünü doğru kabul ediyoruz, o halde ‘Vahdettin polemiği’nin hararetinin de elbet bir gün söneceğini kabul ediyoruz demektir.

Peki o zaman şu soruyu soralım:

Bu polemik bittiğinde eğlenceye susamış yürekler neyle avunacak?

Kendimizi hangi ateşli mevzunun kollarına atacağız?

Tarih konusunda muazzam bir polemik potansiyeline sahip bir memleketin evlatları olarak, bu işin ‘Vahdettin polemiği’yle bitmesine gönlümüz razı olacak mı?

Eğer cevabınız ‘Olmayacak, olmamalı’ ise, ‘muazzam potansiyel’e işaret etmek için yaptığım listeye lütfen bir göz atın.

***

İşte çarşıyı karıştırması ve bize yeni eğlenceler çıkarması garantili olası çıkışlar.

‘Kim ne derse polemik çıkar’ başlığıyla arz ediyorum:

Tayyip Erdoğan, Osmanlı’da ‘kardeş katli’ne fetva verilmesini şiddetle eleştirip, ‘Saltanat için adam öldürmek doğru değildir’ derse...

Deniz Baykal, Damat Ferit için, ‘Kendisi çok iyiydi ama etrafı beş para etmezdi’ saptamasını yaparsa...

Abdülhamid posterine yumurta atan İşçi Partililerin lideri Doğu Perinçek, keskin bir ‘U’ dönüşü yapıp, ‘Abdülhamid, Çin’le ilişkileri geliştirip ilk Avrasya birliğini kurmak istiyordu... Ulu Hakan’ı yanlış tanımışız’ derse...

Toktamış Ateş Hoca, her türlü eleştiriyi göze alıp, tarihe insani bir perspektiften yaklaşma iddiasıyla ‘Ali Kemal özünde iyi bir insandı. Yakışıklı değildi ama sempatikti’ derse...

Abdurrahman Dilipak, İstiklal Mahkemeleri’nin meşhur yargıcı Kılıç Ali için, ‘O aslında çok yufka yürekli bir adamdı... Ama ah şartlar’ derse...

Sıkı Türkçü Zekeriya Beyaz Hoca, Türklerin Ergenekon’dan çıkmadığını ve Bozkurt efsanesinin palavra olduğunu söylerse...

Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç, ‘Şeyh Sait’i anlamaya çalışmak’ başlıklı bir makale kaleme alırsa...

Kendisinin ‘Çerkes’ kökenli olduğuna dair rivayetler bulunan Abdüllatif Şener, ‘Çerkes Ethem hain değildi’ derse...

İstanbul’un fetih törenlerini ısrarla kutlayan Erbakan, bir gün çıkıp da ‘İstanbul fethedilmemiştir, Osmanlı ordusu tarafından işgal edilmiştir’ derse...

***

Benim listem bu.

Ama biliyorum ki ülkemizin o tuhaf ve muazzam polemik potansiyelini karşılamaya, böyle mütevazı bir liste yetmez.

Daha kapsamlı bir liste çalışması için sizlerin yardımını bekliyorum.

Hem ‘Ne tuhaf bir ülkede yaşıyoruz’ demek, hem de eğlencenin coşkusunu artırmak için bana yardımcı olursanız sevinirim.
Yazının Devamını Oku

Madem ‘hain’ değildi

21 Temmuz 2005
<B>BEN </B>ki <B>‘Vahdettin hain değildir’</B> diyenler ile <B>‘Vahdettin haindir’</B> diyenler arasında sıkışıp kalmış bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamış biriyim. Biraz anlatayım:

Hiçbir şeyin farkında olmayan ‘saf’ bir çocukken, okulda ‘Vahdettin haindir’ derler, ‘özel alan’da ise ‘Sen okulda öğretilenlere kulak asma... Başta Vahdettin olmak üzere bütün padişahlar iyidir...’ diye konuşurlardı.

Yani...

‘Sıkıcı müfredat’ programlarına tabi ‘okul’ ne söylüyorsa, biraz ‘kafasına göre’ takılan ‘özel alan’ onun tam tersini söylüyordu...

Meraklı bir çocuktum.

İki tarafın sıkıştırmalarının verdiği şaşkınlıktan kurtulmak için mevzuya daldım.

Özellikle ‘özel alan’daki maceramı bir parça derinleştirdim:

Kadir Mısıroğlu filan okumaya başladım.

Onun Vahdettin için, ‘Ah ulu hakan Sultan Vahdettin Han’ diye iç geçirmelerine tanık oldum...

Mustafa Müftüoğlu’nun ‘Yalan Söyleyen Tarih Utansın’ adlı beş ciltlik kitabı ise bana ‘Mustafa Kemal, Anadolu’ya Vahdettin tarafından gönderilmiştir’ bilgisini fısıldayıverdi...

Sonra Necip Fazıl’ın ‘Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu: Sultan Vahidüddin’ adlı kitabı geçti elime.

Ben ‘özel alan’da bu macerayı yaşarken ‘okul’ ise kendinden emin bir şekilde bildiğini okumaya devam ediyor ve yüksek sesle haykırıyordu:

‘Vahdettin haindir.’

Çelişki büyüktü ve işin içinden çıkamamıştım.

70’li yıllardı...

Ecevit de başbakandı...

Ve zavallı ben ‘okul’ ile ‘özel alan’ arasında sıkışıp kalmıştım.

***

Sonra biraz büyüyüp etrafı kolaçan etmeyi öğrenince şunu fark ettim:

Çelişki sadece ‘Vahdettin’ konusunda değildi...

Yakın tarih yüzünden memleket resmen ikiye bölünmüştü:

- Bir taraf ‘İstiklal Savaşı’nı sarıklı mücahitler kazanmıştır’ diyor, öbür taraf ‘Ne alakası var’ tepkisi koyuyordu.

- Bir taraf Atatürk’ün dindar olmadığını söylüyor, öbür taraf hemen Atatürk’ün Balıkesir’de camide verdiği hutbeyi ortaya çıkarıyordu...

- Bir taraf ‘Lozan zaferdir’ diyor, öbür taraf ‘Ne zaferi kardeşim, bunun adı hezimettir’ diyordu.

- Bir taraf İkinci Abdülhamid için ‘Kızıl Sultan’ diyor, öbür taraf ‘Ulu Hakan’ saptamasını yapıyordu.

- Bir taraf ‘Ali Şükrü Bey cinayeti’ni gündemde tutmaya çalışırken, öbür taraf hemen ‘İzmir suikastı’ kartını ortaya çıkarıyordu.

- Bir taraf ‘Ah Menemen, vah Menemen’ diyor, öbür taraf ise ‘Menemen’de ayaklananlar birkaç esrarkeş ile ayyaştır. Olayın dindarlarla bir ilgisi yoktur’ savunmasını yapıyordu.

- Bir taraf ‘İsmet Paşa bizi savaşa sokmadı, o büyük bir devlet adamıydı’ diyor, öbür taraf ise ‘Bırak İsmet Paşa’yı... Mareşal ne güne duruyor’ diye karşılık veriyordu.

- Bir taraf ‘Atatürk’ü Samsun’a götüren kırık dökük bir tekneydi’ diyor, öbür taraf ‘Ne teknesi. Ne kırık döküğü... Kocaman ve sapasağlam bir gemiydi’ saptamasını yapıyordu.

Ve liste uzayıp gidiyordu.

Tabii benim şaşkınlığım da giderek büyüyordu...

***

Ve şimdi soruyorum:

Kimdir bu işin sorumlusu?

Bana ve benim gibi binlerce insana bu şaşkınlığı yaşatan kimdir?

‘Vahdettin haindir’ diyenlerin ‘solcu’, ‘Vahdettin hain değildir’ diyenlerin ‘sağcı’ sayıldıkları ortamda gıkı çıkmayan Ecevit, bu işin sorumlularından biri değil midir?

Çalışma Bakanı iken sus, CHP Genel Sekreteri iken sus, İnönü’ye bayrak açarken sus, CHP’ye genel başkan seçilirken sus, başbakanken sus, 12 Eylül’den sonra sus, DSP’yi kurarken sus, yeniden başbakan olurken sus...

Ve tam ununu eleyip askıya asmışken konuş...

Benim itirazım işte buna.

Ve şimdi diyorum ki:

Ey Ecevit, madem akrabanız Vahdettin hain değildi, o halde beni çocukluğumdan bu yana neden şaşkına çevirdiniz?
Yazının Devamını Oku

Bir ‘El Kaideci’ mektup göndermiş

20 Temmuz 2005
<B>MASAMIN </B>üzerindeki gündelik posta yığını içinde sıkışmış hayli iddiasız o sarı zarfı, telaşsız bir şekilde açarken neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama mektubu açıp, beş sayfalık ‘bildiri’ metninin altındaki ‘El Kaide’ imzasını görünce gözlerim faltaşı gibi açıldı...

Düşünün:

Henüz günün ilk kahvesini içmemişim, internet sitelerinde günlük turumu yapmamışım, gazete harmanına bile el atmamışım...

Yani acayip mahmurum...

Ve karşıma bir ‘El Kaide’ mektubu çıkıyor...

Takdir edersiniz ki mahmurluk filan kalmadı...

Kahvesiz, internetsiz ve gazetesiz bir şekilde uyanıverdim...

***

İlk tepkim şu oldu:

El Kaide’nin benimle, benim El Kaide ile ne işim olur?

Kendini aşırı önemseyen bir köşe yazarı olmadığım için, son Londra bombalamalarının ardından ‘El Kaide’yi kınıyorum’ filan diye yazmamış, yani o anlamsız tepkiyi bile vermemiştim.

En son ‘tesettür mayosu’ konusunda birkaç yazı yazmıştım ama herhalde El Kaide çapındaki bir yapılanma, bu türden lüzumsuz çıkışlardan kıllanmaz.

‘O halde mesele nedir kuzum?’ diye merakla mektubun ilk sayfasını okumaya başladım ve gördüm ki mektup yanlış adrese gelmiş.

Mektubun asıl hedefi Yeni Şafak yazarı Ahmet Taşgetiren...

Yanlış adres meselesine tabii ki kafayı taktım ve şöyle dedim:

‘Şu işe bak! İki uçağı yirmi dakika arayla dünyanın kalbine saplayan örgüt, kıytırık bir mektubu adresine teslim etmekten aciz... Yahu bu ne iş?’

Sonra satırları okumaya devam ettim ve mektubun derdini anladım:

Londra bombalamalarının ardından Ahmet Taşgetiren, ‘El Kaide çık ortaya’ başlıklı bir yazı yazmıştı...

El Kaideci işte bu yazıya bozulmuş...

Şöyle diyor:

‘El Kaide, Allah adı yücelsin diye savaşıyor... Irak’ta, Afganistan’da ve en son Avrupa’da... Asıl sen çık ortaya Ahmet Taşgetiren... Sen kimsin? Ne hakla cihad nebisinin yolunu devam ettirenleri Allah’tan korkmadan sorguluyor ve ayıplıyorsun. Neden insanları farz bir ibadetten, yani cihaddan alıkoyuyorsun...’

Dini açıdan duyarlılığı ve duruşu tartışılmayacak yazar Taşgetiren, mektubun ilerleyen bölümlerinde ağır hakaretlere maruz kalıyor...

En hafifinden ‘münafıklık’ ile suçlanıyor...

***

Ve sürpriz...

Meğer mektubun ‘Taşgetiren’e hakaret’ bölümünün sonunda, bir de ‘Ahmet Hakan’a tebliğ’ bölümü varmış...

Mahmurluktan kurtulmuş gözlerim, o satırları da merakla okudu:

‘Ey Ahmet Hakan! Bu dünya İslam aleyhine değişti, yeni fetvalara ihtiyaç var. İçtihat hakkını Allah sadece cihad eden ulemaya vermiştir. Eylemlerle ilgili içtihadı da Abdullah Azzam gibi mücahit alimlerin yetiştirdiği Şeyh Usame ve onlarca mücahit alim verdi. İslam dünyasını kasıp kavuran kafirin kafasını ezmek için başka yol olmadığına hükmettiler...’

Evet... Mektup böyle devam ediyor...

Elimdeki beş sayfalık mektubu bir tarafa bıraktım.

İddiasız zarfı elime aldım, sağını solunu çevirdim.

‘Gönderen’ kısmı tabii ki boştu. Pulun üzerine dikkatle baktığımda ise mektubun İstanbul’dan postalandığını fark ettim...

Demek ki neymiş?

İstanbul’da, yani hemen yanıbaşımızda:

Çoluk çocuk demeden masum insanları öldürmenin doğal olduğunu düşünen...

Usame’yi ‘şeyh’ bilen...

El Kaide adlı bir örgütün dünyayı káfirlerden temizleyeceğini düşünen...

Bu yolda önlerine çıkan Müslümanların bile doğal hedef olabileceği fetvasını veren...

En azından bir ‘beyinsiz’ yaşıyormuş...

Ürpermedim desem yalan olur...

***

Ve o ‘beyinsiz’, iddialarının doğru olduğuna öylesine motive olmuş ve öylesine inanmış ki, oturmuş beş sayfalık bir mektup kaleme almış...

Güya Ahmet Taşgetiren’i ve beni, masum insanların İslam adına öldürülmesine ikna edecek.

İtiraf edeyim ki, bu cüret, bu kesin inançlılık beni hem korkuttu, hem ürküttü...

Ve Kuran-ı Kerim’den bir áyet geldi aklıma...

Mehmet Akif’in çevirisiyle sunuyorum:

‘İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım?’. (A’raf 155).
Yazının Devamını Oku

Beni saymayın

18 Temmuz 2005
<B>GAZETELERDE </B>son günlerde bir haber pek revaçta...<br><br>Başlıklar gözünüze çarpmıştır:‘Hükümet, Kanal 7’yi Ankara’ya taşıdı...’

Ya da...

‘Kanal 7’cilerin önlenemez yükselişi...’

Bu konuda öncelikle iki noktaya işaret etmeliyim:

BİR: Kuşkusuz olayın haber değeri var... Bu yüzden gazetelerin olaya gösterdikleri ilgiyi ve haber yapma azimlerini normal karşılamamız gerekir.

İKİ: Kendilerini yakından tanıdığım eski çalışma arkadaşlarım, getirildikleri yeni görevlerde başarılı olacak bilgi ve birikime sahiptir.

Yani buraya kadar benim açımdan sorun yok.

* * *

Ve fakat...

Ortada şöyle bir sorun var:

‘Hükümet, Kanal 7’yi Ankara’ya taşıdı’ haberlerini süsleyen listelerde ‘Ahmet Hakan da Hürriyet’e geçti’ şeklinde bir maddeye yer veriliyor.

İşte buna şiddetle karşı çıkarım...

Çünkü...

Hürriyet Gazetesi, ‘devlet dairesi’ değildir.

Dolayısıyla benim durumumu, ‘bürokrat atamaları’ kapsamında değerlendirmek mantık ölçülerine uymaz.

Tamam, öteden beri Hürriyet’e ‘devlet gazetesi’ filan deniliyor ama unutmayalım ki bu tuhaf ülkede ‘Devlet ayrı, hükümet ayrı’ tarzında bir özlü söz de her zaman gündemdedir.

Yani bu açıdan da yırtıyorum...

Geriye şu olası itiraz kalıyor:

‘İyi ama sen AKP’nin hükümete gelmesinden sonra oluşan havanın etkisiyle Hürriyet’e gelmedin mi?’

Bu itirazı dile getirebilecek olanlara da ancak şu karşılığı verebilirim:

Lütfen 6 ayı aşkın süredir bu sütunda yazdığım yazıları dikkatle inceleyin...

Haksız olduğunuzun izlerini orada bulacaksınız.

Çünkü yazarınız, yazılarını kaleme alırken sadece ve sadece kafasına göre takılmaktadır.

Ayşe Kulin için roman konuları

SON
romanında ‘Kürt sorunu’na el atan ünlü romancı Ayşe Kulin’in, bilmediği sularda kulaç atmaya kalkınca ortaya ‘Ayşecik Güneydoğu’da’ tadında didaktik bir öykü çıkardığını daha önce yazmıştım.

Gelgelelim Ayşe Kulin, eleştirilerden hiç etkilenmemiş olacak ki, gazetelere yaptığı aşkın taşkın açıklamalarda müjdeyi veriyor:

‘Yeni romanımda başka bir toplumsal yaraya parmak basacağım.’

Oh, ne güzel...

Müjdeler olsun yurdumun taşına toprağına...

Çünkü...

Yine ‘çarşı karışacak’ ve bize de yeni eğlence çıkacaktır.

* * *

Ancak bu yeni bilgiden sonra şimdi ‘merak kediyi öldürmektedir’.

Acaba Ayşe Kulin’in el atmayı planladığı yeni ‘toplumsal yara’ ne olabilir?

Mesela ‘Kürt sorunu’ndan sonra Ayşe Kulin, ülkemizin en esaslı kutuplaşma konularından biri olan ‘Laik-İslamcı gerilimi’ne el atar mı dersiniz?

Hani şöyle ‘Bir imam hatipliye gönül verdim’ kıvamında dokunaklı bir aşk hikáyesi yazsa, tadından yenmez değil mi?

Ya da ‘Kemalist bir kız sevdim, yeterince laik değilsin diye yüz vermedi’ ana temasından hareketle oluşturulmuş ‘sosyal içerikli’ bir romana ne dersiniz...

Ama bence en çarpıcısı, içinde Kuran kursu geçen bir roman olur...

Şöyle bir şey:

Esas oğlan, bir kaçak Kuran kursu öğrencisiymiş... Bir büyük rastlantı eseri kendisini ‘Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir etkinliğinde bulmuş... Oradaki ‘güzel ve alımlı kız’, bizim esas oğlana ‘aydınlanma felsefesi’nden filan söz etmiş... Esas oğlanın yüreği aydınlanmış... Prangalarından kurtulmuş falan filan...

Neyse...

En iyisi daha fazla saçmalamak yerine Ayşe Kulin’in yeni romanını beklemek.
Yazının Devamını Oku

Vuruşmadan geri çekilmek

17 Temmuz 2005
<B>DİKKAT... </B>Dikkat...<br><br><B>‘Tesettür mayosu’</B> ile ilgili <B>‘sakil’</B> ve <B>‘maskara’</B> saptaması yapan yazarınız, iddialarından vazgeçme noktasına gelmiştir, getirilmiştir. Yılmıştır, yıldırılmıştır.

Bu yüzden...

‘Allah’ın bize bahşettiği deniz nimetinden senin göz zevkin ve estetik kaygın yüzünden mi vazgeçeceğiz’ diye mesaj sarkıtan türbanlı ablalar...

Ayrıca...

‘Kızım ve eşim denize tesettür mayosuyla giriyor. Bizim için önemli olan İslami kurallardır. Sana ne oluyor?’ diyen dindar abiler...

Hepinizin içi rahat olsun.

Eğer sorun, benim çıkardığım ‘arıza’dan kaynaklanıyorsa...

Ve eğer meselenin özünde, benim yaptığım ‘çirkinlikler’ varsa...

İşte buradan çok güçlü bir şekilde haykırıyorum:

Baylar... Bayanlar...

‘Tesettür mayosu’ adı verilen giysi, dünyanın en şık, en prestijli, en normal, en zevkli, en insani, en kullanışlı, en işlevsel, en cool, en pratik, en sentezli, en şahane, en dikkat çekmeyen, en mükemmel, en İslami giysisidir.

Ve ‘Haşema’ bir dünya markasıdır.

Eğer, ‘Tamam. Ha şöyle. Şimdi oldu... İşte böyle yola gel’ filan diyorsanız, lütfen artık benim başımda boza pişirmekten vazgeçin.

Zira ders çalışmam gerekiyor.

* * *

Çok kıymetli Serdar-Halit Yalçın Abdurrahman abiler...

Siz de rahatlayın.

Yazarlık kariyerimi ele almaktan...

Psikolojik durumum hakkında ahkam kesmekten...

Çektiğim değişim sancıları üzerine kalem oynatmaktan...

Özenti kişiliğimle kafa bulmaktan...

İdeolojik savruluşlarımı gündeme getirip gol atmaya çabalamaktan vazgeçin.

En azından bir süre bekleyin.

Çünkü yakında ‘Sınıf atlamak istiyorum’ başlıklı bir yazı yazacağım ve o yazıda sizlere şimdikinden çok daha fazla malzeme sunacağım.

O zamana kadar ellerinizi ovuşturarak beklemenizi öneririm.

Yani daha yolun çok başındayız.

* * *

Size gelince Zeynep Göğüş Hanımefendi.

Sizin için ‘Bekleyin’ filan bile diyemeyeceğim.

Çünkü beklemekle bile çözülmeyecek sorunlarınız var sizin.

Zira hem ‘Türbanınla da denize girmeyiver’ diyen bana ‘Yok ya?’ şeklinde hiç de ‘Avrupai’ olmayan bir üslupla çıkışıyorsunuz.

Hem de türbanıyla denize filan değil üniversiteye girmek isteyen hemcinslerinize ‘Hadi oradan’ diyorsunuz.

Anımsar mısınız bilmem?

Hani CHP’den aday adayı olmuştunuz. Çıktığınız televizyon programlarında türban sorununun gündeme getirilmesine bile tahammül edemiyordunuz.

Aradan geçen zaman içinde konuyu tartışmak için bir heves kazanmışa benziyorsunuz.

Ama ne yazık ki gelebildiğiniz yer şurasıdır:

Aslında kadınlar bikinilerini giyip denize girecekler ama ah o vahşi babalar, kocalar ve ağabeyler yok mu, işte bütün sorun onlar.

Hakkınızı yemeyelim: Ayrıca ‘inançları’ suçluyorsunuz.

Size sadece şunu söyleyebilirim:

Bu kafayla giderseniz AKP’nin bir dönem filan değil, bin yıl daha iktidarda kalmasına katkıda bulunursunuz.

Ve yine bu kafayla giderseniz seçilme arzunuzu ancak Avrupa’da yapılacak bir oylamada tatmin edebilirsiniz.

Çünkü biliyorsunuz, bu memlekette ‘halk plaja hücum edince, vatandaş denize giremez’.
Yazının Devamını Oku

Dini ticarete alet eden adam

15 Temmuz 2005
<B>TESETTÜR </B>mayosu adı verilen <B>‘maskara’</B> kıyafet hakkında söylediklerim, türbanlı kadınlardan daha çok, dükkánının kapısına <B>‘Tekbir’</B> gibi kutsal bir kavramı asmış o adamı rahatsız etmiş... Hiç şaşırmadım.

Çünkü Mustafa Karaduman adlı bu şahsın, türbanlı kadınlardan daha çok tesettür mayosunu savunmasının birazcık ‘duygusal’ nedenleri olduğunun farkındayım...

Hemen söyleyeyim:

Bu adam çıkıp da ‘Benim malım iyidir, hoştur, güzeldir... Sakil ve maskara değildir...’ dese mesele yoktu...

‘Kimse yoğurdum ekşi demez’ saptamasını yapıp geçerdim.

Ancak bizimki, ‘malını övmek’ yerine işin içine din ve imanı karıştırıyor...

Ayet okuyor, hadis okuyor...

Ve bu durumda ben, bu beyefendinin ürettiği malı beğenmeyen herhangi bir ‘müşkülpesent müşteri’ olmaktan çıkıp, ‘Dinin emir ve taleplerine karşı gelmiş sapkın bir günahkár’ haline geliyorum...

Ve işte bu noktada şalter atıyor...

* * *

Mustafa Karaduman adlı şahıs, şöyle bir yöntem takip ediyor:

Önce bir malı üretiyor...

Ardından ürettiği malın reklamını yapmak için gazetelere verdiği demeçlerde, televizyon programlarında bol bol áyet ve hadis okuyor...

Tesettür tartışmalarında din uzmanı gibi hükümler veriyor.

Biraz daha ileri gidiyor:

Ürettiği malı sadece ve sadece estetik kaygılarla eleştirenleri ‘dini açıdan’ yargılıyor...

Sonra da meydana gelen satış patlamasıyla:

Fatih’e üçüncü mağaza...

Konya’ya üç satış noktası...

Ümraniye’ye dev bir merkez dikiyor...

Merak ediyorum:

Tamam, ülkemizde serbest piyasa kuralları filan işliyor...

Tamam, Mustafa Karaduman son tahlilde malını daha fazla satmak isteyen uyanık kapitalist işadamı...

Peki ama yine de ortada ‘dini ticarete alet etme’nin getirdiği bir ‘haksız rekabet’ olgusu yok mu kuzum?

Hani şu adına ‘Rekabet Kurulu’ dediğimiz mekanizma, tam da bu noktada devreye girmeyecekse nerede girecek?

* * *

Karaduman dünkü Milliyet’e verdiği demeçte diyor ki:

‘Tesettür mayosu konusunda Ahmet Hakan otorite değil, çünkü İslami bir kimliği yok.’

Görüyorsunuz değil mi?

Adam ‘eşarp’ sattığı için kendisini ‘din zabiti’ filan zannediyor...

Ve benim kimliğim ve inançlarım hakkında hüküm veriyor...

Adamın ürettiği malı beğenmedim ya...

Benim İslami bir kimliğim yokmuş...

Beğenmezsen ‘kimliğin yok’, beğenirsen ‘çok ihlaslı Müslümansın’...

İşte bu kadar basit...

Karaduman, ‘zabit’likle de yetinmiyor ve İslam tarihi boyunca tartışılan ve hálá tartışılmakta olan meselelerle ilgili ‘Dinimizin emri budur’ filan diye hükümler veriyor...

‘Sen kimsin? Ne hakla?’ diye sorsak sanırım ‘İyi ama ben tesettür kıyafetleri satıyorum’ diyecek.

Bu mantıktan hareket edersek, yıllardır ‘Vakko’ eşarpları üretip satan Vitali Hakko Bey’i ‘fıkıh uzmanı’ ilan etmemiz gerekecek...

* * *

Dün akşam Başbakan Erdoğan’ı CNN Türk’te Taha Akyol’la konuşurken dinledim.

Erdoğan, ‘Üç kırmızı çizgi’ meselesini o programda da anlattı...

Etnik milliyetçilik, bölgesel milliyetçilik ve dinsel milliyetçilik yapmadıklarını ve yapmayacaklarını vurguladı.

Erdoğan, bu kırmızı çizgilere bir de ‘dini ticarete alet edenler’ maddesi eklese ne iyi olur...

Hiç olmazsa bu alandaki istismarlardan ve bezirganlardan bir parça kurtuluruz...
Yazının Devamını Oku