Ahmet Hakan

Abdüllatif Şener Erbakancı mı olmuş

14 Temmuz 2005
<B>EĞER </B>bir gün gelip de <B>‘Mehmet Şevket Eygi Komünist Partisi’ne üye olmuş’</B> diye bir haber duyarsanız inanın... Ya da...

Kulağınıza, ‘Altemur Kılıç ÖDP’den milletvekilliğine aday olmayı planlıyormuş’ diye bir şey çalınırsa, hiç çekinmeyin, ‘gerçek’ olabileceği ihtimali üzerinde durun.

Ve hatta...

Kaktüs’te, ‘Bedri Baykam sakal bırakıp hacca gitmiş, İslam’da suret haramdır diyormuş... Bu yüzden resmi bırakmış’ şeklinde bir dedikodunun kol gezdiğine tanık olursanız dahi şaşırmayın...

Hatta hatta...

‘Mümtaz Soysal özelleştirmeleri savunmaya başlamış’ derlerse ona bile inanabilirsiniz...

Ama...

Sakın ‘Abdüllatif Şener Erbakan’ın yerine gelmeyi planlıyor... Saadet Partisi yeşil ışık yaktı... Şener’in amacı AKP’yi bırakıp Saadet’in başına geçmek...’ şeklindeki haberlere inanmayın...

Eygi komünist olur...

Kılıç ÖDP’ye gider...

Baykam resmi bırakır...

Mümtaz Hoca özelleştirmecilik yapar...

Ama...

Şener, asla ve kat’a Saadet’e gitmez...

* * *

Çünkü...

Şener, AKP içinde değişim olgusunu en fazla özümsemiş isimlerdendir.

Gerçekçidir.

Özeleştirisini içtenlikle yapmıştır.

Abdullah Gül ve Bülent Arınç ile birlikte ‘kurmay kadrosu’ndandır.

Fazilet Partisi döneminde ortaya çıkan ‘Yenilikçi’ hareketin teorik çerçevesini çizen isimlerin başında gelir...

Erbakan tarzı politikaya şiddetle itiraz etmiştir.

Ahmet Arif’ten dizeler okuduğunu biliyoruz.

Diyarbakır Belediye Başkanı’na Kürtçe ‘Seni seviyorum’ diyebilmiştir.

Yani...

Abdüllatif Şener geriye bakacak durumda değildir.

İddialı bir şekilde kendimi bağlıyorum:

Şener Saadet’e gitmez...

* * *

‘Madem öyle, peki sorun ne?’ diyecek olursanız şunu söyleyebilirim:

Şener, bir süredir Tayyip Erdoğan ile arasında adı konulmamış bir sorun olduğunu düşünüyordu...

‘Dava arkadaşlığı’ moralini ve heyecanını tam olarak hissetmemekten yakınıyordu.

‘Yabancı sermaye’ karşıtı söyleminin de, arada yaptığı ‘ters çıkışlar’ın da nedeni budur...

Şener’in AKP’yi bırakacak kadar meseleyi derinleştireceğini sanmıyorum ama Başbakan Erdoğan’ın ‘ego yönetimi’ denilen işe acilen el atması gerektiğini adım gibi biliyorum.

Ayşe KULİN Güneydoğu’da

Ey kara gözlüklü plaj ahalisi...

Ey kışın sinemalara saklananlar...

Ey yaz olunca kendilerini denizin yalayışına bırakanlar...

Müjdemi isterim. Çünkü size sevineceğiniz bir haberim var:

Biricik yazarınız Ayşe Kulin, son kitabı ‘Bir Gün’ü tam da sıcak tavan yapmışken piyasaya sürdü.

Hayırlı uğurlu olsun.

‘Adı Aylin’den beri her kitabını havuz başında güneşlenirken okuduğunuz yazarınız, son kitabında ‘Kürt sorunu’na el atmış...

Hem de ne el atış...

Meseleyi yemiş yutmuş...

Nasıl mı?

Güneydoğu şehirlerinde bir sosyal proje kapsamında biraz dolaşmış...

Biraz Kürtçü yazarların kitaplarını karıştırmış...

Biraz Türkçü yazarların kitaplarına bakmış...

Eh, biraz da kafasını çalıştırmış...

Ve ‘eser’ ortaya çıkmış...

* * *

Peki bu sinir bozucu özgüvenin sonunda ortaya ne çıkmış?

Yazarımız hangi mesajı vermiş?

Kısaca özetleyelim...

Hani bir zamanlar Mahsun Kırmızıgül’ün iki kaşını yukarı kaldırıp alnında çizgiler oluşturarak söylediği ‘Hepimiz kardeşiz / Bu kavga ne diye’ şeklinde bir türküsü vardı ya...

İşte bu ‘sevgi ve kardeşlik gazlaması’ yapılan türküden bir tutam alın...

Bir tutam da İsmail Türüt’ün ‘Diyarbakır’da güneş çıksa / Rize’de terliyorum’ ya da ‘Erzurum’da kar yağsa / Trabzon’da üşüyorum’ dizeleriyle süslü ve de ‘sosyal içerikli’ Karadeniz türküsünden alın...

Ve bunların üzerine ‘Haklısın Türk kardeşim... Kürt kardeşim, sen de haklısın’ tarzında bir vurguyu sos yapıp dökün...

Ortaya çıkan karışım, Ayşe Kulin’in kitabının mesajıdır. Hazmetmeye hazırsanız afiyet olsun...
Yazının Devamını Oku

Türbanla da denize girmeyiver

13 Temmuz 2005
<B>TAMAM,</B> türbanınla Tophane’deki kahvelere takılıyorsun...<br><br>Okey oynuyorsun... <br><br>Nargile içiyorsun... Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde erkek arkadaşlarınla oturup şiir tartışıyorsun...

Kış olunca kayağa, yaz olunca denize gidiyorsun...

Nalan’ın şarkısına ‘Of, of’ diye eşlik ediyorsun...

Blue-jean’e bir itirazın yok...

Ayakkabıda Convers’i tercih ediyorsun...

Bazen televizyonların gündüz programlarının vazgeçilmez konuk profilini oluşturuyorsun, bazen de İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarındaki marjinal mekanların entel-dantel müdavimlerinin başını çekiyorsun...

Marka kıyafetler peşindesin...

Senin için ‘Tesettür defilesi’ yapılıyor, memnun oluyorsun...

Senin için ‘Tesettür Kuaför Salonu’ açılıyor, sorun çıkarmadığın gibi ilgi de gösteriyorsun...

Bazen Reina’nın kapısında görünerek, bazen de Tarkan’ın konserinde sallanarak herkesi şaşırtıyorsun...

En az diğer hemcinslerin gibi sen de şu dandik ‘kişisel gelişim’ setlerine meraklısın...

Sen de ‘Avrupa Yakası’ndaki kızlar gibi konuşarak dikkat çekmek istiyorsun...

Yani...

Bir ‘modern mahrem’ olarak, modern hayatın gereklerinin hiçbirinden vazgeçmiyorsun...

* * *

Hiçbir itirazım yok...

Nilüfer Göle Hoca sağolsun, bana ‘Modernleşme aracı olarak türban’ konusunda epey ders verdi...

Ne diyordu Hoca: ‘Türban modernleşmenin aracıdır.’

Bu dersi aldığım günden beri ‘türbanlı kadın’ diye ‘tek tip’ kadın olmadığını anladım.

Ve yine bu dersi aldığım günden beri ‘Modern hayatın gereklerini yerine getiren türbanlılar’ bahsi beni şaşırtmıyor...

‘Hem türbanlı, hem de...’ diye formüle edilen cümleler benim için feci demode...

Ve işte bu birikimin verdiği rahatlıkla sana şunu söylüyorum:

Ne istersen onu yap, nasıl istersen öyle yaşa...

Karışmak haddime düşmemiş...

Madem ki herkes kendi ‘kutsal’ının sınırlarını çizmekte özgür...

Ve madem ki ‘türban’ konusu, ‘irtica’, ‘siyasi simge’ gibi ideolojik tartışma konularının olduğu kadar sosyolojinin de konusu...

O halde yapmam gereken şudur:

Yönlendirmek, kategorize etmek, toplamak, çıkarmak, bölmek, dışlamak, ahkam vermek, racon kesmek gibi mühendislik faaliyetleri yerine olaya hiç karışmamak...

Ve olayın kendi mecrası içinde akmasını öylece oturup seyretmektir...

* * *

Ancak...

Ey türbanlı kadınlar...

Kabul ederseniz, bu ultra liberal yaklaşımımın, bu ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ tavrımın tıkandığı bir yer var...

Nargileye, okeye, kayağa, tessettür defilesine, Tarkan konserine, marka kıyafetlere, hatta kişisel gelişim setlerine bile ‘gönül rahatlığı’yla ‘evet’ diyen bu yürek, iş ‘tesettür mayosu’na gelince isyan ediyor...

Yanlış anlaşılmasın...

‘Tesettür mayosu’na isyan ederken beni ‘kutsalın sınırları’ motive etmiyor...

O konudaki ilkesel yaklaşımımdan vazgeçmiyorum.

Beni şu ‘tesettür mayosu’ adı verilen tuhaf giysi konusunda isyana teşvik eden tek unsur, estetik kaygımdır.

Tesettür kıyafetleri satarak zenginliklerine zenginlik katan ‘hacı ağa’ tüccarların buluşu olan ‘tesettür mayosu’nu, mankenler üzerinde gördüğümde inanın hem gülmüş, hem de utanmıştım.

Çünkü ben ömrümde böyle sakil, böyle maskara bir kıyafet modeli görmedim.

Yani demem o ki:

Madem ki yaşamınızın çerçevesini belirleyen kutsalınız sizin denize ancak ‘tesettür mayosu’ adı verilen tuhaf giysiyle girmenize izin veriyor, o halde ne olur şu deniz sevdasından vazgeçin...

Bunu bir ‘istisna’ kabul edin...

Sonra da ‘İstisnalar kaideyi bozmaz’ diyerek modern hayatın gereklerini yerine getirmeye devam edin...

Ama yine de son karar sizindir...

Taraftarın imam-hatipli olarak portresi

‘İMAM-hatiplilerin çoğunluğu benim kişisel gözlemlerine göre aslında Galatasaray taraftarıdır’
diye yazdım ya...

Resmen mesaj bombardımanına uğradım...

Özellikle Fenerlilerden gelen bu mesajlar içinde en dikkat çekeni Hürriyet ailesinin sempatik üyelerinden Ertuğ Karakullukçu’nun mesajıydı...

Karakullukçu’nun ‘şirin’ ama ‘despotik’ mesajı aynen şöyle:

‘Bir gün bütün imam-hatipliler Fenerbahçeli olacak, böylece her türlü toplumsal kırılma en kestirme yoldan aşılacaktır.’
Yazının Devamını Oku

İmam-hatipliler hangi takımı tutar

11 Temmuz 2005
<B>ERTUĞRUL Özkök</B> dünkü yazısında başta Başbakan <B>Tayyip Erdoğan</B> olmak üzere imam-hatiplilerin çoğunun neden Fenerbahçeli olduklarına dair son derece ilginç bilgiler vermiş, izlenimler aktarmış. Ancak Özkök yazısının sonunda bir açık kapı bırakmayı da ihmal etmemiş.

Diyor ki:

‘Buradan imam-hatiplilere bir çağrı yapıyorum. Eğer mezunlarının daha çok hangi takımı tuttuklarıyla ilgili bir araştırma varsa, onu da aktarmaya hazırım.’

Madem Ertuğrul Özkök kapıyı açık bırakıyor.

O halde o açık kapıdan dalalım.

* * *

Benim elimde bir ‘araştırma sonucu’ yok ama çok zengin ‘kişisel gözlem sonuçları’ var.

Babam memurdu.

İki yılda bir tayini çıkardı.

Bu yüzden tam beş ayrı imam-hatipte okumak zorunda kaldım.

Anadolu’nun çeşitli şehir ve ilçelerindeki beş ayrı imam-hatipte okudum.

Ve işte bu durum bana ‘zengin kişisel gözlem’ imkanı sundu.

Kabul edilirse bu imkandan yararlanarak ulaştığım sonucu yazmak isterim.

Sonuç şudur:

İmam-hatiplilerin çoğunluğu iddia edildiği gibi Fenerli değil Galatasaraylıdır.

Okuduğum beş ayrı imam-hatipte de Galatasaray taraftarları tartışmasız daha fazlaydı.

Galatasaray’ın galip geldiği maçlardan sonra okuduğum her okulda yüzler gülerdi. Bütün maç muhabbetlerinde açık üstünlük Galatasaray’daydı.

‘Galatasaray elitlerin takımıdır’ filan diye olaya bir parça ideolojik yaklaşanlar ise ‘çıkıntılık’ yapmak için o dönem yükselişte olan Anadolu takımı Trabzonspor’dan yana olurlardı.

Çıkıntılık yapanların sayısal oranı için şu kadarını söyleyebilirim: Sayıları Saadet Partisi’nin oy oranı kadardı.

‘Siz elitlerden yanasınız’ şeklindeki eleştiriler karşısında Galatasaray taraftarı imam-hatipliler, kulübün manevi babası ‘Gül Baba’nın uhrevi yönlerini hatırlatırlar, böylece tuttukları takım için ‘dinsel bir meşruiyet’ bulmuş olurlardı.

Yani tartışma ‘Galatasaray iddia ettiğiniz gibi elit takımı değildir, bizim kökenimiz ‘Gül Baba’ya dayanır’ diyenlerle, ‘Biz Anadolu çocuğuyuz, Trabzon varken neden İstanbul elitlerinin takımını destekleyelim’ diyenler arasında geçerdi...

Ve bütün bu tartışmalar sırasında Fenerbahçelilerin sesi hayli cılız çıkardı.

Çünkü sayıları çok azdı.

Şu kadarını söyleyebilirim: Okuduğum okullardaki Fenerliler, Yaşar Nuri Öztürk’ün partisinin kurultayına katılanlardan bile daha azdı.

Yani iyiden iyiye bir ‘azınlık psikolojisi’ içindeydiler.

* * *

Lütfen mazur görünüz.

Aktardığım gözlemlerin nesnelliğinden kuşku duyulmasın diye hangi takımı tuttuğumu açık bir şekilde yazmıyorum.

Yani tuttuğu takımı belli etmeyen demode futbol yorumcuları gibi davranıyorum.

Ama merak edenler için tabii ki bir ipucu verebilirim.

İmam-hatipte okurken tuttuğum takım nedeniyle hiçbir zaman azınlık psikolojisi içinde olmam gerekmedi.

Çoğunluğun içinde yer almanın tatlı keyfini sürdüm.

Ayrıca bir aykırılık, bir çıkıntılık filan da yapmadım.

Yani hayatımın bu kısmında herhangi bir itirafı gerekli kılacak yön yok.

* * *

Hadi bir ‘son söz’ arayışı içine girmeden Oğuz Atay’ın bir öyküsünün sonuna yazdığı o şirin tekerlemeyle bitirelim:

‘Ekmek suyla undan ibarettir / Maruzatım bundan ibarettir.’
Yazının Devamını Oku

İki katliam

10 Temmuz 2005
<B>‘MADIMAK müze olsun’</B> başlıklı yazımdan rahatsız olan bazılarından <B>‘Sivas’ı bırak da Başbağlar’dan bahset’</B> şeklinde mesajlar aldım. Başbağlar’dan kasıt şu:

5 Temmuz 1993 günü, yani Sivas katliamından üç gün sonra, Erzincan’ın Başbağlar Köyü’nde korkunç bir katliam meydana geldi. Köye gelen silahlı bir grup, köyün erkeklerini köy odasına topladı, 33 kişiyi kurşun yağmuruna tutarak katletti, köyü de yaktı.

Köylülerin söylediklerine göre, Başbağlar katliamını gerçekleştirenler, ‘Sivas’ın intikamını aldık’ demişlerdi.

Peki Sivas üzerine yazılmış bir yazının ardından Başbağlar’ın anımsatılmasının anlamı ne? Bu anımsatmayı yapanlar ne demek istiyorlar?

Aslında burada ‘tipik savunmacı’ yaklaşımların izlerini bulmak mümkün.

Yaklaşım savunmacı olunca iş tabii ki, ‘Bizim katliamımız-onların katliamı’ gibi çok tehlikeli ve korkunç bir noktaya gidiyor.

Hiç kimse şu soruları sormuyor:

‘Yürekler hem Sivas için, hem de Başbağlar için kanayamaz mı? ‘Madımak Oteli müze olsun’ önerisinde bulunan biri, aynı zamanda ‘Başbağlar’da ölenler için anıt yapılsın’ diyemez mi? İki öneriyi birden gündeme getirmek mümkün değil mi?’

Yani demek istediğim şudur:

Sivas’ta ölenler için ağlayanlar Başbağlar’da ölenler için, Başbağlar’da ölenler için ağlayanlar da Sivas’ta ölenler için ağladığında toplumsal barış sağlanacaktır.

Nasıl? Fazla mı hayalci oldu?

Hangisi daha solcu: AĞAR MI, BAYKAL MI

İDRİS Küçükömer Hoca’yı hatırlar mısınız?

Hani ‘Düzenin Yabancılaşması’ adlı eserinde Demokrat Parti geleneğinin aslında ‘sol’, CHP çizgisinin ise seçkinci ‘sağ’ hareket olduğunu yazmıştı da ortalık karışmıştı.

DYP Lideri Mehmet Ağar’ın son iki demecine baktığımda Küçükömer’i anımsamadan edemedim.

İşte o iki demeç:

BİR: Ağar, türban konusunda hükümetin tutumunu eleştirirken şöyle dedi: ‘Bunlar Armani başörtülülerin hükümeti. Basma başörtülüler fukara. Hükümet basma başörtülülerle ilgilenmiyor.’

İKİ:
Ağar, Başbakan’ın ‘Türban hiç olmazsa vakıf üniversitelerinde serbest olsun’ önerisini eleştirirken de şu saptamayı yaptı: ‘Bu önerinin tercümesi ‘zengine serbest olsun, fukaraya ise yasak devam etsin’dir.’

Nasıl? Ağar, bir ‘proleter lideri’ gibi konuşmamış mı?

Peki ‘sağcı’ DYP’nin Lideri Ağar’daki sınıf bilincinin zerresi, ‘solcu’ CHP’nin Lideri Baykal’da var mı? Ne gezer?

‘Armani basma başörtüsü’ ayrımı ya da ‘zengin-fukara’ çelişkisi, ‘solcu’ Baykal’ı hiç ilgilendirmiyor ki...

Şimdi başa dönelim ve şöyle haykıralım:

Gel de İdris Küçükömer Hoca’ya hak verme...

Emin Çölaşan’ı dengeleme sorunu

YENİ
Harman Dergisi, Bekir Coşkun’a soruyor:

‘Yalçın Küçük, ‘Ahmet Hakan’ı Emin Çölaşan’ı dengelemek için (Hürriyet’e) getirdiler’ demişti. Bu tespite katılır mısınız?’

Bekir Coşkun
yanıt veriyor:

‘Katılıyorum. Emin’i dengelemek için 40 kişi daha lazım.’

Dergide bu yanıtın sonuna ‘kahkahalar’ diye bir not düşülmüş.

Belli ki Bekir Coşkun, verdiği yanıtı pek bir beğenmiş. Bense verilen yanıttaki ‘nezaketsizlik’ boyutuna biraz takıldım.

Ama sonra, ‘Herhalde Bekir Coşkun yaptığı esprinin büyüsüne kapılmış olacak. Bu yüzden işin nezaket boyutunu atlamış olmalı’ filan diyerek olayı tolere etmeye çalıştım.

Ayrıca aklıma şöyle bir ‘havuz problemi’ de geldi:

‘Eğer ben Emin Çölaşan’ı dengelemek için Hürriyet’e getirildiysem, beni dengelemek için de bir şeylerin yapılması gerekmez mi? Ve Emin Çölaşan’ı dengelemek için 40 kişi daha lazımsa beni dengelemek için hiç olmazsa birkaç kişi gerekmez mi?’

Bilmem, Bekir Coşkun’un matematiği nasıldır?
Yazının Devamını Oku

Ruhunu arayan şehir: Erzurum

8 Temmuz 2005
Erzurum’da <B>Ahmet Hamdi Tanpınar’</B>ın <B>‘Beş Şehir’</B> adlı enfes kitabının <B>‘Erzurum’</B> bölümüne kendimi kaptırdım. Tanpınar diyor ki:

‘Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.’

Erzurum’un bugünkü durumu da işte böyle bir şey...

Kaybettiği şeylerin ardından duyduğu üzüntüyü yaşıyor ve yeniye karşı müthiş bir özlem taşıyor...

İşte Doğan Yayın Holding’in ‘Anadolu’daki Avrupa’ toplantısı, hem üzüntünün bir kez daha en derin anlamda açığa çıkmasına neden oldu, hem de yine en derin anlamda özlemin filizlenmesine...

Yani mevcut olumsuz durum bütün açıklığıyla ortaya kondu ve bu durumdan kurtuluşun yolları arandı...

Olumsuz durum şudur:

Erzurum’da sanayi yok... Tarım gelişmemiş... Hayvancılık ölmüş...

Nitelikli insan gücü kenti terk ederken niteliksiz insan göçü had safhaya ulaşmış...

İşsizlik en büyük sorun...

Kentte gelir adaletsizliği diye bir şey yok, çünkü yoksullukta eşitlik gibi bir durum var...

Bütün bunlardan önemlisi Tanpınar’ın pek güzel anlattığı ‘ruhu olan’ şehir gitmiş, yerine ‘büyük bir köy’ gelmiş.

Evet, mevcut durum budur...

Birçok Anadolu kentinin yaşadığı yakıcı sorunları Erzurum daha fazlasıyla yaşıyor.

Ama Erzurum’un bir şansı var: O da ruhunda gizli...

Binali Yıldırım’a dair birkaç not

DOĞAN Yayın Holding’in ‘Anadolu’daki Avrupa’ başlığıyla düzenlediği toplantılar dizisinin ‘Erzurum Buluşması’na Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da katıldı...

Bakan Yıldırım’ın imajı, özellikle talihsiz tren kazası nedeniyle epey yara almıştı...

Ne yalan söyleyeyim, ben de Bakan’a karşı bir parça önyargılıydım.

Kendisini Erzurum’da ilgiyle izledim...

Dikkat... Dikkat...

Benim önyargılarım aşağıdaki nedenlerden dolayı büyük ölçüde yıkılmış durumdadır:

BİR: Bakan Yıldırım, en hakikisinden mütevazı bir siyasetçi... Yani tevazudan bile gösteriş çıkaranlardan değil. Ayrıca ‘bakan’ olma durumunun doğal olarak getirdiği ‘şatafat’ kısmıyla zerre kadar ilgilenmiyor.

İKİ: Anadolu topraklarına bağlı... Mesela yaz tatilini memleketi Erzincan’da geçiriyor. Erzincan’da geçirdiği 15 gün onu dinlendiriyor.

ÜÇ: Çok sosyal biri değil... Hoş sohbet olduğu da söylenemez... Ama yine de hakikiliğiyle insanlar üzerinde acayip itimat telkin ediyor.

DÖRT: Konusuna hem meraklı, hem hákim... Kendi alanıyla ilgili konularda asosyallik filan kayboluyor, iştahlı bir konuşmacı ortaya çıkıyor.

BEŞ: Halkla ilişkileri süper... Cami avlusundan hızla geçip giderken sakallı amcaları görüp yanlarına giderek gönül almasını biliyor.

ALTI: Türk ekonomisinin ana dinamiklerini iyi kavramış bir isim... Telekom’un satışından yola çıkarak yaptığı özelleştirme analizi, herkesi derinden etkileyecek kıvamda. Herkesin kabul etmekte güçlük çekeceği acı gerçekleri, herkesin kabul edebileceği bir üslupla çok güzel anlatıyor.
Yazının Devamını Oku

CHP’li Koç neden Kasım Gülek olamaz?

7 Temmuz 2005
<B>KASIM Gülek</B>’i bilir misiniz?<br><br>Biraz tanıtalım:<br><br>Adanalıydı... 9 dil bilirdi... Kendisi 1950’li yıllarda, yani CHP’nin uzun muhalefet döneminde rüzgár gibi esmişti.

Yakup Kadri onun için eksantrik der, Metin Toker ise onu gayri ciddi bulurdu.

Acayip renkli bir adamdı.

Bir tür erken gelmiş Hasan Celal Güzel olarak tanıdık tanımadık herkesin elini sıkardı.

Erbakan’ın fileli, baklavalı meşhur basın toplantılarından çok önce hamamda basın toplantısı düzenlemişti.

Asık yüzlü CHP’nin güler yüzlü politikacısıydı.

Eşraf ve devlet partisini gerçekten halkın partisi yapmak istiyordu.

Demokrat Parti’yi halka şikáyet etmek için ‘demir çarık demir asa’ ile Anadolu yollarına düşmüştü.

Hálá tanımadınız mı?

O halde bir ayrıntı daha verelim: Geçen hükümetin acayip zayıfladığı bir dönemde bakan olarak atanan Tayyibe Gülek’in babasıydı.

Yine mi çıkaramadınız?

Alın size bir ayrıntı daha: Ömrünün son demlerinde Fethullah Gülen ile dost olmuştu.

* * *

Peki Haluk Koç’u bilir misiniz?

Onu da tanıtalım:

CHP’nin Grup Başkanvekili.. Samsunlu... Aslen tıp profesörü... Branşı hematoloji...

Televizyonda gördüğünüzde sesi kısın ve görüntüye bakın: Bir tıp kongresinde yeni buluşunu açıklıyor gibidir.

Sesi açtığınızda etkileyici ses tonu ve mükemmel bir telaffuz karşılar sizi.

Ama biraz ne dediğine kulak verdiğinizde görüntüyle pek de uyumlu olmayan üslubu hemen fark edersiniz.

O üslubun dikkat çeken yönleri şunlardır:

BİR: İncitici ve acıtıcı olması için üzerinde epey düşünülmüş bol göndermeli ve bol tekrarlı, hafif esprili dokundurmalar.

İKİ: Sanki kibar çevrelerden gelmiş bir yeni yetmedir. Yeni muhitindeki fırlama oğlanlara özenmiştir. Onlar gibi konuşmaya çalışmaktadır. Ama aileden aldığı terbiye her haliyle sırıtmaktadır. İşte bunun gibi bir şey.

ÜÇ: Söylediklerinin etkisi için ‘kedi tırmalaması’ da diyebiliriz.

Ama hiç şansı yoktur:

Asla ‘CHP’nin yeni Kasım Gülek’i olamaz.

* * *

Bu yargım geçen gün Haluk Koç’un basın toplantısını seyrederken pekişti.

O basın toplantısında şunlar oldu:

Elinde bir cihazla gazetecilerin karşısına çıkan Haluk Koç, ‘Bu cihaz, sözüm meclisten dışarı, toplantılarda uyuyanları uyandırmaya yaramaktadır’ dedi.

Sonra da basın toplantısına getirdiği ‘konu mankeni’nin yardımıyla cihazın nasıl çalıştığını gösterdi.

‘Konu mankeni’ cihazı taktı, uyumaya başladı, kafa düşünce cihaz alarm sesi çıkardı.

İşte tam bu noktada bizim Haluk Koç, ‘kendi anlattığı fıkraya herkesten daha çok gülenler’e özgü sevimsizlikle kahkahalarla gülmeye başladı.

Cihazdan çıkan sesi duyar duymaz ‘titreme’ ve ‘uyanma’ taklidi yapması da işin cabasıydı.

Hani ‘Aman ne komik’ diye tepki gösterdiğimiz durumlar vardır ya... İşte öyle bir şeydi gördüklerim.

Güldürmekten ziyade gülünç bir şey...

Ve bu görüntüleri izledikten sonra şöyle dedim:

Keşke Haluk Koç, biraz Kasım Gülek araştırması yapsa...

Esprilerine bir parça sempati filan katmayı denese...
Yazının Devamını Oku

‘Dünyalar Savaşı’ adlı berbat film

6 Temmuz 2005
<B>SİNEMANIN </B>dáhi çocuğu <B>Steven Spielberg’</B>in, Amerikan halkının kadim paranoyası <B>‘Eyvah! Uzaylılar geldi!’ </B>meselesini anlattığı filmin 1 Temmuz’da gösterime gireceğini ilk duyduğumda <B>‘Bu film için sıcak yaz günü sinemaya gidilir’</B> dedim. Üç nedeni vardı böyle dememin:

BİR: İlk gençlik günlerimde Spielberg’in ‘E.T.’ adlı ‘uzaylı konuk’ filmini seyretmiş ve bu filmde Hollywood’un ‘uzaylılar’ı konu alan filmlerinde pek rastlanmayan bir naiflik, bir derinlik, bir insan sıcaklığı bulmuştum.

İKİ: ‘Dünyalar Savaşı’nın kısa fragmanlarını izlemiş ve uzaylı saldırısının yol açtığı büyük tahribatın müthiş inandırıcı görüntüleri karşısında koltukta kasılıp kalmıştım. Yani kayıtsız kalmak olanaksızdı.

ÜÇ: Sinema salonlarımızda var olan klima sistemi sıcak yaz günlerinde de film izlemeyi çekilir kılıyordu...

* * *

Bu üç nedenin etkisiyle kendimi sinema salonuna attım.

Hay atmaz olaydım!

Çünkü karşımda, ‘Kurtuluş Günü’ adlı hiç de vaatkár olmayan, buram buram Amerikan propagandası kokan o şapşal filmden daha da şapşal bir film vardı...

Şu kadarını söyleyeyim:

Yönetmenin seyircinin duygularını tavan yaptırmak için filme koyduğu sözde etkileyici sahnelerde, ben kahkahalarla gülüyordum...

Amerikan çocuksuluğunun ve basitliğinin izleri sadece bu kahkahalarda saklı değildi tabii ki...

Meramımı dört başı mamur bir şekilde anlatabilmek için filmle ilgili tuttuğum bazı notları ve çıkardığım dersleri sizlerle paylaşmam gerekir:

* * *

Fragman başka, film başka şeydir. Yani ‘reklam’ başka, ‘ürün’ başka şeydir.

Amerikalılar bugünlerde uzaylıları değil teröristleri beklemektedir. Çünkü filmde Amerika’yı yerle bir eden uzaylı saldırısı başladıktan sonra Amerikalılar, ‘Bu terörist saldırı mı?’ diye soruyorlardı. ‘Uzaylılar’ ise akla hiç gelmiyordu.

‘Uzaylı’ eciş bücüş bir yaratıktır, tuhaf sesler çıkarır. Filmi izlediğimizde bu anlayışın artık durmuş oturmuş bir anlayış haline geldiğini fark etmiş olduk.

Yıldırımları bile kontrol altında tutacak kadar teknoloji olayını aşmış uzaylılar, ilk kez karşılaştıkları dünyalı araç ‘bisiklet’ karşısında hayran kalıp alıklaşabilirler. Filmin en komik olaylarından biri budur.

Dünyayı işgal etmek için milyonlarca yıl acayip aletlerle ademoğlunu gözleme kapasitesine sahip uzaylılar, ‘ayna’ ile ilk kez dünyayı işgal ettiklerinde karşılaşırlar ve yine alıklaşırlar. Filmin ikinci en komik olayı da budur.

Amerikalılar ‘dünya’ dendiğinde sadece ‘Amerika’yı anlamaktadır. Çünkü filmde uzaylıların sadece Amerika’yı işgali var ve bu durum ‘dünyanın işgali’ olarak yansıtılmaktadır.

Amerikan halkı ‘aile değerleri’ adını verdikleri olaya kendilerini acayip bir şekilde kaptırmış durumdalar... Filmde gördüğümüz şudur: Fonda dünya imha edilip kan gövdeyi götürürken biz esas hikáye olarak bir babanın çocuklarıyla diyalog kurma çabasına tanık olmaktayız.

Filmde Irak işgaline direnen güçlere selam gönderiliyor... Şöyle ki: Uzaylı işgaline karşı direnişe geçmeyi savunan bir dünyalı ‘Burası bizim vatanımız, onlar işgalci. Biz burada doğduk, onlar sonradan geldi. Onları yenebiliriz’ filan gibi sözler söylemektedir.

Filmde anti-Avrupa bir hava var: Liseli yeniyetmenin ödev konusu ‘Fransa’nın Cezayir’i işgali’... Bu bir... Uzaylı saldırısı başlayınca filmin kahramanlarından birinin ‘Saldırı Avrupa’dan mı geldi?’ diye ciddi ciddi sorması... Bu da iki...

Filmde verilen ‘hayat dersleri’, bir tür ‘takvim yaprağı arkası’ felsefesi gibi... Özellikle tam da Hıncal Uluç’un verdiği hayat derslerine bayılanların seveceği türden. Ama ben almayayım...
Yazının Devamını Oku

Şıngır mıngır sosyete

4 Temmuz 2005
‘<B>YENİ başlayanlar için Türkiye’de sosyete</B>’ konusunda ilk dersimi, toplumsal konularda tumturaklı laflar etmeye bayılan bir yazardan almıştım. Şöyle diyordu:

Türkiye’de dört başı mamur bir burjuva sınıfı yoktur, dolayısıyla bizden sosyete de çıkmaz. Kendilerini sosyete olarak görenlere ise ancak sosyetemsi diyebiliriz.

Tumturaklı sözler beni kesmez.

Bu yüzden bu tanım kesmedi beni...

Hemen ‘Türkiye’de sosyete’ konusunda kendi çapımda küçük bir araştırma yapmaya karar verdim.

Ve işte bu noktada şunu fark ettim:

Sosyete konusunda ülkemizde ‘Hello’ ve ‘Alem’ adlı iki dergi dışında maalesef bir kaynak yok.

İki derginin sayfalarını çevirmeye başlayanların dikkatini çeken çarpıcı gerçek ise şudur:

Sağdan say yüz kişi, soldan say yüz kişi...

***

Evet, durum budur ve durum böyle olunca da ‘Türkiye’de sosyete’ işine merak saran benim gibi acemiler, bıktırıcı ve bezdirici bir tekrardan başka bir şeyle karşılaşmazlar...

Şöyle ki:

Sosyeteye merak sardığım günden beri iki derginin sayfalarını çevirdim, çevirdim, çevirdim...

‘Peki ne geçti eline?’ diye soracak olursanız vereceğim yanıt şudur:

Tansa Bodrum’a gitti... Yosun parti verdi... Derin Paris’e uçtu...’

İki derginin birkaç sayısını üşengeç ve bıkkın bir edayla elden geçirirken, hastalıklı bir sayıklama içine giriverdim...

Tansa... Derin... Yosun...

Yosun... Tansa... Derin...

Evet, tecrübeyle sabittir, eldeki iki sınırlı kaynaktan beslenerek sosyete olayını çözmeye çalışanlar, günün sonunda zihinlerinde, soyadları ‘Mermerci’ olan üç kız kardeşin hikayesinden başka bir şey kalmadığını fark ederler.

İşte bizim sosyetemizin acıklı macerası bundan ibarettir.

Türkiye’de sosyete üç kız ismiyle başlar ve üç kız ismiyle nihayet bulur:

Tansa... Derin... Yosun...

Yosun... Tansa... Derin...

***

Tam ‘Ne yapayım ben böyle sosyeteyi? Bu kadar sınırlı, renksiz ve heyecansız bir sosyeteden bırakın yazı konusunu doğru dürüst cemiyet haberi bile çıkmaz’ filan diye sayıklarken, Allah razı olsun, üç kız kardeşin annesi Ender Mermerci Hanım imdadıma yetişiverdi...

Bir gazetenin hafta sonu ekine röportaj veren Ender Hanım, yaptığı saptamalarla hem Türk sosyetesine bakış açımı değiştirdi, hem de beni bir hayli eğlendirdi...

Neler mi söylüyor?

Mesela ‘Turistik otellerde dil bilmeyen garson sorunu’na değinirken şu öneride bulunuyor:

‘Bence bu ülkede Kuran kursları açılacağına dil kursları açılmalı. Bir turist çay istiyor, garson suratına bakıyor çünkü ne dediğini anlamıyor...’

Nasıl? Eğlenceli değil mi?

Sosyetemizin bir numaralı ismi, Türkiye’yi kocaman bir tatil köyü ya da turistik otel gibi görüyor...

Ve Ender Hanım’dan ikinci keyif verici malzeme...

Türkiye’nin Ortadoğu’dan farklı olduğunu yabancılara göstermemiz gerektiğini söyleyen Ender Hanım, uyarıda bulunuyor: ‘Ama türbana karşıyım.’

Bilmem Ender Mermerci’ye, Ortadoğu’da diktatörlükle yönetilen birçok ülkede, mesela Suriye’de, ‘türbansız’ kadınların vitrinde olduklarından ve buna rağmen Suriye’nin, ABD’nin ve Avrupa’nın hedefi olmaktan kurtulamadığından söz etmeye gerek var mı?

Belki de en iyisi eğlencenin keyfini çıkarıp ‘Şıngır mıngır sosyete’ deyip geçmektir...
Yazının Devamını Oku