17 Ağustos 2005
<B>‘AHMET Hakan’ın özel hayatı’</B> ya da <B>‘Ahmet nasıl değişti?’ </B>başlıklı yazılar döşenmeye meraklı meslektaşlarımın, ellerindeki sınırlı malzemeyle nasıl da harikalar yarattıklarını gözlemlemekten mutluluk duymaktayım. Şöyle düşündüm:
‘Ulan kısıtlı malzemeyle bunları yazabilenler, malzeme bollaşınca kim bilir neler döktürürler?’
İşte ‘malzeme verme kararı’ bu düşünceden çıktı...
Hadi bakalım, buyurun malzeme...
Yapın yorumlarınızı da kafamızı bulalım:
* * *
12 yaşımda: Kaçak olmayan bir Kuran kursunun çocuk oyunlarına hayli mesafeli idarecileri elinde kaldım. Ama bunu yaşımdan beklenmeyecek bir olgunlukla karşılamayı bildim ve mesele yapmadım. Sadece Latin harflerine ve roman okumaya aşırı özlem duyunca oradan tüydüm.
15 yaşımda: Milli Türk Talebe Birliği ile Akıncılar arasında gidip geldim. Okumak için MTTB’ye, delikanlılık yapmak için Akıncılar’a gittim. Bize ‘Yeşil Komünist’ dendiğini öğrendiğim andan itibaren de komünistlere gizli ve özel bir sempati besledim. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin ne kadar salakça bir yapılanma olduğunu daha o zaman kavradım. (Bu nedenle kendimle hep gurur duymuşumdur.)
16 yaşımda: Yan komşumuz öğretmen Mehmet Bey’in evinde, bizim evdeki İslami kitaplara pek benzemeyen kitaplarla karşılaştım... Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sını orada tanıdım. ‘Suç ve Ceza’yı hatmettikten sonra bir hafta kendime gelemedim. Ve o günden sonra ‘Oğlum Osman’, ‘Kızım Ayşe’ türünden kitaplara bir daha asla meyletmedim.
17 yaşımda: Evdeki radyodan Türkçe ‘İran’ın Sesi’ kanalına kulak verdim. Epey cızırtılı da olsa ‘Devrim Marşları’nı dinledim. 17 yaşında bir yeniyetmenin Ayetullah Şeriatmedari ile Ayetullah Humeyni arasındaki görüş ayrılığı konusunda en az 45 dakika aralıksız konuşabileceğini kanıtlayarak herkesi şaşırtmayı başardım.
18 yaşımda: 12 Eylül sonrasının apolitik rüzgarlarının etkisinden kurtulmak için kendimi edebiyata vurdum. Bütün harçlığımı edebiyat dergilerine yatırdım. Yazdığım bir hikayenin o dergilerin birinde yayınlanması hayattaki en büyük dileğim oldu.
19 yaşımda: Cebimde her daim ‘Cumhuriyet’ taşıdığım günler... ‘Bu taraftayız ama o tarafı da yakından izleriz’ havası basma dönemi... Sinema eleştirmeni mi olsam yoksa şöyle okkalı bir roman mı yazsam kararsızlığı... Aykırılıktan pek hoşlanmayan cemaat üyelerinin laf geçirmeleriyle ilk tanışma... Küçümsemeler, dudak bükmeler, ‘Boş işlerle uğraşıyorsun azizim’ türünden yaklaşımlar falan filan...
21 yaşımda: O gruptan bu gruba, o cemaatten bu cemaate geçme dönemi... Bir hafta ‘Gruplarüstü entelektüel’, 15 gün ‘Diriliş ekolü’ üyesi, 2 ay ‘Tasavvuf ve geleneğe dönüş hareketi’ mensubiyeti, 9 hafta ‘Radikal’ takılma... Yani savruluş günleri...
24 yaşımda: ‘İslam’da aşk da vardır, özel hayat da’ tezine yaslanarak modern hayatı meşrulaştırma çabalarına giriştim. Kendime bir alan açmaya çalışıyordum. ‘Dava’ diyenlere ‘Özelime dokunma’ diye haykırabilme cesareti gösterdim. Biraz nihilist, biraz da aykırı kaçma sevdasına kendimi kaptırdım. Kafka’nın kanıma girdiği günler...
25 yaşımda: Birden aşırı politikleştim. Bir mühendis gibi İslami sistemin tüm dertleri bitireceğine inandım. Politik hayatımdaki ödünsüz tutumu sürdürürken bir yandan da bahara, şarkılara, şiirlere, sokaklara duyduğum heves devam etti. O zamanlar bunu bir çelişki gibi görür ve biraz utanırdım.
28 yaşımda: Özel hayatıma yapılan bıktırıcı müdahalelerle savaşmaya karar verdim. Can sıkıcı din zabitlerinden kurtulmak için geliştirebildiğim tek çıkış noktası şuydu: ‘İslam’da neşe diye bir şey yok mu kardeşim?’
30 yaşımda: İslami devlet diye bir şey olamayacağını keşfettim. İslam adına kurulacak devletin, eninde sonunda kişilerin İslam’dan anladıkları olacağını fark ettim. Kişilerin İslam’dan anladıklarıyla İslam’ın bizatihi kendisinin farklı olduğunu düşünmeye başladım. ‘Günaydın’ diyebilirsiniz. Haklısınız, biraz geç oldu ama güç olmadı.
Zanagiller’den Orhan Doğan’a bir hatırlatma
TAMAM ‘demokratız’...
Tamam ‘aydınız’...
Tamam Kürt sorununa duyarlıyız...
Ama bütün bunlar, Zanagiller’den Orhan Doğan’ın şu sözlerini yalayıp yutacağımız anlamına gelmesin:
‘PKK, silahlı mücadele propagandasıyla Kürt sorununu Türkiye’ye anlatmaya çalışıyor.’
Demek öyle Orhan Bey?
Demek şiddetle araya mesafe koyamamanın gelip dayanacağı yer burası olacaktı?
Demek adam öldürerek, bomba patlatarak, mayın döşeyerek, bir sorunun anlatılabileceğinin meşru olduğunu ima ediyorsunuz.
O halde size şunu söylemek hakkımızdır:
Sizi Meclis’ten derdest edip zindana atanlara, ömrünüzün 10 yılının hapiste geçmesine neden olanlara, yani hayatınızı karartanlara itiraz hakkınız kalmamıştır. Çünkü:
Onlar da yaptıkları bu uygulamayla size ‘Bir şeyler anlatmaya’ çalışıyorlardı.
Eğer PKK silahla, bombayla, mayınla Türkiye’ye bir şeyler anlatıyorsa, sizi zindana atanlar da size bir şeyler anlatıyorlardı.
Hatta sizi zindana atanların ‘propaganda yöntemleri’ için, ‘PKK’nınkinden daha insani’ bile diyebiliriz.
Yani diyeceğim o ki Orhan Doğan Bey, artık ‘kan kokan kelimeler’den uzak durmalısınız.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2005
<B>VAY </B>be... <br><br>Demek AKP’nin kuruluşunun üzerinden üç koca yıl geçmiş, partinin dördüncü kuruluş yıldönümü kutlanıyormuş. Oysa ‘Ampul’ amblemiyle şaşırmamız daha dün gibi gelmiyor mu bize?
Neyse...
Sezai Karakoç gibi yaparak ‘Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna’ diyelim ve ‘AKP ile neler değişti’ sorusuna yanıt olsun diye hazırladığımız listeyi sunalım:
‘Beraber yürüdük biz bu yollarda / Beraber ıslandık yağan yağmurda’ adlı şarkı, ‘ikinci milli marş’ muamelesi görmeye başladı. Adnan Şenses ile Muazzez Abacı, üç yılın en iltifata mazhar isimleri olmayı başardı.
‘Dengir Mir Mehmet Fırat’ gibi ezberlenmesi hayli zor bir isim bile artık tolere ediliyor. Bu ismi bir kerede doğru bir şekilde söyleyebilenlerin sayısında hayli artış var...
‘Özal’ın prensleri’ni tartıştık. ‘Çiller’in A takımı’nı gördük. Demirel’in o belalı ‘aile fotoğrafı’na takıldık. Bunların hepsi şimdi feci demode... Ve artık gündemde ‘Erdoğan’ın danışmanları’ olgusu var...
Hiçbir dönemde Ankara, İstanbul’la bu kadar aldatılmadı. AKP, Yahya Kemal üstada bin selam göndererek, Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü sevdi. Bu aşk üç yıl boyunca hararetini korudu.
Kasımpaşa, Rize ve Siirt’in gönlünün aynı oranda hoş tutulması ilk kez AKP ile mümkün olabildi. Üç yöre de aynı başarı karşısında aynı oranda gurur duydu. Bu arada imam-hatipler de karmaşık duygu fırtınalarının ortasında kaldılar: Bir yandan ‘Bizden başbakan çıkar’ diye gurur duydular, bir yandan da hırpalanmaları AKP döneminde de devam ettiği için acı çektiler.
‘Ampul’ gibi matrak göndermelere müsait bir ambleme karşın, ‘Senin yürüyüşüne kurban’ tarzı alaturka seslenişlerin egemenliği üç yıl boyunca sürdü. Biz sözde ‘aydınlar’ da, ‘Bu nasıl oluyor’ diye hálá tartışmaktayız.
Türk siyaseti ‘gömlek çıkarmak’ diye bir tabirle ilk kez tanıştı. Ancak ilginç bir gelişme yaşandı: Hem ‘çıkarılan gömleğin sahipleri’, hem de ‘gömleğin çıkması nedeniyle memnun olan kesimler’, bu işten hiç mi hiç memnun olmadılar.
Üç yılın ardından ‘Siyasette başarının kriterleri’nin yeniden yazılması farz oldu. Çünkü üç yıl boyunca ‘şans’ adlı bir kriter o kadar çok konuşulur oldu ki, bigane kalmak neredeyse imkansız hale geldi. Şimdi yeni bir lider kafayı çıkardığında ‘Birikimi var mı? Vizyon sahibi mi?’ gibi soruların yanı sıra ‘Acaba şanslı biri mi?’ diye de soruluyor.
Abdullah Gül isimli ‘ikinci adam’ sayesinde şunu gördük: Türk siyasetinde hiçbir ikinci adamın yeri bu kadar sağlam olmadı.
Senede üç beş günü Ekinlik Adası’nda geçirmek, fakir sofralarında iftar yapmak, arabanın arkasında çocuklara dağıtmak üzere bisküvi ve çikolata taşımak, Rize dağlarındaki evde tatil yapmak... Bunların hepsi artık medyanın ‘rutin’ haberleri arasında yerini sağlamlaştırdı.
Şiir okunarak girilen cezaevinin yol açtığı siyasi ikbal, yine şiir okunarak sürdürülüyor. Şiir yoluyla kurulan iletişim, şiir aracılığıyla verilen siyasi mesaj ve şiirin yol açtığı yumuşak geçişler. Yani üç yıl boyunca Doğan Hızlan’ın da dediği gibi ‘şiir iktidarda’ oldu.
Türk siyasetinde hiçbir dönemde hiçbir parti, ‘lider’in baskın karakteri nedeniyle bu kadar geri planda kalmadı. Bu üç yıl boyunca lider partinin o kadar önünde oldu ki, partinin ‘ileri gelenleri’ diye adlandırılacak bir ekip öne çıkamadı...
Biraz Menderes, biraz Erbakan, biraz Özal... Karıştırın... Üzerine biraz ‘İkinci cumhuriyet’ tezi ekleyin... Biraz bekleyin... Karizma ve halkla kurulan büyülü ilişkiyi sos yapıp servis edin. Bu arada şans faktörünü de es geçmeyin. Üç yılın ardından çizilebilecek ideolojik çerçeve işte böyle bir şeydir.
Liderin baskın karakterine rağmen ‘yıldız’ isimler, akacak mecra bulabilmişlerdir. Mesela bir Kemal Unakıtan, tarz yaratmasını başarmış bir isim olarak ortaya çıkmıştır. Mesela tiryaki meşrep Abdüllatif Bey, az da olsa adından söz ettirmiştir. Mesela bir Cüneyd Zapsu, derinden ve gizemli de olsa hálá kamuya kapalı muhabbetlerin baş konusudur. Ve tabii son bomba: Atilla Koç... Onu unutabilmek neredeyse imkansızlaşmıştır.
Altınsay, Ülker, Ramsey gibi markalar açısından ikili bir durum söz konusu olmuştur: Bir yandan bütün şimşekleri üzerlerine çekmişler, bir yandan da markalarını parlatmayı başarmışlardır.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2005
<B>ADININ </B>başında <B>‘CHP TBMM</B> <B>Grup Basın Sözcüsü’</B> ve <B>‘Antalya Milletvekili’</B> gibi ağır sıfatlar bulunan <B>Feridun Fikret Baloğlu</B> isimli bir CHP’li, son günlerde meslektaşlarla yaptığım polemiklerden ziyadesiyle etkilenmiş olacak ki, ‘hariçten gazel okuma’ pozisyonunu göze alarak, okkalı bir polemiğin kapısını açmış. Benim için şöyle diyor:
‘AKP yanlısı bir gazetede yazması daha akla yakınken, okuyucularının büyük çoğunluğunu laik cumhuriyete bağlı insanların oluşturduğu Hürriyet’te köşe tutan Ahmet Hakan.’
Bir bayrak rüzgár bekliyor ve bu CHP’li de polemik istiyor.
O halde hiç vakit kaybetmeden ‘Sayın Baloğlu’na bir açık mektup yazalım.
* * *
Sayın Baloğlu,
Teşhisiniz isabetlidir. Benim Hürriyet’te yer almam bir çelişkidir.
Ve fakat...
Hayatımdaki trajedi ve çelişki Hürriyet’le sınırlı değil ki.
Eğer Ankara’nın ‘Kuki’sinde ya da İstanbul’un ‘The Marmara’sında buluşup, ‘cafe latte’ eşliğinde derin bir sohbete girişmiş olsaydık, yaşadığım dramı size ayrıntılarıyla anlatabilirdim. Ama madem böyle bir olanak bulamadık, o halde buradan bazı satırbaşlarına işaret edeyim.
Sayın Baloğlu... Bu talihsiz yazar kardeşiniz, sadece ‘Senin Hürriyet’te ne işin var?’ sorusuyla sıkıştırılmıyor. Başka birçok alanda da başı belada.
İsterseniz biraz o alanlardan söz edelim:
BİR: Hadi Sultanbeyli biraz abartılı olur ama İkitelli’deki ‘Hilal-Başak Konutları’ orada öylece dururken, Nişantaşı gibi bir semte kilimi sermiş olmam büyük bir sorun. Sık sık ‘Senin buralarda ne işin var? Yürü Bağcılar’a’ diye çemkirenlerle mücadele etmek zorunda kalıyorum.
İKİ: Tophane kahvehaneleri, Aksaray’da Vatan Caddesi’nin arka taraflarındaki otantik kebapçılar, Süleymaniye’de Türk yemekleri yapan mütevazı lokantalar orada öylece dururken, benim ‘The Hause Cafe’, ‘Kaktüs’, ‘Buz-Safran’ gibi yönünü alabildiğine Batı’ya dönmüş mekánlarla haşır neşir olmam da bir problematik. Bu alanda da direne direne varlığımı koruyabiliyorum.
ÜÇ: Şam, Tahran, Beyrut gibi Doğu’nun turistik kentleri ya da bir ‘umre ziyareti’ imkanı yerine, tutup Londra, Roma, Paris gibi Batı başkentlerine heves etmem de çelişkili bir tutum. Ama ne yapayım, elimde değil, heves ediyorum.
DÖRT: Doğu’nun petro-dolar krallıklarının İslam soslu rejimlerinin hülyasına dalmam akla daha yakınken, ‘Bunlar kabus rejimleri. Bizim Türkiye’nin rejimi hepsinden iyi birader’ diye çıkışlar yapıyorum. Yani zihnim de karışık Sayın Baloğlu.
BEŞ: Doğum günü kutlama, evlilik yıldönümünde sürpriz yapma ya da çiçek alıp eve götürme gibi alışkanlıklar için ‘Bunlar Frenk mukallitliğidir’ demem ve kapıyı kapatmam gerekirken, özenti kişiliğimin esiri oluyor ve bu işlere de heves ediyorum.
* * *
Yani demem o ki Sayın Baloğlu, benim durumum, sizin işaret ettiğinizden daha beter ve umutsuz.
Şöyle diyebilirsiniz:
‘İyi de kardeşim, sen de kendi sınırlarına çekil. Sana bir alan tanıdık, onun dışına çıkma. Ne işin var bizim mahallede? İşte Çankaya ya da Beşiktaş dışında kalan yerleri sana ve senin gibilere bıraktık. Biraz yetinmesini bilsene.’
İnanın haklısınız.
Ama. Hani eskiler ‘tiyatro’ için ‘İki kalas, bir heves’ derlermiş ya.
Benim hayatı algılama biçimim de biraz buna benziyor.
‘İki özenti, bir heves’. İşte bu durumun esiri olmuş durumdayım.
Biraz vakit verin, irademe sahip olup hemen bana tanıdığınız alana kendimi atıvereceğim.
O zamana kadar vereceğim geçici rahatsızlık için hepinizden özür dilerim.
Hadi bana eyvallah.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2005
<B>UZMANLIK </B>alanı <B>‘siyaset bilimi’</B> olan <B>Deniz Baykal</B> için minik bir test hazırladım. <br><br>Dört soruluk bir test bu. Amacım şu: Siyaset pratiği açısından pek parlak bir icraat sergilemediği herkes tarafından kabul edilen Baykal’ın, ‘teori’de durumu kurtarıp kurtaramadığını anlamak.
***
İşte sorular:
BİR: Sizce aşağıdakilerden hangileri siyaset bilimi açısından doğrudur?
a- İktidardaki parti risk alır.
b- Muhalefetteki parti risk alır.
c- Siyasette risk almak yerine armudun pişmesini ve ağza düşmesini beklemek en iyisidir.
İKİ: İktidardaki parti ‘birinci parti’ konumunu sürdürürken, muhalefetteki partinin sürekli oy kaybetmesini aşağıdakilerden hangisiyle açıklarsınız?
a- Medya her şeyi çarpıtıyor.
b- Sakın anketlere inanmayın.
c- Devleti koruyan parti, vatandaştan pek yüz bulmaz.
ÜÇ: İktidardaki ‘sağcı parti’ ülkenin en önemli gerilim konularından biri hakkında çok radikal bir söz söylediğinde, muhalefetteki ‘solcu parti’ ne yapar?
a- İktidardaki partinin söyleminden daha da ileri bir açılıma işaret eder.
b- İktidardaki partiyi ‘devlet’e ihbar eder.
c- İktidardaki parti ne diyorsa onun tam tersini söyler.
DÖRT: İktidardaki ‘sağcı parti’, çoğunluğunu ‘solcu aydınlar’ın oluşturduğu bir heyeti kabul edip önerilerini dinlerse, muhalefetteki parti ne yapar?
a- O aydınların gerçek solcu olmadığını söyler.
b- O aydınların sözde aydın olduğunu söyler.
c- İktidardaki partinin kazandığı puanların hiç olmazsa yarısını kazanmak için aynı heyeti partiye davet eder.
***
NOT: Eğer Baykal, lütfedip test sorularını yanıtlarlarsa, puan durumlarını kendilerine bildireceğimden hiç kuşku duymasınlar.
Ne diyor bu Bekaroğlu?
ESKİ Saadet Partili Mehmet Bekaroğlu, ‘Aydınlar, hükümetin halkla ilişkiler çalışmasına alet oldular, bu yüzden imzamı çekiyorum’ diye açıklama yapmış.
Ne diyelim şimdi bu tutum karşısında?
Başlatılan herhangi bir sivil girişime hükümet ilgi göstermese, ‘İşte bu hükümetler böyle. Sivil hareketlere sırtlarını dönerler’ denecek.
Hükümet, sivil harekete destek verse, o zaman da ‘Halka ilişkiler çalışması’ diye karşı çıkılacak.
Hadi Bekaroğlu, yardımcı ol da şu işin içinden çıkalım.
POLEMİĞİN POLEMİĞİ
USTALARIMIZ, üstatlarımız, büyüklerimiz, saygıda kusur etmediklerimiz...
Yani mesleğimizin cefasını çekmiş, sefasını sürememiş ekabirlerimiz, benim gibi ‘destursuz bağa giren’ acemi müptedilere haddini bildirmek üzere harekete geçmiş bulunuyorlar.
Aşağı yukarı şöyle bir şey diyorlar:
‘Evvel yok idi, bu icat yeni çıktı.
Genç köşe yazarlarımız polemik hastalığına düçar oldular.
Ona sataş, buna sataş, sonra da parseli kap.
Formülleri bu.
Aslında biz de biliyoruz bu formülleri. Ama uygulamıyoruz.
Neden?
Çünkü bizim böyle müptezelliklere harcayacak mürekkebimiz yok. Biz büyüklerimizden böyle görmedik.’
***
Bunu söyleyen büyüklerime haddim olmayarak şunları söylemek isterim:
Ey erenler.
İyi dersiniz, hoş dersiniz de, şunu bilmez misiniz:
Bizim dağarcığımız sizin gibi ‘yüksek fikirler, büyük görüşler ve ulvi düşünceler’ ile dolu değildir.
Biz nereden bulalım her gün satacak yüksek fikirleri.
Ne ilmi siyasetten anlarız, ne de incelmiş zevklerden.
Ne öğretecek adab-ı muaşeret bilgimiz var, ne de hükümeti uyaracak akıllarımız.
Ayrıca ne ‘Abdi Bey’in rahle-i tedrisatından’ geçmişiz, ne de ‘Uğur Mumcu ekolü’nden geliyoruz.
Bir geleneğe bile yaslanmayan nevzuhur zıpçıktılarız.
Yani... Ona buna sataşıp parsel kapmaktan başka çaremiz yoktur.
Ekmeğimizi buradan kazanıyoruz, lütfen hor görmeyin garipleri.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2005
<B>TARİHİ </B>buluşmada en fazla zorlananlar, heyet üyesi gazetecilerdi. Heyetin gazeteci üyeleri, bir yandan ‘derin mesleki kaygılar’, bir yandan da ‘aydın’ kapsamında heyette yer almanın sorumluluğu arasında gidip gidip geldiler.
Ben de heyetin ‘gazeteci üyesi’ olarak bu gerilimi fazlasıyla yaşadım.
Dikkat... Dikkat...
‘Toplumsal sorumluluk’ ile ‘gazetecilik sorumluluğu’ arasındaki bocalamanın sonunda elimde biriktirebildiğim notlar şunlardır:
Heyete ‘eski tüfekler’ damgasını vurunca, Başbakan’la yapılan görüşme öncesi seçilen mekan da doğal olarak ‘Mülkiyeliler Birliği’ oldu. Eski tüfekler, ‘Biz burada ne toplantılar yapmıştık’ diyerek nostaljik duygular içine girdiler.
Mülkiyeliler Birliği’ndeki yarı nostaljik toplantının ardından Başbakanlık binasına geçildi. Aydınların karşısına geçen Erdoğan’ın heyetinin gücü, toplantıya verilen önemin göstergesi gibiydi.
Başbakan Erdoğan’ın kameralar karşısında yaptığı konuşma ‘aydınlar heyeti’ tarafından çok beğenildi. Erdoğan’ın özellikle ‘güvenlik-özgürlük’ ikileminde tavrını özgürlükten yana koyması herkesi etkiledi. Erdoğan’ın soruna ‘Kürt sorunu’ demesi de olumlu karşılandı. Çünkü son tahlilde sağ parti lideri bir başbakan ilk kez ‘Kürt sorunu’ diyordu.
Heyet adına ilk konuşmayı yapan Profesör Gencay Gürsoy, ‘Biz aydın değiliz, kendimizi öyle ifade etmiyoruz’ çıkışını toplantı salonuna da taşıdı. Erdoğan, Gürsoy’un bu çıkışına anlayışlı bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Toplantının basına kapalı bölümünde ise tam anlamıyla bir serbestlik vardı. Söz isteyene söz verildi. İsteyen istediği kadar konuşabildi. Ancak Başbakan’ın heyetinde yer alan isimler, sadece Başbakan soru sorduğunda konuştular.
Türkiye’de bir hükümet, ilk kez kanaat önderlerine kucak açıyordu. Değişik görüşlerdeki kanaat önderleri, Türkiye’nin en önemli gerilim konularından biri hakkında, şiddetle aralarına mesafe koyarak, Türkiye’yi yöneten iradeye görüşlerini yansıtıyordu... İşte bu nedenlerle toplantının ‘tarihi’ özellik taşıdığı heyet üyeleri tarafından vurgulandı.
- Heyet üyelerinin yaptıkları değerlendirmelerde dikkat çekici saptamalar vardı. Bir heyet üyesi, ‘Demokratikleşme yolunda atılan adımları bombalar engellememeli. Bu yola mayın konulamaz’ dedi.
Başbakan’ın Diyarbakır gezisi, toplantının ana konularından biriydi. Başbakan’a ‘Diyarbakır’da hangi mesajı vereceksiniz?’ sorusunu sordum. Verdiği yanıt şu oldu: ‘Ciddi beklentiler olduğunu ben de görüyorum. Yapamayacağımız şeyi söylemeyeceğiz. Mesajımız siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik alanda olacaktır.’
Başbakan’ın verdiği mesajlardan benim çıkardığım sonuç şu: Erdoğan, artan terör olayları karşısında demokratikleşmeden vazgeçmek niyetinde değil. Bu yolda önüne çıkacak engellerin farkında olmasına karşın, kararlılığını sürdürüyor. Mesela şu sözlerinin altını çizmek gerekir: ‘Kürt kardeşlerim, dediğim için eleştirildim. Ama ben eleştirilere rağmen Kürt kardeşlerim demeye devam edeceğim. Bütünleşme süreci engellenemez.’
Güneydoğu için yapılan yatırımları ve yardımları rakamlarla açıklayan Erdoğan, böylece işin ekonomik yönünü ihmal etmediği mesajını verdi.
Dünya teröre karşı ‘Nazizm’e varan uygulamalara giderken acaba Türkiye teröre karşı demokratikleşme uygulamasını sürdürerek bir örnek olabilir mi? Aydın heyetinden bir isim işte bu konunun üzerinde durdu. Erdoğan’ın bu konudaki yaklaşımı da olumluydu.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2005
<B>BEYOĞLU’</B>nun arka sokaklarında epey dolaştıktan sonra kapısında <B>‘Makine Mühendisleri Odası’</B> yazan binayı buldum. Bugün, Başbakan Erdoğan ile buluşacak olan ve kendilerinden medyada kısaca ‘bir grup aydın’ diye söz edilen isimlerin, ‘kritik görüşme’ öncesi bir araya gelmek için seçtikleri adresti burası...
11 kişilik heyete sonradan dahil olmanın çekingenliğiyle binaya girdim.
Ve toplantının yapılacağı odayı buldum...
Manzara şuydu:
Uzun, ince bir toplantı masasının ancak sığdığı mütevazı bir odada toplanmış isimler, ‘Başbakan’a hangi mesajları vermeliyiz?’ konusunda hararetli bir tartışmaya başlamışlardı...
‘Heyet sözcüsü’ Gencay Gürsoy ve yazar Adalet Ağaoğlu ilk dikkatimi çeken isimler oldu...
Hemen yerimi aldım...
Yapılan tartışmaları ve değerlendirmeleri ilgiyle dinledim...
Toplantının sonunda not defterime dört önemli noktayı not etmiştim.
***
İşte o dört nokta:
BİR: Masanın etrafında toplanan isimler, ‘Kürt sorunu’ konusunda aynı şeyleri düşünmüyorlardı. Özellikle ayrıntılara girildikçe görüşleri, yaklaşımları ve hatta terminolojileri bile farklılaşıyordu. Ancak... Ülkenin ihtiyaç duyduğu barış ortamının sağlanabilmesi için farklı yaklaşımlar bir tarafa bırakıldı ve Başbakan Erdoğan’a verilecek ‘mesaj’ konusunda bir uzlaşma sağlanabildi. Samimi bir şekilde barış ortamının sağlanması gerektiğine inanan isimler, artan şiddetin son bulmasını sağlayacak bir kucaklaşma ortamının sağlanması temennisini dile getirmeye karar verdiler.
İKİ: Başbakan ile buluşacak isimler, iyi niyetli girişimlerinin bazı kesimler tarafından sabote edilmesinden kaygı duyuyorlar. Bu nedenle ‘tartışmalı konular’ı gündeme getirerek istismara kapı aralamak yerine, barış ortamına katkı sağlayacak sorumlu bir yaklaşımı esas aldılar.
ÜÇ: Bazı çevreler tarafından dile getirilen ‘PKK ile hükümet arasında arabuluculuk yapacaklar’ suçlaması, toplantıya katılanların en fazla rahatsızlık duydukları konuydu. Özellikle MHP ve CHP yetkililerinin yaptıkları açıklamalara tepki vardı.
DÖRT: Toplantıya katılanlardan biri, ‘Ben aydın filan değilim. Benim için aydın denmesin’ diyerek, girişimi sürdürenler için uygun görülen ‘aydın’ sıfatına itiraz edince, diğer üyeler de buna destek verdiler. Bu konuda tam bir görüş birliği vardı. Yani ‘aydınlar’, kendilerine ‘aydın’ denmesini istemiyorlar.
‘Beyaz İslamcı gazeteci’ mi?
ALİ Atıf Bir, ‘Beyaz İslamcı gazeteciler’ diye bir tabir ortaya atmış...
Adımı yazmaktan imtina etmesine karşın verdiği donelerden ‘Beyaz İslamcı gazeteci’ kategorisine beni de soktuğunu anladım.
Bir’e, şair İsmet Özel’in şu iki minik dizesini anımsatmak isterim:
‘Fırlamayım / Bıktım tanımlanmaktan’
Ayrıca yine Ali Atıf Bir’e, zamanında çokça dile getirdiği bir tezinden de söz etmek isterim.
Benim merkez medyaya geçişimle ilgili olarak şöyle demişti:
‘Ahmet Hakan belirli nedenlerle merkez medyaya iliştirilmiştir.
Merak ediyorum:
Acaba hálá aynı fikirde mi? Eğer aynı fikirdeyse şu ‘belirli nedenler’ meselesine bir açıklık getirmesi gerekmez mi?
Yani demem o ki, önce bu mesele halledilmeli, sonra ‘Beyaz İslamcı gazeteci’ meselesine bakarız...
Şapkadan tavşan çıkarma
HINCAL Uluç üstadımız şöyle buyurmuş:
‘Hakarette Avrupa Birliği’nin belirlediği bir unsur var: ‘Kasıt’. (...) Mine’nin öyle bir kastı yok. O, utanç verici bir manzarayı, fena halde eleştiriyor. Amacı o insanları küçültmek değil, o manzarayı ortadan kaldırmak. O zaman ‘Hakaret’in ana unsuru ortada yok. O zaman hakaret yok.’
Nasıl buldunuz?
Sizde de ‘Ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet’ hissi uyandı mı?
Hakarette kasıt aranırmış, ortada kasıt yokmuş, o halde hakaret de yokmuş...
Aslında bu ‘sihirli’ formülden yola çıkarak biz de ‘sevgili’ Hıncal Uluç’un değişmesini istediğimiz yönlerini fena halde eleştirebiliriz.
Hatta fiziki görünüşünden, kol-bacak uzunluğundan, kıl oranından filan bile bahsedebiliriz.
‘Hakaret var’ diye bağıracak olursa cevabımız hazır:
‘Ama amacımız sizi küçültmek değil ki Sayın Uluç. Sadece değişmenizi istiyoruz.’
Buna karşı Uluç’un söyleyecek bir şeyi olamaz. Çünkü ortada ‘Hakaret’in ana unsuru olan ‘kasıt’ yok ve amacımız Uluç’u değiştirmek... Neyse...
İlahi Hıncal Uluç! Beni güldürdünüz, yaratan da sizi güldürsün...
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2005
<B>‘KÜRT sorunu’</B> başlığı altında toplanabilecek sorunların çözüm aşamasına geldiği bir dönemde terörün yeniden alevlenmesi, özellikle soruna duyarlı aydınları etkiledi. ‘Düşük yoğunluklu savaş’ döneminde ‘otoriter devlet söylemi’ne destek vermemek kaygısı taşıyan bu aydınlar, ‘PKK terörü’ vurgusu yapmazlardı.
Ama şimdi çok önemli bir değişim yaşanıyor.
Zamanında Kürt sorunu konusunda yazıp çizdikleri nedeniyle başları devletle belaya girmiş birçok aydın, şimdi PKK’yı ağır bir dille eleştiriyor.
Bu değişimin iki önemli nedeni var:
BİR: AB yasaları çerçevesinde yapılan onca değişikliğe karşın çözümün hálá şiddette aranmasının mantıksızlığına isyan.
İKİ: Kürt hareketi içinden bağımsız, bağlantısız, şiddetten uzak, terörle arasına mesafe koyabilmiş bir alternatifin çıkmayışı.
İşte bu iki nedenden dolayı aydınlar, şiddeti ve terörü yeniden canlandırma girişimleri karşısında net bir pozisyon almaya başladılar.
Bu durum Kürtler adına siyaset yaptıklarını iddia eden ama terörle aralarına mesafe koyamayanları moralsiz ve dayanaksız bırakacaktır.
İşte böyle bir ortamda Başbakan Erdoğan’ın çarşamba günü için aydınlara verdiği randevu büyük önem kazanıyor.
Bu randevunun anlamı şudur:
Hükümet, aydınların yeni pozisyonundan yararlanma kararı almıştır.
Aykırısın, aykırı kal
EY Erkin Baba.
Sen ki uzun saçların, tuhaf giysilerinle ortamı ta 60’ların sonunda elektriklemeyi başarmış bir adamsın.
Sen ki henüz Türkiye’nin henüz açılıp saçılmadığı o aşırı mahcup günlerinde, ‘genelev’ sözcüğünü şarkılarından birinin içine ustalıkla yerleştirmişsin.
Sen ki ‘İlla ki’ gibi bir lafa Türkçe’de meşruiyet sağlamayı başarmışsın.
Sen ki kızını Türk eğitim sistemine emanet etmekten kaçınarak en aykırı hareketini çekmişsin.
Sen ki Beyoğlu’na kavga çıkarmak için gitmişsin.
Sen ki kimsenin Hint felsefesini takmadığı bir dönemde ‘Ver elini Hindistan’ deyip zorlu bir yolculuğa çıkmışsın.
Sen ki salya sümük aşk şarkılarına yaslanmak yerine, ‘Deli kadın, hiç sen beni anlamadın / Sopa mopa kár etmiyor taş kafana’ diye bir şarkı yapmış ve üstelik sadece ağabeylerin değil ablaların bile gönlünü fethetmişsin.
Sen ki bu topraklardaki Arap nefretine hiç takılmadan, ‘Şaşkın’ gibi kıyak bir şarkıya imza atıp milleti Arap ritmiyle sarıp sarmalamışsın.
Öyleyse Erkin Baba, söyler misin:
Bütün bu aykırılıklar orada öylece dururken, 2005 yılının şu sıcak yaz günlerinde, ikide bir çıkıp, ‘MHP, ulusal sol, milliyetçilik, Lozan’ filan gibi hiç de ‘aykırı’ kaçmayan kelimelerle konuşmak da neyin nesi?
Nereden çıktı bu ‘Metal Fırtına’ ağzı?
Erkin Baba.
En iyisi ya sus, ya da titre ve özüne dön.
Şu üç şeyden sıkılmadık mı
BİR: Yıldız Kenter’in son günlerde bulduğu her fırsatta ‘Tiyatronun eski şaşaalı günleri’ni anlatıp, gözyaşlarıyla ‘Artık tiyatroya kimsecikler gelmiyor’ diye yakınmasından. Ve hatta ‘Ecevit eskiden gelirdi, o bile gelmiyor’ filan diyerek, işi tiyatroya gitmeyenleri isim vererek teşhire kadar vardırmasından.
İKİ: Engin siyasal hoşgörü sahibi olduklarını kanıtlamak isteyenlerin, ‘Ben Názım Hikmet’i de, Necip Fazıl’ı da çok severim’ klişesine yaslanmalarından. Türk şiirinin iki büyük şairinin ‘Bakın, ben ne de hoşgörülüyüm’ mesajı için kullanılmasından.
ÜÇ: Arap diktatörlerinin başı açık eşlerini ‘Aman da ne çağdaş! Gözlerim yaşardı. İşte gerçek İslam’ diye selamlamaktan. Yani ‘Diktatör de olsa, zorba da olsa fark etmez, yeter ki başı açık olsun’ anlayışına saplanıp kalmaktan.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
<B>HALUK Şahin</B> hocamızı sever, sayarız. Özünde iyi insandır. Son tahlilde vicdan sahibidir. Hatta bunca kifayetsiz muhterisin arasında bir ‘iyi niyet’ abidesi olarak yükseldiğini bile söyleyebiliriz.
Ve fakat...
Ne demişler? ‘Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.’
Hocamız, sağ olsun, Mine Kırıkkanat’ın, farklı meşreplerden dört ayrı yazar tarafından eleştirilmesi karşısında dayanamamış, mahallenin kendisinden sorulduğunu düşünen bir Ayhan Işık tavrı koyarak, ‘Heeyt! Ne oluyor lan orada! Dört kişi birlik olmuş hem de bir ‘bayan’a saldırıyorsunuz? Bunun neresi erkeklik!’ tarzında bir çıkış yapmış.
Bunu yaparken de aralarında benim de yer aldığım Kırıkkanat eleştiricilerini, Halide Edip’in ünlü ‘Vurun Kahpeye’ romanının kötü adamı ‘Kara sakallı yobaz Hacı Fettah’ıyla eşleştirmiş.
Bu durumda ‘Zavallı Minecik’ de, romandaki ‘idealist genç kadın öğretmen’e denk düşmüş.
Bizler, yani 2005 model ‘Kara sakallı yobaz Hacı Fettahlar’, genç(!), idealist(!) ve zavallı(!) kadın öğretmen Mine’yi ‘Vurun Kahpeye’ çığlıkları atarak yumruklamaktaymışız. Ya da yaptığımız buna benzer bir şeymiş.
Ayrıca ‘Hocamız’, aslında Kırıkkanat’ın kullandığı bazı kelimeleri onaylamıyormuş.
Ama işte Mine de böyle bir yazarmış. Kendisini öfkelerine kaptırıyormuş, heyecanlıymış, içtenmiş, sivri dilliymiş, keskin kalemliymiş. Onu da öyle kabul etmeliymişiz.
* * *
Önce bir ‘Çelik Bilek’ edasıyla ‘Hay bin kunduz!’ diyelim ve ‘iletişim profesörü’ hocamıza şunları hatırlatalım:
BİR: Sayın Hocam... Söz konusu yazara yönelik eleştirilerimde onun ‘cinsiyeti’ne yönelik en küçük bir göndermeye rastladınız mı? Şunu bilmenizi isterim: Benim için ‘Mine Kırıkkanat’ adıyla ‘Emin Sağlamkanat’ adı arasında hiçbir fark yoktur. Yani cinsiyet devre dışıdır.
İKİ: Sayın Hocam... ‘Bir erkek yazarın, yazdığı bir yazıdan dolayı birkaç farklı yazar tarafından eleştirilmesi’ ile ‘Bir kadın yazarın yazdığı bir yazıdan dolayı birkaç farklı yazar tarafından eleştirilmesi’ arasında hiçbir fark yoktur. Lütfen şu ‘vurun kahpeye’ teröründen acilen vazgeçin.
ÜÇ: Sayın Hocam... Mesela Fransa’da bir ‘sert kalem’, toplumun bir kesimi için ‘geviş getirenler’, ‘kısa bacaklı, uzun kollu ve bol kıllılar’ diye yazsa, o insanların çocukları için ‘dana’ sıfatını uygun görse, böyle bir yazı için ‘Ne var bunda kardeşim? Yazarımız Fransa’nın en sert, içten, sivri dilli, keskin kalemidir. Neden mesele yapıyorsunuz’ mu denir? Yoksa en hafifinden ayıplanır mı?
DÖRT: Sayın Hocam... İnternette söz konusu yazara hakaret içeren mesajlardan yola çıkarak, sakın ‘kadın nefreti’ gibi teoriler kurmayın. Zira internet denilen álemde, hem de söz konusu yazarı savunma adına, bize gönderilen daha aşağılık mesajlar için de bir teori kurmak zorunda kalabilirsiniz...
BEŞ: Sayın Hocam... Söz konusu yazar, bir üslupsuzluk yapmıştır, aşağılayıcı ve sorunlu bir dil kullanmıştır. Bu pervasızlık tabii ki en sert şekilde eleştirilecektir. Bundan daha doğal ne olabilir? Lütfen işin içine ‘Mine laiktir laik kalacak’ ya da ‘Mine, Fransız TV’lerinde Türkiye’yi savundu’ gibi konuyla hiç mi hiç ilgisi olmayan şeyleri katmayın. Komik duruma düşersiniz. Ya da en hafifinden ciddiyetinizi kaybedersiniz. Bu da en çok beni üzer.
Büyükler böyledir işte
AŞAĞIDAKİ bölüm Milli Eğitim’in tavsiye ettiği kitaplar arasından çıkarılan ‘Küçük Prens’ adlı kitaptan alınmıştır:
‘Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar.’ (Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery).
Şimdi biz de bu bölümden yola çıkarak şunları söyleyebiliriz:
Büyükler böyledir işte. Yasaklamaya bayılırlar. Bir kitap için asıl sorulacak soruları sormazlar da tutarlar kitabın içindeki bir cümleden yola çıkarak güzelim masalı çocukların dünyasından çıkarırlar.
NOT: Keşke Can Yayınları, Milli Eğitim’in bu hırt tutumu karşısında ‘İnadına Küçük Prens’ dese ve Tomris Uyar’ın güzelim çevirisiyle Küçük Prens’i yeniden yayımlasa.
Yazının Devamını Oku