Zeynep Göğüş

Ne zaman yaz gelecek?

5 Haziran 2004
İMAM hatip liseli, TÜPRAŞ’lı, tek hane enflasyonlu gündemi bırakıp oğlumun yıl sonu gösterisine gittim dün.Çevre bilincini yükselten bir ‘müsamere’ hazırlamışlar. Beş yaş sınıfı çocukları çiftlik hayvanı kılığındalar. Bu arada oğlum at kılığına sokulduğu için homurdanıyor, çünkü horoz olmayı tercih edermiş, ama dedesi ‘Eşek olmadığına şükret’ deyince sakinleşiyor. Oyunun sonunda insanlar doğayı tahrip ediyor, yeşil alanlar yok ediliyor. Kara tablolar ortaya çıkıyor, ama final iyi: Yarınımızı çocuklar kurtarıyor. Şu sıra gösterimde olan Yarından Sonra filmine gidip de bunalıma giren veliler için doğrusu muhteşem bir gösteriydi... Duymak, görmek zor geliyor, ama dünyanın küresel ısınma yüzünden Buzul Çağı’na geri dönmesini konu alan bu felaket filmi aslında tüm insanlığı birinci derecede ilgilendiren bir konuya işaret ediyor. Bizler haziran ayı geldiği halde havaların ısınmamasından şikáyet ederken dünya kayıtlı tarihinin en sıcak günlerini son 10 yılda yaşadı. Antarktika’dan Amerika’nın bir eyaleti büyüklüğündeki bir buzulun koptuğunu biliyoruz. İspanya’ya 3 buçuk kiloluk buz kütleleri düştü gökyüzünden. Tuhaf dengesizlik yaşıyoruz. 10 bin yıl önce büyük fırtına dünyamızın çehresini değiştirmiş, acaba böyle bir felaket tekrar yaşanabilir mi?* * *Ne zaman yaz gelecek sorumuzun ardında yatan problemin çok azımız farkındayız. Oysa şaka değil, dünyanın en itibarlı bilim dergileri, bitki ve kara hayvanı türlerinin dörtte birinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu yazıyor. Başlıca sebebi, otomobil ve fabrikalardan yayılan gazlar. Oğlumun doktoru bu yüzyılın başında doğan çocuklara biçilen yaşam süresinin ortalama 90-100 yıl olduğunu söylüyor. 21’inci yüzyılın sonunda bize bugün dünyanın en büyük derdi gibi sunulan terörden daha büyük bir tehdit bekliyor onları. ABD’nin iklim politikaları, insanlık açısından terörden daha büyük bir tehlike. Buna karşılık ABD, uluslararası çevre anlaşmalarını imzalamıyor, oysa ozonu delen gazlardaki en büyük sorumluluk tek başına ona ait.* * *Yarından Sonra’nın finali ilginç: Amerikalılar soğuktan Meksika’ya kaçıyorlar. Meksika önce sınır kapılarını kapatıyor. Ancak ABD, Latin Amerika ülkelerinin tümünün borçlarını silince kapılar açılıyor. ‘Amerikan mülteci kamplarını’ ve onların önünde Irak’tan haber geçen ABD’li sunucular gibi heyecanla konuyu anlatan Meksikalı televizyoncuları görüyoruz. Hayatın en öğretici gerçeği doğa. Ama oğlumun gösterisinden çıktığımızda çaresiz TÜPRAŞ’lı, imam hatipli gündeme geri döneceğiz. Seyrettiklerimizden hangisi müsamere, bilemeyeceğiz.
Yazının Devamını Oku

Avrupa nostaljidir

29 Mayıs 2004
<B>BUGÜN </B>sizinle bir <B>‘ölümcül hata’</B> analizi yapmak istiyorum. Avrupa Birliği için Türkiye’yi dışlamak neden <B>‘ölümcül’</B>dür, birlikte düşünmeyi öneriyorum. AB Komisyonu üyesi Günter Verheugen üç gün önce bir demeç verdi ve şunları söyledi:

‘Batı’nın İslam ile ilişkisi 21’inci yüzyılın can alıcı sorunlarından biridir. Türkiye’yi Avrupa’dan dışlamak bu ilişki için ölümcül bir hata olacaktır.’

Verheugen kuşkusuz AB’nin güvenliği ile ilgili bir kaygıdan yola çıkmaktaydı.

Güvenlik kavramı üzerinde de durmalıyız.

AB’nin güvenliği sadece Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın komşusu Türkiye’nin ayağı yere basan bir müttefik olarak kazanılmasıyla ilgili değil. AB geleceğini sağlama almak istiyorsa ‘kimlik sorunu’nu da çözmelidir.

* * *

Bugünün Avrupası yeni bir ortak kimlik arayışında. Avrupa Anayasası’nda Hıristiyan değerlere atıfta bulunulmasını isteyenler çıkması bu yüzden. Zira Ortaçağ’da Avrupa’nın birliği Hıristiyanlık üzerine oturtuluyordu. Laiklerin dini gücü temsil edenlerle mücadelesi yüzyıllar sürdü. Hıristiyanlar arasındaki din savaşlarında yüz binler öldü. Papazlar asılarak kilise kapılarından sallandırıldı. Bu mücadelenin sonucunda her ne kadar sağ partilerde hissedilmeyi sürdürse de Avrupa Hıristiyan kimliği ortak bir yapıştırıcı olmaktan çıktı.

Modern Zamanlar’da farklı bir noktaya gelindi. Varılan yeni noktada ortak kimlik din yerine kültür üzerine inşa ediliyordu. Bu yeni süreçte Avrupalılar kendilerini üstün gördükleri ortak değerler etrafında tanımladılar.

Gelgelelim bugün artık din gibi ‘kültür’ de Avrupa kimliğini tanımlamada yetersiz kalıyor. Avrupa kültürünün tekliği 70’lerden itibaren sorgulanmaya başladı. Artık hoşgörü gerektiren ‘çok kültürlülük’ten söz ediliyordu. Dinin arkasından kültür de ortak Avrupa kimliğinden çekiliyordu.

Ve henüz hiçbir şey alamadı ortak kültürün yerini. Bu durumda Avrupa’yı birleştiren yüksek değerler hangi alanda bir araya gelecekti?

Bilim ve teknoloji kültürün yerini alabilecek miydi?

Demokrasi ideali yeterli miydi?

Çek asıllı yazar Kundera’nın edebi değerlendirmesiyle Avrupa artık bir nostaljiydi.

Günümüzün çok kültürlü Avrupasının entelektüel güçleri ortak kimliği ‘hoşgörü’ etrafında birleştirme yolunu seçtiler. Ancak hoşgörü bugün için boş bir kavram. Onun da içini doldurmak gerekiyor. Bunun için de yapılacak en iyi iş Türkiye’yi dışlamayıp üye yapmak.

Türkiye’yi almak biraz da bir nostaljiye dönüşen Avrupa kimliğini diriltmek için gerekli. Genellikle tersi kabul edilse de bugünün Avrupasında kimlik anlamında ölümcül olan, Türkiyesiz kalmaktır.
Yazının Devamını Oku

Keloğlan masalı

22 Mayıs 2004
<B>ABD </B>askerlerinin demokrasi götürmek üzere gittikleri Irak’ta yaptıkları işkenceleri, bütün bu olup bitenleri ilk kez yaşıyormuşçasına şaşkınlıkla izleyenlere siz şaşırmıyor musunuz? Bu şaşkınlık, hafızasızlığın (Baudrillard’ın kulakları çınlasın) bir virüs gibi çoğalıp durmasından kaynaklanıyor herhalde. Hafızası olmayan orangutanlara benzemek utanç verici.

ABD’nin diğer ülkelerin başına şiddet marifetiyle çorap örmesi yeni bir şey değil oysa. 1970’ler ve 80’lerde Latin Amerika’dan taa bizim buralara uzanan geniş bir coğrafyada, mesela Şili’de ve mesela Türkiye’de askeri darbeler yaşanmadı mı? Darbe dönemlerinde sayılarını hálá tam olarak bilemediğimiz kadar çok insan ‘kaybol’madı mı? Tüm bunlar o dönemde ABD’nin dünya düzeni politikasının bir parçası değil miydi?

* * *

Bugün geldiğimiz noktada değişen ne? Görünen o ki, tek değişiklik ABD’nin bu kez işkenceci istihdam etmek yerine, işi ‘made in USA’ işkencecilere yaptırmayı tercih etmesi.

Yine hafızasızlık gereği, kimilerine göre bu işkence yöntemleri çok yeni! Yakında işkence yöntemlerinin postmodern toplum ve globalleşmeyle ilgisini araştırmak isteyenler bile çıkabilir. Ne yazık ki, bu yöntemler de yeni değil.

Patenti ABD’ye mi yoksa Alman Nazilerine mi aittir bilmiyorum ama gözaltında cinsel taciz, erkeğe ve kadına tecavüz iddialarını hem kendi güzel ülkemizde, hem Şili’de, hem de daha pek çok başka ülkede çok duyduk biz ne yazık ki. Erkeklerin sorgularına giren fahişeleri, eşinin gözleri önünde tecavüze uğrayanları, soğuk şu şoklarını, elektrikleri... Uzatmayayım.

Ama biz ‘orang-utan’ bir toplumuz.

* * *

Üç vakte kadar ABD basınından tüm dünyaya Iraklı çocuklara şifa dağıtan ABD’li kadınların, yaşlılara yardım eden ABD’li askerlerin fotoğrafları dağıtılır nasıl olsa. En çok beş vakte kadar da global müzik pazarında Iraklı popstarlarla tanışırız ve unutur gideriz, ‘İşkenceden sağ çıktım, ama hálá eşimin yüzüne bakamıyorum’ diyen Iraklı adamı.

Şiddeti doğuracak tüm kaynakları önce kendi içimizde kurutmak lazım... Gözümüzün önünde olup biten şiddeti yarın unutup gidiyor olsak bile tohumlarını bilinçaltımızda taşımaya devam ediyoruz.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok, geçenlerde kitap fuarından alıp oğluma okumak gafletinde bulunduğum bir Keloğlan masalını özetleyeyim size.

Masalımızın adı, ‘Keloğlan ve Marifetli Tavşan’:

‘Karısının yalan söylediğini sanan cambaz, onu dövüp öldürmüş. Bunu öğrenen padişah, cambazı astırmış. Böylece Keloğlan ve köylüler kötü cambazdan kurtulmuşlar...’

Evet, masal da burada bitmiş.

Hafızamızı tazelemeye ve gerçeğe ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Doğu sınırı

15 Mayıs 2004
<B>TELEVİZYONDA </B>haber izlediğimiz bir akşam. Ekranı Fransızca <B>‘AB’de Türkiye’ye hayır’</B> afişi dolduruyor. Sunucu Fransa’daki bir sağ partinin patentini almak istediği bu afiş hakkında konuşuyor. Annem bana dönüp soruyor: ‘Bunlar bizi almayacaklar değil mi?’

Kısa bir sessizlik anından sonra ‘Alacaklar anne’ diyorum.

Babam o sırada yanımızda yok. Zaten olsaydı annem o soruyu sormazdı. Özellikle Ankara’daki AB temsilcisinin ordunun YÖK konusunda fikir beyan etmesini eleştiren demecinden sonra babam tam bir öfke küpü. ‘Bu AB adam olmaz’ diyor.

* * *

Neyi ifade ediyor ‘AB’de Türkiye’ye hayır’ afişi? O afişe bakıp ‘Bunlar bizi almayacaklar’ diye düşünenler haklı mı? Avrupa o afişten ibaret değil. O halde ne oluyor da birdenbire Türkiye konusu alevlendi? Neden ‘Avrupa’nın doğu sınırı nerede biter?’ tartışması aralarında hararet farkı da olsa tüm Avrupa Birliği üyesi ülkelerin gündeminde?

‘Türkiye meselesi’nin bu şiddette gündeme gelişindeki birinci etken aralık ayında AB’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerini açıp açmaması değil. Asıl neden 13 Haziran’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri. Türkiye, Avrupa seçimleri tarihinde ilk kez tıpkı çevre, eğitim, sağlık gibi bir ‘konu’ olarak kampanya malzemesi.

Seçim kampanyalarında Türkiye’ye en güçlü vurgu yapan üç ülke Fransa, Almanya ve Avusturya.

Almanya Dışişleri Bakanı Fischer Türkiye aleyhtarlığını seçim malzemesi yapanları korku üzerinde kampanya yapmakla eleştiriyor. Buna karşılık CSU Genel Sekreteri Markus Söder Türkiye’nin AB’ye katılmasının Avrupa bütünleşmesinin sonunu getireceği görüşünde. CSU’nun kardeş partisi CDU’da ise Türkiye konusunda yekpare bir görüş yok. Son dönemde eski Başbakan Kohl’ün bile çark edip ‘Kopenhag kriterlerini yerine getirmekte olan Türkiye üye olabilir’ demesi ilgi çekiyor.

* * *

Bu arada Almanya’nın önde gelen siyaset bilimcilerinden Grosser Başbakan Schröder’e mektup yazıp ‘Türkiye AB’yi bir Ortadoğu gücü haline getirecektir’ diye uyarıyor.

Zurnanın zırt dediği yer de burası. Çünkü Schröder ve takımı Almanya Ortadoğu’da güç sahibi olmak istiyor ise bunu Türkiye’siz başaramayacaklarının farkındalar ve tam da bu nedenle Türkiye’nin üyeliğini destekliyorlar.

Almanya’nın Fransa’dan önemli bir farkı var: Orada hiçbir parti Türkiye aleyhtarı afiş açmaya cesaret edemiyor. Türk kökenli Alman seçmenlerden çekiniyorlar.

Avusturya için de birkaç söz. Türkiye’yi destekleyen hiçbir önemli aday yok bu seçimlerde. Ancak yeni Avusturya Cumhurbaşkanı Heinz Fischer, Erdal İnönü ile şahsi dostluğu olan bir sosyalist ve ‘AB Türkiye’yi alır mı?’ sorusuna ‘Alır’ diyenlerden.

Fransa’daki afişe bakıp karamsarlığa kapılmayalım.
Yazının Devamını Oku

Gecikmiş güneş ve fırtına

8 Mayıs 2004
<B>GECİKMİŞ </B>bir ilkbahar güneşine uyandık dün İstanbul’da. Aynı anda da nereden çıktığı belirsiz bir deli rüzgár... Güneş okşadı yüzümü, rüzgársa hırpaladı. Sanki havanın anlatmak istedikleri vardı. Meclis’te Anayasa’nın kadın- erkek eşitliği maddesi oylanacaktı. Kadın haklarının gündeme gelmesi, aynı gecikmiş ilkbahar güneşi gibi kadınların içini ısıtmıştı. Kadın milletvekillerinin de içinde olduğu Meclis çoğunluğunun bu işte devletin sorumluluğunu kabul etmekten kaçınması da bugünkü deli rüzgár gibi hırpalayıp duruyor biz kadınları.

* * *

Klişeleri ne kadar sık tekrarlamak zorunda kalıyoruz artık. Hele de söz konusu kadınlarsa! ‘Kadının özgür olmadığı yerde erkek de özgür değildir’ diyen birilerine ne tepki veririm acaba? ‘Yine aynı laflar. Tekrarlana tekrarlana içi boşaltılmış anlamsız kelimeler’ diye de düşünürüm. Oysa şimdi ben tekrarlamak istiyorum:

Beyler! Kadınların kendilerini ikinci sınıf hissettiği yerde siz özgür olamazsınız! Globalizm çağında onuruyla ayakta kalan bir toplumda yaşamak mı istersiniz? Karşı çıktığınız kadın hakları olmadan bu devirde bir adım bile ilerleyemezsiniz.

* * *

Pozitif ayrımcılık hiçbirimize yabancı bir kavram değil. Üstelik kültürümüzün bir parçası. Varlıklı olandan alıp yoksula vermek, bizim geleneğimiz değil mi? Meclis’teki hanımlar beyler, kadın haklarını değil de azgelişmiş yörelerin kalkındırılmasını tartışıyor olsaydınız, cengaver kesilmeyecek miydiniz? Yıllarca geri bıraktırılmış olanlara pozitif ayrımcılık yapılmasını savunacaktınız, en azından lafzi olarak eminim. Ama iş kadın sorununa gelince kafanız karıştı, belli ki. Çünkü belli ki kafanızın bir yerlerinde kadınların yıllarca ezildiğini kabul etmekte zorlanıyorsunuz. Kabul ederseniz deprem olacağını, sel basacağını, yangın çıkacağını filan sanıyorsunuz.

Avrupa’yı örnek almaktan çekinenler için: bugün Türkiye’yi model olarak gösterdiğiniz bazı Afrika ve Arap ülkelerinin meclislerinde kadınlar pozitif ayrımcılık ilkeleri çerçevesinde belli bir kotayla temsil ediliyor.

Özetle; bugün pozitif ayrımcılığa karşı çıkanlar büyük hata yapıyorlar. Kadın-erkek eşitliğini fiiliyata geçirmekte devlete görev yükleyen maddeye karşı çıkmak ayrımcılığa destek vermek anlamına geliyor. Bu yüzden de biz kadınlar bir süre daha ilkbahar güneşinin tadını çıkaramayacağız. Hele de ‘Bize bu kadar hak yeter’ diyen kadınlar oldukça...
Yazının Devamını Oku

Muhteşem An

1 Mayıs 2004
<B>TÜRKLER </B>olmasaydı Avrupa birleşmesi mümkün olabilir miydi? Avrupa Birliği’nin 25 üyeye çıktığı gün sorulan bu soruya bakıp,<B> ‘Bu kadar büyüklük duygusu da fazla!’ </B>diye düşünebilirsiniz. Ama evet, Avrupa’nın bir araya gelmesinde Türklerin de payı var. Daha doğrusu bir karşıt güç olarak Türklerin payı var.

Henüz 14’üncü yüzyıl başlarında, modern Avrupa Birliği kavramının öncüsü olarak görülen bir kitap yayınlanmış. Konusu, kutsal toprakların geri alınması. Uluslarararası ilişkilerde oldukça önemli bir eser sayılan bu kitabın yazarı Fransız hukukçu Pierre Dubois. Dubois Türklere karşı laik devletlerden oluşan bir tür haçlı seferi uygulanmasını istemenin yanı sıra bir tür uluslararası adalet divanı kurulmasını da önermiş.

Avrupa bütünleşmesi fikri asıl bir sonraki yüzyılda, Fatih İstanbul’u alınca alevlenmiş. Bohemya Kralı Podiebrad Avrupa’daki krallıkların hepsinin temsil edileceği bir ortak meclis fikrini ortaya atmış.

Türkler uzun yıllar boyunca Avrupa birleşmesini kışkırtan karşıt güç olmuşlar...

* * *

Bugün Avrupa Birliği’ne katılan 10 ülke için yapılan kutlamalarda çalınan Avrupa Marşı, Beethoven’in Muhteşem An kantatı. 1815 yılındaki Viyana Kongresi’nin aynı şarkıyla açıldığını çok kişi bilmez. O sırada da Avrupa’nın birlik arayışları zirveye çıkmıştır.

19’uncu yüzyıl milliyetçiliğin zirveye ulaştığı dönem olmasına rağmen pek çok düşünür birleşme üzerinde kafa yormuş. Osmanlı ise tam da o sıralarda ‘Avrupa’nın hasta adamı’.

Sonrasını biliyorsunuz. 1914’te Avrupa tarihinin kanlı savaşlarından biri daha çıkar. 10 milyon kişi ölür. Avrupa fikrinin harekete geçmesi içinse 2’nci Dünya savaşı gibi büyük bir felakete ihtiyaç vardır.

Sonuçta hayallerinin peşine düşenler galip gelirler. Avrupa Birliği 1957’de altı üye ile doğar. Bugün 25 üyeli olması kuşkusuz eşsiz bir başarı öyküsü. Bugün Avrupa için gerçekten de Muhteşem An.

* * *

Türkiye Muhteşem An’ı ne zaman paylaşacak? Türk çocukları ‘Neşenin Şarkısı’ diye de bilinen Beethoven’in kantatını ne zaman söyleyecekler?

Tarih sürprizlerle dolu. 1987’de AB’ye üyelik başvurusu yaptı. Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler dağılmasaydı bugün çoktan üye olabilirdik. O zaman kaçan fırsat bambaşka bir bağlamda geri geldi. Yeni durumu 11 Eylül tetikledi. Irak Savaşı Avrupalıların Türkiye konusunda gözlerini açtı.

1999 Helsinki Zirvesi Türkiye’nin aday ülke ilan edildiği tarih. Diğer ülkelere de baktığımızda adaylık ile üyelik arasında 10 yıllık bir süre var. Türkiye’yi 2009’da AB üyesi olarak görmek imkansız bir hayal değil.

Hayalimizin peşine düşelim, o Muhteşem An için değer.
Yazının Devamını Oku

Heykel ve egemenlik

24 Nisan 2004
<B>BEŞ </B>buçuk yaşındaki oğlum, Ulusal Egemenlik Bayramı’nı ciddi biçimde ilk kez dün törenlere katılıp kutladı. Ona Atatürk’ün düşmanlara karşı savaşıp bizi tutsaklıktan kurtardığını anlatmaya çalışırken sözümü kesti. ‘Ama nasıl olur, O bir heykel!’ dedi. Daha küçükken de her türlü heykeli, ‘Anne bak Atatürk’ diye gösterdiği için bu tepkisini anlayışla karşılamam gerekiyordu.

Sıra ulusal egemenlik kavramının izahına geldiğinde işim daha da zorlaştı. Uzay çağını yaşayan bir çocuğa 19’uncu yüzyıldan kalma bir kavramı nasıl anlatabilirdim?

1920’de ‘Hakimiyeti Milliye’den yola çıkmıştık. Zaman içinde egemenlik kavramına yüklenen anlamlar değişmişti. 21’inci yüzyılın dünyasında yanıbaşımızdaki uluslar, egemenliklerini harman edip paylaşma yolunu seçiyorlardı. Eskiden hassas diye sınıflandırılan güvenlikle ilgili konularda bile egemenliklerini uluslarüstü kuruluşlara devreden ülke sayısı artıyordu. Almanya, Fransa gibi büyük devletler, egemenlik paylaşımı çerçevesinde kendi ulusal paralarından feragat etmişlerdi. Çünkü daha üstün bir çıkar etrafında birleşmeyi seçiyorlardı.

* * *

Dünyanın bu gidişatına uyum gösteren Türkiye, daha üst bir çıkar uğruna egemenliklerin aynı potaya konulduğu bir sistem sunan Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. Ancak Kıbrıs bağlamında da gördüğümüz gibi hakimiyeti milliyeciler diye tanımlanabilecek bir grup, Türkiye’nin arkasındaki AB rüzgárından hoşnut değil.

Bugün Kıbrıs yol ayrımında, yarın da Türkiye... 1920’lerde hakimiyeti milliyeci olmak moderndi. Çağdaşlıktı. Bugünün dünyasında ise egemenlik paylaşımcısı olmak ilericilik. Avrupa projesi bunun en güzel örneği.

Önümüzdeki on yıllık döneme bakalım. Bu dönemde Türkiye’de alınacak önemli kararların hemen hepsinde belirleyici rolü AB oynayacak. Siyasal bölünme eksenlerinden biri de egemenlik kavramı etrafında gerçekleşecek. Milli hakimiyetçi çizgi ile egemenlik paylaşımını kabul edenler karşılıklı saf tutmayı sürdürecekler. Bu durum ilginç birlikteliklere yol açacak. Milliyetçi sol ve sağ tam bağımsızlık ütopyası etrafında yan yana gelecek. Bu tavrın örneklerini sadece Kıbrıs ve AB konularında görmedik. Özelleştirmeler, yabancı sermaye gibi konularda da saflaşma aynıydı.

Tam bağımsızlık nutukları atanlar bugün hangi ütopyalarını gerçekleştirebilirler? Dışarıdan kredi almadan hangi toplum projesi üretilebilir? Enver Hoca’nın Arnavutluk’u mu empoze edilecek? Bu soruların üzerinde düşünmeliyiz.

23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı, elindeki káğıt Türk bayrağını sıkı sıkı tutan oğlumla Atatürk heykelinin yanındaki banka oturup bütün bunları düşünmek için iyi bir fırsattı.
Yazının Devamını Oku

Böyle ‘model’ dostlar başına

17 Nisan 2004
<B>PINAR</B> <B>Türenç </B>aradı. İstanbul belediye başkanlığı için yürüttüğü kampanya sırasında kadınlardan gelen olumsuz tepkiler onu yormuş.Pınar, elini taşın altına koyanlardan. Onu en çok kadınların hayata erkek söylemiyle bakmaları hırpalamış.

Zaman zaman kadın hakları için mücadeleyi bırakıp ‘Ne haliniz varsa görün’ demek geliyor insanın içinden. Çünkü kazanımlarımız çok az. Son zamanlardaki bir iki yasal kazanım ise itiraf edelim ki AB sayesinde oldu.

Hal böyle iken, gazetede bir haber: Ürdün Prensesi demiş ki: ‘Türk kadınını örnek almalıyız.’

Ben de diyorum ki Faslı Arap kadınları örnek alalım, hatta Malilileri!

Bu hafta İstanbul’da yapılan İslam Ülkeleri Demokrasi Kongresi’ne 14 Müslüman ülkeden pek çok kadın delege katıldı. Hepsi de pırıl pırıl kafalı, ilerici kadınlar. Onlarla konuşurken öğrendik ki mesela Fas’taki kadın milletvekili oranı bizden yüksek! Kota ile yüzde 10’un üzerine çıkmışlar.

Mali Kadın Hukukçular Örgütü’nün bir üyesi ile konuştum. O da Türkiye’ye öykünenlerdendi. Bizim 550 milletvekilinden sadece 24’ünün kadın olduğunu öğrenince şok geçirdi. Mali’de kadın milletvekili oranı yüzde 11. Üstelik biz bir tane ile yetineduralım, onların aslan gibi kadın belediye başkanları, kadın noterleri var.

Şimdi söyler misiniz bizim neyimiz model olacak?

* * *

Müslüman ülkelerin hepsini Suudi Arabistan gibi görmek alışkanlığını terk etmemiz geriyor. Suudilere odaklandığımız için o ülkelerin hiçbirinde kadınların oy veremediğini, sokağa adım atamadıklarını düşünenlerimiz var. Oysa atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Mali hükümetinde üç kadın bakan olduğunu söylersem umarım moralinizi bozmuş olmam!

Kadın hakları açısından 1930’lara takılıp kalmışız. Bozuk plak gibi hálá kadınlara oy hakkını Fransızlardan önce vermekle övünüyoruz. Doğu’da değil İstanbul’da, yüz binlerce kız çocuğunun okula gitmediği gerçeğini ise halı altına süpürüyoruz. Kadın hakları bakımından hiçbir sorunumuz kalmadığını sandığımızdan da rehavete kapılıyoruz.

* * *

Reformist Müslüman kadın siyasetçilerin hepsi de demokrasi talebinin içeriden gelmesi gerektiği kanaatinde. Türkiye bu açıdan da iyi bir model sayılmaz.

Biz neredeyse üç yüzyıldır dış baskılar neticesinde değişime uğrayan bir ülke değil miyiz? Böyle olduğunun en somut ve güncel kanıtı AB reform paketleri değil mi?

Demek ki demokratik değişim dış baskı ile de pekala olabiliyor.

Düşünüyorum da, Avrupa’ya komşu olmasaydık, bugün en azından kadın hakları bakımından pek çok Müslüman ülkenin gerisinde olabilirdik. Umarım yakında onları örnek almak durumunda kalmayız.
Yazının Devamını Oku